Bu yazıyı deprem bölgesinden
yazıyorum. Oturduğum sandalye ara ara sarsılıyor, bunu hissediyorum.
Türkiye bugünlerde yüzyılın en
büyük depremlerinden biriyle sarsıldı. Acıların hesabı yapılmıyor. Uzaklardan
bir yerlerden “Acınızı paylaşıyorum” demekle o acıyı bizzat yaşamak çok farklı.
Devlet millet birlikte yaralarını sarmaya çalışıyor.
İnsanların muvazenesi bozulmuş;
ortalıkta çaresizlik ve panik duygusu hâkim. Kimi vatandaşlar ne yaptığını
bilemez halde, ortamı algılayamıyor, duygularını kontrol edemiyor. Devlet her yere yetişmeye çalışıyor. Dünyanın
dört bir yanından Türkiye’ye yardım etmek için geliyorlar.
Her hafta üç beş kere karşı
karşıya geldiğimiz, üçüncü tarafların, “Bunlar her an savaşa tutuşacak” diye
söylediği Yunanistan bile Türk insanının yardımına koştu. Gönderdiği ekip,
bizimkilerle enkaz kaldırıp insanların hayatını kurtarmaya çalışıyor. İnsanın
iyisi sınava çekilince belli olurmuş derler…
Afetle ilgili olarak inanılması güç
durumlara tanık oluyoruz. Bazıları sosyal medyada insanların acıları ile eğleniyor...
Kimi esnaf can derdinde, dükkânını kapatmış, kimi insan görünümündeki yaratıklar
da sahipsiz gördükleri bu dükkânları, yahut depremzedelere yardım getiren
araçları yağmalama peşinde…
Kimileri de hangi kesimden olursa
olsun, bu zor zamanda vatandaşın çaresizliğini siyasi polemik konusu
yapabiliyor. Gün eksikleri gidermek için birlikte çalışmayı gerektiriyor,
eksiklerimizi veya hatalarımızı bilahare tartışırız, o ayrı bir konu…
Olumsuz örnekleri gördükçe “Biz
hangi ara böyle olduk, nerde yanlış yaptık?” diye sormadan edemiyorum.
Aslına bakarsanız; herkes doğruyu
yanlışı biliyor, lakin doğruyu söylemek kimsenin işine gelmiyor. “Birimize bak,
hepimizi görürsün” misali durumlar yaşanıyor. An geliyor, “memlekette tuz
kokmuş” diyesi geliyor insanın, an geliyor, geleceğe yönelik umutlarımız
yeniden yeşeriyor.
Kemal Sayar Hoca’nın bir mülakatında
söylediği gibi; “Hayatta hiçbir şeyin kontrolümüzde olmadığının ayırdında
olmamız lazım. İnsanlar kendini emniyette hissederken, tek bir değişkenin bir
anda her şeyi değiştirdiği görüyoruz.” Dağ gibi adamların, orta yerde “Bu
dünyanın efendisi benim” edası ile dolaşanların bir anda sıfırı tükettiğini
veya ebedi âleme irtihal ettiğini duyunca şaşırıyoruz. Oysa ölüm her bir fani
için kaçınılmaz son; bunu unutuyoruz. Dünya malı için insanlığımızı unutuyor;
insanlığımızdan utanır hale geliyoruz.
Bir arkadaşım, deprem olduğu
gecenin sabahında ilahi kudretin tecellisi ile sahip olduğu evi ile önüne park
ettiği son model otomobilinin gün ağardığında hurda ve moloz yığınından ibaret
olduğunu görüyor. Çocukları ile birlikte büyük bir korku ve panik halinde
sığındığı küçük bağ evinde yaktığı ateşin etrafında toplanmış, hayatta
kalabildiklerine şükrediyordu. O an ne evin, ne de otomobilin hesabı
yapılıyordu. Etrafta insanlar enkazların etrafında dolanıyor, moloz altında
kalan canlardan bir ümit haber bekliyordu.
İnsanlar demirinin, betonunun,
inşaat kalitesinin nasıl olduğunu sorgulamak yerine duvardaki seramiğin veya boyanın,
yer döşemesinin rengini ve bunlara sahip olmanın kendilerine sağladığı
ayrıcalıkla, toplum içinde statü kazanmanın hesabını yapıyorken, proje
mühendisini, zemin etüdü yapan jeoloji mühendisini, yapı denetim işini üstlenen
ama inşaata uğramayan görevliyi sorgulamamış. Bugün inşaatı yapan müteahhidin
malzemeden ne kadar “çaldığı” konusunda yorum yapıyorlar… Gün acıları tazeleme
günü olmasa da bunlara bir kalemde geçiniz demek gerekiyor. İnsanın canı
önemli, canımızdan can giderken, bazıları hala prestij peşinde…
Bir elinizin işaret parmağı ile
birini gösterirken, diğer üç parmak elin sahibini gösterir. Toplum o hale geldi
ki adeta “Kendi gözündeki merteği görmez, elin gözündeki çöpü görür” oldu. Herkes
diğerini eleştiriyor. Zor zamanları
fırsata çevirenler de "Dünya bir yağlı kuyruktur, aşk olsun yiyene."
diyor.
HaberTürk TV muhabiri Mehmet Akif Ersoy “Taksiye biniyorum.” diyor ve mealen şunları anlatıyor: Aracına
bindiğim bir taksici bilmem kimin ne kadar yolsuzluk yaptığını ve şu kadar para
kaçırdığını vs. anlatıyor... Mehmet Akif dönüp taksi şoförüne “Sen hiç bir turisti
bir yerden bir başka yere götürürken taksimetrenin ayarı ile oynuyor musun?”
diye soruyor. Taksici “Abi biz ekmek paramızın derdindeyiz, o da bizim üç kuruş
avantamız olsun.” şeklinde cevap veriyor. Anlaşılan o ki taksici de gücü
nispetinde çalıyor. Taksici beş lira çalabilirken, bir başkası beş milyon
çalabiliyor. Toplumda herkes gücü nispetinde çalıyor. Herkes diğerine gücü
nispetinde zulmediyor. Bu durumda az çalan, çok çalana karşı daha çok
çalamadığı için daha iyi değil ki... Kötü her yerde kötü; ahlaksız her yerde
ahlaksız.
Ülkenin sorunu ahlaklı birey yetiştirmekten
geçiyor. Bir kişinin bir lira çalması ile bin lira çalması arasında bir fark
yok. Bir kişinin öğrencilik yıllarında sınıfını hangi dersten nasıl kopya
çekerek geçtiğini bilmem kaç yaşında dahi ballandıra ballandıra anlatmasını
keyifle dinleyen bir toplumdan daha beklenir ki… “Bre utanmaz, yaptığın
ahlaksızlığı mı anlatıyorsun!” demek yerine, kopya çekerek aldattıklarını
düşündükleri öğretmeni yeren bir ahlak anlayışından çıkan sonuç bu… Yetersiz
teknik personel, yetersiz müteahhit ve daha neler.
Yaşadığımız bu afette gördük ki
bu ülkenin gençleri ortaya koyduğu performansla geleceğimizin aydınlık olduğunu
gösteriyor. Her biriyle gurur duyuyoruz. Yaralarımızı birlikte saracağız.
Efsane ve mitlerle değil; aklın ve bilimin yol gösterici aydınlığında kendimizi
ve ülkemizi geleceğe hazırlayacağız.
Biliyoruz ki değişmeyen tek şey,
değişimin kendisidir ve biz istemesek de değişiyoruz, her şeye rağmen
gelişiyoruz.
Not: Bu yazı Haber Avrupa Journal
Gazetesinin Şubat 2023 sayısında yayımlanmıştır. Yazıya http://avrupa.at/herkes-guecue-kadar-zulmeder/
adresinden erişilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder