"Şüphesiz benim namazım da diğer ibadetlerim de yaşamam da ölümüm de alemlerin rabbi Allah içindir" (Kur'an 6:162)
Bir süre önce yazdığım, yayımlayıp yayımlamama konusunda karar veremediğim bu yazıyı, on bir ayın sultanı mübarek Ramazan ayı münasebetiyle yayımlamaya karar verdim. Hayırlara vesile olmasını dilerim. Bugünlerde bazı insanların laf ebeliği yaptığını duyuyorum. Falanca filanca, namaza başlamış deyip, kendilerince türlü çeşit istihzalar yapıyormuş. A benim kadir kıymet bilmez, beynamaz kardeşlerim! Laf üreteceğinize kendinize baksanız, hayatınızın bir anını da kırıp dökmekten vaz geçmiş şekilde geçirseniz, n'olur... Zahir ile batını, şeriatle hakikati bağdaştıran, ilim ve irfanın simge isimlerinden İmam-ı Gazali yıllar önce, “İstihzâ, insanın vekârını (ağır başlılığını) kaybettirir. Yüzünden hayâyı (utanmayı) kaldırır, karşı tarafta kin ve nefret uyandırır. Dostluğun tadını kaçırır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Hâtıraları öldürür. Kusurları çoğaltır. Günahları açığa çıkartır.” buyurmuş. Gıybetini ettiğiniz arkadaşınızın dünya görüşü, ardında bıraktığı yaşam belirtileri, her yeni günle birlikte alemde tazelenen izdüşümü hem sanal, hem de maddi alemde yeterince paylaşılıp, anlatılmıyor mu? Buna ek olarak birbirimizin maneviyatını sorgulamak da neyin nesi...
Rabbimiz okuduğunuz satırların müellifi olan bu faniye önce tornacı,
sonra da lisaniyat tahsil ettirip, kültür bilimci olmayı; kiminin çok isteyip ulaşamadığı, mamafih zaman içinde adeta aşk ve
tutku haline getirdiği bir lütfu ile donanmayı, hasılı kelam önce Batının dilini ve kültürünü öğrenmeyi, sonra da öğretmeyi nasip etmiş. Unutmayalım ki Halık-ı Rahman'ın ibadından istediği en önemli iş, şükürdür. Furkan-ı Hakimde de bizleri şükre davet eder. Dolayısıyla, bu halık yaşadığı sürece özüne, sözüne bağlı, Hakk ve hakikatin savunucusu, mütedeyyin
Anadolu insanının kültürüne uygun hanif bir yaşamı tercih etmiş.
İçine düştüğü yokluk ve yoksunluk, yüreğine düşen ilahi ateşin meftun olduğu aşkın kor olup, küllenmesine izin vermemiş. Üniversiter camiaya katıldıktan sonra da nefsânî
arzularına râm olan kimi sözde akademisyenler gibi dünyevi rızkların peşine takılıp
rûhânî hayatını terk etmemeye çalışmış. Yarım yüzyılı aşkın sürede yaşadıkları, Osmanlı münevverlerinden
Cumhuriyet dönemi aydınına evrilmesine; cehlin karanlığına ışık tutmak için her
daim bir adım önde durarak kendine inananlara, sevenlerine model oluşturmasına yardımcı olmuş.
İslamın
şartının beş olduğunu; ibadetin en makbulünün de aşıkla maşuk arasındaki muhabbet olduğunu; gönülden gönüle kurulan köprülerin dinin temel direği namaz ve sevgiyle kurulduğunu unutmamış. Arkadaş ilişkilerinde akıldan ziyâde gönüle
ağırlık vermesinden doğan kimi dünyevi sıkıntılara, kırgınlıklara aldırmamayı öğrenmiş... Kıldığı
namazı gösteri vesile değil; her türlü hâricî tesirden korunmak için imal edilmiş, zor günlerin barınağı,
Rabb’in buyurduğu inanç sisteminin giydirdiği koruyucu bir zırh olarak görmüş. Yaşadığı
gök kubbenin altındaki hayatı dört duvardan ibaret bina gibi algılamamış; ibadet ve taatleri hayatı
güzelce tahkim ve sonra da tezyin etme faaliyeti olarak benimsemiş.
Kıldığı
namazı, Hakk’a hakikate yaklaşmak için sarf edilen bir çabanın küçük bir parçası
olarak görmüşse de fani dünyanın nimetlerinden nemalanmak için bir araç
olarak görmeye, göstermeye yeltenmemiş; buna tevessül etmeye gerek duymamıştır. O, rızkı
gönderenin yalnız ve ancak alemlerin Rabbi olduğunu hıfzetmiş. Fani alemin yolcularının
rızkı gönderen Rezzâk’ın yolundan gittiğine, Cenâb-ı Hakk’ın diğer takdirleri
gibi rızk takdirinin de sebeplere yapışmak ile gerçekleştiğine inanmış ve iman
etmiştir. Bunun için gayret ve faaliyette bulunmanın hem şart, hem vazîfe ve
hem de zarûrî olduğuna inanmakla beraber; hâsıl olan netîceyi, yani rızkı
Rabb’i unutarak kendinden bilmenin, birilerinin peşinden giderek edinileceğine
inanmanın gaflet olacağına kalben ve ruhen inanmıştır. Zaten hasıl olan sebepler, uygunluğu ölçüsünde
netîce verir.
İhtiras
her yaratılmışın fıtratında derece derecedir; ama mutlaka vardır. Dolayısıyla
o da nefsinin isteklerine karşı, Allâh’ın takdirine rıza gösterir; o takdirdeki
hikmete itimat eder. Allâh’ın
faniler için takdir ettiğine râzı olmayı bilir. Zîrâ bu takdir, kader-i mutlak
icabıdır. Kaderse bir sır ummânıdır.
Mâneviyâta
teşne, kabiliyetli ve istidatlı kişiler, elde ettikleri olgunluk sayesinde
artık bütün hâdisâtı hem akıl, hem de gönül ikliminin derûnî hâlleri ile
telakkî ederlermiş. Böylece ibtilâ ve musîbetler karşısında tevekkül ve
mukâvemetleri daha ziyâde olurmuş. Makam ve mevkiler de öyle; öncelikle ilâhî
takdir ve tasarruftaki hikmet ve sırları idrak etmeyi ve kader-i mutlak ile tesellî,
tatmin ve huzur bulmayı talim eder.
İnsan
hayatında buhran ve sıkıntıların had safhaya ulaştığı dönemlerde tasavvufî eğilimler,
her zamankinden daha fazla öne çıkarmış. Özellikle tasavvufun özünü teşkil
eden “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış” ufku; zor dönemlerde
şifalı bir sevgi, muhabbet ve şefkatin derinleştirdiği bir hissiyât ile zayıf,
mağdur ve mazlûmlar için en çok özel bir sığınak, barınak ve âdeta bir ana
kucağı görevi görürmüş. O’nun bir avuç kerameti kendinden menkul olanın etkisi altında adeta
sisli bir havada rotasını şaşıran gemiye dönen bir kurumdaki sabırla imtihanı, pek bilinmeyen ve tanıtım malzemesi yapılmaya da gerek görülmeyen bu yönünü aşikar
etmesini engellemiş; üniversitedeki yaşamında tasavvufla meşk ettiği görülmemişse de nefsânî
arzuları uğruna Rezzâk’ın yolundan ayrılmayı bir an bile aklından geçirmemiştir.
Bitirirken
Her
türlü “inhiraf” temâyüllerinin gelişip büyüyerek toplumda büyük bir krize neden
olduğu günümüzde mânevî yıkım da kaçınılmaz olmakta, aslında son derece olağan karşılanması
gereken durumlardan olan ibadet ve taatlerimiz de bir kısım çevrede olağan dışı gibi gösterilmeye çalışılıyorsa, ne gam! Rahman ve Rahim
olana hamd-ü senalar olsun ki bu faniyi kötülemeye çalışanlar, Hakk’ın
huzurundaki kıyamından gayrı söyleyecek söz bulamadılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder