Etrafımıza şöyle bir baktığımızda ışıltılı hayatları, göz kamaştıran parlak bir dünyayı görüyoruz; sosyal medya hesaplarında herkes kusursuz bir dünya paylaşımı yapıp duruyor. Metaverse diye tabir edilen sanal ve artırılmış gerçeklikle özellikle medyanın desteklediği yanılsama evreninin bu resmin oluşmasında önemli etkisi olduğunu düşünüyorum.
Bu yazımda bizi çepeçevre kuşatan
bu sanal, varsayımsal hayatın gerçek yönünü aktarmaya, farklı bakış açıları
sunmaya çalışacağım. Herkes ışıktan, aydınlıktan hayata ve insana dair parlak
sözlerden bahsederken, insanlığın büyük bir yanılgının yahut yanılsamanın
içinde kaybolup olup gittiğini göstermeye çalışacağım. Ben insanın bittiği
yerde hayatın da bitip çöle döneceğine inanırım. Dolayısı ile birilerinin çıkıp
bazı gerçekleri sanal gerçekliğe kapılanların dilinden değil, güneşin
aydınlığında yok olan gölgenin dilinden anlatması gerekiyor. Karanlığın içinde aydınlığı
gören birilerinin hayata ve insana dair yaşananları yani gölgelerde kalan gerçekleri
anlatması, toplumda karanlığa ışık tutması gerekir. Aydın olmanın gereği de
halkın hayatını, geleceğini ince ve hassas bir sorumlulukla yazıya dökmektir.
Bizim çocukluğumuzda günlük
hayatın gailesine kapılmış büyüklerimiz akşam evlerine bir ekmek, iki lokma
yiyecekle dönebiliyorlarsa kendilerini mutlu görüyorlardı. İlk gençliğimizde önce
daktilo ile sonraları bilgisayarda bir iki satır yazı yazmak teknolojik bir
başarı sayılırken, bugünün gençliği hayatı çok farklı yaşıyor. Onların
penceresinden görünen dünya ile yaşadıkları hayatın gerçekleri birebir
örtüşmese de onlar, hayatı dört duvar arasında metaverse yani evren ötesinde
algılıyorlar. Bu algıya göre yaşamak sanki yeni dünyanın keşfinden sonra ortaya
çıkan altın avcılarının peşine düştüğü değerli bir madene dönüştü. Sanal
gerçeklik sokaktaki hayatla örtüşmese de sürekli değişimin ve dönüşümün habercisi
gibi. Asırlar öncesinden Egeli Heraklit’in dediği gibi; “Değişmeyen tek şey,
değişimin kendisidir”. Her şey öyle hızlı değişiyor ki değişimin hızına
yetişmek neredeyse imkânsız hale geldi.
Gençler artık arkadaşları ile birbirlerinden
uzak yaşadıkları şehirlerde kurdukları sanal evrende, metaverse dünyada buluşmaya,
oyun oynamaya, aileleri ile selamlaşmaya, yeni durumlar ve olgular hakkında
bilgi edinmeye, alış veriş yapmaya o kadar alıştılar ki bilgisayar ve
telefonlarla ilgili deneyimleri her yeni zaman dilimi içinde yeni açılımlara
uğruyor. Aşklar ve sevdalar bile artık sanal alemde yaşanıyor.
Akademisyenler artırılmış
gerçeklik (AR = Augemented Reality) alanında teknolojinin nimetlerinden
yararlanarak metaverse alanına geçiyor ve sanal gerçeklik (virtual reality)
alanında yeni deneyimler kazanıyor, yeni açılımlar sağlıyorlar. Bu hızlı değişime
ayak uydurabilenler, çalışmaları ile yüksek puan ve akademik teşvik alıyor
yayın dünyasında çeyrek çeyrek sınıf atlıyorlar; duruma ayak uyduramayanlar da
sistemin dışına itiliyor, kendilerine bilimsel bilgi pazarının dışında yeni
uğraş alanları açıyorlar. Koronavirüs
salgını döneminde başladıkları ve artık karışık (mixed) yaptıkları dersin
kontrolünü veya kanıtını katılım kanıtı protokolü (POAP- Proof of Attendance
Protocol) üzerinden belgelendiriyorlar.
Bilişim teknolojileri hayatın her
aşamasına yön veriyor; vatandaşın nüfusta, tapuda bir iş yapabilmek için “Abi,
benim şu işim vardı…” diye çıkıp gitmesinin neredeyse mümkün olmadığını
gözlüyoruz. Resmi dairelerde internet üzerinden randevu almayanlara işlem
yapılmadığı bir dönem yaşıyoruz. Mal alım satımı da buna dâhil. Sanal
mülklerin, malların ve kimliklerin sahipliğini korumak için teknolojik
altyapıya sahip olmak yetmiyor, aksine bu altyapıyı kullanacak insan kaynağının
da göz önüne alınması gerekiyor. Bu bilişim ortamında bir zamanlar alfabenin
harfleri ile tanımlanmayan deneyimli kuşağın temsilcilerinin internet üzerinden
doktor randevusu almakta zorlanacağını da söylemeye gerek yok sanırım.
Teknolojinin sunduğu bu hızlı
değişim içinde akıllı telefonları elinden düşürmemesine rağmen, toplumsal
değişime ayak uyduramayanlar da var. Teknolojiyi doğru ve yerinde kullanmak
yerine onun esaretine kapılan, onları hayatlarının merkezine oturtup, metaverse
dünyada perde arkasında yaşanan onlarca rezalete, kurulan çarpık ilişkilere
tanık oluyoruz. Bu ilişkiler televizyonların gündüz kuşağı programlarında “arkası
yarın” kuşağı gibi bütün mahremiyet perdesi kaldırılarak aktarılıyor. Eskilerin
deyimi ile ele güne rezil olanların öyküleri, aile içi kavgaları bütün
Türkiye’ye dalga dalga yayılıyor. Toplum o hale gelmiş ki adeta porno filmde oynayıp
çamaşırını çıkarmadığını, eskort olarak çalışıp bekâretini koruduğunu
anlatanların alelade öyküleriyle oyalanıyor. İnsanlara görsel medya üzerinden
verilen subliminal mesajlar, masum görünse de içinde birden fazla örtülü
mesajları içeriyor; bu özelliğiyle de kişileri hayatın gerçeklerinden koparıp
acımasız bir yarışın içine sokuyor. Tıpkı olimpiyat oyunlarındaki gibi herkes
her şey için “daha fazla, daha hızlı, daha güçlü” olanı istemeye başlıyor ve modern
(?) yaşam tarzlarının gerektirdiği ekonomik birikime ulaşmak, toplumsal ve
ekonomik sınıf atlamak için izlenen her yol mubah görülmeye başlanıyor. İnsanlar
toplumsal ve sosyal hayatın birbiriyle çelişkili değer yargılarına tutsak olmuş,
hayatlarını layüsel bir şekilde kazanıyor-muş gibi davranıyorlar. Oysa Prof.
Dr. Bengi Başer’in twitter paylaşımındaki benzetmesi ile her geçen gün “Ahlaksızlıkta
çıta yükseliyor” .
İnsanlar Milan Kundera'nın
1982'de yazdığı “var olmanın dayanılmaz hafifliği” adlı romanında anlattığı
gibi yaşıyor; yaşanan bütün olumsuzlukları mahalle baskısı veya dayanışması ile
örtüyor; durup dinlenmeden bir devinim içindeyken, tıpkı bisiklet sürücüsünün durup
biraz dinlenmeyi düşündüğü anda yerle bir olduğu gibi, türlü dertlerle, iniş ve
çıkışlarla alt üst olmuş hayatlarına devam ediyorlar. Kimileri “Huzur mezarda”
kimileri “Huzur İslamda” diye kendini avutmaya çalışa dursun, aslında huzur ne
orada ne burada. Belki de hiçbir yerde. Din adamlarına kalsa yeryüzündeki bu
hayat geçici misafirlik, dünya da bir misafirhane; insanlığın esas ve en büyük sınavı
mezardaki sorgu sual ile başlıyor. Dünyada anlatılanlar, sinema salonlarında
gösterilen gelecek filmlerin öngösterimi olan filmlerin senaryosu gibi…
Güzel ülkemin insanları bir
mutlu, bir mutsuz; aşkta, siyasette, günlük olağan hayatın akışında neyi tercih
edeceğini kestiremiyor, hangi güçlüğün üstesinden nasıl geleceğinin yollarını
arıyor. Hayatın ağırlığı ile hafifliği
arasında iki ayrı dünyada, ikilemde yaşıyor. Kimsenin kimseye güveni kalmamış.
Hemen herkes ötekinin gözünde hırsız, dolandırıcı ve bilmem ne. Toplumun her
kesiminde bir ikilem yaşanıyor; insanlar ihaneti mi sadakati mi seçecek, yoksa
hayatın yükü altında kendilerine biçilen rolü oynamaya devam mı edecek, belli
değil. Her geçen gün kendi benliğimizi, özümüzü, somut olmayan kültürel
mirasımızı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Temiz ve ahlaklı bir
nesil yetiştirmek amaç ediniliyorsa da bu nesli yetiştirecek olanlar,
çektikleri videolarla sosyal medya platformlarında popüler olmanın peşinde,
eski eğitimciler ise ortada yok. Akşamdan sabaha öğretim programları, öğretmen
değişiyor. Eğitimi öğretmenler değil de veliler ile sendikalar şekillendirmeye gayret
ediyor. Devletin öngördüğü milli eğitim politikalarının sürdürülebilir,
kuşaktan kuşağa aktarılabilir olması hali yerini tercihlerin, vaz geçişlerin,
geçmişle gelecek arasındaki bocalamaların karalama defterine bırakmış.
Siyasetçiler yaklaşan seçimlere yönelik
bloklar oluşturmuşlar, televizyon kanallarında her şeyi bilen, ama tam olarak neyi
bildiğini bilmeyen, her iki sözün arasında bir yerlere mesajlar gönderen konuşmacılar
aylardan beri bağımsız birer tartışmacı edasında kanaat önderi gibi hareket
ediyor, vatandaşı heyecanlandırıyor, kışkırtıyor, özgür karar vermelerinin
önünü kapatacak bir kesinlikle ön plana çıkmaya çalışıyorlar. Oysa memlekette
kimi seçeceğimizden ziyade geleceği kime emanet edeceğimiz, çocuklarımızı nasıl
yetiştireceğimiz konuşulmalı, sorunlar yerine çözüm önerilerine odaklanmak daha
makul bir çözüm olmalı.
Orta ve üzeri yaştakiler de
sevgisizlik ve saygısızlıktan yana dertliler. Kimsenin kimseye tahammülü, eyvallahı
yok, sınırlar iyice zorlanmış, sabır eşiği düşmüş. Birine selam verince
karşılık almak şöyle dursun, “Bir şey mi istedin?” der gibi bakıyorlar.
İnsanoğlu seçimler,
kararsızlıklar, ikilemler gibi konularda hayatını adeta bir sokak köpeği gibi,
köpeği de kendisiymiş gibi ötekileştirip anlatırken; kendini kalabalıklar
içinde yalnız hissediyor, yalnızlığı da adeta gündüzken geceye dönen hayatını
da akşamın alacakaranlığında dertleriyle baş başa kalmış anılarıyla, gelecekten
umudu kesmiş, kararsızlıklar içinde bocalıyor. Hayata ve insana dair umudu da hüznü
de herkes kendi iç dünyasında yaşıyor. Albert Camus’nün Düşüş romanında söylediği
gibi “Gözü daha yükseklerde bir yerde olan herkes günün birinde gözünün
kararabileceğini de düşünmelidir. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki
boşluğun sesi, düşme arzusudur. Bu arzunun karşısında dehşete kapılır,
kendimizi korumaya çalışırız.” O nedenle kendi dünyamızda oluşturduğumuz sanal alemden
bir an önce çıkmaya bakalım, bir an önce özümüzü, sözümüzü korumaya bakmanın
yollarını arayalım. Güzel ülkemde hırs ve ihtiraslara mola vermenin gecikmiş
zilleri çoktan çalmaya başlamış. Kulak verelim.
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Ocak 2023 sayısı için hazırlanmış, gazete baskısının yanı sıra YouTube üzerinden sesli makale olarak da yayımlanmıştır.