17 Nisan 2016 Pazar

Hemşerim nerelisin?

İnsanlar doğumundan itibaren Türk, Alman, Fransız veya Eskişehirli, Bolulu gibi bir kimlikle anılıyor; elinde olmadan bir dilin, bir kültürün içine doğuyor; o dili ve kültürü taşıyanlara mensup birey olarak adlandırılıyor. Hatta nereli olduğu, hangi etnik kökene ait olduğu da doğduğu yer ile ilişkilendiriliyor. Bir konuşma sırasında, birine “Hemşerim nerelisin?” diye sorarken de bu aidiyet ve sosyal dayanışma kültürü ile bağ kurmak, sosyal ilişkiler zincirine bir halka daha eklemek amaçlanır. Yetmez. Bireyin hangi inanca mensup olduğu; hangi dili konuştuğu; hangi etnik kökeni taşıdığı gibi daha pek çok soru bireyin dışında gelişen, ama bireyin bütün hayatını derinden etkileyecek boyutlarda şekil alır. Bunların hepsi, bireyin kimliğini oluşturur.

İnsan bazen çok bunaldığında bu kimliği ben oluşturmadım; elimde olmadan oluşan, öznesi olmadığım bu çevrede yaşananlardan, yine elimde olmayan nedenlerden dolayı taşıdığım bu kimlikle ilişkilendirilen olumsuz özelliklerden de ben sorumlu değilim demek ister. İster istemesine de kurtulamaz, tıpkı gölgesinden kurtulamadığı gibi. Hatta beğenmediği, benimsemediği, ama içine doğduğu, kendisine mal edilen bu kimliğin içinde pek çok toplumsal ve sosyal özellikler kazanabilir. Farkına varmadan yaşam biçimine de dönüştürür.

Birey olarak her birimizin toplumla kurduğumuz sosyal ilişki, toplumun çekirdeğini oluşturan ailemizle ve onların bize sağladığı çevreyle başlar. Dolayısı ile bize aile ve içinde yaşadığımız toplum tarafından öğretilenlerin bütünü, bizim ulusal, etnik, dini vd. kimliğimizi oluşturur.

Evimizde, ailemizin konuştuğu dil de birinci dilimiz olur. Bu kavramı annemizin konuştuğu dil ile ilişkilendirilerek, anadili olarak da adlandırılır ki bu ayrı bir yazının konusu olur. Ailemizin sahip olduğu değerler, dünya görüşü sosyalleşme ve kültürleme sürecinde bize de geçer. Onların içinde bulunduğu sosyal çevrenin taşıdığı kültürel değerleri, gelenek ve ananeleri, dünya görüşünü yaşayarak, deneyimlerden geçerek öğrenir, ediniriz. Bizi biz yapan kimliğimizi oluşturan, nakış gibi işleyen değerleri, hayatta kullanacağımız bilgileri ilk önce aileden alırız. Bu bilgiler kendimizi tanımamıza, kim olduğumuzu bilmemize ve bir toplumun ferdi olarak sosyal hayatta yön ve yol bulmamıza yardımcı olur.

Kimliğimiz, yaşadığımız coğrafya, ailemiz ve onun etkileşim halinde olduğu çevreyi de kapsayan hayat biçimi, dünya görüşü ve konuşulan dil aracılığı ile somut olmayan kültürel değerlerin aktarılması sonucu ete kemiğe bürünür. Dünyayı, olayları ve insanları yakın çevreden başlayıp dış dünyaya kademe kademe açılan pencerelerden görürken, içine doğduğumuz kültürün bakış açısına ters düşmeyiz. Bu bakış açısı bireylerin kişiliklerinin de içine doğdukları kültüre göre şekillenmesini sağlar. Baskın kültürün sahip olduğu ortak hafıza, gelenek ve ortak değerler örtüşürken, bireyler de birbirine yaklaşmaya, kaynaşmaya ve toplumsal dayanışma ağını kurmaya başlar. Hatta bu benzeşmeyle birlikte toplumsal güven duygusunun oluşması sağlanır. Bu toplumsal güven gereksinimi gurbet elde yeterince karşılanamazsa, gettolar şeklinde vücut bulur…

Bireyler içine doğduğu aile ve toplum tarafından uğradığı kültürleme sürecinin yanı sıra, formal eğitim süreçlerinden de geçerler. Bu süreçler toplumun renklerinin gelişmesine ve benzerlik-farklılık ilişkilerinin yeniden kurulmasına yardımcı olur. Toplum, kendinden farklı düşüneni dışlarken; doğal süreç içinde ortaya koyulan farklı düşüncelerle yeni bakış açıları kazanıp, gelişmenin kapısını aralar.
Burada kimliğin yanı sıra bir başka kavram daha ortaya çıkıyor: Kişilik. Levent Bayraktar (1) bunu şöyle açıklıyor: “Kişilik, kimlik temeli üzerinde yükselen, fakat asıl benimizi inşa eden, şahsi, bizi biz yapan değerlerin ve var oluşun ta kendisidir. Yani kişilik, bu kimlik iklimi içerisinde kendimizi oluşturduğumuz, kendimize kendimiz için kurduğumuz dünyamızın bir kavramıdır.” Dolayısı ile kimlik toplumsal ve dış dünyamızı oluştururken, kişiliğimiz bireysel ve iç dünyamızı oluşturur; sonuçta, kişiliğe dönüşmüş bir kimlik ortaya çıkar.

İnsan, bu özelliğiyle toplumsal hafıza ve kimliğin yanı sıra, kendi iç dünyasını oluşturan bir iç dünyanın, yani kişiliğinin oluşturduğu bir sarmal içinde yaşar. Bu yaşantı süresince kişi olarak sınırsız özgürlüklere sahip olduğunu düşünürken, kimlik olarak da bizi sınırlayan toplumsal ve sosyal rollerin tutsağı olarak yaşar. Kimlik bizim dış dünyamızı, kişilik de iç dünyamızı ilgilendirir. Bu dünya arasındaki denge ve ilişkiler zincirinin başarı ile kurulması ve sürdürülmesi de bireyin kendi iç dünyasını geliştirirken, çevresi ile de sağlıklı iletişim kurması ile mümkün olur.

Bireyin bu iki dünya arasında kuracağı sağlıklı ilişki, onun toplumsal bir varlık olarak gelişmesine de katkı sağlar. Bu gelişimle birlikte, sosyal çevresinde de olumlu etkiler oluşturur; çevrenin gelişimine de katkı sağlar.

Aile ve yakın çevre bireyin içine doğru kapalı toplumdur. Bu toplum, kişiye birinci dilini, kültürünü, manevi değerlerini, tarihini, toplumsal hafızayı ve kolektif bilinci aktarır ki ihmal edilmemesi gerekir. Bu durumu içinde su dolu kaynayan bir kazana benzetirsek, toplum sürekli bir devinim içindedir. Kazanı kaynatan ateş, bireyin sahip olduğu bireysel birikim, yani kişilik özellikleridir ve toplumu harekete geçiren, durağanlıktan kurtaran asıl dinamik de budur.

Bu nedenle içine doğduğu kültürel ortamdan farklı kültürel değerlerle kuşatılmış yeni bir dünyayı keşfe çıkan, yenilikler peşinde koşan, ötekinin dilini ve değerlerini öğrenerek dışa açılmayı isteyenler hor değil, hoş görülmeli; olumlu özellikleri desteklenmelidir. Bunlar dış dünyada olup biteni merak ederken, kendilerine yeni çevrelerde yeni bir hayat kurmaya çalışırken, etrafına uyum sağlamaya gayret ederken, kültürel bozulma, değerlerin aşınması gibi kaygılarla önleri kesilmemeli, ötekileştirilmemelidir. Kimlik ve kişilik çatışmasını aşarak varoluş imkânını oluşturmaya çalışan, içine doğduğu varoş/getto kültürünü aşmaya çalışan bu bireyler, uzun yola çıkarken, yola çıktıklarını yolda buldukları ile değiştirmediği sürece, toplum liderleri olarak görülmeli, ötekileştirmek yerine, desteklenmelidir. Yurt dışında yaşayan vatandaşlardan, bulundukları sosyal çevreye uyum sağlamaları istenirken de bu kast edilmelidir.

Dipnot:
1) Levent Bayraktar (2016). “Kimlik ve kişilik üzerine” Türk Yurdu. Yıl: 105, Cilt: 36/68, Sayı 343/704, Mart 2016, s. 20-22.
Okuma önerileri:
Bozkurt Güvenç. İnsan ve Kültür. 4. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1984.
Mustafa Çakır. Die Rolle von Kultur und Identität beim Erwerb des Deutschen als Zweitsprache. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayını, 1990.
Not:
Bu çalışma Europa-Journal Nisan 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/maerz2016/cakir042016.jpg (son erişim: 14.04.2016).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...