İnsanlar doğumundan itibaren Türk,
Alman, Fransız veya Eskişehirli, Bolulu gibi bir kimlikle anılıyor; elinde
olmadan bir dilin, bir kültürün içine doğuyor; o dili ve kültürü taşıyanlara mensup
birey olarak adlandırılıyor. Hatta nereli olduğu, hangi etnik kökene ait olduğu
da doğduğu yer ile ilişkilendiriliyor. Bir konuşma sırasında, birine “Hemşerim nerelisin?” diye sorarken de bu
aidiyet ve sosyal dayanışma kültürü ile bağ kurmak, sosyal ilişkiler zincirine
bir halka daha eklemek amaçlanır. Yetmez. Bireyin hangi inanca mensup olduğu;
hangi dili konuştuğu; hangi etnik kökeni taşıdığı gibi daha pek çok soru bireyin
dışında gelişen, ama bireyin bütün hayatını derinden etkileyecek boyutlarda şekil
alır. Bunların hepsi, bireyin kimliğini
oluşturur.
İnsan bazen çok bunaldığında bu
kimliği ben oluşturmadım; elimde olmadan oluşan, öznesi olmadığım bu çevrede
yaşananlardan, yine elimde olmayan nedenlerden dolayı taşıdığım bu kimlikle
ilişkilendirilen olumsuz özelliklerden de ben sorumlu değilim demek ister. İster
istemesine de kurtulamaz, tıpkı gölgesinden kurtulamadığı gibi. Hatta beğenmediği,
benimsemediği, ama içine doğduğu, kendisine mal edilen bu kimliğin içinde pek
çok toplumsal ve sosyal özellikler kazanabilir. Farkına varmadan yaşam biçimine
de dönüştürür.
Birey olarak her birimizin toplumla
kurduğumuz sosyal ilişki, toplumun çekirdeğini oluşturan ailemizle ve onların
bize sağladığı çevreyle başlar. Dolayısı ile bize aile ve içinde yaşadığımız
toplum tarafından öğretilenlerin bütünü, bizim ulusal, etnik, dini vd. kimliğimizi
oluşturur.
Evimizde, ailemizin konuştuğu dil
de birinci dilimiz olur. Bu kavramı annemizin konuştuğu dil ile
ilişkilendirilerek, anadili olarak
da adlandırılır ki bu ayrı bir yazının konusu olur. Ailemizin sahip olduğu
değerler, dünya görüşü sosyalleşme ve kültürleme sürecinde bize de geçer. Onların
içinde bulunduğu sosyal çevrenin taşıdığı kültürel değerleri, gelenek ve
ananeleri, dünya görüşünü yaşayarak, deneyimlerden geçerek öğrenir, ediniriz. Bizi
biz yapan kimliğimizi oluşturan, nakış gibi işleyen değerleri, hayatta
kullanacağımız bilgileri ilk önce aileden alırız. Bu bilgiler kendimizi
tanımamıza, kim olduğumuzu bilmemize ve bir toplumun ferdi olarak sosyal
hayatta yön ve yol bulmamıza yardımcı olur.
Kimliğimiz, yaşadığımız coğrafya,
ailemiz ve onun etkileşim halinde olduğu çevreyi de kapsayan hayat biçimi,
dünya görüşü ve konuşulan dil aracılığı ile somut olmayan kültürel değerlerin
aktarılması sonucu ete kemiğe bürünür. Dünyayı, olayları ve insanları yakın
çevreden başlayıp dış dünyaya kademe kademe açılan pencerelerden görürken,
içine doğduğumuz kültürün bakış açısına ters düşmeyiz. Bu bakış açısı bireylerin
kişiliklerinin de içine doğdukları kültüre göre şekillenmesini sağlar. Baskın
kültürün sahip olduğu ortak hafıza, gelenek ve ortak değerler örtüşürken,
bireyler de birbirine yaklaşmaya, kaynaşmaya ve toplumsal dayanışma ağını
kurmaya başlar. Hatta bu benzeşmeyle birlikte toplumsal güven duygusunun
oluşması sağlanır. Bu toplumsal güven gereksinimi gurbet elde yeterince
karşılanamazsa, gettolar şeklinde vücut bulur…
Bireyler içine doğduğu aile ve
toplum tarafından uğradığı kültürleme sürecinin yanı sıra, formal eğitim
süreçlerinden de geçerler. Bu süreçler toplumun renklerinin gelişmesine ve
benzerlik-farklılık ilişkilerinin yeniden kurulmasına yardımcı olur. Toplum,
kendinden farklı düşüneni dışlarken; doğal süreç içinde ortaya koyulan farklı
düşüncelerle yeni bakış açıları kazanıp, gelişmenin kapısını aralar.
Burada kimliğin yanı sıra bir
başka kavram daha ortaya çıkıyor: Kişilik.
Levent Bayraktar (1) bunu şöyle açıklıyor: “Kişilik, kimlik temeli üzerinde
yükselen, fakat asıl benimizi inşa eden, şahsi, bizi biz yapan değerlerin ve
var oluşun ta kendisidir. Yani kişilik, bu kimlik iklimi içerisinde kendimizi
oluşturduğumuz, kendimize kendimiz için kurduğumuz dünyamızın bir kavramıdır.”
Dolayısı ile kimlik toplumsal ve dış dünyamızı oluştururken, kişiliğimiz
bireysel ve iç dünyamızı oluşturur; sonuçta, kişiliğe dönüşmüş bir kimlik
ortaya çıkar.
İnsan, bu özelliğiyle toplumsal
hafıza ve kimliğin yanı sıra, kendi iç dünyasını oluşturan bir iç dünyanın,
yani kişiliğinin oluşturduğu bir sarmal içinde yaşar. Bu yaşantı süresince kişi
olarak sınırsız özgürlüklere sahip olduğunu düşünürken, kimlik olarak da bizi
sınırlayan toplumsal ve sosyal rollerin tutsağı olarak yaşar. Kimlik bizim dış
dünyamızı, kişilik de iç dünyamızı ilgilendirir. Bu dünya arasındaki denge ve
ilişkiler zincirinin başarı ile kurulması ve sürdürülmesi de bireyin kendi iç
dünyasını geliştirirken, çevresi ile de sağlıklı iletişim kurması ile mümkün
olur.
Bireyin bu iki dünya arasında
kuracağı sağlıklı ilişki, onun toplumsal bir varlık olarak gelişmesine de katkı
sağlar. Bu gelişimle birlikte, sosyal çevresinde de olumlu etkiler oluşturur;
çevrenin gelişimine de katkı sağlar.
Aile ve yakın çevre bireyin içine
doğru kapalı toplumdur. Bu toplum, kişiye birinci dilini, kültürünü, manevi
değerlerini, tarihini, toplumsal hafızayı ve kolektif bilinci aktarır ki ihmal
edilmemesi gerekir. Bu durumu içinde su dolu kaynayan bir kazana benzetirsek,
toplum sürekli bir devinim içindedir. Kazanı kaynatan ateş, bireyin sahip
olduğu bireysel birikim, yani kişilik özellikleridir ve toplumu harekete
geçiren, durağanlıktan kurtaran asıl dinamik de budur.
Bu nedenle içine doğduğu kültürel
ortamdan farklı kültürel değerlerle kuşatılmış yeni bir dünyayı keşfe çıkan,
yenilikler peşinde koşan, ötekinin dilini ve değerlerini öğrenerek dışa
açılmayı isteyenler hor değil, hoş görülmeli; olumlu özellikleri
desteklenmelidir. Bunlar dış dünyada olup biteni merak ederken, kendilerine
yeni çevrelerde yeni bir hayat kurmaya çalışırken, etrafına uyum sağlamaya
gayret ederken, kültürel bozulma, değerlerin aşınması gibi kaygılarla önleri
kesilmemeli, ötekileştirilmemelidir. Kimlik ve kişilik çatışmasını aşarak
varoluş imkânını oluşturmaya çalışan, içine doğduğu varoş/getto kültürünü
aşmaya çalışan bu bireyler, uzun yola çıkarken, yola çıktıklarını yolda
buldukları ile değiştirmediği sürece, toplum liderleri olarak görülmeli,
ötekileştirmek yerine, desteklenmelidir. Yurt dışında yaşayan vatandaşlardan,
bulundukları sosyal çevreye uyum sağlamaları istenirken de bu kast edilmelidir.
Dipnot:
1) Levent Bayraktar (2016).
“Kimlik ve kişilik üzerine” Türk Yurdu.
Yıl: 105, Cilt: 36/68, Sayı 343/704, Mart 2016, s. 20-22.
Okuma önerileri:
Bozkurt Güvenç. İnsan ve Kültür. 4. Basım, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 1984.
Mustafa Çakır. Die Rolle von Kultur und Identität beim
Erwerb des Deutschen als Zweitsprache. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi
Yayını, 1990.
Not:
Bu çalışma Europa-Journal Nisan 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/maerz2016/cakir042016.jpg (son erişim: 14.04.2016).
Not:
Bu çalışma Europa-Journal Nisan 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/maerz2016/cakir042016.jpg (son erişim: 14.04.2016).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder