28 Aralık 2013 Cumartesi

Hıristiyan kültürüne ait bayramlar

Hıristiyanlık İsa merkezli bir din olarak bilinmekte ve bu dinin inanç, ibadet ve ahlakî öğretilerinin tamamı İsa'nın kimlik ve kişiliği etrafında odaklandığı bilinmektedir. Bu çerçevede, onun hayatı ve söylemleri, Hıristiyanlıktaki tüm inanç, ibadet, tören ve kutlamaların temelini oluşturmaktadır[1]. Dini çalışma karakteristiği taşımayan bu yazımda, Nasıralı İsa Mesih'i ve Hıristiyan kültürüne ilişkin özel günleri, eğitimini aldığım uzmanlık alanım ve bu alanla ilgili kültürler arası ileşitim bağlamında tanıtmaya çalışacağım. Aynı inancı paylaşmadığım arkadaşlarımdan, bu yazıda ortaya çıkacak eksiklik veya hatalardan dolayı peşinen özür diliyor; takipçilerime de iyi okumalar diliyorum.

Nasıralı İsa Mesih
Türkçede kullanılan İsa adı köken olarak Arapça olup Kur'an-ı Kerim’de de (عيسي) İsa veya İsa Mesih olarak geçer. Anadolu'da sözcüğün "Ese" ve "Esi" biçiminde kullanıldığı da görülür[2].

İsa Peygamberin doğum ve ölüm tarihlerine ilişkin olarak farklı görüşler öne sürülmektedir. Memleketine atfen, Nasıralı İsa olarak adlandırılır. Beytüllahim’de bir ahırda doğduğu doğru olmadığı; buna karşın Nasıra’da doğduğu daha kesin bir bilgi olarak verilir.

Onu yaşadığı dönemde Celile'de (Galiläa) ve Yahudiye (Judäa) dışında tanıyan olmadı. Bununla birlikte ölüleri dirilten, Tanrının ilahi buyruğunu ileten Nasıralı İsa, dünya tarihini oldukça etkileyen bir isim oldu. Ardında yazılı bir kelime bile bırakmamış olmasına karşın, yüzlerce yıl sonra doğumu, peygamberliği ve ölümü –sözün gelişi yeniden doğuşu- hakkında ilgili sayısız doküman ortaya çıktı. Kimi araştırmacılar İsa’nın Nasıra şehrinde yaşayıp yaşamadığı konusunda araştırma yapmaktadır.

Humboldt Üniversitesi teoloji fakültesinde görevli ilahiyatçı Jens Schröter, yaptığı çalışmalarda değişik İncil kaynaklarında oldukça ayrıntılı bilgi verildiğini; din dışı kaynaklarda da örneğin Hıristiyan olmayan Musevi asıllı Flavius Josephus veya Romalı Tacitus ayrı ayrı yazdıklarını tespit etmiş... Belgelerde, İsa’nın yaşadığına ilişkin tartışmalı arkeolojik bulgulara rastlanmıyor, bununla birlikte, şüphe etmeyi gerektirecek bir durum da bulunmuyor. İsa Mesih muhtemelen MÖ 4. yılda dünyaya gelmiş. İsa’nın suretinin neye benzediği tam olarak bilinmiyor. Konuya ilişkin anlatılanların efasaneden öte gitmediği söyleniyor.[3] İsa’nın çocukluğu ile ilgili olarak da pek fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Yalnız, Lukas İncilinde anlatılan 12 yaşındaki çocuk öyküsünün söylenceden öte gitmediği biliniyor. Bunun yanı sıra kendinde küçük kız kardeşlerinin olabileceği sadece İncil’de değil, Paulus’un mektuplarında ve Yeni ahitte yer belirtiliyor. Belli bir eğitim aldığı, okuma yazma bildiği ve muhtemelen yaşadığı Celile (Galiläa) bölgesinde konuşulan Aramca konuştuğu sanılıyor.

Meslek olarak da ailesinin yaptığı işi yaptığı düşünülüyor. O dönemdeki Filistin topraklarında kendisi de Yusuf gibi “tekton” olmuş ve inşaat ustasıydı; kimi geleneksel Hıristiyan kaynaklarında belirtildiği gibi marangoz değildi. Orta sınıf bir aileye mensuptu.

Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de Romalılardan Tiberius döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini bildirdi. Yahudileri önce Celile'de sonra Kudüs'te hak dine davet etti. Memleketi Celile'de Genaseret gölü kıyısında ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. isa daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikayet ettiler[4]. Görüşleri, tebliğ hareketi Romalıların türlü yasak ve baskıları nedeniyle yayılma fırsatı bulamadı.

30 yaşında Kudüslü din adamları ve Yahudi ileri gelenleri ile ters düştü. Tutuklandı ve yargılandı. Başrahip Kaiphas tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. İsa, Romalı işgalcilerden korunmak için Pontius Pilatus’a götürüldüyse de sonuç değişmedi. Pilatus, onu suçsuz buldu ve serbest bırakılmasını denediyse de Musevi din adamları onun halkın selameti için öldürülmesi gerektiğinde ısrar ettiler. Romalı yöneticilerin gazabına uğramaktansa, İsa’nın feda edilmesini tercih ettiler.

Romalı askerler, İsa peygamberi çapraz haça bağlı olarak infaz yerine getirdiler; elbiselerini soydular ve orada infaz ettiler. Markus, Matthäus ve Lukas’a göre haça çivilendiği konusunda bir bilgi yer almıyor. Sadece Johannes çivi yaralarından söz eder ki bu bilgi eski ahitte yer almaktadır. İsa Mesih’in el ve ayaklarından bağlandığı, muhtemelen cellatların Romalıların o dönem uyguladığı infaz şekli uyarınca haça sabitlendiği söylenebilir. Günümüzde Kudüs’e hac için gidenler tarafından ifazın gerçekleştirildiğine inanılan “Via Dolorosa”’ ziyaret ediliyor. Wuppertal Üniversitesi öğretim üyelerinden Dieter Vieweger, infazın aslında daha farklı olduğunu, İsa’nın yerine yanlışlıkla Antonia tutuklanıp infaz edilmiş olabileceğini anlatır. Konu, Kur'an-i Kerîm'de ise şöyle anlatılmaktadır: "Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı" (Nisa, 4/156).

Hıristiyanlık inancına göre kutlanan bayram ve etkinlikler
Aralık ayı, Hıristiyan âlemi için önemli bir ay olarak dikkati çekiyor. Bu ay içinde Nikola Günü (6 Aralık), Meryem Ana Günü (8 Aralık), Advent dönemi (2., 3. ve 4. Pazar), Noel Gecesi (24 Aralık), İsa’nın doğum günü ve Noel Bayramı’nın birinci günü (25 Aralık), Stefan Günü (Noel bayramının 2. Günü) ve sosyal bir aksiyon veya halk gecesi olan yılbaşı gecesi (31 Aralık Silvester) kutlanır. Aşağıda konuyla ilgili olarak derlenen notlar yer almaktadır.

Noel Bayramı ve 24 Aralık ilişkisi
Bir Katolik ansiklopedisi şunu kabul ediyor: “Mesih’in doğum tarihi bilinmiyor. Bu konuda İnciller ay ve gün belirtmiyor. . . . . H. Usener tarafından ileri sürülen . . . . ve günümüzde çoğu bilgin tarafından kabul edilen varsayıma göre, Mesih’in doğumuna kış gündönümünün tarihi (Jülyen takviminde 25 Aralık, Mısır takviminde 6 Ocak) verilmiştir; çünkü o gün güneş kuzey yarıküre göğüne doğru kaymaya başladığından, Mitra’ya tapınan putperestler, yenilmez güneşin doğum gününü (dies natalis Solis Invicti) kutlarlardı. Aurelianus 25 Aralık 274’te, güneş tanrısını imparatorluğun başlıca koruyucusu olarak ilan etti ve ona Campus Martius’ta bir tapınak adadı. Noel, güneş tapınmasının Roma’da çok güçlü olduğu bir zamanda şekillenmeye başladı” (The New Catholic Encylopedia, 1967, Cilt III, s. 656)[5].

Noel bayramı üç gün devam eder. 24 Aralık, “Kutsal Akşam”, İsa Peygamberin doğum tarihi olan birinci Noel günü (25.12.) ve ikinci Noel günü (26.12.). 24 Aralık akşamı Hristiyan Alman aileler birbirlerine karşılıklı olarak hediye sunarlar. Hediye dağıtılması esnasında Noel ağacının mumları yakılır. Noel şarkıları söylenir. Çocuklara hediyelerin Noel Baba (Weihnachtsmann) veya İsa Peygamberi çocuk olarak gösteren tasvirler (Christkind) tarafından getirildiği anlatılır. Bazı aileler hediyeleri dağıtması için Noel Baba kostümlü bir öğrenci tutarlar. Birinci ve ikinci tatil günlerinde çoğu insanlar bayram ayinlerine katılırlar. 25 ve 26 Aralık dini tatil günleridir. Bugün popüler Noel Baba imajı, karikatürist Thomas Nast'ın 1863 yılında Harper's Weekly dergisinde yayınlanan çizimine dayanır.

Noel ağacı
Bizde yılbaşı öncesi süslenen Noel ağacı, dünyada ciddi bir ticaret aracı olmuş durumda. Almanya Federal Cumhuriyeti’nde 2006 yılında 28 Milyon Noel ağacı için 616 Milyon Avro tutarında harcama yapılmış. Bu ağaç başına 22.00 Avro harcama anlamına geliyormuş[6]. Bu ağaçların yetiştirilmesi için 40.000 hektar alan gerekiyormuş. Bazı ülkeler için ciddi bir ihracat kalemini oluşturuyor. Kimi ülkelerde doğal ağaç yerine yapay, sentetik veya metal malzeme kullanılıyor.

Günümüzde cam, seramik gibi küreler ve Nikolaus figürü ile süslenen Noel ağacının tepesine bir yıldız, melek vb koyulur.

Noel ağacının tarihi, değişik kültürlerde farklı şekillerde açıklanmaktadır. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ,
Noel ağacı süsleme geleneğinin Türklerin tek tanrılı dine geçmelerinden önce Orta Asya'da kutladıkları "yeniden doğuş" bayramından kaldığını, burada yetişen Akçam süsleme geleneğinin Batıya geçtiğini ve bu inancın günümüzdeki izlerinin "hayat ağacı" olarak görüldüğünü belirtir. Kimi yorumcular bu geleneğin Sümerlere kadar geri götürülebileceğini söyler.

Eski Romalıların evlerini güney bölgelerde defne ağacı, kuzeyde ise çam ağacı ile süslediği söylenir. Bundan amaç, kötü ruhların evden uzak tutulması olmasının yanı sıra, yeşil rengin umudun sembolü olması ve ilkbaharın yeniden gelmesi için davetiye olarak değerlendirilebilir. Ortaçağda ise düzenlenen eğlencelerde ise ağaçların tamamen süslendiği görülür. Kiliseler cenneti sembolize eden süslemeler yapar. Âdem ile Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan yasak elmanın bilgi ağacının meyvesi olduğu ve insanlığın tanrının inayetiyle bu günahtan arınmasının anısına yapılan elma figürlü süslemeler, bu durumu hatırlatır. 19. Yüzyılda Kuzey Almanya’da zamanla elma figürünün yanı sıra Âdem ile Havva figürü, ahşaptan yontulan yılan veya değişik formlarda pişirilen kurabiyeler kullanılmaya başlandı. Bununla ilgili ilk yazılı belgeler 1419 yılına dayanmaktadır[7]. Zamanla 18. Yüzyılın ilk yarısından itibaren Almanca konuşulan coğrafyaya yayılmaya başlanan bu adet, 19. Yüzyıldan itibaren daha popüler olarak kullanılmaya başlanmış. Örneğin 1814 yılında Musevi asıllı Berlinli bir iş kadını Viyana’nın ilk Noel Ağacını süslemiş. Bu gelenek kraliyet ailesince benimsenmiş. Çevreye gösterilen duyarlılık nedeniyle 1815 yılında yasaklansa da adet devam etmiş.
1832 yılında Harvard üniversitesi hocalarından Alman kökenli Prof. Karl Follen’in evinde Noel ağacı süslemesiyle birlikte yeni İngiltere’ye de geçmiş. Londra’da ise 1840 yılında Kraliçe Viktoria döneminde ilk Noel ağacı süslemesi yapılmış. Yaklaşık yirmi yıl sonra Paris’te 35.000 ağaç süslenmiş. Kuzey Amerika’da yaşayan Alman göçmenler tarafından da ilk kez 1833 yılında Illinois şehrinde süslenmiş.
Vatikan ise St. Peter Meydanına ilk defa 1982 yılında Noel ağacı koymuş.

Geleneksel olarak Noel öncesi oluşturulan ağaç, Protestanlar tarafından 6 Ocaktan itibaren kaldırılırken, Katolikler 2 Şubata kadar muhafaza ediyor. Bunların her bir ayin için özel anlamlar bulunmaktadır. Bu “Noel kutlamasının kaynağı ne Tanrı’dır ne de Yeni Ahit’tir. Mesih’in doğum günü Yeni Ahit’ten ya da başka herhangi bir kaynaktan kesin olarak öğrenilemez”[8]

Noel Bayramı Öncesi Adetleri
Fener Alayı ve Martin Günü, bölgelere göre değişik olmak üzere “Martin Günü” 10 veya 11 Kasımda kutlanır. Küçük çocuklar akşamın erken saatlerinde sokakta ellerindeki fenerlerle yürüyüşe çıkarlar, şarkılar söylerler ve kendilerine hediye verilmesi umudunu taşırlar. “Martin von Tours” efsanesine göre Martin genç bir askerken paltosunu soğuktan titreyen bir dilenciyle paylaşmış. Martin ateşinin yakılmasıyla bir anlamda yaz mevsimi “yok edilip” gelecek ilkbahara yer açılır.

Noel’e Hazırlık Dönemi, Noel bayramından önceki dört hafta, Noel’e hazırlık “Advent” dönemi olarak adlandırılır. Latince ‘Adventus’ kelimesi geliş anlamına gelir ve bundan İsa’nın ilk Noel günü beklenen doğumu kastedilir. Ailelerin birçoğu dört mumdan oluşan bir Advent çelengi hazırlar. Her hafta pazar günü bir mum yakılır. Advent zamanında Noel bayramıyla ilgili kurabiye ve pastalar hazırlanır ve evin içi Noel bayramına ait dekorasyonla süslenir. Çocuklar için 24 günden oluşan ve her gün bir kapısı açılan Advent takvimi hazırlanır veya satın alınır. 1 ile 24 Aralık günleri arası çocuklar için bu takvimde çeşitli sürprizler vardır.

Noel Baba Günü, 6 Aralık Nikola günüdür. Çocuklara bugün çikolata, şeker ve diğer hediyeler verilerek sürpriz yapılır. Çocuklar 6 Aralık akşamı ayakkabılarını odalarının önüne bırakırlar. Veliler de bu ayakkabıların içine küçük hediyeler koyar. Pastaneler bu Nikola günü için özel pasta ve kurabiyeler yapıp satarlar. Bir efsaneye göre, Aziz Nikola öldürülmüş üç öğrenciyi tekrar hayata kavuşturur ve bundan dolayı öğrencilerin koruyucusu olarak anılır.

 Perhiz ve Dua Günü, Perhiz ve dua günü kilise yılının son Pazar gününden önceki Çarşamba gününe denk gelir. Protestan kilisesine ait bu perhiz ve dua günü ayini Türklerle yapılan savaşlardan dolayı Strassburg’da 1532 yılında başlatıldı ve o yıldan bu yana kutlanmaya devam ediliyor. Bu gün sadece Saksonya eyaletinde resmi tatil günüdür[9].

Yılbaşı kutlamaları ve Epifani Bayramı
AnaBritannica’da “yılbaşı” başlığı altında verilen tanım şu şekilde: “Yeni yıla girişi kutlamak amacıyla düzenlenen yaygın dinsel, toplumsal ve kültürel törenlerin ortak adı. Kökeni çok eskilere dayanan ve dünyanın hemen her yerinde kutlanan yılbaşı, genellikle nefis köreltme, arınma, canlanma ve yenilenmeyi temsil eden törenleri kapsar. . . . . Bilinen ilk yılbaşı kutlamaları Babil’de bahar ılımına (mart ortası), Asur’da ise güz ılımına (eylül ortası) en yakın yeni ayda yapılırdı (İÖ y. 2000). Roma’da Cumhuriyet döneminde 1 Mart’ta başlatılan yeni yıl İÖ 153’ten sonra resmi olarak 1 Ocak’a alındı; bu uygulama Jülyen takviminde de (İÖ 46) sürdürüldü” (2000, Cilt 22, s. 405). Hıristiyanlık ilk üç yüz yıllık döneminde Noel veya yılbaşı kutlamaları diye bir gelenek yoktu. Bununla birlikte, İsa'nın doğumuyla ilişkili kutlama, anma etkinliği bazı Doğu Kiliselerinin, İsa'nın kurtarıcılık göreviyle ortaya çıkışının, yani zuhurunun göstergesi olarak Yahya Peygamber tarafından vaftiz edilmesi anısına kutladıkları 6 Ocak'taki Epifani Bayramı vardır[10]. Bu dini bayram 6 Ocak günü Bavyera, Baden-Württenberg ve Saksonya-Anhalt eyaletlerinde kutlanır. Epifani yortusu (Epifani = Görünme) ile İsa’nın doğumu ve vaftizi kutlanır.

Halk arasındaki geleneğe göre bu gün ev takdisi yapılır. Kral kostümleriyle dolaşan üç çocuk, ev kapılarının üzerine C + M + B harflerini yazarlar. Bu harfler “Christus mansionem benedicat” sözcüklerinin baş harfleridir ve “İsa bu evi takdis et” anlamına gelir.

320 yılından önce Cermen kültüründe mevcut olan yılbaşında hediye verilmesi, İskandinav Mitolojisi'ndeki tanrı Odin'e dayanır. Odin'in uçan atı Sleipnir için çocuklar patiklerinin içine havuç ve şeker koyup duvara (ya da kapıya) asarlar. Odin de bu iyiliği karşılığında çocuklara hediyeler, tatlılar, ve şekerlemeler verir.  

İsa’nın takipçileri kutlamalar nasıl yapıyor?
Yeni yıl kutlamalarıyla bağlantılı tarih ve âdetler ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Birçok yerde çılgın eğlenceler ve alkol tüketimi bu kutlamaların bir parçasıdır. Ancak, Romalılar 13:1 ayeti şu öğüdü verir: “Çılgın eğlenceler, içki âlemleri, yasak cinsel ilişkiler, edepsiz davranışlar, çekişme ve kıskançlık içinde olmayıp, gündüz vaktinde olduğu gibi temiz bir yaşam sürelim” (Ayrıca Galatyalılar 5:19-21; 1. Petrus 4:3, 4’e bakın).

Diğer Bayramlar
Paskalya bayramı Hristiyanlığın en önemli ve kilise yılının temel bayramıdır. Kilisenin bu en eski bayramı Hazreti İsa’nın ölümü (çarmıha geriliş) ve yeniden dirilişi (=Paskalya Pazarı) anısına yapılır. Çarmıha geriliş ve yeniden diriliş Hristiyanlığın temel inançlarıdır. Ölüm bir son olarak değil bir kurtuluş olarak hatırlanır. Paskalya her yıl ilkbahar dolunayından sonraki ilk Pazar günüdür. Paskalya’dan önceki Cuma günü (Karfreitag) ve Paskalya Pazartesi’si (Ostermontag) resmi dini bayram günleridir.

Paskalyadan sonraki 40. gün İsa Peygamberin urcu anlamına gelen dini “Christi Himmelfahrt” bayramıdır. Bu bayramın içeriği İsa’nın babaya (Allah’a) ulaşmasıdır. Himmelfahrt bayramı Pantkot yortusundan dokuz gün önceki Perşembe gününe rastlar.

Pankot yortusu ise Pazar (Pfingstsonntag) ve Pazartesi (Pfingstmontag) günlerinden oluşur ve Paskalya bayramından sonraki 50. güne rastlar. İsa Peygamberin müritlerine kutsal ruhun pantkot yortusunda malum olması, Hristiyanlaştırma hareketinin başlangıcı sayılır. Pantkot yortusu bu nedenle kilisenin doğuşu olarak da adlandırılır. Pazartesi dini tatil günüdür.

Katoliklerin esas yortu töreni olan Fronleichnam, Pantkot yortusundan sonraki ikinci Perşembe günü kutlanır. Almanca “Fronleichnam”, kelimesi “fron” (Tanrı) ve “leichnam” (vücut) kelimelerinden oluşur ve Evharistiya unsurlarını anımsatır. Bu bayram Baden-Württemberg, Bavyera, Hessen, Kuzey Ren Vestfalya, Rheinland- Pfalz, Saarland, Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde dini tatil günüdür.

Meryem Ana günü, İsa peygamberin anası olduğundan dolayı Meryem ananın Allah katına ruh ve vücuduyla kabul edilmesine “Maria Himmelfahrt” denir. Bu gün sadece Bavyera ve Saarland eyaletlerinde 15 Ağustos’ta bayram günü olarak kutlanır.

Protestanlık ilanı yortusu ise Protestan mezhepli Hristiyanlar için 31 Ekim “Reformationstag” günü tüm dünyada kutlanan önemli bir tarihtir. Bu gün Almanya’nın Brandenburg, Mecklenburg-Vorpommern, Saksonya, Saksonya-Anhalt ve Thüringen eyaletlerinde resmi bayram günüdür. Reformu amaçlayan kilise hareketi 16. yüzyılda Martin Luther tarafından başlatılmış ve Protestan kilisesi isimli bir mezhebin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Azizler yortusu, 1 Kasım günü kahramanlar ve ölenlerin anılarıyla birlikte kutlanır. Bugün mezarlıklar ziyaret edilir ve mezarlar çiçek ve mumlarla süslenir. Katolik kilisesine ait mezarlıklarda mum yakılır. Mum ışıkları ölenleri aydınlatan ebedi ışığı sembolize eder. Bu bayram Baden-Württemberg, Bavyera, Kuzey Ren-Vestfalya, Rheinland- Pfalz ve Saarland eyaletlerinde dini tatil günüdür.

Fasching ve karnaval eğlencelerine gelince, Katoliklerin yaşadıkları bölgelerde Şubat ayı içinde karnaval (Ren bölgesini kapsayan eyaletlerde), “Fastnach” veya beşinci mevsim olarak anılan “Fasching” adındaki şenlikler düzenlenir. “Rosenmontag” denilen gün karnaval şenliklerinin doruğunu oluşturur ve o gün caddelerde kostümlü yürüyüşler yapılır. Fasching ve karnaval yürüyüşlerinin yapıldığı en tanınmış kentler Mainz, Köln ve Rottweil’dir. Diğer Güney Almanya kentlerinde de karnaval yürüyüşleri yapılır. Karnavalın en “hızlı günleri”,  Weiberfastnacht‘ denilen perşembe günü başlar ve yedi gün sonra, “Aschermittwoch” denilen çarşamba günü sona erer. Birçok kişi bu şenlikler süresince ilginç kostümler giyer, maske takar veya geleneksel kıyafetlerle dolaşırlar. Bu karnaval geleneği kış mevsiminin kovulması âdetine dayanır. Hristiyanlar için çarşamba günü (Aschermittwoch) oruç zamanı başlar[11].

Bitirirken
Bir öğrencim sosyal medyada paylaştığı mesajında, "Bir Hıristiyan arkadaşım altı kişiyle bir danaya girip kurban kesmediği sürece, ben de çam ağacı süslemeyeceğim arkadaş!" diyordu. Dünyanın neresinde olursa olsun, gelenekler ister egemen kültürlerin dayatması isterse medya ve pazarlama stratejilerinin gelişmesi ile kültürler arası etkileşimin de yardımıyla, öznel değerini yitirip zamanla insanlığın ortak mirasına dönüşüyor. Sonuçta, kimin hangi kültürel ögeyi kimden, nerede ve ne zaman aldığını tartışmak yerine, olayları ve olguları olduğu gibi görüp, zamanın akışına bırakmalı; değiştirmeye çalışmadan yaşa ve yaşat ilkesiyle birbirimizi hoş görmeliyiz; yani, Vivi e lascia vivere.

Yeni yıla girmenin getirdiği sevinç ve coşkunun yüreğinizden eksilmemesi dileğiyle.




[1] Bkz. Mehmet Katar. Hıristiyanlıkta Hz. İsa'nın Doğumu İle İlgili Kutlamalar Ne zaman Ortaya Çıkmıştır? http://www.sonpeygamber.info/hiristiyanlikta-hz-isa-nin-dogumu-ile-ilgili-kutlamalar-ne-zaman-ortaya-cikmistir (27.12.2013).
[2] İsa. Vikipedi, özgür ansiklopedi. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0sa (27.12.2013).
[3] Bu özet bilgi şu kaynaktan derlenmiştir: Harald Wiederschein. Forscher wissen, wer Jesus von Nazareth wirklich war. FOCUS-Online. 25.12.2013, 09:24. http://www.focus.de/wissen/mensch/religion/tid-28490/auf-den-spuren-des-heilands-wanderprediger-religionsstifter-messias-wer-jesus-wirklich-war_aid_876442.html (27.12.2013).
[4] Hz. İsa (as). http://www.enfal.de/ecdad36.htm (27.12.2013).
[5] Ibid.
[6] Deutschlandfunk: Tag für Tag; Sendung vom 12. Dezember 2006.
[7] Jochen Müssig: Weihnachtstradition weltweit – Durch Baum und Zeit; Artikel in der Süddeutschen Zeitung vom 20. Dezember 2006. http://de.wikipedia.org/wiki/Weihnachtsbaum (27.12.2013).
[8] Watchower Online KÜTÜPHANE. Bayram ve Kutlamalar. http://wol.jw.org/tr/wol/d/r22/lp-tk/1101989235 (27.12.2013).
[9] Bkz. Dirk Benkert. Adetler ve resmi bayramlar. Almanya için bir el kitabı. http://www.dirkbenkert.com/HfD/html/book/tu/002_006_print.html (27.12.2013).
[10] M. Katar 2000’den aktarıldığına göre (İslâmiyât III (2000), sayı 4), Grekçe bir kelime olan Epifani “görünüş”, “tezahür” manalarına gelmekte ve Kiliseler arasındakı farklı algılama biçimlerine rağmen genel manada kurtarıcı İsa´nın zuhurunu ve görülmesini irade etmektedir. Bu bayram III. yüzyılda, önce Doğu Kilisesi´nde, İsa´nın  vaftiz oluşunu kutlamak amacıyla başlatılmış ardından da IV. yüzyılda Bati Kilisesi´ne geçmiştir. Ancak Batı Kilisesi bu bayramı, Doğu´daki muhtevasından oldukça farklı bir biçimde. İsa´nın vaftiz oluşu anısına değil de, doğulu üç müneccim bebek İsa´yı ziyareti anısına kutlamayı benimsemiştir. (Bkz. The Concise Oxford Dictionary of the Christian Church, edited by Elizabeth A. Livingston  G. Britian 1990, s.175, ayrıca bkz. Chadwick. s. 24)
[11] Bkz. Benkert, ebda.

24 Aralık 2013 Salı

Geçmişte yaşananlardan geleceğe düşülen notlar

Rektör aday adaylarını belirlemek için 12 Aralık 2013 günü yapılan ad hock seçime bu defa alışılmışın üzerinde ilgi gösterildi ve Anadolu Üniversitesi tarihinde ilk defa dokuz öğretim üyesi rektörlük yarışına girdi (Sonuçlar için yan taraftaki görsele bakınız). Bu durum, kimi çevrelere göre demokratik hayatın yansımasını; kimi çevrelere göre de mevcut yönetimden duyulan hoşnutsuzluğu gösteriyordu. Artık yaşananların hepsi geride kaldı. Öğretim üyeleri oylarını bazı adayların alışılmışın dışına çıkan kampanyalarını kaale almadan, büyük bir olgunluk içinde kullanırken, 2547’de yardımcı öğretim elemanı olarak ifade edilen öğretim elemanları da Anadolu Üniversitesi tarihinin en kapsamlı açıköğretim sınavını yapmak üzere yurdun dört bir yanına dağıldı; olumsuz hava şartlarına rağmen, başarılı bir sınav uygulaması gerçekleştirdiler. Üniversitemiz, bu anlamda iki ayrı sınavdan da başarı ile geçti.

Seçimin ertesi hafta, 19 Aralık 2013 günü YÖK Genel Kurulu toplandı ve aday adayları ile yaptığı mülakat sonucu üç adayı belirleyip (sırasıyla Prof. Dr. Naci Gündoğan, Prof. Dr. H. Nüvit Gerek ve Prof. Dr. Davut Aydın) Cumhurbaşkanlığı Makamına sundu. 20 Aralık 2013 günü de Prof. Dr. Naci Gündoğan'ın yeni dönemin rektörü olarak atandığı bilgisi geldi. Üniversitemiz, yeni yılı yeni bir rektör ile karşılayacak. Üniversite çalışanları bu durumu kendi bünyesinde yetişen, genç ve geleceğe ümit veren bir öğretim üyesinin atanmış olmasını memnuniyetle karşıladı. Ben de kendisini kutlar; başarı dileklerimi paylaşmak isterim.

Bu vesile ile geçmiş dönemlerde üniversite akademik ve idari personeli arasında rahatsızlık konusu oluşturan ve yeni dönemde tekrar edilmesi arzu edilmeyen kimi konulara ilişkin bazı görüş ve önerilerimi paylaşmak isterim.

Artık gazete haberlerinde, TV mülakatlarında önce sui generis projelerinin önemine kendini inandırıp ardından bu önemin ağırlığı altında kaybolan rol modellerine ihtiyaç yok. Her türlü alayü vâlâ ile yapılan tanıtım ve propagandalara rağmen, yeterince olgunlaştırılmadan ortaya atılan projeler, ilgililerin kısa bir süre gündemde kalmasından başka bir amaca hizmet etmiyor. Zaten kamuoyundan önce kimin, ne kadar başarılı projeler ürettiğini bu tür haberlere konu olanların bizzat kendi kalbi, vicdanı biliyor. Dolayısıyla olumsuz örnekleri tekrar etmek yerine Bolu’da ortaokula gittiğim yıllarda öğretmenim olan değerli gönül insanı, Sayın Kemal Bilsel Sarısözen’in bir sözünü tekrar etmek isterim. Taşa çivi çakılmaz; haset öğüt dinlemez, fesadı yüz sene kaynatsan bir zerresi eksilmez. Onun için yeni dönemde işimize bakalım; iş üretelim. Başkasının balını, kendimize ağu etmenin alemi yok.

Zaman zaman gündeme taşınan kimi haberlere bakınca, kerameti kendinden menkul bazı kişilerin basına verdiği demeçleri okuyunca lahavle demeden edemiyorduk... Kimi öğretim elemanlarının toplumsal hayatın içinde sıra dışı olma, farkındalık yaratma adına sergilediği yaşam biçimine bakan kimi Eskişehirlilerin, üniversitemiz öğretim üyelerinin adeta bohem hayatı yaşadığı, bilimsel üretimde geri kaldığı şeklinde önyargı oluşturan, gazete ve dergilerde yer alan ve okuyana burukluk veren bu tür yakıştırmaları görmek istemiyoruz. Herkesin hayatı kendine... Üniversite çalışanlarının da bir yandan bilimsel bilgiyi üretme, paylaşma, insan yetiştirme çabalarını sürdürürken, öte yandan herkes gibi hayatın gailelerini yaşamak zorunda olduklarını unutmayalım...

Bütün bunların üzerine, otuz yıllık sistemi çöpe atıp yeni sistem kuruyoruz diyenlerin yaptığı mugalataları, o sistemi kurup bir dünya markası haline getiren pek çok isimsiz kahramanın istenmeden de olsa sıradanlaştırılıp, itibarsızlaştırılmasına neden olan demeçleri okumak istemiyoruz. Bunlar yılların çalışanlarını, hocalarını kırıyor; çalışanların üzerinde olumsuz etki yapıyor; iş barışının da zedelenmesine neden oluyor. Konunun birinci dereceden muhataplarının suskunluğunu anlıyorum. Lakin ölçüsüz sözlerin sahiplerini hoş göremiyor, yapılan yakıştırmaları anlamakta güçlük çekiyorum.

Bir diğer konu da üniversitelerdeki nevi şahsına münhasır rol modellerin yer ve zamana uymayan hazırlıksız demeçleri; icraatlarını gereğinden fazla önemsemeleri. Bunlar kimi köşe yazarları için ayrı bir derlem konusu oluşturuyor; üniversitenin itibar kaybına neden oluyordu.

Ne zaman olursa olsun, sıradan projelerle ortalığı ayağa kaldıran; Anadolu deyimiyle “ortalığı velveleye veren”; karşıt görüş belirtmeye yeltenenlere arbitrer ve bas bariton tonda bir öfke kusan, aba altından sopa gösteren; kendini hikmetinden sual olunmaz icraatlarıyla kazandığı sui generis başarının baş mimarı olduğuna inandıran; yakın çevresinin yarattığı sun’i coşkuya kaptıran, erişilmez rol modeller yerine, içimizden biriyle teşrik-i mesai deneyimi istiyoruz. Benim sözümün üstüne söz söylenmez edası ile kendini ulaşılmaz kılan söz sahiplerinin estirdiği fırtınayı değil. Mümtaz’er Türköne’nin bir yazısında sözünü ettiği şu durumu paylaşmak isterim: “Bu topraklarda bireysel husumetin bile bir adabı vardır. Kan davası uğruna eline silah alan kişi töreye uyar; hasmını sırtından vurmaz. Taziye evinde iki düşman karşılaştığında sessizce oturmak zorundadır. Daha nice kural, vakit geldiğinde barışacak tarafların düşmanlık ederken birbirinden nefret etmemesini sağlar.” Akıl akıldan üstün; olayları Anadolu insanının deyimiyle, “bin biliyorsan, bir bilene danışarak” istişare edip, mutedil ve yapıcı bir üslupla samimi bir şekilde istişare etmek lazım. Yani, çalışanları ötekileştirmek, gruplara ayırmak yerine, içimizden değer yaratarak farklılıklarımızı zevkle seyredilen gökkuşağı gibi bir arada tutmaya çalışmak lazım.

Rüzgarın kuvvetli estiği dönemlerde grup psikolojisi ile birlikte gezen yandaşlar, kurum içinde yaratılan sun’i güçten dayanılmaz bir haz alıyor, çevreye mesaj vermeye çalışıyor olabilirler. Ama bunların cemaziyülevvelini bilenler, ortaya koyulan havaların sökmediğini; maziye dönük anılarla geleceği inşa etmenin mümkün olmadığını çok iyi görüyor; biliyorlar. Bunların çok iyi bilip de bilmezden geldikleri ise üniversiteler değerlerin her dönem en makbul değerler olduğu. Bu durumu anlamalarını, kendilerini içine düştükleri sarmaldan kurtarmalarını temenni ediyorum.  

Bugün Anadolu Üniversitesi çalışanları olarak yarım yüzyılı geride bırakan muktedirlik sarhoşluğunun müterakim zekâtını ödediğimizi düşünüyorsak, herkesin aklını başına alıp etraflıca düşünmesi, yaşananlardan dersler çıkarması gerekir. En başta dilimizi, benliğimizi “Üniversiteyi biz kurduk, her şeyi bize borçlusunuz; bizim sayemizde buralarda çalışıyorsunuz; kimse yokken biz vardık” gibi ayrımcı söylemlerden arındırmak; birbirimizi ötekileştirmek yerine birlik ve beraberliğimizi yeniden tesis etmek; kırılan döküleni onarmaya çalışmak; gönülleri almak için yeniden kucaklaşmak, dostluklarımızı tazelemek gerek diye düşünüyorum. Halk, üniversitenin ezeli ve ebedi sahiplerinin kim olduğunu zaten biliyor. Birilerinin vehimlenmesine, yok şuydu, yok buydu diye ortalığı ayağa kaldırmasına, kendini tekrar tekrar gündeme taşımasına gerek yok.

Yine bazı akademisyenlerin eş dost sohbetlerinde ortak görevdeşlik duygusu ile oluşturduğu enerjiyi gazetelerden emanet aldıkları köşelere aktarıp, ne kadar büyük bilimsel çalışmalar yaptıklarını abartılı sözlerle süsleyip bir yerlere mesaj vermekten, mesleki maharetlerini hayata geçirmeye vakitleri kalmadığını görüyoruz. Üniversitenin öteden beri yapageldiği icraatları arşivden çıkarıp kamuoyunun alışkın olmadığı şekilde cümlelere takla attırıp yeni gibi anlatmak müstesna... Etkinlikler ister muhtarlara kurs isterse çocuklara ders, her ne ad altında düzenlenirse düzenlensin, ne hikmetse "İlâhi isimler"in mânâlarının değişik terkiplerle âşikâre anıldığı kesrete dönüşüp, bilimsellik yaftası ile süslenerek âlemde teklik sırrına mazhar oluyorsa da kurumu bilimsel sıralamalarda gerilere düşmekten kurtaramıyor. Bırakın, uygulamadaki iyi örnekler kendini haber yapsın...

En küçük birim yöneticisinden başlayarak hemen herkes büyük görünme istek ve gayretkeşliği içinde sanki. Bazı bedenler yakıcı bir aşk ve dünyevi bir tutkuya kapılmış; bunların ihtirasları bedenlerini kavurucu bir alevin geride bıraktığı kor gibi yakıp tutuşturuyor. Artık ham meyva tadı veren bu sasık durumun adını koymakta zorlanıyorum. Ağustos sıcağında susuzluktan kavrulmuş dudaklara verilen bir bardak sudan kanmayıp bir testi suyu başından aşağı boca etmeye çalışan zahiri bir çaba bu. Aylardır süren, zaman zaman irtifa kaybeden seçim atmosferi içinde susmaya çalıştıkça, bir şeyler boğazıma düğümleniyor; bunu da yaz diyordu.

Her yıl bahar gelince gençleri sokaklara döküp, dünyanın bilmem hangi ülkesindeki karnaval geçişindeki cins-i latiflerin kostümleri içinde arz-ı endam ettirmek; festival adı altında Batının trivial yaşamından alınan kitsch örnekleri topluma modernlik diye sunarken[1]; karşı duruşlar ise türlü çeşit etiketlemelere maruz bırakılıyordu; karşı ideler, ilkeler, adetler yok sayılıyordu. Sanki diyorlar ki siz, bizim izin verdiğimiz veya öngördüğümüz, hatta bizim tanımladığımız kadar modernsiniz, özgürsünüz; dilediğiniz etkinliği ancak izin verdiğimiz sınırlar, koyduğumuz kurallar içinde gerçekleştirebilirsiniz; top da bizim saha da; istediğimiz kadar oynatırız.

Adını Anadolu’dan alan bir üniversitenin halkla bütünleşmek için topyekûn sokağa döküldüğünde gözler önüne serdiği hal-i pür melalinin, söz gelimi oğulları kurtuluş savaşında ve daha sonra da terörle mücadelede savaşan kadim Anadolu insanının kültürünü ne kadar yansıttığını veya bu kültüre ne kadar sahip çıktığını, Batı taklitçiliği ile nereye kadar gidilebileceğini sormak, tartışmak istemiyorum.

Siyasette, ticarette, eğitimde, öğretimde, sanatta, bilimde, teknikte, velhasıl her çeşit kurum ve kuruluşlarda olayların doğru sonuçları alınabildiği gibi yanlışlara da gidebiliyoruz. En önemlisi, yaptığımız işlerden ve tecrübelerden ne dereceye kadar ders alıp, almadığımızdır. Karşılıklı güven, geçmişte yaşanan olumlu, olumsuz deneyimlere bağlıdır. Yeni dönemde, geçmişten geleceğe yaşanacak ne varsa birlikte göreceğiz. Ben de bu süreçte "en iyi yazıcı" olma çabası içinde, bilmiş yazılarla sinir bozmaya değil, ama üniversitemizin tarihinde geçmişten geleceğe yaşanan süreçte zamanı kavramaya gayret eden bir çalışan olarak tarihe not düşmeye devam edeceğim.

Son söz: Evrensellik ilacı, yereli olan için deva; yereli olmayan için ise ölüm meleğine davetiye imiş.





[1] Bkz.: Anadolu Üniversitesi Öğrencilerinden sıradışı bahar şenliği yürüyüşü. http://www.youtube.com/watch?v=OBPiFpynoSY (Son erişim tarihi: 22.12.2013)

19 Aralık 2013 Perşembe

Bu şehrin aşıkları, başka maşukların derdine duçar olmuş

Maşuğun aşığına güzel görünmesi gibi, Eskişehirliler de aynı gök kubbeyi paylaştığımız bu beldeye toz kondurmuyor; yaşadığı pek çok olumsuzluğa "kol kırılır yen içinde kalır" anlayış ve olgunluğuyla katlanmaya çalışıyor; gelenekten geleceğe taşıdıkları doğal, mütevazı hayatı sürdürmeye çoktan razı görünüyor...

Bir de büyük şehirlerdekiler, akan sele kapılmış yaprak misali, günlük hayatın koşuşturması içinde oradan oraya savrularak yaşayıp giderken, Eskişehirliler büyük şehirlerde yaşayan, hayat gailesini bir yana atmış bir kısım mutlu azınlığın sahip olduğu uygar yaşam biçiminin nimetlerine daha kolay ulaşabiliyormuş; kültür, sanat çalışmaları gibi etkinlikleri görebiliyormuş.

Uygar yaşam deyince bir duralım. Şehirdeki kültür sanat etkinlikleri deyince yönü sadece Batıya yönelik faaliyetler akla gelmesin. Burada dileyenin dilediği etkinliğe katılması için bolca seçenek var. Örneğin, ney ve kanun isteyenlere Eskişehir Mevlevihanesi Kültür Derneği; caz veya senfoni isteyenlere de kurulduğundan bu yana büyük bir gelişme gösteren Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası kapılarını açıyor. Sinema, tiyatro konusundaki seçenekler de oldukça fazla. Üniversitelerimizin, kültür ve sanat kuruluşlarımızın sunduğu fırsatları saymıyorum bile...

Bu şehir, özellikle dışarıdan gelenler için havanın günlük güneşlik olduğu günlerde plajlı, yel değirmenli, korsan gemili parkları ve yaşam alanları, alış veriş merkezleri ile pek çok şehre göre cazibe merkezi olarak görülüyor...

Bütün bu saydıklarıma rağmen Eskişehirliler mahzun... Şehir genç nüfusuna, hemen her dilden ve her kültürden insanı barındırarak, gökkuşağı gibi seyrine doyum olmayan bir görüntü sunmasına karşın boynu bükük. Eskişehir, Eskişehirlilerin yaşadığı umumi ıstıraplara bir melce ve merhem olarak huzuru, ruhaniyeti ve teselliyi sunmaktan gün be gün uzaklaşıyor. Şehir büyüyüp geliştikçe, değişip dönüştükçe, geleneksel hayatını sürdürmek isteyenler daha bir içine kapanıyor. Kapalı kapılar ardından arada bir başını dışarı çıkarıp "N'oluyor?" diye soranlar, başka gezegenlerden gelmiş teyze, amca muamelesi görüyor; gençlerin sevgisi ve saygısı ile sarılıp sarmalanıyor. Öte yandan, Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan Britanyalı hayalî  dedektif Sherlock Holmes’ün maceralarını çağrıştıran polisiye öykülerin pabucunu dama attıran olaylar da yaşanmıyor değil...

Bu şehir, büyük şehirlerin kurşun gibi ağır havasından kurtulup sakin bir sığınak aramak isteyenler için de sakin bir liman. Buna karşın herkesin gördüğü, her ne hikmetse görmezden gelmeyi tercih ettiği bir fırtına Eskişehir’i yıllardır içten içe kasıp kavuruyor. Evet, içten içe, sessizce... Şehirde sulh, sükûn ve huzuru sağlamak için görev yapanlar, gerekli sorumlulukları üstlenmek, tedbir almak yerine, gözlenen olumsuzlukların sorumlusunu öteki olarak gösteriyor. Bir parmağı ile ötekini gösterenlerin, kalan üç parmağın kendini gösterdiğini de pek ala biliyor olmalı...

Halka rağmen, halk için alındığı söylenen bir dizi kararların akla ağırlık verip bilgiyle desteklenmesi gerekirken, yaşanan olumsuz tecrübelerden ders çıkarılmadığı görülüyor. Sosyal hayatın düzeni için yapılan icraatların, toplumun üst kesimindeki hemşerilerimizi olduğu kadar en alt kesiminde bulunan “asgarî tâkatlilerin”, yani zayıf ve güçsüzlerin istek ve ihtiyaçlarına da cevap vermesi gerekiyor. Eskişehirlilerin hal-i pür melaline bakınca, alınan kimi kararların hangi akla hizmet ettiğini bir blog yazısı sınırlılıkları içinde tartışmak da istemiyorum.

Şunu belirteyim ki sade bir Eskişehirli olarak, sabah evden çıkıp işime giderken, veya akşam evime dönerken avuç içi kadar olan bu şehirde kimi olumsuz deneyimleri yaşamak istemiyorum; yaşadıklarımın, gördüklerimin yurttaş olarak sorumluluklarının bizlere yıkılmasını da kabul etmek istemiyorum.

Söz gelimi, caddelerin bütün yaz boyu çiçeklerle bezenmesini, altyapı çalışmalarının okulların açıldığı hafta başlatılmasını; demiryolu köprüsünün koskoca yaz geçtikten sonra neden bu mevsimde yıkılmaya çalışıldığını anlamıyorum. Ayrıca şehrin adeta bir ucunda belirlenen yerleşke içindeki yurtlarda barınan öğrencilerimizin tramvaya binip şehrin diğer uç alanlarındaki yerleşkelere ulaşmak için neden şehrin orta yerinde aktarma yapmak zorunda kaldığını; hemen hemen bütün ana caddeler üzerindeki lokanta, manav vd. işletmelerin kaldırımlara taştığının zabıtalarca neden görülmediğini; oturduğumuz apartmana ulaşmak için kullandığımız caddelerin hangi gerekçelerle ulaşıma kapatıldığını ve eve ulaşmak için neredeyse bütün bir mahalleyi turlamak zorunda bırakıldığımızı; daha pek çok sorunun cevabını öğrenmesem de olur. Çünkü biz halkız, avamız; bizim bu işlere aklımız ermez.

Halkın bir an önce şu çok kültürlü olduğu, özgürlüklerin alabildiğine yaşandığı vb. gibi öne sürülen bu şehirde, mütemadiyen üretilen efsanelere kanmaktan, kendilerine süslü paketler içinde sunulan seçeneklerden vazgeçip gördüklerine, yaşadıklarına inanması, içine düştüğü gaflet uykusundan uyanması, kendini yönetenlere artık "N’oluyor?" diye sorması gerekmiyor mu? Hakikaten n'oluyor?

N'olacak; bu şehirde herkes kendi hayatını yaşıyor; büyümenin heyecanını ve hazzını doyasıya yaşayan bu şehir, adeta otoriteye baş kaldıran, kendi otonom bölgesini kurmak isteyen ergenlerin gösteri alanı olmuş; herkesin her fırsatta sözünü ettiği öteki arayışının etkisinden kurtulamamış.

Aslında sorunları gören çok; bunlara çözüm üretecek; şehri ve hemşerilerini kucaklayacak; hiddetimizi, öfkemizi, nefretimizi, gıybetimizi, hasedimizi, hırsımızı, hakaretimizi, miskinliğimizi, tembelliğimizi, ülfetimizi biraz olsun gemleyecek, durduracak rahmet anlarını özler olmuşuz.

Eskişehir benim aşkım diyen hemen her aşık, başka maşukların derdine duçar olmuş.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür

Başlıktaki ifadeyi yarım yüzyılı aşkın bir süre önce rahmetli Adnan Menderes dönemin CHP’sini eleştirirken kullanırmış; günümüzde de kullanıldığı oluyor. Bu ifadeyi genç okuyucularım için biraz daha belirginleştireyim: İnsanın belleği unutma özürlüdür. Günlük hayatta gençler bu durumu “Balık hafızası” diye tanımlıyor. Eskiler de “Ateh” ya da “Bunama” derlermiş. Kuşkusuz yaşlılık kişilere birçok şeyi unuttursa da bizim yaşımız ve işimiz gereği bu evrenin dışında olduğumuzu ve kimi konuları unutmadığımızı belirtmek isterim.

Bugün Anadolu Üniversitesi rektörlüğü için ikinci dönem için de aday olduğunu açıklayan rektör Prof. Dr. Davut Aydın fakültemizi ziyaret edip icraatlarını anlattı. O konuşurken daha önce yazdıklarımı hatırladım[1]; zihnimi kurcalayan pek çok soru oldu. Kendisine bir rektör nasıl ağırlanması gerekiyor ve nasıl hitap edilmesi gerekiyorsa, o ölçüde, yani lisan-ı münasiple, kimi konulardaki açıklamalarının gerçeği yansıtmadığını anlatmaya çalıştım. Rektör ile öğretim elemanının ilişkilerini, dinleyenlerin sabırlarını zorlamamak için de kimi hususları paylaşmadım. Bir akademisyen olarak kurum içinde yaşanan bazı hususların altını çizmek, toplantıda görüşülen konuları ve bu konularla ilişkili görüşlerimi okuyucularımla ayrıca paylaşmak istedim.

Döner sermaye katkı payı ödemelerinde adil bir sistem getirmişler

Rektör konuşmasının önemli bir kısmını kime, hangi pozisyondaki öğretim üyesine ne kadar; yüzde kaç oranında döner sermaye katkı payı ödediklerine ayırdı. Kendisinin ve yardımcılarının aldığı oranları örneklerle açıkladı. Bir diğer husus da Türkiye’deki öğretim üyelerinin aldığı maaşı Brezilya, Arjantin gibi ülkelerdeki akademik personel ile karşılaştırmalı olarak sunmasıydı. Burada ödedikleri döner sermaye katkı payı ile Anadolu Üniversitesi öğretim elemanlarının aldıkları aylık ücretleri bu ülkelerdeki eşdeğer öğretim elemanları düzeyine veya üzerine çıkardıkları hususuydu. Dikkat çeken diğer konu da kendilerinden önceki dönemde döner sermaye katkı payı ödemelerinde şeffaf ve adil bir uygulama olmadığı; yönetime yakın kimi öğretim elemanlarına kapalı zarflarla ödemeler yapıldığı; kendi dönemlerinde bu uygulamaya son verdikleri yönündeki ifadelerdi.

Soru cevap faslına geçildikten sonra, Anadolu Üniversitesi rektörünün göreve başladıktan sonra kimi üniversitelere model oluşturacak “arama konferansı” gibi uygulamaları gerçekleştirdikleri, buna karşın bir rektör adayının üniversitenin geçmişte yaptığı arama konferansında senatoca alınan kararların hangi oranda uygulanabildiğini, gelecek dönem için hangi akademik çalışmaların, uluslararası projelerin, altyapı projelerinin öngörüldüğünü açıklamak yerine toplantının öznesinin döner sermaye katkı payı ödemelerinin oluşturmasının yürek burkan, üniversiteye yakışmayan bir durum olduğu belirtildi. Ayrıca kendinden önceki dönemlerde de kapalı zarf usulü ödeme yapılmadığı, bu durumun olsa olsa ‘90’lı yılların başında, kendisinin vakıf şirketlerinde yöneticilik yaptığı dönemlerde kalan bir uygulama olabileceği hatırlatıldı.

Öğretim elemanlarının beklentilerinin, geçmiş yönetimlerin/yöneticilerin eksik veya hatalı uygulamalarını dinlemek yerine, mevcut yönetimin yaptığı icraatları anlatması, geleceğe ilişkin öngörülerini paylaşması doğrultusunda olduğu; bunun aksi tutumların gerçekleştirilen olumlu icraatların da gölgelenmesine neden olduğu görüşü paylaşıldı.

Üniversiteyi siyasallaştırmamış

Anadolu Üniversitesi Rektörü, görev yaptığı süre içinde üniversiteyi siyasallaştırmadığını, siyaset üstü bir tutum izlediğini, özellikle yerel siyasete mesafeli durduğunu söyledi.

Unutulmamalıdır ki sıradan bir eylemin söz ve davranışın muhataplarınca anlaşılır olması, benimsenerek içselleştirilmesi, onun makul, meşru ve ikna edici olmasına bağlıdır.[2] Rektör de kendisini meşrulaştıracak bir gerekçe bulmak ve bu gerekçeye dayanarak yeni dönem için oy istemeyi strateji olarak benimsemiş.

Üniversite ne kadar siyasallaştı konusuna değinirken şu durumu göz önüne almak lazım. Anadolu Üniversitesi bir devlet üniversitesidir. Çalışanlar kamu görevlisi, kamu adına işgören pozisyonundadır. Dolayısıyla siyasal erkin üniversitenin vizyon ve misyonu üzerinde söz söyleme, yol ve yön gösterme, beklentilerini dile getirme hakkı vardır; bu hakkın sahipleri de dört yıl önce yaşanan atama sürecinde, beklentilerini karşılayacağını umdukları aday lehine bir tercih hakkı kullanmıştır. Bu durum bile rektörün siyasetle ilgili görüşlerini izahtan vareste tutuyor.

Mevcut rektörün atanması, siyasal bir tercihtir. Kendisi dört yıl önce yapılan seçim kulislerini ve atama süreci sırasında yaşadığı olayların perde arkasını, atama sürecini yöneten ve yönlendirenler ile göreve başladıktan sonra siyasetçilerle kurduğu ilişkileri elbette bizlerden daha iyi biliyordur[3]. Anadolu Üniversitesi çalışanları, kurumun Türkiye’deki saygın konumu ve yükseköğretim sistemi içindeki ağırlığının bilinciyle, devlet terbiyesi içinde hareket etmiş; karar vericilerin tercihine karşı bir tutum ortaya koymamıştır. Bu duruş, kimsenin bir şeylerin farkında olmadığı şeklinde yorumlanmamalı; aksine devlet terbiyesi almış öğretim üyelerinin kamuoyuna karşı sorumluluğunun bilinci içinde hareket ettiği şeklinde değerlendirilmelidir.

Üniversitenin siyasallaştırılmamasına bir başka örnek de Anadolu Üniversitesi tarihinde ilk defa bir siyasetçiye, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Sayın Binali Yıldırım’a, Anadolu Üniversitesi Senatosu Kararı ile (08.02.2011 tarih ve 4/4 karar no ile) “ulaştırma hizmetleri ve ülke kalkınması için yaptığı hizmetlerden dolayı” Fahri Doktora unvanı verilmesi sağlandı[4]. Sayın Bakan icraatları ile bu unvanı fazlası ile hak ediyor. Bununla birlikte dönemin senato üyelerinden biri olarak “unvanın tevdi ediliş şekli ile zamanının uygun olup olmadığı konusuna dikkat çekmeye çalışan” sınırlı sayıdaki öğretim elemanlarından biriydim. Çekincemin, unvanın tevdi edildiği zaman dilimi ile üniversitede Ulusal Raylı Sistemler Mükemmeliyet Merkezi’nin (URAYSİM) kurulma ve planlama aşamasının aynı zaman dilimine denk gelmesi ve bu durumun zihinlerde istifham yaratacağı endişesinden kaynaklanmaktaydı. Nitekim TCDD, TÜLOMSAŞ, TÜDEMSAŞ, TÜVASAŞ ile TCDD demiryolu ağı üzerinde işletmecilik yapan şirketlere test ve akreditasyonunu sağlayacağı öngörülen bu merkezin faaliyetleri o dönemde gerçekleşmedi; ancak Prof. Dr. Ö. Mete Koçkar gibi deneyimli bir bilim insanın olaya müdahil olması ile ivme kazandı[5].

Rektör, Eğitim Fakültesi’ne geldiğinde, kendisine yöneltilen sorulardan biri de İngilizce Öğretmenliği Programı öğrencilerinden Ali İsmail Korkmaz’ın Eskişehir'deki Gezi Parkı Eylemleri sırasında aldığı darp sonucu hayatını kaybetmesinden sonraki suskunluğunun nedeni oldu. Konu, o günlerde yerel basında sıkça ele alınmış; Rektör’ün Ali İsmail’in ailesine bir taziye ziyaretini neden çok gördüğü sorulmuştu[6]. Rektör, Hatay kültürünü bildiğini, gerekli taziyede bulunduklarını ama kamuoyu ile paylaşmadıklarını belitti.

Kimse de “Sayın Rektör, siz Anadolu Üniversitesi Senatosu olarak, öğrencilerin final sınavları döneminde eğitim öğretim etkinliklerini aksatmamaları konusunda tedbir almak durumundayken, tam aksine onlara duyuru yapıp, final sınavlarına girmeyenlere mazeretsiz mazeret sınavı ve bütünleme sınavı hakkı kararı aldığınızı ilan ederken, üniversiteyi siyasallaştırdığınızın farkında değil miydiniz?” diye sormaya gerek duymadı.

Kimsenin özlük haklarına zarar verilmemiş

Kimsenin özlük haklarına zarar verilmediyse, haklı ve makul gerekçeleri olan okutmanlar hakkında yaz tatillerinde yıllık izin/hastalık/doğum/ölüm izinleri kullandırılmayıp, yüzlerce sınav sorusu hazırlamadı diye haklarında soruşturmalar açıldığı; bir kısmının Eskişehir dışındaki bürolarda görevlendirildiği, verilen cezaların YÖK tarafından “yok hükmünde sayıldığı” hatta kimi yöneticilerin maiyetinde çalışanlara “mobbing” uyguladığı mahkeme kararı ile tescil edilmesi birer şehir efsanesi mi?

Üniversitenin yurtdışı bürosunda görevlendirilen personelden birinin aile birleşimini sağlarken diğerinin makul ve mantıklı bir gerekçeye dayandırılmadan yurtdışı görevinin iptal edilerek derhal Eskişehir’e dönmesinin talep edilmesi ve bu kişinin yurtdışında uymak zorunda olduğu yerel mevzuat uyarınca yaptığı kimi tasarrufların Türk mevzuatına göre yorumlanıp, ilgiliye suç olarak rücu edildiği; geçmişe dönük ödemelerin maaşına haciz konulmak suretiyle tahsil edilmesi ve bu bağlamda iki çocuklu bir ailenin adeta açlık ve yoksulluğa mahkûm edildiğinin kulaktan kulağa aktarılması bir Alman masalı mı? Malum, Almanya Grimm Kardeşler’in masalları ve masal kahramanlarının çevirdiği entrikalar ile de ünlüdür.

Akademik kadrolarda herkesin kadro sorunu çözülmüş

Akademik kadrolarda yönetime yakın olanların atamaları sorunsuz bir şekilde yapılırken; kendilerine uzak duran, kendi halinde çalışmalarını sürdüren pek çok akademisyen için kadro sorunu çözülememiş; bu durum kimi öğretim elemanları ile kişisel hesaplaşma boyutuna getirilmiştir. Gerekçe ise “YÖK kadrolara vize vermiyor” şeklindedir. Bir diğer gerekçe de çalışan, proje üreten birimlere kadro verildiği, çalışmayanların ise beklediği yönündedir. Bu gerekçe ikna edici değildir.

Rektörün son sözleri

Sayın Rektör, son söz olarak gelecek dönem için “yeniden atanacağını” seçimden önce bütün aday adayları ile bir toplantı yapmak ve istişarelerde bulunmak istediğini, seçim günü sabah kahvaltısını birlikte yaptıktan sonra Anadolu Üniversitesi öğretim elemanlarına yakışan bir olgunlukta seçim salonuna geçeceklerini, seçim sürecinin de gerek internet gerekse diğer ortamlardan an be an takip edilebilmesi için gerekli teknolojik altyapının kurulması yönünde BAUM’a direktif verdiğini söyledi.  

Sayın Rektör geçmiş dönemde yürüttüğü kampanyada son söz olarak “Gelecek sefer buraya rektör olarak geleceğim demiştim. Dediğim çıktı. Artık beni tanıyorsunuz; ne yapacağı belirsiz bir adayın yerine tanıdığınız, bildiğiniz adayı tercih edin” deyip geçen dönemki sözünü tekrar etti. “Buraya yine rektör olarak geleceğim”. Geçmiş dönemde neden ve hangi gerekçelerle atandı veya kendisinin öne sürdüğü gibi yeniden atanacak mı? Bilemiyorum. Bu süreçleri yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim: İkinci defa atamayı yapacak olan erkin dayanağı, ilk dönemin icraatları ile bağlantılı olacaktır.

Toplantıda gündeme gelmeyen, ama insanların zihinlerini meşgul eden hususlar

Toplantıda gündeme gelmeyen, ama öğretim elemanlarının sıkça üzerinde görüş bildirdiği bazı konuları da gündeme getirmek istiyorum. Çünkü bunların da seçmenlerin karar verme sürecinde etkili olacağını ve dikkate alınmasında yarar olduğunu düşünüyorum.

Yabancı dil öğretimindeki başarısızlık: Yabancı Diller Yüksekokulunun kurulması, başarılı ve ülke genelinde farkındalık yaratan iletişim bilimleri, turizm ve otel işletmeciliği gibi alanlarda verilen eğitimin % 30, mühendislik ile iktisadi ve idari bilimler alanlarında % 100 yabancı dilde verilmesi için alınmış önemli bir karardı. Bu kararın uygulanması yükseköğretimde uluslararasılaşmanın sağlanabilmesi için atılan önemli bir adımdı; fakat uygulamada krize dönüştü. Yabancı Diller Yüksekokulu’nun kendi iç dinamikleri ile ilgili sorunları öğrencilere yansıdı. Üniversite tarihinde görülmedik öğrenci olayları bu dönemde yaşandı. Başta YÖK’ün forum sayfaları olmak üzere bütün sanal âlemde Anadolu Üniversitesi aleyhine yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Öğrenci başarısızlığı, sistemin sorgulanması, aksayan yönlerin revize edilmesi gibi çalışma yapmak yerine, her bir konu ayrı bir krize dönüştürüldü ve bu kriz yönetilemedi. Gelinen noktada, önce derslerin % 30’unun yabancı dilde verilmesi uygulaması kaldırıldı; ardından geriye doğru üç yıl başarısız olan öğrencilerin % 100 Türkçe eğitime dönüştürülen programlara geçişleri sağlandı. Yorgan gitti, kavga bitti misali; yabancı dil öğretimi ve yabancı dilde verilen dersler kaldırılıp öğrenciler de ilgili programlara geçirilince sorun da çözülmüş gibi oldu.

AB öğrenci ve öğretim elemanı değişim programları: Yabancı dilde öğretime ilişkin kararın alınıp uygulanmasından önce, Anadolu Üniversitesi AB öğrenci ve öğretim elemanı değişim programlarında en fazla hareketlilik yaşanan yükseköğretim kurumlarından biri olarak dikkati çekiyordu ve hemen her ortamda gerek üniversite yönetimleri gerekse de kamu kurum ve kuruluşlarındaki görevlilerce örnek gösteriliyordu. Alınan kararın, her ne kadar Erasmus öğrencileri için özel ders havuzu oluşturularak tedbir alınmaya çalışılsa da, seçkin üniversitelerden gelecek öğrenci sayısının zaman içinde daha da azalmasına yol açabilecek bir tehdit oluşturduğu söylenebilir.

Açıköğretim sisteminin yeniden yapılanması ve kredili ders geçme sistemine geçilmesi ile gerek sistemde çalışanların, gerekse öğrencilerin kimi algıları değişmek zorunda kaldı. Bu süreçten gelir temin eden üçüncü kişiler de sistemin değişmesiyle birlikte yeni yapıya uyum sağlamakta sıkıntı çekti. Öğrencilerin en büyük tepkisi akademik takvimde eskiden bir yılda yapılan işlemlerin şimdi iki döneme sıkıştırılması ve bütünleme sınavlarının kaldırılması üzerine oldu. Bütünleme sınavlarının kaldırılması öğrenci mağduriyetlerine (?) neden oldu; mezuniyet aşamasına gelenler için tek ders sınavı uygulaması ile sorunun kısmen ortadan kaldırılmasına çalışıldı. Burada sistemin geçmişiyle ilgili tartışmaları başlatmak yerine, gelecekte ne gibi iyileştirmeler yapılacağı üzerinde durulması gerekiyor.

Yüksekokulların fakülteye dönüştürülmesi, Türkiye genelinde görülen bir eğilim olarak dikkati çekiyor. Lisans düzeyinde eğitim verilen her bir yüksekokulun fakülteye dönüştürülmesi, bana çalışan memnuniyetini sağlama dışında doğru bir karar olarak görünmüyor[7]. Bu kararların alınması sırasında bilimsel önceliklerin, memleket ihtiyaçlarının analizinin yapılmasını gerekli görüyorum.

Bitirirken

Eğer “Hafıza-i beşer nisyan ile malul” ise, yaşananları hatırlatmak, dersler çıkarmak ve buna göre geleceğe yön vermek gerekir. Anadolu Üniversitesi’nin bütün paydaşlarına bu üniversitenin kimliğini otuz yılı aşkın bir süredir onurla taşıyan biri olarak şunu belirtmek isterim ki üniversitemiz yurt içindeki “öncü” ve “rol model” olma özelliğini uluslararası alana da taşımış; Türkiye’ye sorun oluşturmak yerine, Türkiye’nin çağdaş uygarlık yolunda karşısına çıkan eğitim sorunlarını tespit edip, kendine has çözüm ortaklığı uygulamaları ile “sorun çözme” gücü, bilgisi ve deneyimini kazanmıştır. Sahip olduğu iç dinamizmi ile karşılaşacağı günübirlik belirsizliklerin üstesinden gelecek güce ve özgüvene sahiptir. Geçiş dönemlerinde yaşanan kimi belirsizlikler, paydaşlarımızı karamsarlığa düşürmesin.

Yarım yüzyılı aşan mazisi ile Anadolu Üniversitesi, Anadolu’nun bağrında yüce bir bilim kalesi oluşturma yolundaki emin ve kararlı yürüyüşünü sürdürecektir.




[1] Mustafa Çakır. Seçim olsa n’olacak. http://m-cakir.blogspot.com/2013/11/secim-olsa-nolacak.html (27.11.2013).
[2] Bkz.: Hukuki Haber. Özel Röportaj: Hukukta gerekçe. http://www.hukukihaber.net/m/?id=21758 (26.11.2013).
[3] Bilmeyenler için hatırlatalım. 26.10.2009 tarihinde Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü aday adaylarını belirlemek için yapılan seçimin oy sayım işleminde saat 20:00’ itibarı ile açılan sandıklarda 778 oy kullanılmış olduğu; yapılan sayım sonucu oy dağılımının şu şekilde gerçekleştiği anlaşıldı:
Prof. Dr. Davut AYDIN 96
Prof. Dr. Hasan MANDAL 295
Prof. Dr. Fevzi SÜRMELİ 334
Prof. Dr. Ahmet TUNCAN 28
Prof. Dr. Mustafa Çakır, Prof. Dr. Ö. Zühtü Altan, Prof. Dr. Yılmaz Benligiray, Prof. Dr. Tuncay Döğeroğlu, Prof. Dr. Nazmi Ulutak, Prof. Dr. Nüvit Gerek birer oy aldı. Boş: 18, Hukuk Müşaviri Gülseren Haspullukçu’ya da bir oy çıktı. Dört aday adayından sonra, listeyi altıya tamamlamak üzere birer oy çıkan adaylar arasından kur’a çekimi yapıldı ve listeye girenler de zaten YÖK’e görüşmeye gitmedi. Prof. Dr. Davut Aydın'ın göreve başladıktan sonra siyasetçilerle kurduğu ilişkiler hakkında fikir verecek bir örnek: Mehmet Önel. "CHP Genel Başkanına mektup yazan bizim Davut Aydın mı?" 2Eylül Gazetesi (15 Nisan 2013).  http://www.2eylul.com.tr/chp-genel-baskanina-mektup-yazan-bizim-davut-aydin-mi-makale,2363.html (27.11.2013).
[4] Bkz. Anadolu Üniversitesi’nden Bakan Binali Yıldırım’a Fahri Doktora verilmesi ile ilgili senato kararı: http://www.anadolu.edu.tr/sites/default/files/Senato%204_0.pdf ve o güne ilişkin gazete haberlerinden biri. http://www.utikad.org.tr/haberler/?id=7687 (27.11.2013)
[5] Bkz. Avrupa çapında iki test merkezi. Dünya Gazetesi (14.11.2012). http://www.dunya.com/mobi/news_detail.php?id=171284 (27.11.2013).
[6] Murat Atikel. Bir taksi durağı kadar değeri yok mu? 2Eylül Gazetesi (18.07.2013). http://www.2eylul.com.tr/taksi-duragi-kadar-degeri-yok-mu-makale,3116.html (27.11.2013).
[7] Bu konuya ilişkin görüşlerimi daha önce okuyucularla paylaşmıştım: Mustafa Çakır (21 Kasım 2013). Yüksekokulların Fakülteye Dönüştürülmesi. http://m-cakir.blogspot.com/2013/11/yuksekokullarn-fakulteye-donusturulmesi.html. (27.11.2013).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...