Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsü (TODAİ), Kent Araştırmaları Enstitüsü, İdealkent Kent Araştırmaları
Dergi tarafından 13 Şubat 2015 Cuma günü düzenlenen ve TODAI’nün ev sahipliği
yaptığı Türkiye’de göç konulu bir çalıştaya katıldım.
Çalıştay Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Fuat Güllüpınar’ın moderatörlüğünde yapıldı.
Açılışta da Kent Araştırmaları Enstitüsü-İdeal Kent adına Emir Osmanoğlu, TODAI
adına da Genel Müdür Prof. Dr. Onur Ender Aslan protokol konuşmaları yaptılar.
İlk oturumda Ankara Üniversitesi
SBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Gülay Toksöz, “Sosyal
İlişkiler ve Sınıfsallaşma Süreci” konulu bir konuşma yaptı. Konuşmasında,
akademik araştırma süreci boyunca önyargılar ile çalışmak ve mücadele etmek
zorunda kaldığını anlattı ve göçmenleri sorunların kaynağı olarak görme eğiliminin
olduğunu, oysa göçmenlerin bulundukları ülkeye toplumsal katkı sağladıklarına
vurgu yaptı. Göçmenlerin yerli işgücünün yapmak istemediği işleri
üstlendiklerini, bir süre sonra durumlarını düzeltince, yerlerine yeni
göçmenlerin geldiğine dikkati çekti.
Türkiye’de göçmen işçilerle
ilgili araştırmaların ağırlıklı olarak 70-80’li yıllarda yapıldığını, zaman
içinde Türkiye’deki akademisyenlerin ilgisinin azaldığını, Avrupalı göçmenlerin
durumunu Avrupalı akademisyenlerin araştırması gerektiğini düşünenlerin sayıca
arttığını anlattı. 2000’li yıllara gelindiğinde ise göçün 50. yılı etkinlikleri
çerçevesinde yeniden ilgi alanına girdiğini belirtti.
Avrupalıların Doğu Bloku
ülkelerindeki rejimin çökmesi ve bu ülke vatandaşlarının seyahat özgürlüğüne
kavuşmaları ile birlikte göç akınına uğradığını, Türkiye’nin de komşu
ülkelerdeki siyasal ve sosyal durumlara bağlı olarak öncelikli göç hedefi
olduğunu, bu durumun göçün doğal bir sorunu olduğunun altını çizdi. Toksöz,
konuşmasının ilerleyen kısımlarında aşağıdaki konulara vurgu yaptı:
Avrupa ülkelerinde artık vasıflı
işgücü talebi var; dolayısı ile vasıfsız işgücü göçünü engelleyici sert
tedbirler alınmaya başlandıktan sonra da Akdeniz’deki göçmen dramlarının daha
sıkça duyulmaya başlandı ve bu durumun ayrı bir dram olarak değerlendirilmesi
gerekir.
Güney Avrupa ülkeleri için
vasıfsız işgücü talebi hizmet ve inşaat-yapı sektörü için devam ediyor. Türkiye
açısından durum incelendiğinde, Avrupalıların sıkı göç rejimi uygulaması
nedeniyle göçmenlerin Türkiye’ye geldikleri görülüyor. Eski sosyalist
ülkelerden gelenler AB ülkelerine gidemeyecekleri için Türkiye’yi tercih
ediyorlar. Türkiye tercihinde Avrupalıların uyguladığı sıkı vize rejimi de bir
başka etken. Halbuki Türkiye sınırda bile vize veriyor. İnsanlar turist olarak
geliyor; işçi olarak kalıyorlar.
Türkiye sığınmacılar için de
köprü, geçiş yolu olarak görülüyor. Ülkemizde kalan göçmenler imalat sektörü,
inşaat, tarım, turizm, hizmet sektörü gibi alanlarında çalışıyorlar. Kadınların
ağırlıklı olarak çalıştığı sektörü fuhuş
ve ev işleri gibi inşaat dışındaki alanlar oluşturuyor. Bütün bu alanlarda
göçmenlerin “korunmasız” oldukları ve genel olarak “istismar edildikleri”
görülüyor.
Türkiye 2003 yılında işgücü
piyasasını düzenleyen yasayı çıkardı. 2012 yılında yürürlüğe giren yeni yasa
ile kısmi af çıkarıldı. Kaçak göçmenlere altı ay ikamet izni verildi ve kaçak
çalışanlar bu izinle birlikte çalışma iznine kavuştular.2013 yılında
yabancıların sayısı 43.000’e ulaşmış. Bunların 2/3’si kadın ve kadınların 1/3’i
de ev işlerinde çalışıyorlar.
Göçmenler 2002’ye kadar absorbe
ediliyordu. Halbuki göçmen kadın işçiler, toplumda mevcut olan bir işgücü
açığını kapatıyorlar.
2010 yılı Türkiye açısından bir
kırılma noktası oluşturuyor. Suriye’den gelen göçmenlerin sayısının yaklaşık
iki milyonu bulduğu ve bu kişilerin uzun süreli ve kalıcı olacakları öngörülüyor.
Suriyeli göçmenler ile yerli
işgücü arasında bir rekabet ortaya çıktı. Güney şehirlerinde artık ucuz işgücü
olarak görülen göçmenler ile ücret dengesi konusunda tartışmalar ortaya çıktı.
Bundan sonraki aşamada,
akademisyenlerin kalıcı hale gelen bu insanların Türkiye’ye uyumları konusunda
çalışmalarında yarar var.
Dünya’daki göç ile ilgili
konulara bakıldığında, Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın girişimi ile 2002’de BM bünyesinde Uluslararası Göç Üzerine Küresel
Komisyon(GKKF)’u kuruldu; göç ve kalkınma konuları daha fazla tartışılır oldu. Para,
sermaye akımları ve hizmet hareketliliği göz önüne alınarak 12-15 Mayıs
tarihlerinde İsveç’in başkenti Stockholm’de Göç ve Kalkınma Üzerine Küresel
Forum (GKKF) toplantısı yapıldı. Türkiye 1 Temmuz 2014’den itibaren GKKF’nin
dönem başkanlığını üstlendi. 2015 yılı Küresel Forumu 12-16 Ekim 2015
tarihlerinde İstanbul’da toplanacak. Bu toplantıdan çıkacak sonuçlar kasım
ayında yapılacak G20’ye de katkı sağlayacak. Türkiye aynı zamanda G20’nin dönem
başkanlığını yürütüyor.
Konuşmanın ardından soru cevap bölümüne geçildi.
Göç İdaresi Başkanlığı’ndan Yrd. Doç. Dr. Zafer Sağıroğlu, Suriyeli
göçmenlerle ilgili değerlendirmeler yaptı. Türkiye Suriyelileri kabul etmekle
doğru olanı yaptı. Peki bundan sonra neler yapılabilir? diye sordu. Prof.
Toksöz yaptığı açıklamada: Türkiye’de işgücü piyasası araştırılabilir.
Kadınların işgücü olarak değerlendirilmesi üzerinde çalışılabilir. Konunun
ekonomik boyutları araştırılabilir.
Ben de bu arada tuttuğum kişisel notlarda, Suriyeli göçmenlerin
Türk ekonomisi içinde enflasyon oranındaki durumunun araştırılması gerektiğini
yazmışım. “Göçün kadınlaşması” konusuna vurgu yapıldığında ise göçmenlere
“çocuk ve yaşlı bakım hizmetleri” eğitimi verilerek nitelikli işgücü oluşturulması
konusuna vurgu yapmışım.
Prof. Toksöz’den devam ediyorum:
Kurumsal hizmetlerin olmadığı yerde göç, kadın göçüne dönüşüyor. Orta Doğu
ülkelerinde (Araplar) göçmen kadın çalıştırmayı toplumsal statü olarak görüyor.
Bu ülkelere Afganistan, Bangladeş, Afrika ülkelerinden aylık 200 $
karşılığında çalışmaya gelen insanlar olduğu, oldukça olumsuz koşullarda
yaşadıkları biliniyor. Türkiye için de ucuz işgücü olarak görülmemesi gerektiği
ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyor.
Uluslararası ilişkiler deneyimi
olan bir gazeteci, BM sözcüsü, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Dış İlişkiler
Sorumlusu Metin Çorabatır, İltica ve
Göç Araştırmaları Merkezi (İGAMDER) adına katıldığı toplantıda, Suriyeli
kadınların ev işlerinde çalışması konusunda kültürel bir eğilim olmadığını
belirtti ve bu konunun araştırılması gerektiğine değindi.
Suriyeli kadınların istihdam
edilmesiyle ilgili araştırmalarda, kadınların sağlık ve eğitim alanlarında
istihdam edilebilirliği ortaya koyulabilir. Kadınlar ev işleri yapabilir,
gündelikçi olarak çalışabilir.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’ndan bir katılımcı bu görüşe karşı, Suriyelilerin ailece göç
ettikleri için bu alanlarda istihdam edilmesinin mümkün olmadığını, kültürel
yapının da bu duruma izin vermediğinin altını çizdi. Ayrıca göçmenler ile
ilgili genellemelerden kaçınılması gerektiğini, her bir ailenin ayrı bir özel
durumu olabildiğini, kültürel farklılıkların dikkate alınması gerektiğini
vurguladı.
Dr. Sutay Yavuz, BM Göç ve Kalkınma Üzerine Küresel Forum (GKKF)’na
Avrupa ülkelerindeki Türk derneklerinin katılması ve bu ortamlarda yer
alabilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda bir soru yöneltti.
Prof. Toksöz, bu platformda
temsil edilen ülkelerin daha çok Güneydoğu Afrika, Filipinler gibi ülkelerden
olduğunu ve bu ülke temsilcilerinin İngilizce, Fransızca gibi dillere çok iyi
hakim olduklarını ve forumda oldukça aktif olarak çalıştıklarına vurgu yaptı.
Başvurular internet üzerinden alınacak, Türkiye’den bu foruma katılım oldukça
sınırlı sayıda.
Rıdvan Günay, Hak-İş Konfederasyonu adına katıldığı toplantıda, HAK-İŞ
Konfederasyonu Mesleki yeterlilik ve Belgelendirme Merkezi olarak BM Forumunda
yer almak istediklerini belirtti. Göçmenlere dil ve meslek eğitimi
verdiklerinin altını çizdi.
Gaziantep’te kayıt dışı ekonomi
ile mücadelede göçmenlerin durumu da dikkate alınmalı. Suriyeli işverenlerin
sayısı giderek artıyor. Göçmenlerin istihdamının iş piyasasını nasıl etkilediği
araştırılmalı.
HAK-İŞ Konfederasyonu Kadın Komitesi adına toplantıya katılan
temsilciler ise olayın kadın boyutu ile ayrı bir araştırma konusu olduğuna
dikkat çektiler ve genç evlilikler ve Suriyeliler ile akrabalılaşma konularının
toplumsal tepkilere neden olduğunu vurguladılar.
Evlenmeler ve çocuk istismarı
konularında belediyelerin kaynak ayırması ve keyfiliğin önüne geçilmesi
gerektiği belirtildi. İkinci, üçüncü eş konularının araştırılması ve fuhuş
konusunda gerekli tedbirlerin alınması husununa dikkat çektiler.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
öğretim üyelerinden Doç. Dr. Ali M.
Berker, göç konusunda yaptığı konuşmada, kamu iktisadi boyutuna vurgu
yaptı. 2013 yılında yayımlanan verilere göre 11 milyon istihdamın % 80’i
gelişmiş ülkelerde. Türkiye’deki göçmenler kaynak ülkelerden sermaye aktarımı
yapıyor ve “yeniden edinme” durumu söz konusu. Araştırmalarda Avrupa değil,
Türkiye’nin kendi yerel durumu göz önüne alınmalı.
Göçmenler, Almanya 1970’li
yıllarda önemli katkılar sağladı. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin durumu daha
farklı. Burada konu kimlik rejimi ile ilişkilendirilerek araştırılmalı. Buna
bağlı olarak sosyal yardım rejimi de göz önüne alınmalı. Türkiye’nin TİKA
aracılığı ile 160 ülkede yardım yaptığı düşünülürse, bu konuda başarılı olduğu
söylenebilir. Konu iç politika malzemesi yapılmamalıdır. “Savaş bitti, artık
dönün.” demek mümkün değildir. Almanya, ülkedeki göçmenlerin geri döndürülmesi
konusuna büyük maddi yatırım yaptı, başaramadı. Göçmenlerin önemli bir kısmının
ülkemizde kalıcı olduğu düşünülmelidir.
Verilen yemek arasından sonra
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi öğretim
üyelerinden Prof. Dr. Ayhan Kaya, “Göç, Güvenlik Halleri ve Azınlıktaki İslam”
konulu bir sunum yaptı.
Avrupa’da PEGIDA’nın çıkış
nedeni, yönetenlerin görevlerini yerine getirmemesidir. İslam ise günümüzde
sadece din değil; Avrupa’da sosyalist rejimlerin çökmesiyle birlikte küresel
sermayenin karşısına çıkan siyasal bir akımdır. Sosyalizmin yerini almıştır.
Almanya Türkiye kökenli
göçmenlere 1984’de geri dönün dedi. Başarılı olamadı. 90’lı yıllarda ise Kohl
iktidarı iki Almanya’yı birleştirmek istedi. Sosyo ekonomik ve siyasal
paradigmalar vardır.
Türkiye’de İslamofobi’den
bahsediliyor sıklıkla. Yeni islamofobia 1973-74 yıllarındaki kriz döneminde
başlamıştır. 2011 yılında da en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu kavramın da içi
boşaldı. Halbuki Avrupa’da İslamofobik yaklaşım yoktur. Avrupa’da İslam’a karşı
bir önyargı vardır. Avrupa İslam’ı kültürel olarak kabullenmiyor. Tehlikeli
kılma, tehlikeyi resmetme İslam ile özdeşik. Öte yandan Avrupa’da İslam
yaygınlaşıyor. Fransa Devlet Başkanı François Hollande ve Almanya Başbakanı
Angela Merkel Fransa'da yayımlanan haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo’ya
yapılan saldırı sonrasında hedefin İslam olmadığını vurguladılar. Bu durum
İslamofobi olmadığının göstergesidir.
Almanya’da yabancıların uyumuna
ilişkin politikalardan söz edilemez. Alman politikası segregasyonu amaçlar.
Uzun yıllar çok kültürlülük konusunda ısrar etmişlerdir. Almanya’da Solingen ve
Mölln’de Türkiye kökenlilere yapılan saldırıların arkasından Alman İstihbarat
örgütleri çıkmıştır.
2009 yılında Ludwigshafen’daki
yangında hayatını kaybeden Türkler oldu. 'Dönerci Cinayetleri' olarak bilinen,
Neo-Nazi Yeraltı Örgütü (NSU) tarafından gerçekleştirilen seri cinayetler oldu.
Türkiye’de dönemin başbakanı
Almanya’ya yaptığı ziyarette “Asimilasyon insanlık suçudur.” deyince tepki
gördü. Almanya’daki Türkiye kökenlilerin yaklaşık % 20’si zaten asimile olmuş
durumda. Bunların durumuna bakıldığında, önemli bir kısmının gönüllü asimile
oldukları görülüyor. Bunun arkasında kimi özel durumlar, reddetme durumları
olabilir.
Kavramlar üzerinden duygusal
değerlendirme yapmak biz akademisyenleri doğru sonuca götürmez. Alanda ciddi
bir kuramsal birikim ve altyapı vardır. Bu konu ihmal edilmemelidir.
Uyum konusunda artık çok
kültürlülük de bitmiştir. Avrupa’da Charlie Hebdo olayından sonra yeni bir
süreç başlamıştır.
Türkiye’de kullanılan “göçmen,
misafir, yabancı” gibi kavramlar vardır. Türk etnisitesinden olanlara göçmen denirken,
Müslüman kökenliler misafir, gayrı müslim olanlara da yabancı kavramı
kullanılmaktadır. Bir de hoşgörü kavramı vardır. Bu kavram da Osmanlıların
Balkanlardaki fetih hareketleri sırasında ortaya çıkmıştır. Hiyerarşik bir
durumu içermesi bakımından sorunlu bir kavramdır.
Analizlerimizde sosyo ekonomik ve
siyasal parametrelere öncelik vermeli, neoliberal yönetsellik anlayışının
bizleri içine hapsettiği kürtürelist ve dinsel paradigmanın dışına çıkmalıyız.
Prof. Kaya’nın görüşlerinden sonra benim yaptığım değerlendirme:
Aslında sizin de çok iyi
özetlediğiniz üzere, göçün tarihine bakıldığında bütün bu yaşananların “summa
sumnis” olduğu, yani yaşanan sürecin doğal bir sonucu olduğu görülüyor. Entegrasyon
kavramına baktığımızda, tek yönlü bir uyum sağlama olur. Bu durum segregasyonun
kırılması ile olur. Tek yönlü uyum (entegrasyon), asimilasyona giden sürecin
kültürleme (akültürasyon) ile arasında olan basamaktır. Farklara saygı, uyumla
değil; kabul görme ile olur. Almanya Türk toplumu da bu görüşü savunur. Uyum,
bir parçanın başka bir yere eklemlenmesidir. Yani bir yamanın eritilerek daha
büyük olan parçaya yapıştırılmasıdır. Buradaki temel yaklaşımı Almanlar
geçmişte Leitkultur (yönlendirici
kültür) kavramı ile tartıştılar ve öncü kültüre uyulmasını istediler. Bununla
birlikte istedikleri sonuca ulaşabildiklerini sanmıyorum.
Almanya’da çok kültürlülük Alman
Federal Bankası (Deutsche Bundesbank) yönetim kurulu eski üyelerinden Thilo
Sarrazin’in yazdığı Deutschland schafft
sich ab: Wie wir unser Land aufs Spiel setzen adlı kitap ile bitti[1].
‘bizimle eşit değilsiniz, kültürünüz zararlı’ mesajı içeren ve Müslümanlara
hakaretlerle dolu olan Der neue Tugendterror: Über die Grenzen der
Meinungsfreiheit in Deutschland [2]adlı
kitabı ile de iflas etti. Bu durum Almanya Şansölyesi Merkel tarafından da
“Çokkültürlülük iflas etmiştir” şeklinde deklare edildi. Almanya, artık “Islam
gehört zu Deutschland” (İslamiyet Almanya’ya aittir) sloganı ile farkları ile
bir bütün olduğunu vurguluyor. Bu arada farklar ayrıştırıcı bir unsur olarak
değil, birleştirici ve zenginlik unsuru olarak değerlendiriliyor.
Bütün konuşmacılar Avrupa ve
Avrupalı kavramı kullanıyor. Peki, hangi Avrupa? Avrupa homojen bir yapıya
sahip değil. Göreceli bir kavramdır. Batı Avrupa, Doğu Avrupa’dan farklıdır.
Benim bu bağlamda sormak
istediğin bir diğer konu da Avusturya’da çıkarılmaya çalışılan yeni İslam
yasası ve uyum tedbirlerini nasıl okumalıyız?
Avusturya da Almanya’dan farklı
değil. Göç süreci bakımından...
Öğleden sonraki ikinci oturum Doç. Dr. Filiz Kartal’ın başkanlığında
yapıldı. Bu defa konuşmacı Dr. Şenay
Özden’di. Bu oturumun başlığı “Türkiye’nin mülteci politikaları ve
mültecilerin sorunları” olarak verilmişti. Alt başlıklar ise “Göçmenler, insan
hakları ve kaçak göçmenler; mülteciler, sığınmacılar ve kaçak göçmenler;
Türkiye’de mülteciler ve yapısal sorunlar; mülteciler, göç politikaları ve
yönetimi” şeklinde duyurulmuştu. Bununla birlikte Dr. Özden, Gaziantep’teki
Suriyeli göçmenleri odak noktası yaptığı konuşmasında şunları anlattı:
1. Misafir yaklaşımı: Sığınmacılar, kamplarda hapis hayatı yaşıyor.
Halk da Suriyelilere “mağdur, zavallı” etiketi yapıştırıyor. Kamplarda işgücüne
katılım için bir yere kayıt yaptırıyorlar. Bununla birlikte kimlik bilgileri
alınmıyor. Meslekleri sorulmuyor. Nitelikli, eğitimli sığınmacılardan
yararlanılabilir. Suriyeliler kamplarda yaşamak istemiyor. Bunlar serbest
bırakılmalı...
Suriyelilerle ilgili siyasi
görüş, iç politikaya bağlı olarak belirlendi. Dolayısıyla her görüşün kendi
sığınmacısı oluştu. Olay siyasallaştı. Kobaneli, alevi vs gibi etnik ve
mezhepsel kimlikler üzerinden politika belirleniyor. Suriyeliler bu duruma “Biz
Türkiye’de etnik ve mezhepsel kimlik sahibi olduk” diye tepki gösteriyor.
2. Misafir söylemi, yerini nefret
söylemine bıraktı. “Misafirse misafirliğini bilsin” şeklinde söylemler
ortaya çıktı. Bu söylem “hoşgörü” söylemi üzerinden gelişti. Önce bu misafirler
için “hak temelli” söylemle “din kardeşimiz, yardım etmemiz lazım” gibi bir
yaklaşım benimsenirken, sonra “bu kadar uzun süreli misafir de olmaz ki”
söylemleri ortaya çıktı. Olay, mezhep ve etnik kökene indirgenerek “Bunlar şehir hayatını bilmiyor” şeklinde
nefret söylemine dönüştü. Antep’te yapılan eylem sonrası şehirde yaşayan
Suriyelileri kamplara götürdüler. Suriyelileri görünmez kılmaya çalıştılar. Bu
çözüm değil. Hak temelli siyaset
olmadığı sürece çözüm üretmek mümkün değil.
3. Bunun dışında İnsani
Yardım konusu var. Bölgedeki pek çok dernek sınır ötesi çalışıyor. Bir
kısmı da Suriyeli sığınmacılarla ilgileniyor. Bunların siyasi kimlikleri ve
patronaj ilişkileri var. Bunların hizmet vermeleriyle ilgili olarak mezhep ve
etkin köken tercihleri belirleyici oluyor. Dernekler kurulurken, insani
yardımın yanı sıra mezhep unsuru da göz önüne alınıyor.
Uluslar arası kurumlar, Suriye’de
yeni bir sınıf yaratıyor. Bunlar yerli halkı eğitiyor. Halkın arasında İngilizce,
Fransızca, Almanca vd bilenler var. Neoliberal siyaset izliyorlar. Böylece yeni
bir elit-beyaz Suriyeli oluşturuluyor.
Türkiye’de Suriyelilerin emek
sömürüsü yapılıyor. Suriyeliler sınıfsal olarak homojen tek bir toplum değil.
Hepsi niteliksiz işçi değil. Aralarında işveren pozisyonunda olanlar da var.
Türkiye’de işveren pozisyonunda olan Suriyeli patronlar da emek sömürüsü
yapıyor.
4. Suriyelilerle dayanışma konusunda öneriler:
·
Nefret söyleminden vaz geçilerek “hak temelli”
söylem benimsenmeli.
·
Vatandaş-sığınmacı hiyerarşisine son verilmeli.
Birlikte toplumsal ve sosyal bir ağ oluşturulmalı. “Savaş mağduru”, “zavallı”
söylemi terk edilmeli ve Suriyelilerin Türkiye’ye gelmeden önceki akademik vd
üretimleri desteklenmeli. Böylelikle “nefret” söyleminin önüne geçilebilir.
·
Suriyelilerin sınıfsal ve kültürel olarak
homojen olmadıkları bilinmeli, çalışmalar bu gerçeğe göre yürütülmelidir.
·
Suriye’nin içindeki ISID gibi yapılanmalara
karşı, kadına destek veren projelere sahip çıkılmalı; bunlarla dayanışma içine
girilmeli.
·
Suriyelilerle uzun vadede birlikte yaşayabilmek
için, birbirimize daha yakın olmamız, birbirimize dokunmamız lazım.
Dr. Özden’in bu sunumundan sonra sorulara ve yorumlara geçildi.
Yabancı kurumların Türkiye’deki
faaliyetleri nelerdir?
Bunlar, sivil aktivistlere destek
veriyorlar. Eğitim veriyorlar.
Suriyeliler ülkemizde Yabancıları
Koruma Kanununa göre (91. md) “misafir” yerine “geçici koruma” statüsü
kazandılar. Yasa ve yönetmeliklerdeki eksik durumda 1951 Cenevre Sözleşmesi
hükümleri, “alternatif” olarak da AB 2011 geçici koruma yönergesi ve BM 2011
tavsiye kararları dikkate alındı. Burada dikkat edilmesi gerekli husus, “geçici
koruma” sığınmaya alternatif değildir.
Normalleşme, geçici durum ortadan
kalktıktan sonra gerçekleşir. Dolayısı ile Türkiye’nin bu insanları kamplarda
korumaya alması, olağan karşılanmalıdır.
Türkiye’de Suriyelilerin dışında
BM kasın 2014 raporuna göre 210 bin mülteci yaşamaktadır. Türkiye’de yeni bir
yasa çıkarılmış; Göç İdaresi Kurumu oluşturulmuştur. “Geçici koruma” 91.
maddedeki varsayıma dayanmaktadır. Bu varsayım, bu kişilerin geri döneceği
şeklindedir.
BM mültecileri alacak, üçüncü
ülkeye verecektir. Bu durum Suriyeliler için mümkün değildir. Çünkü bu insanlar
mülteci değildir. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği de zaten 2014 Nisan ayında
yaptığı açıklamada, bu insanları “göndermeyin” demiştir. Bunların arasından
Türkiye’de durmak istemeyenler zaten BM’e kaydını yaptırdı.
Dr. Özden: Türkiye’de yeni bir
sığınma sistemi kurulmalı. Yasal düzenleme yapılmalı. Bu insanların ekonomiye
katkıları, insani yardımlar yeniden gözden geçirilmeli. Yasadaki “coğrafi
çekince” ortadan kaldırılmalıdır. Türkçe eğitim değil, Arapça eğitime
ulaşmaları sağlanmalıdır. Birlikte yaşama ve Suriyeli ailelere maaş bağlanması
imkanları araştırılmalıdır.
Başka konuşmacı: Bu konuda AFAD
araştırma yaptı. Demografik yapıyı tespit etti. Nüfus, barınma, beslenme vs.
Kamplarda kalanların sorunlarının (tecavüz vd) çözülmemesi halinde, Türkiye
ileride suçlu gösterilebilir.
Dr. Özden: Kamplar bölgede yeni
bir İktisadi ve sosyal yapı oluşturdu. Bağımlı değil, bağlı bir yapı
oluşturulmalıdır. Türkiye ile bağlı olmalıdır.
Türkiye’den de Suriye’ye giden
vatandaşlarımız var. Türkmen, Kürt, Arap vs dayanışma amacıyla bu ülkeye
gidiyor (Hürriyet Pazar eki haber yapmıştı).
“Suriyeli elitler” de bu süreçte
kendi tabanına uzak duruyor. Türkiye’deki kadın dernekleri AÇEV, LÖSEV gibi
sivil toplum kuruluşları da bu konularla ilgilenmiyorlar.
Suriyelilerin heterojen yapısının
araştırılması gerekir.
Suriyeliler misafirlikten geçici
konuma geçtiler. Kampa girince ve kayıt yaptırınca iltica hakları kayboluyor.
Dolayısı ile elitler kamp dışında, kaçak yaşamayı tercih ediyorlar.
Suriyeli çocuklara kendi
ülkelerindeki müfredatta yer alan rejim propagandası yapan dersler dışındaki
dersler aynen veriliyor. Bununla birlikte Suriyelilerin kendi okullarında
verilen eğitimin içeriği giderek dinselleştiğinden, Türk okulları tercih
edilmeye başlanıyor.
Dr. Özden: Suriyelilerin sağlık
sorunları var. Hastanelerde sağlık hizmeti alamıyorlar.
Sorun sığınmacıların,
Suriyelilerin hastaneye gelememesi değil. Devlet hastaneleri Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarını da acil durumlar dışında doğrudan hastaneye kabul
edemiyor.
Dr. Zafer Sağıroğlu, Göç İdaresi
Başkanlığı adına söz aldı. Türkiye Cumhuriyeti sorunları tartışmak, çözüm
üretmek amacıyla göç politikaları kurulu ihdas etti. Konu halen AFAD tarafından
yönetiliyor. Kriz hali aşılmış değil. Göç idaresi yeni bir kurum olduğu için,
kendi altyapısını oluşturuyor. 91. maddeden söz edildi. Bu maddeye göre,
kitlesel göçler olduğunda gelenler içeri alınıyor. Bakanlar Kurulu bu işi kendi
uhdesinde çözer. Siyaset olağanüstü hal durumunu yansıtıyor.
Medyada iyi haberlerden ziyade
olumsuz haberler, çarpıtılmış haberler yer alıyor. Midyat’ta Suriyeli bir kadın
tecavüze uğrayıp kriz geçirdiği şeklinde bir haber çıktı. Konu araştırılınca, böyle
bir olayın vuku bulmadığı, söz konusu kadının aslında sara hastası olduğu;
hizmet alınan bir şirket elemanının işten çıkarılması nedeniyle konunun
siyasete malzeme yapıldığı anlaşıldı.
Nefret söyleminden söz ettiniz.
Kamplarda neyle karşılaşılacağı, yaşanan bir durumun sonucunun nereye varacağı
önceden kestirilemiyor. İçimizdeki yapısal sorunlar da bu durumla eklemleniyor.
Şaibeler var; medyatik haberler var.
Kamplarda tecrit hayatı yok.
Kamplar ile şehirler arasında düzenli servislerle ulaşım sağlanıyor. Bu
insanlar sonuna kadar kamplarda yaşamayacak elbette. Politik karar
mekanizmaları bu konuda karar verecekler.
Sorunlar “insan hakları”
temelinde çözülmeye çalışılıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da
sorunların çözümüyle ilgileniyor. Bununla birlikte, gündem hızla değişiyor.
Sorunların çözülmesi kolay değil, zaman alıyor. Kendi iç sorunlarımız da var.
Batı olaya kör bakıyor. Eleştirmek kolay, çözüm üretmek o kadar kolay değil.
6458 sayılı kanun var. Devletin bütün birimleri çalışıyor.
Benim kişisel yorumum şu oldu: Suriyelilerin tercümanı olarak,
sorunlarını hatta yaşanan dramı ortaya koydunuz. “Türkiye Cumhuriyeti’nin bu
insanların güvenliği için bir dizi tedbir alması hata mı?” Başka gelişmiş
ülkeler, sığınmacılar için ne tür tedbirler alıyor?
Öncelikle dikkatinizi çekmek
isterim ki bütün sunumunuzda ve sonraki konuşmalarınızda Antep ifadesi
kullandınız. Günlük konuşmalarınızdaki kullanım bir yana, Türkiye’de Antep
değil; Gaziantep şehri vardır ve bu şehir bu şekilde adlandırılmalıdır.
Türk halkı, Suriyeliler ile büyük
bir dayanışma içinde onlarla ekmeğini, lokmasını paylaşıyor. Bölgede yaşayan
insanları da anlamaya çalışmak lazım. Suriyelilerin sorunlarını anlatırken,
Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptıklarının görmezden gelinmemesi lazım.
Bugün burada yapılan konuşmalar,
sunular kayda geçiyor. İleride tarihi belge olarak değer kazanacak. Burada
yöneltilen kimi suçlamaların, Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlu devlet durumuna
düşüreceğini hesaba katmanız gerekir. Unutmayın ki 1915 olaylarında Bakanlar
Kurulu tarafından alınan kararlar uyarınca, yolluk yevmiye ödenmek sureti ile
tehcir edilen Ermeniler, daha sonra ortaya çıkıp Türkiye Cumhuriyeti devletini
ve onun bürokratlarını suçlamış; pek çok bürokrat yargılanmış; konu Türkiye
Cumhuriyeti’nin uluslar arası alanda uğraştığı önemli sorunlardan biri haline
gelmiştir.
Kullanılan terminolojiye lütfen
dikkat ediniz. Her bir terminolojinin günlük kullanım alanları dışında, içerdiği
siyasi anlamları unutmayınız.
Dr. Özden: Ne yani, gerçekleri
konuşmayacak mıyız? Kendimizi sansürleyecek miyiz?
Elbette, sansür uygulamanıza
gerek yok. Bununla birlikte vatandaşın “nefret
söylemi” geliştirdiğini ifade ediyorsunuz. Uluslar arası hukuka göre,
nefret söylemi insanlık suçudur. Türk insanı Suriyelilerle lokmasını
paylaşırken, ileride suçlu duruma düşürülmemelidir (Türk kadını, yatak odasında
gördüğü yabancı Suriyeli kadına nefret duygusu değil, ikrah duygusu
beslemektedir. İkrah; tiksinme,
iğrenme anlamlarına; nefret ise bir
kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu anlamına gelmektedir).
Aklınıza gelen her bir sözü içeriğini tartmadan kullanmamanız gerektiğini
söylüyorum.
Öte yandan “hak temelli siyaset” üzerine görüş belirttiniz. Neyin hakkı? Siz
eşit yurttaşlık hakkından söz ediyorsunuz. Burada eşit yurttaşlık hakkından söz
etmek yerine “insan hakkından” söz edilmesini daha doğru buluyorum. Ortada bir
kriz durumu söz konusu ve Dr. Sağıroğlu’nun sözünü ettiği gibi, Avrupalı olaya
“kör bakarken” Türk insanı Suriyeliler ile lokmasını paylaşıyor. Onlara insani
muamelede bulunuyor, yardımcı oluyor.
Tarihe not düşmek için
söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerde suçlu duruma düşürülüp
yargılanmaması bakımından bu konuları tarihçilerin de kayda alması gerekir;
sizin de bir durumu betimlerken, görüş ve önerilerde bulunurken dikkatli
davranmanız gerektiğini düşünüyorum.
Orada söyleyemediğim, bununla
birlikte tarihe not düşmek için ilave etmek istediğim bir husus daha var: Toplumsal, siyasal konularda görüş bildiren
kişilerin iyi niyetli olması ölçü değildir. Aklına esen herkesin
Suriyelilerin bulunduğu kamplarda “bilimsel araştırma” yapmaya kalkmamasını; kimin
hangi verileri ne amaçla toplayacağını, veri toplama aracının içeriğinin bir “bilimsel
etik kurul” tarafından incelenmesi gerektiğini hatırlatmak isterim. Bu yapılamamışsa
da nerede, ne zaman yapıldığı, evren-örneklem grubu belli olmayan, verilerin
geçerlik-güvenilirlik analizlerinin sorgulanmadığı bir anketin veya araştırma
sonuçlarının akademik ortamlarda sunulmasına ve tarihi belge niteliği
kazanmasına izin verilmemelidir. Unutulmamalıdır ki “Cehenneme giden yol, iyi
niyet taşları ile döşenmiştir”.
Not: Bu toplantıda sunulan bildiriler ve tartışmaların dahil olduğu yayın, idealkent (Kent Araştırmaları Dergisi) Göç II özel sayısında (Sayı 15) yayımlanacaktır. www.idealkentdergisi.com
[1] Bkz.:
Thilo Sarrazin (2010). Deutschland schafft sich ab: Wie wir unser Land aufs
Spiel setzen. 22. Baskı. München: Deutsche Verlags-Anstalt. ISBN: 3421044309
[2] Bkz.:
Thilo Sarrazin (2014). Der neue Tugendterror: Über die Grenzen der
Meinungsfreiheit in Deutschland. München: Deutsche Verlags-Anstalt; Auflage: 4
(24. Februar 2014) ISBN: 3421046174
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder