17 Şubat 2015 Salı

Gelin canlar bir olalım

Bildiğiniz gibi Dresden’de ortaya çıkan PEGIDA gösterileri gündemi işgal etmeye devam ediyor; lehte veya aleyhte gösteriler yapılıyor. Daha önce Çek Cumhuriyeti, Danimarka ve Norveç'te de düzenlenen ve Müslümanlara değil; Avrupa'nın İslamlaşmasına karşı olduklarını savunanlar tarafından düzenlenen gösteriler yer yer yayılma eğilimi gösteriyor.

Söz konusu gösteriler Viyana’ya da sıçradı. Ayın başında düzenlenen gösteriye katılımın az olması, hareketin burada fazla yandaş bulamadığının göstergesi olarak okunabilir. Burada, akıl ve sağduyunun ağır bastığını ve İmparatorluk kültürüne sahip Viyanalıların tarihten aldıkları dersi unutmadıklarını, olumsuz öyküleri dostluğa dönüştürmeye çalıştıklarını söylemek mümkün.

Ben bu yazımda asıl bu olaylar karşısında Türkiye kökenlilerin sergilediği ortak tavra değinmek ve toplumsal ve sosyal hayata etkin katılım için kimi önerilerde bulunmak istiyorum. Basın yayın organlarından edindiğim bilgiye göre, PEGIDA karşıtı düzenlenen yürüyüş Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD) Avusturya, Avusturya Türk İslam Birliği (ATİB), Viyana İslam Federasyonu, Avusturya İslam Kültür Merkezleri Birliği, Avusturya Türk Federasyonu, Bosna Derneği, Alperenler, Müslüman Koordinasyon Birliği, Bangladeşliler Derneği ve Ehli Beyt Camii ile Sosyalist Dönüşüm, Sosyalist Sol Partisi ve Antifaşist Hareket gibi bir dizi sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu ortak bir platform tarafından gerçekleştirilmiş. Bu durum Avusturya Türk toplumunun geleceği için güzel bir ışık demek. Demek ki arzu edildiğinde bir araya gelmek, “biz” olmak mümkün olabiliyor.

Biz olmak, ortak hareket edebilmeyi, ortak aklı gerektirir. Birey olmak için “ben” olmak gerekiyorsa, toplum olabilmek için de “biz” olabilmeyi denemek gerekir. Biz olmak ortak ses, ortak nefes, hatta becerebiliyorsan yekvücut olmaktır.

Biz olmak bireyin grup içinde erimesi, kaybolması veya yukarıda somut olarak adı geçen sivil toplum kuruluşlarının her birinin kendi özgün kimliğini kaybetmesi değil; aksine daha da gelişmesi, güçlenmesi anlamına gelir.

Bu deneyimden yola çıkarak, her bir sivil toplumunun kendi çatı örgütlerini geliştirmesi bilinçli bir toplum olarak ortak hareket etmek, Avusturya Türk toplumunu farkları ile ayrıştırmadan ortak değerleri etrafında birleştirmek için yeni bir fırsat oluşturabilir. Bu da sorunlar karşısında çözüm üretmeye çalışan muhatapların sorunları doğrudan müzakere edebileceği paydaşları bulmasını sağlar. Toplum olarak ortak hareket edebilmek için herkesin üzerinde uzlaştığı ortak değerlerde buluşmaya çalışırken, bu birliğin başında lider olarak yer alacak ve sorunlara toplumsal katkı sağlayacak en doğru aday, en iyi ve en ideal isim, yine bu birliğin içinden çıkacaktır. Demokratik kanallarla belirlenecek yeni isim etrafında birleşilmesi ile ortaya koyulan ortak amaçlara ulaşmak daha kolay olacaktır.

Amaç, Avusturya’da kalıcı olarak Avusturyalılar ile barış ve huzur içinde yan yana, paralel toplumlar şeklinde değil de bir arada ortak değerler oluşturup, bunlara sahip çıkarak yaşamak ise ki buna inanmak istiyorum, bu durumda ortaya çıkan güncel sorunları çözmek için de kişisel görüşlere değil, ortak akıl ile üretilen çözümlere başvurmak gerekecektir. Bu çözümler, her daim ortalık yerde dolaşan veya sipariş üzerine ortaya çıkan, kendine durumdan vazife çıkarmaya çalışan menfaatperestlerden ziyade, yine ortak akıl ile üretilecektir. Sorunları takip etmek üzere, tüzel kişiliği haiz bir yapı içinde bireysel çıkar peşinde olanlara prim ve fırsat vermeden, yukarıda sözü edilen örgüt yapısından çıkarılacak, ikbal peşinde koşmayan liderlere ihtiyaç vardır. Ancak her iki kültürü de iyi bilen, aydın fikirleri ve yol göstericiliği ve vizyoner kişiliği olan liderler günün sorunlarına çözüm üretecek, gelecekte yaşanması muhtemel sorunlarının çözümüne de katkı sağlayacaktır. Bugün dünden kalan sorunlarla hesaplaşmaya çalışanların, geleceğin planlamasını yapamadıkları ve gelecek günler geldiğinde de toplum içinde söz sahibi olamadıkları unutulmamalıdır.

Avusturya’da yaşayan Türk toplumunun sorunlarını sadece PEGIDA ile sınırlamak istemiyorum. Daha pek çok sorun var çözüm bekleyen. Kiminin eğitim, kiminin sosyal güvenlik sorunu var. Bütün bunları geçtim, İslamofobi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan inanç ve uyum tartışmaları var. Dert bir değil ki sayasın. 

Sorunlara çözüm üretebilmek için, sonunun iyi teşhis edilmesi, kaynağının ve sınırlarının tanımlanması, karmaşık sorunlardan ayrılıp, ayrıştırılması ve nihayet uygun çözüm önerileri geliştirilmesi lazım. Birçoğumuz gerek kişisel hayatımızda, gerekse sivil toplum çalışmalarında bir dizi sorunla mücadele etmek zorunda kalıyor; gerginlikler, hatta tedirginlikler yaşıyoruz. Sıkıntıları aşmak ancak ve yalnız toplumsal bilinç oluşturmak ve ortak akıl üretmek ile mümkün olur. Bu da Avusturya Türk Toplumu’nun önündeki fırsatları iyi değerlendirerek bir araya gelmesi, bir olması, iri olması ve diri olması ile sağlanabilir.

Ortak akıl üretmeyip münferit hareket edilirse, parçalanıp, oraya buraya şu veya bu adla dağınık bir görüntü ortaya koyulursa, o toplumun müzakere gücü de olmaz; hedefini bilmeyen, yol haritası olmayan yolcuya döner. Oysa yeni yurtlarında yaşayanların kendi kimliklerini doğru tanımlaması, sorunlarını doğru teşhis etmesi ve kendilerini gerek Türkiye’ye gerekse bulundukları çevreye buna göre tanıtması gerekir. Kimi deneyimsiz politikacıların temelsiz fikirleri gelecek için yol haritası olarak benimsenirse, Avusturya Türk toplumu kendi dünyasını inkâr anlamına gelen, kendisi için değil de çevresinde fır dönen menfaat severler için göstermelik çözümler üretir. İstediği sonuca da ulaşamaz.

Bir defa daha tekrar etmekte yarar görüyorum. Avusturya Türk toplumu PEGIDA olayında olduğu gibi bir araya gelir, kendi geleceği için alınan kararlarda konuşulan değil müzakere edilen, muhatap alınan pozisyonunda yer alırsa kazançlı çıkar. Paydaşları ile birlikte kendi geleceği için ortak kararlar alır ve hayata geçirebilir. Bu mekanizmalarda birlik olarak yer alındığında, kazanan tek tek A, B, C derneği, kulübü değil, yine “biz”, yani geleceğin Türkiye kökenli Avusturyalısı, Türk toplumu olur.

Karar mekanizmalarında yer alıp, karar veren pozisyonundayken “kim ne der” ikileminden kurtulmak gerekir. Burada önceliklerin gözden geçirilmesi, Avusturyalı Türklerin gelecekteki hayatı için, geleceğiniz için en doğru seçeneklerin bulunması, toplum menfaatine en uygun olan kararların verilmesi gerekir. Avusturyalıların ve Türk toplumunun ortak akılla üretip birlikte alacağı kararlar, bizzat Türkiye kökenli Avusturyalı çocukların da geleceğini etkileyeceği unutulmamalıdır.  

Bu süreçlerde muhatabının ne düşündüğünü kestirmeye, ona göre tavır geliştirmeye çalışan ve toplumsal değil, bireysel menfaatleri öne çıkarıp “ne koparırsam kardır” hissiyatına kapılanlardan toplum için kazanım sağlanmaz; bunların toplumla ortak hareket etmeleri de beklenemeyeceği için önderlik girişimleri de kaale alınmaz. Kanaat önderi olarak ortaya çıkanlar, temsil ettiği grup ile birlikte tek bir bedende atan yürek gibi olmalı, kendi duruşunu ve toplumun menfaatini korkmadan, gelecek kaygısı ve hesapları yapmadan sonuna kadar savunabilmelidir.

Kanaat önderlerinin muhatapları ile yapacağı müzakerelerde aynı anda üç ayrı paydaşının olduğunu düşünmesi gerekir. Bir yandan yeni vatanını ve burada mevcut yerel şartlara uygun yaşam biçimini, öte yandan köken ülkesini ve nihayet vereceği veya alacağı kararla birlikte başta kendi ailesinin, içinde yaşadığı toplumun huzuru ve mutluluğunu. Lider, bu planları yaparken kendi inançlarını ve kutsal değerlerini içinde yaşadığı toplumun inançları ve kutsal değerleri ile karıştırmadan, ama her iki tarafa saygıyı elden bırakmamalı; aksine her iki tarafa da sahip çıkmalıdır. Ortak akıl ve toplumsal barış bunu gerektirir.

Göçün üzerinden yarım yüzyıl geçmiş, neleri tartışıyoruz diyebilirsiniz. Hangi kuşağa ait olursanız olun, yüreğinizdeki duygularınız Türk, pek çoğunuz da uyruk olarak Avusturyalısınız. Hele ilk aşkı burada tadanlara, hayatlarının pek çok ilkini bu ülkede yaşayanlara şunu hatırlatmak isterim ki Türkiye’ye kesin dönmeye karar verdiğinizde neler hissedeceğinizi çok iyi bilenlerdenim. Avusturya’daki hayatınız, birinci kuşak için bir zorunluluktan kaynaklansa da, günümüzdeki Avusturyalılık artık bilinçli bir tercih; Avusturya’daki hayat da bir tür zoraki evlilik gibi.  

O halde, yaşadığınız toplumda karşı karşıya kaldığınız sorunların karşısında bir olmayı, birlik olmayı denemeniz; çözümü karşıdan beklemek yerine, çözümün ortağı olmaya çalışmanız gerekir. Yani edilgen değil, aktif bir politikayı seçmeniz gerekir. Birlik olmak fedakârlık etmeyi gerektirir; ben olmayı değil “biz” olmayı öngörür. Sorunlara kafa yorarken kiminle olduğunuz ve ürettiğiniz projelerin ne kadarının hayata geçirildiğini takip etmeniz ve bundan keyif almanız önemlidir. Bundan sonraki toplumsal ve sosyal hayatınız, sorunlara çözüm üreten projelere sağladığınız katkı ve ürettiğiniz projeler ile anlam kazanacaktır.

Toplumsal ve sosyal hayata uyum sağlamanın, söz sahibi olmanın ve kabul görmenin yolu bir olmaktan geçer. Bir olmak bireysel çabalarınızın karşılığını bulacağınız bir yüreğin var olduğu güvenine sahip olmaktır. O halde,  Pir Sultan Abdal’ın yüzyıllar önceden önerdiği gibi, “Gelin canlar bir olalım”.

Not: Bu yazı Europa-Journal Şubat 2015 sayısı için hazırlanmıştır. URL: http://www.europa-journal.net/mustafa022015.html (16.02.2015)

15 Şubat 2015 Pazar

Türkiye’de göç - temel sorunlar ve çözüm önerileri

Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİ), Kent Araştırmaları Enstitüsü, İdealkent Kent Araştırmaları Dergi tarafından 13 Şubat 2015 Cuma günü düzenlenen ve TODAI’nün ev sahipliği yaptığı Türkiye’de göç konulu bir çalıştaya katıldım.

Çalıştay  Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Fuat Güllüpınar’ın moderatörlüğünde yapıldı. Açılışta da Kent Araştırmaları Enstitüsü-İdeal Kent adına Emir Osmanoğlu, TODAI adına da Genel Müdür Prof. Dr. Onur Ender Aslan protokol konuşmaları yaptılar.

İlk oturumda Ankara Üniversitesi SBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Gülay Toksöz, “Sosyal İlişkiler ve Sınıfsallaşma Süreci” konulu bir konuşma yaptı. Konuşmasında, akademik araştırma süreci boyunca önyargılar ile çalışmak ve mücadele etmek zorunda kaldığını anlattı ve göçmenleri sorunların kaynağı olarak görme eğiliminin olduğunu, oysa göçmenlerin bulundukları ülkeye toplumsal katkı sağladıklarına vurgu yaptı. Göçmenlerin yerli işgücünün yapmak istemediği işleri üstlendiklerini, bir süre sonra durumlarını düzeltince, yerlerine yeni göçmenlerin geldiğine dikkati çekti.

Türkiye’de göçmen işçilerle ilgili araştırmaların ağırlıklı olarak 70-80’li yıllarda yapıldığını, zaman içinde Türkiye’deki akademisyenlerin ilgisinin azaldığını, Avrupalı göçmenlerin durumunu Avrupalı akademisyenlerin araştırması gerektiğini düşünenlerin sayıca arttığını anlattı. 2000’li yıllara gelindiğinde ise göçün 50. yılı etkinlikleri çerçevesinde yeniden ilgi alanına girdiğini belirtti.

Avrupalıların Doğu Bloku ülkelerindeki rejimin çökmesi ve bu ülke vatandaşlarının seyahat özgürlüğüne kavuşmaları ile birlikte göç akınına uğradığını, Türkiye’nin de komşu ülkelerdeki siyasal ve sosyal durumlara bağlı olarak öncelikli göç hedefi olduğunu, bu durumun göçün doğal bir sorunu olduğunun altını çizdi. Toksöz, konuşmasının ilerleyen kısımlarında aşağıdaki konulara vurgu yaptı:

Avrupa ülkelerinde artık vasıflı işgücü talebi var; dolayısı ile vasıfsız işgücü göçünü engelleyici sert tedbirler alınmaya başlandıktan sonra da Akdeniz’deki göçmen dramlarının daha sıkça duyulmaya başlandı ve bu durumun ayrı bir dram olarak değerlendirilmesi gerekir.

Güney Avrupa ülkeleri için vasıfsız işgücü talebi hizmet ve inşaat-yapı sektörü için devam ediyor. Türkiye açısından durum incelendiğinde, Avrupalıların sıkı göç rejimi uygulaması nedeniyle göçmenlerin Türkiye’ye geldikleri görülüyor. Eski sosyalist ülkelerden gelenler AB ülkelerine gidemeyecekleri için Türkiye’yi tercih ediyorlar. Türkiye tercihinde Avrupalıların uyguladığı sıkı vize rejimi de bir başka etken. Halbuki Türkiye sınırda bile vize veriyor. İnsanlar turist olarak geliyor; işçi olarak kalıyorlar.

Türkiye sığınmacılar için de köprü, geçiş yolu olarak görülüyor. Ülkemizde kalan göçmenler imalat sektörü, inşaat, tarım, turizm, hizmet sektörü gibi alanlarında çalışıyorlar. Kadınların ağırlıklı olarak çalıştığı sektörü  fuhuş ve ev işleri gibi inşaat dışındaki alanlar oluşturuyor. Bütün bu alanlarda göçmenlerin “korunmasız” oldukları ve genel olarak “istismar edildikleri” görülüyor.

Türkiye 2003 yılında işgücü piyasasını düzenleyen yasayı çıkardı. 2012 yılında yürürlüğe giren yeni yasa ile kısmi af çıkarıldı. Kaçak göçmenlere altı ay ikamet izni verildi ve kaçak çalışanlar bu izinle birlikte çalışma iznine kavuştular.2013 yılında yabancıların sayısı 43.000’e ulaşmış. Bunların 2/3’si kadın ve kadınların 1/3’i de ev işlerinde çalışıyorlar.

Göçmenler 2002’ye kadar absorbe ediliyordu. Halbuki göçmen kadın işçiler, toplumda mevcut olan bir işgücü açığını kapatıyorlar.

2010 yılı Türkiye açısından bir kırılma noktası oluşturuyor. Suriye’den gelen göçmenlerin sayısının yaklaşık iki milyonu bulduğu ve bu kişilerin uzun süreli ve kalıcı olacakları öngörülüyor.

Suriyeli göçmenler ile yerli işgücü arasında bir rekabet ortaya çıktı. Güney şehirlerinde artık ucuz işgücü olarak görülen göçmenler ile ücret dengesi konusunda tartışmalar ortaya çıktı.

Bundan sonraki aşamada, akademisyenlerin kalıcı hale gelen bu insanların Türkiye’ye uyumları konusunda çalışmalarında yarar var.

Dünya’daki göç ile ilgili konulara bakıldığında,  Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın girişimi ile 2002’de BM bünyesinde  Uluslararası Göç Üzerine Küresel Komisyon(GKKF)’u kuruldu; göç ve kalkınma konuları daha fazla tartışılır oldu. Para, sermaye akımları ve hizmet hareketliliği göz önüne alınarak 12-15 Mayıs tarihlerinde İsveç’in başkenti Stockholm’de Göç ve Kalkınma Üzerine Küresel Forum (GKKF) toplantısı yapıldı. Türkiye 1 Temmuz 2014’den itibaren GKKF’nin dönem başkanlığını üstlendi. 2015 yılı Küresel Forumu 12-16 Ekim 2015 tarihlerinde İstanbul’da toplanacak. Bu toplantıdan çıkacak sonuçlar kasım ayında yapılacak G20’ye de katkı sağlayacak. Türkiye aynı zamanda G20’nin dönem başkanlığını yürütüyor.

Konuşmanın ardından soru cevap bölümüne geçildi.
Göç İdaresi Başkanlığı’ndan Yrd. Doç. Dr. Zafer Sağıroğlu, Suriyeli göçmenlerle ilgili değerlendirmeler yaptı. Türkiye Suriyelileri kabul etmekle doğru olanı yaptı. Peki bundan sonra neler yapılabilir? diye sordu. Prof. Toksöz yaptığı açıklamada: Türkiye’de işgücü piyasası araştırılabilir. Kadınların işgücü olarak değerlendirilmesi üzerinde çalışılabilir. Konunun ekonomik boyutları araştırılabilir.

Ben de bu arada tuttuğum kişisel notlarda, Suriyeli göçmenlerin Türk ekonomisi içinde enflasyon oranındaki durumunun araştırılması gerektiğini yazmışım. “Göçün kadınlaşması” konusuna vurgu yapıldığında ise göçmenlere “çocuk ve yaşlı bakım hizmetleri” eğitimi verilerek nitelikli işgücü oluşturulması konusuna vurgu yapmışım.

Prof. Toksöz’den devam ediyorum: Kurumsal hizmetlerin olmadığı yerde göç, kadın göçüne dönüşüyor. Orta Doğu ülkelerinde (Araplar) göçmen kadın çalıştırmayı toplumsal statü olarak görüyor. Bu ülkelere Afganistan, Bangladeş, Afrika ülkelerinden aylık 200 $ karşılığında çalışmaya gelen insanlar olduğu, oldukça olumsuz koşullarda yaşadıkları biliniyor. Türkiye için de ucuz işgücü olarak görülmemesi gerektiği ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyor.

Uluslararası ilişkiler deneyimi olan bir gazeteci, BM sözcüsü, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Dış İlişkiler Sorumlusu Metin Çorabatır, İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAMDER) adına katıldığı toplantıda, Suriyeli kadınların ev işlerinde çalışması konusunda kültürel bir eğilim olmadığını belirtti ve bu konunun araştırılması gerektiğine değindi.

Suriyeli kadınların istihdam edilmesiyle ilgili araştırmalarda, kadınların sağlık ve eğitim alanlarında istihdam edilebilirliği ortaya koyulabilir. Kadınlar ev işleri yapabilir, gündelikçi olarak çalışabilir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan bir katılımcı bu görüşe karşı, Suriyelilerin ailece göç ettikleri için bu alanlarda istihdam edilmesinin mümkün olmadığını, kültürel yapının da bu duruma izin vermediğinin altını çizdi. Ayrıca göçmenler ile ilgili genellemelerden kaçınılması gerektiğini, her bir ailenin ayrı bir özel durumu olabildiğini, kültürel farklılıkların dikkate alınması gerektiğini vurguladı.

Dr. Sutay Yavuz, BM Göç ve Kalkınma Üzerine Küresel Forum (GKKF)’na Avrupa ülkelerindeki Türk derneklerinin katılması ve bu ortamlarda yer alabilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda bir soru yöneltti.

Prof. Toksöz, bu platformda temsil edilen ülkelerin daha çok Güneydoğu Afrika, Filipinler gibi ülkelerden olduğunu ve bu ülke temsilcilerinin İngilizce, Fransızca gibi dillere çok iyi hakim olduklarını ve forumda oldukça aktif olarak çalıştıklarına vurgu yaptı. Başvurular internet üzerinden alınacak, Türkiye’den bu foruma katılım oldukça sınırlı sayıda.

Rıdvan Günay, Hak-İş Konfederasyonu adına katıldığı toplantıda, HAK-İŞ Konfederasyonu Mesleki yeterlilik ve Belgelendirme Merkezi olarak BM Forumunda yer almak istediklerini belirtti. Göçmenlere dil ve meslek eğitimi verdiklerinin altını çizdi.
Gaziantep’te kayıt dışı ekonomi ile mücadelede göçmenlerin durumu da dikkate alınmalı. Suriyeli işverenlerin sayısı giderek artıyor. Göçmenlerin istihdamının iş piyasasını nasıl etkilediği araştırılmalı.

HAK-İŞ Konfederasyonu Kadın Komitesi adına toplantıya katılan temsilciler ise olayın kadın boyutu ile ayrı bir araştırma konusu olduğuna dikkat çektiler ve genç evlilikler ve Suriyeliler ile akrabalılaşma konularının toplumsal tepkilere neden olduğunu vurguladılar.

Evlenmeler ve çocuk istismarı konularında belediyelerin kaynak ayırması ve keyfiliğin önüne geçilmesi gerektiği belirtildi. İkinci, üçüncü eş konularının araştırılması ve fuhuş konusunda gerekli tedbirlerin alınması husununa dikkat çektiler.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Ali M. Berker, göç konusunda yaptığı konuşmada, kamu iktisadi boyutuna vurgu yaptı. 2013 yılında yayımlanan verilere göre 11 milyon istihdamın % 80’i gelişmiş ülkelerde. Türkiye’deki göçmenler kaynak ülkelerden sermaye aktarımı yapıyor ve “yeniden edinme” durumu söz konusu. Araştırmalarda Avrupa değil, Türkiye’nin kendi yerel durumu göz önüne alınmalı.

Göçmenler, Almanya 1970’li yıllarda önemli katkılar sağladı. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin durumu daha farklı. Burada konu kimlik rejimi ile ilişkilendirilerek araştırılmalı. Buna bağlı olarak sosyal yardım rejimi de göz önüne alınmalı. Türkiye’nin TİKA aracılığı ile 160 ülkede yardım yaptığı düşünülürse, bu konuda başarılı olduğu söylenebilir. Konu iç politika malzemesi yapılmamalıdır. “Savaş bitti, artık dönün.” demek mümkün değildir. Almanya, ülkedeki göçmenlerin geri döndürülmesi konusuna büyük maddi yatırım yaptı, başaramadı. Göçmenlerin önemli bir kısmının ülkemizde kalıcı olduğu düşünülmelidir.

Verilen yemek arasından sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ayhan Kaya, “Göç, Güvenlik Halleri ve Azınlıktaki İslam” konulu bir sunum yaptı.

Avrupa’da PEGIDA’nın çıkış nedeni, yönetenlerin görevlerini yerine getirmemesidir. İslam ise günümüzde sadece din değil; Avrupa’da sosyalist rejimlerin çökmesiyle birlikte küresel sermayenin karşısına çıkan siyasal bir akımdır. Sosyalizmin yerini almıştır.

Almanya Türkiye kökenli göçmenlere 1984’de geri dönün dedi. Başarılı olamadı. 90’lı yıllarda ise Kohl iktidarı iki Almanya’yı birleştirmek istedi. Sosyo ekonomik ve siyasal paradigmalar vardır.

Türkiye’de İslamofobi’den bahsediliyor sıklıkla. Yeni islamofobia 1973-74 yıllarındaki kriz döneminde başlamıştır. 2011 yılında da en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu kavramın da içi boşaldı. Halbuki Avrupa’da İslamofobik yaklaşım yoktur. Avrupa’da İslam’a karşı bir önyargı vardır. Avrupa İslam’ı kültürel olarak kabullenmiyor. Tehlikeli kılma, tehlikeyi resmetme İslam ile özdeşik. Öte yandan Avrupa’da İslam yaygınlaşıyor. Fransa Devlet Başkanı François Hollande ve Almanya Başbakanı Angela Merkel Fransa'da yayımlanan haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı sonrasında hedefin İslam olmadığını vurguladılar. Bu durum İslamofobi olmadığının göstergesidir.

Almanya’da yabancıların uyumuna ilişkin politikalardan söz edilemez. Alman politikası segregasyonu amaçlar. Uzun yıllar çok kültürlülük konusunda ısrar etmişlerdir. Almanya’da Solingen ve Mölln’de Türkiye kökenlilere yapılan saldırıların arkasından Alman İstihbarat örgütleri çıkmıştır.

2009 yılında Ludwigshafen’daki yangında hayatını kaybeden Türkler oldu. 'Dönerci Cinayetleri' olarak bilinen, Neo-Nazi Yeraltı Örgütü (NSU) tarafından gerçekleştirilen seri cinayetler oldu.

Türkiye’de dönemin başbakanı Almanya’ya yaptığı ziyarette “Asimilasyon insanlık suçudur.” deyince tepki gördü. Almanya’daki Türkiye kökenlilerin yaklaşık % 20’si zaten asimile olmuş durumda. Bunların durumuna bakıldığında, önemli bir kısmının gönüllü asimile oldukları görülüyor. Bunun arkasında kimi özel durumlar, reddetme durumları olabilir.

Kavramlar üzerinden duygusal değerlendirme yapmak biz akademisyenleri doğru sonuca götürmez. Alanda ciddi bir kuramsal birikim ve altyapı vardır. Bu konu ihmal edilmemelidir.

Uyum konusunda artık çok kültürlülük de bitmiştir. Avrupa’da Charlie Hebdo olayından sonra yeni bir süreç başlamıştır.

Türkiye’de kullanılan “göçmen, misafir, yabancı” gibi kavramlar vardır. Türk etnisitesinden olanlara göçmen denirken, Müslüman kökenliler misafir, gayrı müslim olanlara da yabancı kavramı kullanılmaktadır. Bir de hoşgörü kavramı vardır. Bu kavram da Osmanlıların Balkanlardaki fetih hareketleri sırasında ortaya çıkmıştır. Hiyerarşik bir durumu içermesi bakımından sorunlu bir kavramdır.

Analizlerimizde sosyo ekonomik ve siyasal parametrelere öncelik vermeli, neoliberal yönetsellik anlayışının bizleri içine hapsettiği kürtürelist ve dinsel paradigmanın dışına çıkmalıyız.

Prof. Kaya’nın görüşlerinden sonra benim yaptığım değerlendirme:

Aslında sizin de çok iyi özetlediğiniz üzere, göçün tarihine bakıldığında bütün bu yaşananların “summa sumnis” olduğu, yani yaşanan sürecin doğal bir sonucu olduğu görülüyor. Entegrasyon kavramına baktığımızda, tek yönlü bir uyum sağlama olur. Bu durum segregasyonun kırılması ile olur. Tek yönlü uyum (entegrasyon), asimilasyona giden sürecin kültürleme (akültürasyon) ile arasında olan basamaktır. Farklara saygı, uyumla değil; kabul görme ile olur. Almanya Türk toplumu da bu görüşü savunur. Uyum, bir parçanın başka bir yere eklemlenmesidir. Yani bir yamanın eritilerek daha büyük olan parçaya yapıştırılmasıdır. Buradaki temel yaklaşımı Almanlar geçmişte Leitkultur (yönlendirici kültür) kavramı ile tartıştılar ve öncü kültüre uyulmasını istediler. Bununla birlikte istedikleri sonuca ulaşabildiklerini sanmıyorum.

Almanya’da çok kültürlülük Alman Federal Bankası (Deutsche Bundesbank) yönetim kurulu eski üyelerinden Thilo Sarrazin’in yazdığı Deutschland schafft sich ab: Wie wir unser Land aufs Spiel setzen adlı kitap ile bitti[1]. ‘bizimle eşit değilsiniz, kültürünüz zararlı’ mesajı içeren ve Müslümanlara hakaretlerle dolu olan  Der neue Tugendterror: Über die Grenzen der Meinungsfreiheit in Deutschland [2]adlı kitabı ile de iflas etti. Bu durum Almanya Şansölyesi Merkel tarafından da “Çokkültürlülük iflas etmiştir” şeklinde deklare edildi. Almanya, artık “Islam gehört zu Deutschland” (İslamiyet Almanya’ya aittir) sloganı ile farkları ile bir bütün olduğunu vurguluyor. Bu arada farklar ayrıştırıcı bir unsur olarak değil, birleştirici ve zenginlik unsuru olarak değerlendiriliyor.

Bütün konuşmacılar Avrupa ve Avrupalı kavramı kullanıyor. Peki, hangi Avrupa? Avrupa homojen bir yapıya sahip değil. Göreceli bir kavramdır. Batı Avrupa, Doğu Avrupa’dan farklıdır.

Benim bu bağlamda sormak istediğin bir diğer konu da Avusturya’da çıkarılmaya çalışılan yeni İslam yasası ve uyum tedbirlerini nasıl okumalıyız?

Avusturya da Almanya’dan farklı değil. Göç süreci bakımından...

Öğleden sonraki ikinci oturum Doç. Dr. Filiz Kartal’ın başkanlığında yapıldı. Bu defa konuşmacı Dr. Şenay Özden’di. Bu oturumun başlığı “Türkiye’nin mülteci politikaları ve mültecilerin sorunları” olarak verilmişti. Alt başlıklar ise “Göçmenler, insan hakları ve kaçak göçmenler; mülteciler, sığınmacılar ve kaçak göçmenler; Türkiye’de mülteciler ve yapısal sorunlar; mülteciler, göç politikaları ve yönetimi” şeklinde duyurulmuştu. Bununla birlikte Dr. Özden, Gaziantep’teki Suriyeli göçmenleri odak noktası yaptığı konuşmasında şunları anlattı:

1. Misafir yaklaşımı: Sığınmacılar, kamplarda hapis hayatı yaşıyor. Halk da Suriyelilere “mağdur, zavallı” etiketi yapıştırıyor. Kamplarda işgücüne katılım için bir yere kayıt yaptırıyorlar. Bununla birlikte kimlik bilgileri alınmıyor. Meslekleri sorulmuyor. Nitelikli, eğitimli sığınmacılardan yararlanılabilir. Suriyeliler kamplarda yaşamak istemiyor. Bunlar serbest bırakılmalı...

Suriyelilerle ilgili siyasi görüş, iç politikaya bağlı olarak belirlendi. Dolayısıyla her görüşün kendi sığınmacısı oluştu. Olay siyasallaştı. Kobaneli, alevi vs gibi etnik ve mezhepsel kimlikler üzerinden politika belirleniyor. Suriyeliler bu duruma “Biz Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimlik sahibi olduk” diye tepki gösteriyor.

2. Misafir söylemi, yerini nefret söylemine bıraktı. “Misafirse misafirliğini bilsin” şeklinde söylemler ortaya çıktı. Bu söylem “hoşgörü” söylemi üzerinden gelişti. Önce bu misafirler için “hak temelli” söylemle “din kardeşimiz, yardım etmemiz lazım” gibi bir yaklaşım benimsenirken, sonra “bu kadar uzun süreli misafir de olmaz ki” söylemleri ortaya çıktı. Olay, mezhep ve etnik kökene indirgenerek  “Bunlar şehir hayatını bilmiyor” şeklinde nefret söylemine dönüştü. Antep’te yapılan eylem sonrası şehirde yaşayan Suriyelileri kamplara götürdüler. Suriyelileri görünmez kılmaya çalıştılar. Bu çözüm değil. Hak temelli siyaset olmadığı sürece çözüm üretmek mümkün değil.

3. Bunun dışında İnsani Yardım konusu var. Bölgedeki pek çok dernek sınır ötesi çalışıyor. Bir kısmı da Suriyeli sığınmacılarla ilgileniyor. Bunların siyasi kimlikleri ve patronaj ilişkileri var. Bunların hizmet vermeleriyle ilgili olarak mezhep ve etkin köken tercihleri belirleyici oluyor. Dernekler kurulurken, insani yardımın yanı sıra mezhep unsuru da göz önüne alınıyor.

Uluslar arası kurumlar, Suriye’de yeni bir sınıf yaratıyor. Bunlar yerli halkı eğitiyor. Halkın arasında İngilizce, Fransızca, Almanca vd bilenler var. Neoliberal siyaset izliyorlar. Böylece yeni bir elit-beyaz Suriyeli oluşturuluyor.

Türkiye’de Suriyelilerin emek sömürüsü yapılıyor. Suriyeliler sınıfsal olarak homojen tek bir toplum değil. Hepsi niteliksiz işçi değil. Aralarında işveren pozisyonunda olanlar da var. Türkiye’de işveren pozisyonunda olan Suriyeli patronlar da emek sömürüsü yapıyor.

4. Suriyelilerle dayanışma konusunda öneriler:
·      Nefret söyleminden vaz geçilerek “hak temelli” söylem benimsenmeli.
·      Vatandaş-sığınmacı hiyerarşisine son verilmeli. Birlikte toplumsal ve sosyal bir ağ oluşturulmalı. “Savaş mağduru”, “zavallı” söylemi terk edilmeli ve Suriyelilerin Türkiye’ye gelmeden önceki akademik vd üretimleri desteklenmeli. Böylelikle “nefret” söyleminin önüne geçilebilir.
·      Suriyelilerin sınıfsal ve kültürel olarak homojen olmadıkları bilinmeli, çalışmalar bu gerçeğe göre yürütülmelidir.
·      Suriye’nin içindeki ISID gibi yapılanmalara karşı, kadına destek veren projelere sahip çıkılmalı; bunlarla dayanışma içine girilmeli.
·      Suriyelilerle uzun vadede birlikte yaşayabilmek için, birbirimize daha yakın olmamız, birbirimize dokunmamız lazım.

Dr. Özden’in bu sunumundan sonra sorulara ve yorumlara geçildi.

Yabancı kurumların Türkiye’deki faaliyetleri nelerdir? 

Bunlar, sivil aktivistlere destek veriyorlar. Eğitim veriyorlar.

Suriyeliler ülkemizde Yabancıları Koruma Kanununa göre (91. md) “misafir” yerine “geçici koruma” statüsü kazandılar. Yasa ve yönetmeliklerdeki eksik durumda 1951 Cenevre Sözleşmesi hükümleri, “alternatif” olarak da AB 2011 geçici koruma yönergesi ve BM 2011 tavsiye kararları dikkate alındı. Burada dikkat edilmesi gerekli husus, “geçici koruma” sığınmaya alternatif değildir.

Normalleşme, geçici durum ortadan kalktıktan sonra gerçekleşir. Dolayısı ile Türkiye’nin bu insanları kamplarda korumaya alması, olağan karşılanmalıdır.

Türkiye’de Suriyelilerin dışında BM kasın 2014 raporuna göre 210 bin mülteci yaşamaktadır. Türkiye’de yeni bir yasa çıkarılmış; Göç İdaresi Kurumu oluşturulmuştur. “Geçici koruma” 91. maddedeki varsayıma dayanmaktadır. Bu varsayım, bu kişilerin geri döneceği şeklindedir.

BM mültecileri alacak, üçüncü ülkeye verecektir. Bu durum Suriyeliler için mümkün değildir. Çünkü bu insanlar mülteci değildir. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği de zaten 2014 Nisan ayında yaptığı açıklamada, bu insanları “göndermeyin” demiştir. Bunların arasından Türkiye’de durmak istemeyenler zaten BM’e kaydını yaptırdı.

Dr. Özden: Türkiye’de yeni bir sığınma sistemi kurulmalı. Yasal düzenleme yapılmalı. Bu insanların ekonomiye katkıları, insani yardımlar yeniden gözden geçirilmeli. Yasadaki “coğrafi çekince” ortadan kaldırılmalıdır. Türkçe eğitim değil, Arapça eğitime ulaşmaları sağlanmalıdır. Birlikte yaşama ve Suriyeli ailelere maaş bağlanması imkanları araştırılmalıdır.

Başka konuşmacı: Bu konuda AFAD araştırma yaptı. Demografik yapıyı tespit etti. Nüfus, barınma, beslenme vs. Kamplarda kalanların sorunlarının (tecavüz vd) çözülmemesi halinde, Türkiye ileride suçlu gösterilebilir.

Dr. Özden: Kamplar bölgede yeni bir İktisadi ve sosyal yapı oluşturdu. Bağımlı değil, bağlı bir yapı oluşturulmalıdır. Türkiye ile bağlı olmalıdır.

Türkiye’den de Suriye’ye giden vatandaşlarımız var. Türkmen, Kürt, Arap vs dayanışma amacıyla bu ülkeye gidiyor (Hürriyet Pazar eki haber yapmıştı).

“Suriyeli elitler” de bu süreçte kendi tabanına uzak duruyor. Türkiye’deki kadın dernekleri AÇEV, LÖSEV gibi sivil toplum kuruluşları da bu konularla ilgilenmiyorlar.

Suriyelilerin heterojen yapısının araştırılması gerekir.

Suriyeliler misafirlikten geçici konuma geçtiler. Kampa girince ve kayıt yaptırınca iltica hakları kayboluyor. Dolayısı ile elitler kamp dışında, kaçak yaşamayı tercih ediyorlar.

Suriyeli çocuklara kendi ülkelerindeki müfredatta yer alan rejim propagandası yapan dersler dışındaki dersler aynen veriliyor. Bununla birlikte Suriyelilerin kendi okullarında verilen eğitimin içeriği giderek dinselleştiğinden, Türk okulları tercih edilmeye başlanıyor.

Dr. Özden: Suriyelilerin sağlık sorunları var. Hastanelerde sağlık hizmeti alamıyorlar.

Sorun sığınmacıların, Suriyelilerin hastaneye gelememesi değil. Devlet hastaneleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını da acil durumlar dışında doğrudan hastaneye kabul edemiyor.

Dr. Zafer Sağıroğlu, Göç İdaresi Başkanlığı adına söz aldı. Türkiye Cumhuriyeti sorunları tartışmak, çözüm üretmek amacıyla göç politikaları kurulu ihdas etti. Konu halen AFAD tarafından yönetiliyor. Kriz hali aşılmış değil. Göç idaresi yeni bir kurum olduğu için, kendi altyapısını oluşturuyor. 91. maddeden söz edildi. Bu maddeye göre, kitlesel göçler olduğunda gelenler içeri alınıyor. Bakanlar Kurulu bu işi kendi uhdesinde çözer. Siyaset olağanüstü hal durumunu yansıtıyor.

Medyada iyi haberlerden ziyade olumsuz haberler, çarpıtılmış haberler yer alıyor. Midyat’ta Suriyeli bir kadın tecavüze uğrayıp kriz geçirdiği şeklinde bir haber çıktı. Konu araştırılınca, böyle bir olayın vuku bulmadığı, söz konusu kadının aslında sara hastası olduğu; hizmet alınan bir şirket elemanının işten çıkarılması nedeniyle konunun siyasete malzeme yapıldığı anlaşıldı.

Nefret söyleminden söz ettiniz. Kamplarda neyle karşılaşılacağı, yaşanan bir durumun sonucunun nereye varacağı önceden kestirilemiyor. İçimizdeki yapısal sorunlar da bu durumla eklemleniyor. Şaibeler var; medyatik haberler var.

Kamplarda tecrit hayatı yok. Kamplar ile şehirler arasında düzenli servislerle ulaşım sağlanıyor. Bu insanlar sonuna kadar kamplarda yaşamayacak elbette. Politik karar mekanizmaları bu konuda karar verecekler.

Sorunlar “insan hakları” temelinde çözülmeye çalışılıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da sorunların çözümüyle ilgileniyor. Bununla birlikte, gündem hızla değişiyor. Sorunların çözülmesi kolay değil, zaman alıyor. Kendi iç sorunlarımız da var. Batı olaya kör bakıyor. Eleştirmek kolay, çözüm üretmek o kadar kolay değil. 6458 sayılı kanun var. Devletin bütün birimleri çalışıyor.

Benim kişisel yorumum şu oldu: Suriyelilerin tercümanı olarak, sorunlarını hatta yaşanan dramı ortaya koydunuz. “Türkiye Cumhuriyeti’nin bu insanların güvenliği için bir dizi tedbir alması hata mı?” Başka gelişmiş ülkeler, sığınmacılar için ne tür tedbirler alıyor?

Öncelikle dikkatinizi çekmek isterim ki bütün sunumunuzda ve sonraki konuşmalarınızda Antep ifadesi kullandınız. Günlük konuşmalarınızdaki kullanım bir yana, Türkiye’de Antep değil; Gaziantep şehri vardır ve bu şehir bu şekilde adlandırılmalıdır.

Türk halkı, Suriyeliler ile büyük bir dayanışma içinde onlarla ekmeğini, lokmasını paylaşıyor. Bölgede yaşayan insanları da anlamaya çalışmak lazım. Suriyelilerin sorunlarını anlatırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptıklarının görmezden gelinmemesi lazım.

Bugün burada yapılan konuşmalar, sunular kayda geçiyor. İleride tarihi belge olarak değer kazanacak. Burada yöneltilen kimi suçlamaların, Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlu devlet durumuna düşüreceğini hesaba katmanız gerekir. Unutmayın ki 1915 olaylarında Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararlar uyarınca, yolluk yevmiye ödenmek sureti ile tehcir edilen Ermeniler, daha sonra ortaya çıkıp Türkiye Cumhuriyeti devletini ve onun bürokratlarını suçlamış; pek çok bürokrat yargılanmış; konu Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası alanda uğraştığı önemli sorunlardan biri haline gelmiştir.

Kullanılan terminolojiye lütfen dikkat ediniz. Her bir terminolojinin günlük kullanım alanları dışında, içerdiği siyasi anlamları unutmayınız.

Dr. Özden: Ne yani, gerçekleri konuşmayacak mıyız? Kendimizi sansürleyecek miyiz?

Elbette, sansür uygulamanıza gerek yok. Bununla birlikte vatandaşın “nefret söylemi” geliştirdiğini ifade ediyorsunuz. Uluslar arası hukuka göre, nefret söylemi insanlık suçudur. Türk insanı Suriyelilerle lokmasını paylaşırken, ileride suçlu duruma düşürülmemelidir (Türk kadını, yatak odasında gördüğü yabancı Suriyeli kadına nefret duygusu değil, ikrah duygusu beslemektedir. İkrah; tiksinme, iğrenme anlamlarına; nefret ise bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu anlamına gelmektedir). Aklınıza gelen her bir sözü içeriğini tartmadan kullanmamanız gerektiğini söylüyorum.

Öte yandan “hak temelli siyaset” üzerine görüş belirttiniz. Neyin hakkı? Siz eşit yurttaşlık hakkından söz ediyorsunuz. Burada eşit yurttaşlık hakkından söz etmek yerine “insan hakkından” söz edilmesini daha doğru buluyorum. Ortada bir kriz durumu söz konusu ve Dr. Sağıroğlu’nun sözünü ettiği gibi, Avrupalı olaya “kör bakarken” Türk insanı Suriyeliler ile lokmasını paylaşıyor. Onlara insani muamelede bulunuyor, yardımcı oluyor.

Tarihe not düşmek için söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerde suçlu duruma düşürülüp yargılanmaması bakımından bu konuları tarihçilerin de kayda alması gerekir; sizin de bir durumu betimlerken, görüş ve önerilerde bulunurken dikkatli davranmanız gerektiğini düşünüyorum.

Orada söyleyemediğim, bununla birlikte tarihe not düşmek için ilave etmek istediğim bir husus daha var: Toplumsal, siyasal konularda görüş bildiren kişilerin iyi niyetli olması ölçü değildir. Aklına esen herkesin Suriyelilerin bulunduğu kamplarda “bilimsel araştırma” yapmaya kalkmamasını; kimin hangi verileri ne amaçla toplayacağını, veri toplama aracının içeriğinin bir “bilimsel etik kurul” tarafından incelenmesi gerektiğini hatırlatmak isterim. Bu yapılamamışsa da nerede, ne zaman yapıldığı, evren-örneklem grubu belli olmayan, verilerin geçerlik-güvenilirlik analizlerinin sorgulanmadığı bir anketin veya araştırma sonuçlarının akademik ortamlarda sunulmasına ve tarihi belge niteliği kazanmasına izin verilmemelidir. Unutulmamalıdır ki “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşları ile döşenmiştir”.

Not: Bu toplantıda sunulan bildiriler ve tartışmaların dahil olduğu yayın, idealkent (Kent Araştırmaları Dergisi) Göç II özel sayısında (Sayı 15) yayımlanacaktır. www.idealkentdergisi.com



[1] Bkz.: Thilo Sarrazin (2010). Deutschland schafft sich ab: Wie wir unser Land aufs Spiel setzen. 22. Baskı. München: Deutsche Verlags-Anstalt. ISBN: 3421044309
[2] Bkz.: Thilo Sarrazin (2014). Der neue Tugendterror: Über die Grenzen der Meinungsfreiheit in Deutschland. München: Deutsche Verlags-Anstalt; Auflage: 4 (24. Februar 2014) ISBN: 3421046174

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...