26 Mart 2018 Pazartesi

Balkan Savaşlarından Kurtuluş Savaşına

12 Mart İstiklal Marşının kabulü, Mehmet Akif Ersoy'u anma; 18 Mart Şehitleri Anma ve Çanakkale Zaferinin 103. yıl dönümü münasebetiyle düzenlenen bu törene yapılan nazik davet için teşekkür ederim.  
Münih Mehmet Akif Camisi konferans
salonunda konuşma yaparken
19. yüzyılda başlayan devletler arası bloklaşma, 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde büyük bir savaşın habercisi gibiydi. 1882 yılında Almanya - İtalya ve Avusturya Macaristan devletleri arasındaki “üçlü ittifak” ile 1905 yılında İngiltere ve Fransa'nın kurduğu “üçlü itilaf” grupları bu durumu kanıtlayan gelişmelerdi. Devletler arası silahlanma, hammadde ve sömürge arayışı dünya üzerinde geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı Devletini tehdit etmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu tarihin gördüğü en geniş sınırlara sahip olmuş, her milleti ve inancı içinde barındırmış ve yaklaşık 600 sene süren saltanatını 20. Yüzyılın başında kaybetmiştir. Dışta ve içte yaşadığı mücadelelerde istenen başarıların sağlanamaması devleti çökertiyor; devletin toprakları ve gücü dağılıyordu. Son olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile arka arkaya yenilgiler alan Osmanlı Devleti, Doğu Trakya dışında Avrupa'daki bütün topraklarını kaybetmiş; Batılı devletler nezdindeki saygınlığını ve gücünü kaybetmişti. Artık “hasta adam” yakıştırması yapılan devletin çökmesi, “hastanın ölmesi” bekleniyor ve diğer ülkeler tarafından nasıl paylaşılacağının planları yapılıyordu.

Balkan Savaşları
Çanakkale savaşının önemini kavrayabilmek için, öncesinde yaşanan ve bir milyon Türkün ölümü veya kaybolması ile sonuçlanan felaketin iyi bilinmesi lazımdır. Balkan Savaşının çıkışı Koçana’da patlatılan bomba ile başladı. Burası Üsküp’te küçük bir kaza merkeziydi. 1 Ağustos 1912 günü pazar yerinde patlayan bomba 11 kişi ölümüne neden oldu. Osmanlı aleyhine atılan savaş naraları bütün Balkanlar’da yankılandı. Bulgarların savaşa hazırlandığına dair istihbarata rağmen Osmanlı hükümeti uyanmadı. 8 Ekim günü Karadağ savaş ilan edince artık çok geçti. Çünkü 10 gün içinde diğer müttefik üyeleri de resmen savaş ilan etti. İttihatçılar ve İtilafçılar arasındaki politik savaş, ordunun bu politik çekişmenin içine çekilmesi ve ordu komutasının ruhi zaafı nedeniyle Osmanlı orduları hezimete uğradı. Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerlediler. Balkan toprakları tamamen kaybedildi. Evlad-ı Fatihan denen Türkler, Savaş sırasında Sırp, Bulgar, Arnavut, Yunan ve Ermeni çetelerinin (o zamanlar Türk ve Müslüman aynı anlama geliyordu) katliamlarına maruz kaldı ve yaşananlar inanılmaz bir insanlık dramına dönüştü. Amaçları Türkleri baskı, şiddet, işkence ve katliamlar yoluyla Anadolu’ya dönmeye zorlamaktı. Nitekim Rumeli’de yaşam hakkı tanınmayan 420 bin civarında Türk, akın akın İstanbul’a geldi. Prof. Justin McCarthy’nin Ölüm ve Sürgün adlı eserinde verdiği bilgilere göre Balkan Savaşı’nda katliamlar sonucu ölen Müslüman sayısı 632 bin 408 kişi idi. O günlerde yayımlanan Berliner Tagesblatt gazetesi muhabiri “Balkanlar’da maalesef huzur sağlanamayacaktır. Katliamlar devam etmektedir ve ölen Türkler’in sayısı 240 bine yükselmiştir. Rakamı mübalağa etmiyorum. Bir Bulgar çobanı veya koyun hırsızı bir Sırp öldürülünce müdahale eden Avrupa, şimdi bir defa olsun müdahale etmeyecek mi?” diye soruyordu.

Mehmet Akif Ersoy ise bu durumu

İlahi altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!
Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Ne bikes hanümanlar işte, yangın verdiler, yandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!

diyerek tarihe kaydediyordu.

Canlarını feda eden şehitleri anmanın, hatırlamanın ve hatırlanmalarını sağlamanın millî ve insani sorumluluk olduğunu; bu ve benzer durumları anmanın bir insanlık borcu olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte tarihin acılarını tekrar ederek hayıflanmak yerine, yaşananlardan dersler çıkarılması ve dünya barışına olumlu katkılar oluşturulması için çalışılması gerektiğinin de altını çizmek istiyorum. Yunus Emre’nin deyişi ile “Biz kimseye kin tutmayız; düşmanımız kindir bizim” der, geçeriz.

Çanakkale Savaşları
Balkan savaşlarından sonra, birinci Kanal Seferi başarısızlıkla sonuçlanmış, Sarıkamış Harekatı faciayla bitmiş, İngilizlerin Irak Cephesindeki istila harekatına ciddi şekilde karşı koyulamamıştı. General Fahri BELEN’in ifadesi ile “Çanakkale Seferi, Türk Milletinin eski kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir imparatorluk içinde kahraman bir milletin varlığını meydana koydu”.  Bu nedenle milletin kahramanlık öyküsünün bilinmesi, anlatılması ve gelecek nesillere aktarılması gerekiyor. Söz konusu vatan olduğunda gücünün, iradesinin ve kararlılığının çocuklarımıza ve gençlerimize öğretilmesi bir hakkın teslimi olacaktır.

Taufkirchen'deki konuşma
İslam dünyasını sömürmek isteyen İngiltere bunun yolu olarak İslam dünyasının hamisi, tek özgür devleti ve halifeliğin sahibi Osmanlı’yı işgal etmekte görmüş ve İstanbul’u işgal etmiştir. Bunun bir proje olduğunu hafızalarımızdan çıkarmamamız gerekir. Fakat İngiltere direk olarak kendini kurban etmemiş, Yunanlıları kurban seçmiştir. Yunanlı Venizelos bu durumu sonradan itiraf eder. "Bizi İzmir’e çağırdılar, gittik. Batı Anadolu’ya da geçin dediler. 17 yıl boyunca müthiş bir direnişle karşılaştık. Oyuna getirildik ve savaştırıldık" der. Çanakkale bu ülkenin eğitimli nüfusunun şehit olduğu yerdir ve milletimiz bugün hala bunun acısını çekiyor. İtilaf devletleri Çanakkale Savaşı’nda “hasta adam” ilan ettikleri Osmanlıyı yenememiştir. Bunun hafızalarımızdan silinmemesi gerekir.”
Çanakkale cephesinde 17 kilometrelik siper hattında 8.5 ay boyunca, 490 bini Osmanlı, 530 bini itilaf orduları olmak üzere bir milyonu aşkın asker savaştı. Türklerin yanında müttefikimiz Almanlar da vardı. Alman Mareşal Limon Von Sanders Paşa başta olmak üzere, bazı kolordu ve tümen komutanları Almandı. 8,5 aylık muharebeler sırasında toplamı 500’e yakın Alman subay ve eri muharebe bölgesinde görev yaptı. Bir kısmı hayatını kaybetti. Liman Paşa’nın emriyle yapılan 19 Mayıs gecesi yapılan taarruzda bir gecede, tam 9000 Mehmetçik şehit oldu. Liman Paşa’nın anılarında da anlattığı bu bir gecelik kayıp, ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki ve Başkomutanlığındaki Kurtuluş Savaşı’nda bütün cephelerdeki kayıplara eşittir.

Biz, içi vatan sevgisi ile dolu olanlar söz konusu vatan olunca  Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” deriz. Böylesine sevgiyle, saygıyla, edep ve incelikle dolu olan bir insan için mal, mülk, mevki, para, şöhret ne ifade eder ki.

Çanakkale, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik misalidir. Emin olmalısınız ki bu savaşı kazandıran söz konusu bu ruhtur” diyen Atatürk, henüz Kurmay Albaydı ve 8 Ağustos 1915 günü Anafartalar Grup Komutanlığına atanmıştı. Kara savaşlarının en üst düzeye çıktığı bu Anafartalar Muharebeleri tam anlamıyla cesaret, fedakârlık ve taktikle kazanılan mücadeleler olarak savaşın seyrini değiştirdi. Her bir cephede ayrı bir destan yazıldı.  Deniz Zaferinin komutanı Cevat Paşa ve kurmay başkanı Selahattin Adil Paşa gibi nice kahraman askerin yazdığı destan vardır. Seyit Onbaşı 18 Mart deniz savaşı sırasında Mecidiye Tabyasında ayakta kalan tek topun ağzına sürdüğü 215 kiloluk mermi ile Ocean gemisini vurdu. Nusret Mayın Gemisi, Nazmi Bey’in kılavuzluğunda başarılı bir operasyon yapıyor; 26 mayını denize bırakıyordu. Seddülbahir’deki Türk bataryaları Yahya Çavuş’un önderliğinde İngiliz birliklerine ağır kayıplar verdirdi.

Churchill savaştan sonra 2. Dünya Savaşında Fransa’ya çıkarma yapılması konusu tartışılırken “İngiliz tarihinin en utanç veren yenilgisini Çanakkale’de aldık, Çeyrek milyon gencimiz yaşamını Gelibolu’da yitirdi. Bir daha aynı hatayı yapmak istemiyorum” derken insan hayatının önemine vurgu yapıyordu. Atatürk de yıllar sonra yaptığı bir söyleşide “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır… Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir” demiştir.

Sami Paşa Sezai’nin deyişi ile “Çanakkale müdafaası üç mucize muharebesidir. Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.”

Atatürk de savaştan sonra “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır” diye mesaj vermiştir.

Türk Milleti, Çanakkale cephelerinde kazandığı moral ile Kurtuluş Savaşına giriyordu ve 1683 yılında IV. Mehmet’in döneminde gerçekleşen II. Viyana bozgunu, Sakarya Savaşında kazanılan başarı ile tersine döndürülecek ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulacaktı. Osmanlının yerine bu kurulan yeni devlet, Osmanlı’dan geriye kalan borçlarından payına düşen kısmı 5 Mayıs 1954 yılına kadar taksitler halinde ödemiştir.

Kurtuluş Savaşı ve Mehmet Akif Ersoy
Kurtuluş Savaşının başladığı ilk günlerden itibaren gazete yazılarıyla, vaazlarıyla, hutbeleri ve şiirleriyle halkın mücadele bilincine ulaşması için elinden geleni yapan Mehmet Akif Ersoy (20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936), İstanbul’da durmamış ve Anadolu’yu belde belde, köy köy dolaşarak bu mücadelenin sadece Türk milletinin mücadelesi olmadığını, savaşın kaybedilmesi durumunda İslam’ın da son kalesinin elden gideceğini anlatmıştır. Halkın bilinçlenmesinde faaliyetleriyle büyük emek sarf eden Akif, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Milletvekili olarak girmiş ve mücadelenin ruhunu, gerçek mahiyetini bu defa da halkın temsilcilerine anlatmaya çalışmıştır.

Mehmet Akif Ersoy, Ankara’daki günlerini Taceddin Dergahı’nda geçirirken Genelkurmay Başkanlığı’nın isteği üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı 7 Kasım 1920’de gazetelere verdiği bir ilanla “İstiklâl Marşı için müsabaka açıldığını, güfte ve beste için 500’er lira mükâfat konulduğunu bildirdi. Yarışmaya 724 şiir gelmiş; fakat bunlar arasından, kurtuluş savaşının havasını yansıtan bir şiir çıkmamıştır.

Büyük şair Mehmet Akif Ersoy’un müsabakaya katılmaması Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin dikkatini çekmişti. Dostlarından sorulduğunda anlaşıldı ki, Akif’in katılmamasının gerekçesi sonunda para ödülü olması dolayısıylaydı. Pürüz hemen halledildi, para bir hayır kurumuna bağışlanabilecekti. Akif “Müsabaka oldu, ben de katılmadım. Şimdi nasıl olacak?” diye itiraz etmesine rağmen, Milli Eğitim Bakanı’nın ve arkadaşlarının ricasıyla ikna edildi.

Bunun üzerine zafere en fazla inanmış ve bu inancı her fırsatta dile getirmiş olan Akif, İstiklâl Marşı mücadelesini abideleştiren şiiri yazmaya başladı. İman ve ümit Akif’e marşı yazmaya iten iki temel güçtür. Taceddin Dergâhında bir gece yarısı yaşadığı his yoğunluğu esnasında, rivayetlere göre bir kalem aramış, bulamayınca da eline geçirdiği bir çiviyle bağımsızlık heyecanının doruk noktasına çıktığı mısraları, hemen kaydetmek telaşıyla duvara kazımıştır:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”

Mehmet Akif Ersoy ilk mısrayı yazdıran duyguyu Eşref Edip’e şöyle anlatmıştır; “Boş odaya girdiğimde benim bugünkü sıkışıklığımda bir Müslüman daha yaşadı mı diye düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye yanında sadece Hz. Ebubekir ile Hicret’ini hatırladım. Ebu Cehil’in yanında binlerce insan vardı. Mağaraya sığındıklarında Ebubekir’in endişelendiğini fark edince “Korkma Ebubekir. Allah bizimledir.” deyişini hatırladığım zaman Peygamberimizin daha büyük bir zorlukta teslim olmayışı aklıma geldi ve böylece ilk mısrayı yazdım.”

Her milletin bir ulusal marşı, Türklerin ise İstiklal Marşı vardır. İstiklal Marşı, tam da Yûnus Emre’nin “Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası?” deyişine uygun olarak, Kurtuluş Savaşının yaşandığı bir süreç içinde yazılmıştır. Marşla ilgili Meclis’te yapılan görüşmelerde kabul edilmesi üzerine, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi tarafından arka arkaya 3 kere okunup vekillerce ayakta gözyaşlarıyla dinlenmesi de bu ruh halini yansıtan güzel bir anı olarak değerlendirilmelidir.

İstiklal Marşı’nın değerlendirilmesi sırasında, 17 yıl süren Çanakkale savaşı ve ardından devam eden savaşlar nedeniyle halkta meydana gelen yokluğu ve yoksulluğun yanı sıra ruhi yorgunluğun yarattığı psikolojiyi unutmamak gerekir. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un eserinde açıkça görülmektedir. Türk ordusuna ithaf edilmiş olan İstiklâl Marşı, milletimizin o dönemki ruh halinin tercümanı olup, bu nedenle “ulusal/milli marş” değil; istiklal marşı olarak anılmaktadır.

Akif’in yarışmaya katılması ve ödül
Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Akif Ersoy şiiri İstiklal Marşı yarışmasında 1. seçildiğinde kendisine verilen ödülü maddi olarak çok zor durumda olmasına rağmen kabul etmemiştir. Daha doğru ifade ile ordunun kendisine verdiği ödülü nezaketen kabul etmiştir. Fakat Akif bu şiiri milli mücadeleye yardımcı olması uğruna kullandığı için, karşılığında herhangi bir ödül alması mücadele ruhuna, kendi karakterine aykırı bir durum oluşturacaktı. Bu sebepten aldığı ödülü Darülmesai adında yoksulluk ile mücadele eden bir hayır kurumuna bağışlamıştır.  Ayrıca bu marşı Türk Milleti’ne armağan ettiğinden “Safahat” adlı şiir kitabına almamıştır. Hasta yatağında “Üstad İstiklal Marşı’nın yeniden yazılmasını ister misiniz?” sorusu karşılığında yerinden fırlayarak “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı’nın yazıldığı günleri göstermesin.” diyerek çekilen sıkıntıyı anlatmaya çalışmıştır.

Marşın bestelenmesi konusu
1924 yılında bu şiirin bestelenmesi için bir yarışma düzenlenmiş ve Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi kabul edilerek 1930 yılına kadar bu beste ile okunmuştur. O yıldan sonra ise Osman Zeki Üngör'ün yaptığı ve günümüzde kullanılan besteye dönüş yapılmıştır.

Bitirirken
Tarih, yalnız bir övünç kaynağı değil, aynı zamanda kitleleri seferber edecek, ona yeni bir milli kimlik kazandıracak bir araçtır. Tarihin kullanımı, büyük insanların erdemidir. Kahramanların önemini, erdemini anlatırken, aynı zamanda yeniden başarmak için bir örnek oluşturur; milli hafızayı tazeler. İnsanlar, şanlı tarih kutsamasıyla yaklaşan bir mantığın esiri olmadan, tarihin aynasına bakarak dersler çıkarır ve esir olduğu kaderin prangasından kurtuluşun yollarını arar.

Biz, yeryüzünde her şeyin fâni olduğuna inanırız. Her yerde DOST’u gören için ne yâr, ne ağyar vardır. Yunus bu gerçeği, “Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya” derken ne güzel, ne sade bir şekilde anlatmış. Ârif olan her nereye nazar etse, HAK’kı görür. HAK’kı söyler.

Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün
Karacaoğlan


Not:
18 Mart 2018 Pazar Günü saat 13:00’te Münih Mehmet Akif Ersoy Camisinde ve 25.03.2018 tarihinde Taufkirchen'de DITIB - Türkisch Islamische Gemeinde zu Taufkirchen e. V.  tarafından düzenlenen program kapsamında yapılan konuşma metnidir. 

18 Mart 2018 Pazar

Kimliğimiz Türkçemiz


Günümüzde gelişmiş toplumlar siyasi liderlerini demokrasinin yol ve yöntemleri ile belirliyor; uluslararası alanda sahip oldukları değerler ile övünüyorlar. İletişimin sınırları ortadan kaldırdığı, giderek küreselleşmeden, zamanın ruhundan söz edilen yenidünya düzeninde, gelişmiş toplumlar kendi dillerine sahip çıkma konusunda ayrı bir özen gösteriyorlar. Gelişmiş toplumlar içinde yaşayan ve kökünden koparılma konusunda açık tehditlere maruz kalan göçmen kökenli topluluklar ise baskın kültüre uyum sağlama kaygıları ile kendi köken dillerine karşı çok da duyarlı, özenli davranamıyorlar. Hâlbuki bilimsel araştırmalar ana diline, ata diline sahip çıkmanın, onu öğrenmenin baskın kültüre uyum sağlamaya engel olmadığını; ona sahip çıkmanın, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamanın, farklı kültürel ortamlarda yaşayanlar için özgüveni pekiştirmeye yarayan ayrıcalıklı bir kazanım, iş hayatında da tek kültürlülere karşı farkındalık yaratabilecek kapasitede olduğunu gösteriyor. Bilinç düzeyi gelişmemiş toplumlarda köken diline hoyrat davranılıyor; evinde, yakın aile ve arkadaş çevresinde konuşulan Türkçenin yeterli olduğu düşünülüyor; köken dilinin, Türkçenin gerekliliğini savunanlar da farklı bir gezegenden gelmiş yaratık muamelesi görüyorlar.
Bu yazıda ömrünü rızk peşinde gurbet illerinde geçiren soydaşlarımıza milli kimliğin, ortak bilincin ve millet olarak var oluşun birinci derecede temsilcisi veya taşıyıcısı olan; bu özelliği ile insan topluluklarını millet hüviyetine dönüştüren anadilimiz Türkçenin neden önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Türkçenin önemi
Türkçe, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, bize ata yadigârı, dedelerimizin mirası, kutsal söz varlığımızdır. Toplumsal ve kültürel dağarcığımızın, insanlığımızın, hayallerimizin birikimi, akıp giden ömür misali, susuzluğumuzu gidermek için eğildiğimiz dereye düşürdüğümüz akisten yüzümüze vuran yansımadır. Türkçe, kimi zaman aşkın ve sevdanın türkülerle, şarkılarla anlam kazandığı melodinin, karşı konulmaz acıların dayanılmaz olduğu anlarda semalara yükselen feryatların yürekleri dağladığı duygu seli, kimi zaman da hercâî bir hayatın anlamı ve yalın gerçeğidir.

Türkçe cenazelerimizde ağıt, düğünlerimizde zılgıt, ibadethanelerimizde dilimizden dökülen kutsal dua; ölmüşlerimiz için mezar taşlarına kazınan hakikat-i ilahidir. Ecdat yadigârı, geleceğe bırakılan iz, yeni neslin devamı için sunulmuş bir lütuftur. Yunus Emre’nin deyişiyle Türkçe, “hiç şek değil, o bendendir ben ondan”

Türkçe, milletimizin adının yok olmaması için fertlerimizi bir arada tutan harç, ekmeğimize tat veren mayadır. O bizim kim olduğumuzu gösteren ışık, yaşam biçimimiz, kültürümüz, onurumuz, milli kimliğimiz, üzerimizdeki giysimizdir. Hâsılı kelam, Türkçe bizim için, bizi biz yapan değerlerin bütünüdür. Onda kendimizi buluruz. O yoksa kültür yok olur; o yoksa millet yok olur.

Bu kadar önemli olan, bizim için derin anlamlar taşıyan Türkçemize sahip çıkmak istememiz, onu yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak istememiz bundandır.

Dünya dili Türkçe
Bu soruyu tartışmak dahi eskilerin deyimiyle “abesle iştigal” olarak tanımlanır. Türkçeye bugün değil, geçmişte de sahip çıkanlar olmuş; yaşadıkları dönemde Türkçenin önemini anlatmışlardır. Bunlardan Kaşgarlı Mahmut’u, Ali Şîr Nevâî’yi, Karamanoğlu Mehmet Beyi, Gazi Mustafa Kemal’i veya 2017 senesini “Türk dili yılı” ilan eden ve Türkçeyi yüksek bir medeniyetin, kültür ve sanatın dili halinde işlemeye çalışan, bu görüşü savunan ve Türk diline değer kazandıran üstün bilgin ve devlet adamlarımızı sayabiliriz. Hepsinin kaygısı, Türkçenin özensiz ve yanlış kullanımının önüne geçilmesi ve gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarılabilmesi üzerinedir.

Bugün okumuş ve kendini toplum içinde “ayrıcalıklı” bir konuma ait şu veya bu gruba dâhil eden, kadim Türkçenin geçmişinden bihaber bir kesim, Türkçenin bilim dili olmadığı, olamayacağı görüşünde ısrar ediyor. Gerçekçi olmayan bu ısrarlar karşısında ikilemde kalanlar, Türkçenin yerine bir yabancı dilde okuyup yazmaya; Türkçe konuşurken bile araya yabancı sözcük ve deyimleri sıkıştırmaya özen gösteriyorlar ki ne kadar bilgili, görgülü ve de kültürlü oldukları anlaşılsın. Bu tutumları ile kendilerine Türkçe dışında bir dil konuşan komşu mahallelerde yer açmaya, göçmen kuşlar misali yeni yurt ve yuva kurmaya çalışıyorlar. Bunlar, âlem Türkçeye hayranken, Türkçe ve Türk kültürü dışına ne varsa büyük bir hayranlıkla izliyor; kendini kökünden ayrı tutuyor; her geçen gün kendi toplumuna yabancılaşmaya devam ediyorlar. Bu gruptakilerin hayatından kullanmadıkları, değer vermedikleri Türkçe uçup giderken, Türk kimliği de ellerindeki yazılı belgelerde kalıyor.

Bilim insanları ısrarla yabancı/ikinci bir dilin veya dillerin kesinlikle öğrenilmesini ve bu durumun toplumsal, sosyal ve bireysel gelişime etkilerinin olumlu olduğunu, köken dilini ve kültürünü kullanmaya engel oluşturmadığını savunuyorlar. Bununla birlikte gerçek hayata geçince dilin sadece iletişim aracı olarak görüldüğü, Türkçenin hak ettiği şekilde sahiplenilmemesi gibi bir gerçeklik yaşanıyor. Oysa Karahanlı Türk soyundan Kaşgarlı Mahmut, İslam öncesi Türk Edebiyatı, tarihi, coğrafyası, mitolojisi, gelenek ve görenekleriyle ilgili olup, günümüze ışık tutan bir kaynak eser özelliği taşıyan Türkçe Sözlüğü (Divan-ı Lügat’it Türk) bundan bin yıl önce yazıp dönemin Abbasi Halifesi Muktedi Biemrillah’a sunarken, Türçenin dünya dili olduğunu ve Türk kültürünün önemini ve farkındalığını ortaya koymayı amaçlıyordu.

Avrupalı Türkler için Türkçenin anlamı
Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler, köken dillerine sahip çıkması gerekir. Bunun aksi durumlarda kendi geleceklerini tehlikeye atarlar da bunun farkında bile olmazlar. O nedenle her bir birey bu bilinçle hareket etmelidir. Türkçenin okullarda ister Köken Dili Türkçe, ister seçmeli yabancı dil isterse isteğe bağlı Türkçe ve Türk Kültürü Dersi olarak öğretimi için gerekli çabayı göstermeli, her bir bireyin bu konuda kendini gelecek kuşaklara karşı sorumlu hissetmesi gerekir. Okul yönetimlerinin, sivil toplum kuruluşlarının öğretmenler ile işbirliği yapması; çocukların da bu dersi seçip, benimseyip devam etmesi için çeşitli ödüllerle teşvik edilip, yüreklendirilmesinde fayda var. Öte yandan, ebeveynlerin de çocukları ile konuşurken dil kullanımına özen göstermesi, toplumun bütün paydaşlarının Türkçenin gelecek kuşaklara aktarılması bilinci içinde, görev ve sorumluluklarını tekrar tekrar gözden geçirmesi gerekir. Türkçenin günlük hayattaki özensiz kullanımına müdahale edilmeli; yeni yetişen neslin Almancanın yanı sıra Türkçeyi de en iyi şekilde öğrenmesi için sürekli çaba gösterilmesi, gerekiyorsa takviye dersleri aldırarak, onların Türkçe dil gelişimindeki eksikliklerinin giderilmesi için çalışılması gerekir. Bugün geçmişi telafi etmenin derdinde olanlar, yarın geçmişin muhasebesini yapmaktan kurtulamayacağı için ertesi günün planlarını da yapamayacaktır. Geleceğe yapılacak en iyi yatırım; eve, arsaya, son model otomobile değil; toplumsal, sosyal sınıf atlamanın en güçlü aracı olan eğitime yapılan yatırımdır; nitelikli eğitimin anahtarı da sağlıklı iletişim becerisi ve dolayısı ile dil bilgisini gerektirir. Türkçeyi iyi bilenler, ikinci ve takip eden dilleri daha kolay öğrenir; hayatta başarılı olma şansları da o oranda artar.

Çocukları okula giden anneler, babalar; “Bizim çocuk evde zaten Türkçe konuşuyor” diyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışmayın. Evde konuşulan dil ile okuldaki Türkçe dersleri birbirinden ayrıdır. Biri sınırlı sayıdaki kelimelerle yapılan bir iletişim etkinliği ise diğeri eğitim ve kültürlenme sürecidir.

Bir insanın zekâsı, bildiği kelime hazinesi ile ölçülmektedir. Ne kadar kelime biliyorsanız, kendinizi o kadar iyi anlatırsınız. Karşınızdaki de sizi ancak sahip olduğu kelime sayısının sınırları ile anlayabilir. Bu nedenle, ailelerin yanı sıra eğitimcilerin ve toplumu oluşturan bütün paydaşların dile sahip çıkması, çocuk ve gençlerin dil gelişimine azami özeni göstermesi gerekir. Nitelikli bir iletişim için iyi bir dil bilgisi, iyi bir dil bilgisi için de köken dilinin, Türkçenin iyi öğrenilmesi gerekir. Her iki dilin iyi öğrenilmesi, çocuk ve gençlerin okul başarılarının geliştirilmesi için de önemli bir anahtardır.

Türkçe geçmişten miras değil, gelecek kuşaklardan alınan emanettir.
Türkçe bir anlamda, geçmiş kuşakların bugüne bıraktığı bir kültürel miras değil; gelecek kuşaklardan alınmış bir emanet olarak görülmeli, gelecek kuşaklara özenle aktarılmalıdır. Bu süreçte konuşma dili ile yazı dili ayrı düşünülmemeli, konuşma dilinin yazı dilinden koparılması halinde, yazı dilinin de zayıflayacağı ve zamanla etkisini kaybedeceği unutulmamalıdır.

Türkçenin gönüllere yerleştirilmesi, herkesin ve her kesimin Türkçe konuşmaya teşvik edilmesi, bireysel ve toplumsal duyarlılık, duygusu ve ana dili bilinci oluşturulması, aydın kesimin yabancı hayranlığı ile yabancı sözcük kullanımı özensizliğinden kurtarılması, yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretiminin çok farklı kavramlar olduğunun gelecek kuşaklara iyi anlatılması gerekir.

Bitirirken
Her bir bireyin Türk milletinin varlığı ve devamlılığını sağlamak için çocuklarına Türkçe dersini aldırması gerekir. Bunun için Türkçe öğretmenleri, okul yönetimleri ile iletişim kurmalı, taleplerin karşılanamadığı durumlarda örgütlü toplumun güçlü bir toplum olduğu gerçeğini göz önüne alarak okul aile birliği, öğretmenler derneği gibi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmalı ve yasal haklarının takipçisi olmalıdır.

Çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilmek için, onlara iyi bir dil eğitimi verilmesi ve bu hedefin gerçekleştirilmesi için de öğretmenlerin çabalarının desteklenmesi ve eğitim yöneticileri ile işbirilği yapılması gerekir. Aksi halde ne iyi bir eğitimden, ne de iyi bir gelecekten söz etmek mümkün olur. Unutulmamalıdır ki milleti için çalışan, onun efendisi değil; hizmetkârıdır ve milletin her bir ferdinin görevi onu yüceltmeye çalışmaktır. Turgut Cansever’in dediği gibi, “Şehri imar ederken, nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.”

Not:
Bu yazı "Dünya dili Türkçe" kısmı dışında Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Mart 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne, http://europa-journal.net/images/kolumnen/maerz2018/cakir032018.jpg adresinden ulaşılabilir.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...