12 Mart İstiklal Marşının kabulü, Mehmet Akif
Ersoy'u anma; 18 Mart Şehitleri Anma ve Çanakkale Zaferinin 103. yıl dönümü
münasebetiyle düzenlenen bu törene yapılan nazik davet için teşekkür ederim.
Münih Mehmet Akif Camisi konferans salonunda konuşma yaparken |
Osmanlı İmparatorluğu tarihin
gördüğü en geniş sınırlara sahip olmuş, her milleti ve inancı içinde
barındırmış ve yaklaşık 600 sene süren saltanatını 20. Yüzyılın başında
kaybetmiştir. Dışta ve içte yaşadığı mücadelelerde istenen başarıların
sağlanamaması devleti çökertiyor; devletin toprakları ve gücü dağılıyordu. Son
olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile arka arkaya yenilgiler alan Osmanlı
Devleti, Doğu Trakya dışında Avrupa'daki bütün topraklarını kaybetmiş; Batılı
devletler nezdindeki saygınlığını ve gücünü kaybetmişti. Artık “hasta adam”
yakıştırması yapılan devletin çökmesi, “hastanın ölmesi” bekleniyor ve diğer
ülkeler tarafından nasıl paylaşılacağının planları yapılıyordu.
Balkan Savaşları
Çanakkale savaşının önemini
kavrayabilmek için, öncesinde yaşanan ve bir milyon Türkün ölümü veya
kaybolması ile sonuçlanan felaketin iyi bilinmesi lazımdır. Balkan Savaşının
çıkışı Koçana’da patlatılan bomba ile başladı. Burası Üsküp’te küçük bir kaza
merkeziydi. 1 Ağustos 1912 günü pazar yerinde patlayan bomba 11 kişi ölümüne
neden oldu. Osmanlı aleyhine atılan savaş naraları bütün Balkanlar’da
yankılandı. Bulgarların savaşa hazırlandığına dair istihbarata rağmen Osmanlı
hükümeti uyanmadı. 8 Ekim günü Karadağ savaş ilan edince artık çok geçti. Çünkü
10 gün içinde diğer müttefik üyeleri de resmen savaş ilan etti. İttihatçılar ve
İtilafçılar arasındaki politik savaş, ordunun bu politik çekişmenin içine
çekilmesi ve ordu komutasının ruhi zaafı nedeniyle Osmanlı orduları hezimete
uğradı. Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerlediler. Balkan toprakları tamamen
kaybedildi. Evlad-ı Fatihan denen Türkler, Savaş sırasında Sırp, Bulgar,
Arnavut, Yunan ve Ermeni çetelerinin (o zamanlar Türk ve Müslüman aynı anlama
geliyordu) katliamlarına maruz kaldı ve yaşananlar inanılmaz bir insanlık
dramına dönüştü. Amaçları Türkleri baskı, şiddet, işkence ve katliamlar yoluyla
Anadolu’ya dönmeye zorlamaktı. Nitekim Rumeli’de yaşam hakkı tanınmayan 420 bin
civarında Türk, akın akın İstanbul’a geldi. Prof. Justin McCarthy’nin Ölüm ve
Sürgün adlı eserinde verdiği bilgilere göre Balkan Savaşı’nda katliamlar sonucu
ölen Müslüman sayısı 632 bin 408 kişi idi. O günlerde yayımlanan Berliner Tagesblatt gazetesi muhabiri
“Balkanlar’da maalesef huzur sağlanamayacaktır. Katliamlar devam etmektedir ve
ölen Türkler’in sayısı 240 bine yükselmiştir. Rakamı mübalağa etmiyorum. Bir
Bulgar çobanı veya koyun hırsızı bir Sırp öldürülünce müdahale eden Avrupa,
şimdi bir defa olsun müdahale etmeyecek mi?” diye soruyordu.
Mehmet Akif Ersoy ise bu durumu
İlahi altı
yüz bin Müslüman birden boğazlandı
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!
Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Ne bikes hanümanlar işte, yangın verdiler, yandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!
diyerek tarihe kaydediyordu.
Canlarını feda eden şehitleri
anmanın, hatırlamanın ve hatırlanmalarını sağlamanın millî ve insani sorumluluk
olduğunu; bu ve benzer durumları anmanın bir insanlık borcu olduğunu düşünüyorum.
Bununla birlikte tarihin acılarını tekrar ederek hayıflanmak yerine,
yaşananlardan dersler çıkarılması ve dünya barışına olumlu katkılar
oluşturulması için çalışılması gerektiğinin de altını çizmek istiyorum. Yunus
Emre’nin deyişi ile “Biz kimseye kin
tutmayız; düşmanımız kindir bizim” der, geçeriz.
Çanakkale Savaşları
Balkan savaşlarından sonra, birinci
Kanal Seferi başarısızlıkla sonuçlanmış, Sarıkamış Harekatı faciayla bitmiş,
İngilizlerin Irak Cephesindeki istila harekatına ciddi şekilde karşı koyulamamıştı.
General Fahri BELEN’in ifadesi ile “Çanakkale Seferi, Türk Milletinin eski
kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir imparatorluk içinde
kahraman bir milletin varlığını meydana koydu”. Bu nedenle milletin kahramanlık öyküsünün
bilinmesi, anlatılması ve gelecek nesillere aktarılması gerekiyor. Söz konusu
vatan olduğunda gücünün, iradesinin ve kararlılığının çocuklarımıza ve
gençlerimize öğretilmesi bir hakkın teslimi olacaktır.
İslam dünyasını sömürmek isteyen
İngiltere bunun yolu olarak İslam dünyasının hamisi, tek özgür devleti ve
halifeliğin sahibi Osmanlı’yı işgal etmekte görmüş ve İstanbul’u işgal
etmiştir. Bunun bir proje olduğunu hafızalarımızdan çıkarmamamız gerekir. Fakat
İngiltere direk olarak kendini kurban etmemiş, Yunanlıları kurban seçmiştir.
Yunanlı Venizelos bu durumu sonradan itiraf eder. "Bizi İzmir’e çağırdılar, gittik.
Batı Anadolu’ya da geçin dediler. 17 yıl boyunca müthiş bir direnişle
karşılaştık. Oyuna getirildik ve savaştırıldık" der. Çanakkale bu ülkenin
eğitimli nüfusunun şehit olduğu yerdir ve milletimiz bugün hala bunun acısını
çekiyor. İtilaf devletleri Çanakkale Savaşı’nda “hasta adam” ilan ettikleri
Osmanlıyı yenememiştir. Bunun hafızalarımızdan silinmemesi gerekir.”
Taufkirchen'deki konuşma |
Çanakkale cephesinde 17
kilometrelik siper hattında 8.5 ay boyunca, 490 bini Osmanlı, 530 bini itilaf
orduları olmak üzere bir milyonu aşkın asker savaştı. Türklerin yanında
müttefikimiz Almanlar da vardı. Alman Mareşal Limon Von Sanders Paşa başta olmak üzere, bazı kolordu ve tümen
komutanları Almandı. 8,5 aylık muharebeler sırasında toplamı 500’e yakın Alman
subay ve eri muharebe bölgesinde görev yaptı. Bir kısmı hayatını kaybetti. Liman
Paşa’nın emriyle yapılan 19 Mayıs gecesi yapılan taarruzda bir gecede, tam 9000
Mehmetçik şehit oldu. Liman Paşa’nın anılarında da anlattığı bu bir gecelik
kayıp, ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki ve
Başkomutanlığındaki Kurtuluş Savaşı’nda bütün cephelerdeki kayıplara eşittir.
Biz, içi vatan sevgisi ile dolu
olanlar söz konusu vatan olunca “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”
deriz. Böylesine sevgiyle, saygıyla, edep ve incelikle dolu olan bir insan için
mal, mülk, mevki, para, şöhret ne ifade eder ki.
Çanakkale, Türk askerinin ruh kudretini
gösteren şayanı hayret ve tebrik misalidir. Emin olmalısınız ki bu savaşı
kazandıran söz konusu bu ruhtur” diyen Atatürk, henüz Kurmay Albaydı ve 8
Ağustos 1915 günü Anafartalar Grup Komutanlığına atanmıştı. Kara savaşlarının
en üst düzeye çıktığı bu Anafartalar Muharebeleri tam anlamıyla cesaret, fedakârlık
ve taktikle kazanılan mücadeleler olarak savaşın seyrini değiştirdi. Her bir
cephede ayrı bir destan yazıldı. Deniz
Zaferinin komutanı Cevat Paşa ve kurmay başkanı Selahattin Adil Paşa gibi nice
kahraman askerin yazdığı destan vardır. Seyit Onbaşı 18 Mart deniz savaşı
sırasında Mecidiye Tabyasında ayakta kalan tek topun ağzına sürdüğü 215 kiloluk
mermi ile Ocean gemisini vurdu. Nusret Mayın Gemisi, Nazmi Bey’in
kılavuzluğunda başarılı bir operasyon yapıyor; 26 mayını denize bırakıyordu.
Seddülbahir’deki Türk bataryaları Yahya Çavuş’un önderliğinde İngiliz
birliklerine ağır kayıplar verdirdi.
Churchill savaştan sonra 2. Dünya
Savaşında Fransa’ya çıkarma yapılması konusu tartışılırken “İngiliz tarihinin
en utanç veren yenilgisini Çanakkale’de aldık, Çeyrek milyon gencimiz yaşamını
Gelibolu’da yitirdi. Bir daha aynı hatayı yapmak istemiyorum” derken insan
hayatının önemine vurgu yapıyordu. Atatürk de yıllar sonra yaptığı bir
söyleşide “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır… Ulusun hayatı tehlikeye
girmedikçe savaş bir cinayettir” demiştir.
Sami Paşa Sezai’nin deyişi ile
“Çanakkale müdafaası üç mucize muharebesidir. Hali kurtardı; maziye hamaset ve
azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.”
Atatürk de savaştan sonra “Bu
memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni
Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur
ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır.
Onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız
olmuşlardır” diye mesaj vermiştir.
Türk Milleti, Çanakkale
cephelerinde kazandığı moral ile Kurtuluş Savaşına giriyordu ve 1683 yılında
IV. Mehmet’in döneminde gerçekleşen II. Viyana bozgunu, Sakarya Savaşında
kazanılan başarı ile tersine döndürülecek ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti
kurulacaktı. Osmanlının yerine bu kurulan yeni devlet, Osmanlı’dan geriye kalan
borçlarından payına düşen kısmı 5 Mayıs 1954 yılına kadar taksitler halinde ödemiştir.
Kurtuluş Savaşı ve Mehmet Akif Ersoy
Kurtuluş Savaşının başladığı ilk
günlerden itibaren gazete yazılarıyla, vaazlarıyla, hutbeleri ve şiirleriyle
halkın mücadele bilincine ulaşması için elinden geleni yapan Mehmet Akif Ersoy
(20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936),
İstanbul’da durmamış ve Anadolu’yu belde belde, köy köy dolaşarak bu
mücadelenin sadece Türk milletinin mücadelesi olmadığını, savaşın kaybedilmesi
durumunda İslam’ın da son kalesinin elden gideceğini anlatmıştır. Halkın
bilinçlenmesinde faaliyetleriyle büyük emek sarf eden Akif, 1920’de Büyük
Millet Meclisi’ne Burdur Milletvekili olarak girmiş ve mücadelenin ruhunu,
gerçek mahiyetini bu defa da halkın temsilcilerine anlatmaya çalışmıştır.
Mehmet Akif Ersoy, Ankara’daki
günlerini Taceddin Dergahı’nda geçirirken Genelkurmay Başkanlığı’nın isteği
üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı 7 Kasım 1920’de gazetelere verdiği bir ilanla
“İstiklâl Marşı için müsabaka açıldığını, güfte ve beste için 500’er lira
mükâfat konulduğunu bildirdi. Yarışmaya 724 şiir gelmiş; fakat bunlar
arasından, kurtuluş savaşının havasını yansıtan bir şiir çıkmamıştır.
Büyük şair Mehmet Akif Ersoy’un müsabakaya katılmaması Maarif Vekili
Hamdullah Suphi’nin dikkatini çekmişti. Dostlarından sorulduğunda anlaşıldı ki,
Akif’in katılmamasının gerekçesi sonunda para ödülü olması dolayısıylaydı.
Pürüz hemen halledildi, para bir hayır kurumuna bağışlanabilecekti. Akif “Müsabaka
oldu, ben de katılmadım. Şimdi nasıl olacak?” diye itiraz etmesine rağmen,
Milli Eğitim Bakanı’nın ve arkadaşlarının ricasıyla ikna edildi.
Bunun üzerine zafere en fazla
inanmış ve bu inancı her fırsatta dile getirmiş olan Akif, İstiklâl Marşı
mücadelesini abideleştiren şiiri yazmaya başladı. İman ve ümit Akif’e marşı
yazmaya iten iki temel güçtür. Taceddin Dergâhında bir gece yarısı yaşadığı his
yoğunluğu esnasında, rivayetlere göre bir kalem aramış, bulamayınca da eline
geçirdiği bir çiviyle bağımsızlık heyecanının doruk noktasına çıktığı
mısraları, hemen kaydetmek telaşıyla duvara kazımıştır:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”
Mehmet Akif
Ersoy ilk mısrayı yazdıran duyguyu Eşref Edip’e şöyle anlatmıştır; “Boş odaya
girdiğimde benim bugünkü sıkışıklığımda bir Müslüman daha yaşadı mı diye
düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken Peygamber
Efendimizin Mekke’den Medine’ye yanında sadece Hz. Ebubekir ile Hicret’ini
hatırladım. Ebu Cehil’in yanında binlerce insan vardı. Mağaraya sığındıklarında
Ebubekir’in endişelendiğini fark edince “Korkma Ebubekir. Allah bizimledir.”
deyişini hatırladığım zaman Peygamberimizin daha büyük bir zorlukta teslim
olmayışı aklıma geldi ve böylece ilk mısrayı yazdım.”
Her milletin
bir ulusal marşı, Türklerin ise İstiklal Marşı vardır. İstiklal Marşı, tam
da Yûnus Emre’nin “Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası?” deyişine uygun
olarak, Kurtuluş Savaşının yaşandığı bir süreç içinde yazılmıştır. Marşla ilgili Meclis’te yapılan görüşmelerde
kabul edilmesi üzerine, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi tarafından arka
arkaya 3 kere okunup vekillerce ayakta gözyaşlarıyla dinlenmesi de bu ruh
halini yansıtan güzel bir anı olarak değerlendirilmelidir.
İstiklal Marşı’nın değerlendirilmesi
sırasında, 17 yıl süren Çanakkale savaşı ve ardından devam eden savaşlar
nedeniyle halkta meydana gelen yokluğu ve yoksulluğun yanı sıra ruhi yorgunluğun
yarattığı psikolojiyi unutmamak gerekir. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı'nın yazarı
Mehmet Akif Ersoy’un eserinde açıkça görülmektedir. Türk ordusuna ithaf edilmiş
olan İstiklâl Marşı, milletimizin o
dönemki ruh halinin tercümanı olup, bu nedenle “ulusal/milli marş” değil;
istiklal marşı olarak anılmaktadır.
Akif’in yarışmaya katılması ve ödül
Mehmet Akif Ersoy |
Marşın bestelenmesi konusu
1924 yılında bu şiirin
bestelenmesi için bir yarışma düzenlenmiş ve Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi kabul
edilerek 1930 yılına kadar bu beste ile okunmuştur. O yıldan sonra ise Osman
Zeki Üngör'ün yaptığı ve günümüzde kullanılan besteye dönüş yapılmıştır.
Bitirirken
Tarih, yalnız bir övünç kaynağı
değil, aynı zamanda kitleleri seferber edecek, ona yeni bir milli kimlik
kazandıracak bir araçtır. Tarihin kullanımı, büyük insanların erdemidir.
Kahramanların önemini, erdemini anlatırken, aynı zamanda yeniden başarmak için
bir örnek oluşturur; milli hafızayı tazeler. İnsanlar, şanlı tarih kutsamasıyla
yaklaşan bir mantığın esiri olmadan, tarihin aynasına bakarak dersler çıkarır
ve esir olduğu kaderin prangasından kurtuluşun yollarını arar.
Biz,
yeryüzünde her şeyin fâni olduğuna inanırız. Her yerde DOST’u gören için ne
yâr, ne ağyar vardır. Yunus bu gerçeği, “Bir çeşmeden akan su acı
tatlı olmaya” derken ne güzel, ne sade bir şekilde anlatmış. Ârif
olan her nereye nazar etse, HAK’kı görür. HAK’kı söyler.
Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün
Karacaoğlan
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün
Karacaoğlan
Not:
18 Mart 2018 Pazar Günü saat 13:00’te Münih Mehmet Akif Ersoy Camisinde ve 25.03.2018 tarihinde Taufkirchen'de DITIB - Türkisch Islamische Gemeinde zu Taufkirchen e. V. tarafından düzenlenen program kapsamında yapılan konuşma metnidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder