28 Ocak 2015 Çarşamba

Doğum günün kutlu olsun

Bugün sevgili oğlumun doğum günü. Ona on sekiz yaşını doldurduğu günün hediyesi olarak günler, aylar öncesi tuttuğum okuma notlarımdan (lat. corpus libris) küçük bir demet sunmak istedim. Gözümün nuruna bu gün için vermek istediğim mesajın bir kısmını burada sizlerle de paylaşmak istedim. Masal tadındaki her bir cümle, mana olarak insanı dünyanın telaşesinden koparıp ayrı bir düşünce âlemine sevk ediyor.  

Anlatılan o ki hiçbir insan, dört dörtlük değilmiş. Balıktan başkası suya doyarmış ama içimizdeki doyumsuz nefis, şükretmekten uzak yaşarmış. Masumun, çaresizin halini ve hatırını sormayan akıl sahibi her elbisesi, her şalı ipekten de olsa, hırsından ve ayıplarından temizlenemezmiş.

Boşuna uğraşmayın, erenlerin tavsiyesine göre, etrafta arz-ı endam eden kerameti kendinden menkul, aslında kifayetsiz muhteris, sonradan görme şer, şeytan, şımarık ve şarlatanların ne önüne geçilir ne de arkasından gidilirmiş. Nitekim önünden gidersen ısırır; arkasından gidersen tepermiş. En doğrusu bunların şerrinden uzak durmakta; her daim akıllı, faydalı, verimli düşünmekte ve faydalı ilimlerle meşgul olmakta sayısız faydalar varmış.

Bütün hesapların dünyevi ölçü ve tartıları aşıp, bambaşka bir zamana ve mekâna havale edildiği sürece girilmeden önce, dostun ışığını hem önümüze hem de arkamıza alırsak, yolumuz aydınlığa kavuşur; rahata erermişiz. Şer şeytanlarda böyle bir ışık bulunmazmış. Bunlarda bulunan benlik, bizlik ve şahsi menfaatleşme hırsı zaten kurulacak dostluklara da engel olurmuş.

Bu arada iyi, güzel ve doğru davranışa sahip olmak, ancak gönül temizliği ile mümkünmüş. Cenab-ı Hak bir insanın –yarattığı kulunun- önce bilinçli olarak yaptığı eylemine, bu eylemin amacına, kalbine, gönlüne, düşüncesine bakar; hayır ve şer torbasını ona göre boynuna asarmış. Bu nedenle, ciğer makamından kopan nefes hiçbir engelle karşılaşmadan hançereden geçip, artık ruhun da bedenin de taşıyamadığı yangını dışarı taşırıp, bir yanardağ infilâkıyla "Ah!" diye püskürtmeden önce nefsimize söz geçirmemiz, terbiye etmemiz lazımmış. Köpeğin kemiğe, sülüğün kana âşık olduğu gibi, yaramaz insanlar da belayı davet etmekten ne usanır ne de utanırmış.

İş içten geçip, artık acının dünya kelamına çevrilmesinin mümkün olmadığı bir zaman dilimi gelip kapıyı çalmadan âh almamak; sevgisi kin, kini sevgi olanlardan uzak durmak; mazlumun sözünün bittiği yerde, evrenin mütemmim cüzlerini içine alan ve arşı alayı titreten ahını almamak lazımmış. Çünkü can boğaza, bıçak kemiğe dayandığında çıkan son nefesteki âh'ın da Hu’ya giden, hüvel baki bir sahibi varmış.

Cenab-ı Hak kendine mülâkî olmadan önce hiç kimsenin yolunu yolsuza; soyunu soysuza düşürmesin.

Yolun ve bahtın açık; doğum günün kutlu olsun!

16 Ocak 2015 Cuma

Uzaktaki yakınlarımız

Her gurbete çıkışımda soydaşlarımızla bir araya geliyor; gurbetin meselelerini konuşuyor; sorunlara çözüm üretmek için beyin fırtınaları yapıyoruz.

Türkiye’ye dönerken Allah’ın bana lütfettiği şu bedende ağır bir sorumluluk yükünü taşıdığımı hissediyorum. Elden ne gelir, neler yapılabilir; sorunun değil çözümün bir parçası olabilememenin, uyuyanları uyandıramamanın çaresizliği yüreğimi yakıp kavuruyor.

Bakıyorum, bir grup insanın dünya umurunda değil.

Bir grup insanımız da onca derdin, dünya telaşesinin arasında “sosyal sorumluluk” anlayışı ile oradan oraya koşuşturuyor. Yaralara merhem olmaya gayret ediyor.

Gurbet elde yurt sevgisini böylesine körükleyen nedir? Bu insanları günlük rutinin dışına çıkarıp, en yakınındakini, ihmal edercesine ideallerinin peşinde koşturan ne? Sevda mı yoksa yüreğindeki yalnızlıkla karışık duyulan eziklik duygusu mu? 

Bu soruların cevabını arayan münevverler, toplumsal sorunların karşısında adeta bir mumun ateşi gibi yanarak bedeller ödemeye, bu arada da ışık kaynağını çoğaltmaya devam ediyorlar. Bir avuç idealist insan karşı karşıya kaldıkları sorunlara çözüm üretmek için adeta çırpınırken, kimi zaman vatan haini, kimi zaman işbirlikçi olarak etiketleniyorlar. Harlayan ateşi karıştırırken yanan elin, acıyan yüreğin bedelini ödüyorlar.

Kimsesizlerin kimsesi olmaya çalışırken, ötekileştiriliyorlar. Yılmadan, bıkıp usanmadan karanlığa ışık tutmaya gayret ediyorlar.

Bu arada gerek Türkiye’den gerekse yaşadıkları ülkelerden siyasi ikbal umutları taşıyanların saldırılarına göğüs gererken, vatandaşların dertlerine çözüm üretmek yerine, bu dertleri kendine maddi gelir kaynağı olarak gören aç gözlü devlerin insafsız saldırılarına da tevekkül içinde gülüp geçiyorlar.

Diyoruz ya, Türkiye Cumhuriyeti değişiyor, dönüşüyor. Vatandaşlarının, soydaşlarının dertlerine deva olmaya çalışıyor. Kimsesizlerin kimsesi olmaya, yarsız olana yaren olmaya çalışıyor. Bununla birlikte atılan adımlar yetersiz kalıyor; çoğu yerde kifayetsiz muhterislerin ışıkları bürokrasinin gözlerini görmez ediyor. Uzaktaki yakınlar ulaşılamaz kılınıyor. Hekim kim, derdi çeken misali; dertlere derman olacak çözümü üretecekler bir yanda; menfaatlerini kovalayanlar öbür yanda. 

Yaşanan bu hengame içinde özünden utanan, özgün kimliğini saklamaya çalışan “aydın” kisveli zavallıların, topluma liderlik yapacak, yol gösterecek münevver olmasını zaten beklemiyorum. Bunlar kendi özüne sırtını dönerken, ait olma isteği ile yöneldiği toplumun bireylerince kabul görmediklerinde arada kalmış olmanın verdiği yürek ezikliğini bastırmak için telaş ile sağa sola saldırarak bir süre daha gündemde kalsalar da popüler kültürün sabun köpüğü gibi sönüp giden serencamında yok olmaya; gelecek kuşaklar tarafından da müstehzi iç geçirmelerle yâd edilmeye mahkûmlar. Bunu biliyorum.

Her şeye rağmen Hüseyinlerin, Mehmetlerin inatla mücadeleye devam etmesi; Özkanların sayıca artması; Munelerin umut ışığı saçması; Cemallerin yüzleri güldürmesi; hasılı kelam isimsiz nice kahramanların yılmadan, usanmadan mücadeleye devam etmesi gelecek adına umut veriyor. 

Avrupalı Müslümanlar ve PEGIDA

Gün geçmiyor ki Avrupa’nın bir yerinde İslam karşıtı bir eylem duyulmasın. PEGIDA’nın (Patriotische Europäer Gegen die Islamisierung des Abendlandes) "Batı'nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar" olarak filizlenip, güçlenmesiyle birlikte göçmenlere ve Müslümanlara yönelik saldırılarda da göreceli bir artış gözleniyor. Bazen bir ibadethane kundaklanıyor; bazen bir Müslüman kadın dış görünüşü nedeniyle arzu edilmeyen davranışlara maruz kalıyor. Bu saldırılar ne amaçla yapılırsa yapılsın, Müslümanların Avrupalının zihninde “öteki” olarak yer ettiğini gösteriyor ve  aklıselim sahibi herkesi kaygılandırıyor.

Aslında Avrupalının bizden olanlar ve ötekiler diye yaptığı ayırım yeni değildir. Bu durum 16. yüzyılda Endülüs Müslümanlarına karşı başlatılmış ve burada yaşayan Müslümanlara adlarını, kültürlerini ve köklerini kaybettirene kadar sürdürülmüştür (Bkz. Kettani 1997). I. Dünya Savaşında Nazilerin ve yakın zamanlarda Çetniklerin Bosna’da işledikleri cinayetler, zayıf hafızalı insanlığın benzer suçlarla tekrar tekrar yüz yüze kalabildiğini göstermektedir.

Avrupalılar ilk defa Haçlı seferleri sırasında kendilerini batılı, Müslümanları da doğulu olarak gördüler. Sina’da karşılaştıkları Sarazen adlı bir Arap kabilesinin adını da kendilerinden olmayan ötekileri tanımlamak için kullanmaya başladılar. Bu ifade zamanla bütün Müslümanlar için yaygın hale geldi. Avrupa içlerine baskınlar ve fetih hareketleri düzenleyen Osmanlılar ile birlikte, Türk ve Müslüman olmak aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Avrupalının belleğine de “Türk olmak” (Turn Turk, tornarse turco) diye bir kavram yerleşti.

Türklerin güçlü olduğu dönemlerde din adamları ve entelektüeller dahil olmak üzere hemen her Avrupalı Türkler ve Müslümanlar ile ilgili olumsuz kavramlar kullandı. Matbaanın kullanılmaya başlamasıyla birlikte, olumsuz Türk algıları daha da yayıldı ve kalıcı hale geldi. Böylece Türkler hem öteki, hem de Müslüman olarak zihinlerde yer etti. Tanrının Hristiyanları cezalandırmak üzere Avrupa’ya gönderdiği millet olarak tanımlandı. Avrupa’nın en parlak figürlerinden biri olan Martin Luther vaazlarında Türklerden, “Tanrının kırbacı” olarak söz ederken; Avrupa Rönesansı'nın önemli ismi Rotterdamlı Desiderius Erasmus’a göre Türkler “vahşi barbarlar”; İslam da “karanlık bir din” olarak tanımlanıyordu.

Günümüzdeki Avrupa’ya gelince; olaylar Avrupalının Müslümanlar ile beraber yaşamaktan çok hoşnut olmadığını gösteriyor. İslam'la birlikte gelecek yeni kültüre de hazır değiller. Avrupa kadına, topluma, hayata kendileri gibi bakmayan kültürlerle birlikte yaşamanın doyma noktasına gelmiş durumda. Yaşanan her türlü olumsuzluğun Müslümanlarla ilişkilendirilmesi tesadüf değil; aksine çevrede olup bitenler, Müslümanların teröristlerle eşdeğer bir algı uyandırması, olumsuz gidişatın nedenlerinden sadece biridir. Bu sürecin iyi okunması; halkın duygu dünyasında büyük tahribatlar yapan olumsuz mesajlar vermek yerine, sosyal ve ekonomik sorunlar karşısında bunalan vatandaşlara hayatın yükünü hafifletecek alternatif politikalar sunulması gerekir. Küçük kıvılcımların büyük yangınlara neden olduğu gibi, bir anlık öfkenin de telafisi mümkün olmayan üzücü olaylara sebebiyet verebileceği unutulmamalıdır.


Dresden Belediye Başkanı Helma Orosz (61, CDU) 
PEGIDA’nın Almanya’da ortaya çıkması, “halk biziz” sloganı ile meydanlarda toplanması ve binlerce insanın çığlığı tesadüf değildir. Alternative für Deutschland (Almanya için Seçenekler) hareketinin Mut zur Wahrheit (Hakikati Söyleyen Yürek) sloganı, halkın birikimini dışa vurmasını sağlamıştır. Aşırı sağcılardan aşırı solculara kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan, halkın sorunlarına çözüm üretmekten ziyade, onları yabancılara yönelik söylemlerle kışkırtarak oy toplamaya gayret eden donanımsız politikacılar da bu eylemlere olan ilginin artmasını sağlamaktadır.

Bu arada, yeri gelmişken, Avrupa’da yaşayan herkesin İslam ya da yabancı düşmanı olmadığının altını çizmek; yaşanan olaylardan kaygı duyan bilinçli yurttaşların, siyasi parti ve dini cemaat temsilcilerinin olduğunu ve İslam düşmanlığını yaymaya çalışan hareketlere karşı bir takım etkinlikler düzenlediklerini de söylemek gerekir.

Tarih boyunca önce kiliselerde, sonra meydanlarda pek çok defa öteki teması işlenirken, Türkler de öteki olmaktan, nasibini aldı. Bu duruma bizim de katkımız olmadı değil. Gençlerimizin evde, işyerinde; kısacası bireysel ve sosyal yaşamın her alanında, iyi eğitimli bireyler olarak, büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgiyle yaklaşan, sabır ve hoşgörüyü yaşam ilkesi edinen örnek davranışlar sergilemesini beklerken, kimi zaman Avrupalıların sabır eşiğini zorladıkları da unutulmamalıdır.

Hiç de masum olmayan kimi siyasi söylemlerin ardında öteki kültürle baş edememenin getirdiği yılgınlık, bıkkınlık da yatıyor. Müslümanlara atfedilen her bir olumsuz davranış, Avrupa’da tarihten bu yana mevcut olan ve yaşanan acı deneyimlerle baskılanmış olan ön yargıları, soğukluğu, kini ve nefreti su yüzüne çıkarıyor. Kültürel farkları belirginleştiren sloganlar, sıradan vatandaşları “ten renginiz ya da dininiz nedeniyle buraya ait değilsiniz” diye sokaklara sevk ediyor.

Bu sokağa dökülmeler masum eylemler olarak değerlendirilmemelidir. Politikacıların ülkede yaşanan olumsuzlukların kaynağı, sorumlusu olarak yabancıları göstermesi, öteki olana duyulan düşmanlığı körüklemektedir. Dikkat edilmez, gerekli tedbirler önceden alınmazsa, kimi donanımsız politikacıların ektiği hiddet tohumları kısa bir zamanda nefret meyvelerini vermeye başlar. Sokağa dökülen ve kontrolden çıkan kalabalıklar son derece zararlı, tehlikeli hal alıverir. Toplum, fırtınalı havada yelken açmış gemi gibi, felâket dalgalarıyla boğuşmak zorunda kalır. Bu hareketin karşısına çıkmaya çalışanların tepkileri de iş işten geçtikten sonra faydasız kalır.

Siyasetin insanları ayrıştıran dili, yerini birlik ve beraberliğe yönelik söylemlere bırakmak zorundadır. İnsan öfkelendiğinde kızgınlığın ateşi, öfkesi geçince de pişmanlığın ateşi ile kavrulur. Avrupa tarihi bunun örnekleri ile doludur. Almanya’da Solingen’de, Mölln’de yakılan ateşlerin yüreklerde bıraktığı acılar henüz tazeliğini yitirmemişken; Avrupa’nın hemen her ülkesinde Müslümanlara karşı tepki giderek artmaktadır. Bu anlamsız tepkinin yerini aklıselim almalıdır. Bunun için sadece sorumlu devlet adamlarına değil, sivil toplum kuruluşlarına da önemli görevler düşmektedir.

Nitekim, Almanya Federal Cumhuriyeti Şansölyesi Angela Merkel, 2015 yılı münasebetiyle yayımladığı mesajda, yabancı düşmanı ve göçmen karşıtı söylemleri eleştirirken, nüfusu yaşlanan, dijital devrime ayak uydurması gereken Almanya'nın, göçmenlere ihtiyacı olduğuna işaret etmiştir. Merkel, "Almanya'ya göçmen olarak gelenler, hepimiz için bir kazançtır" derken, 25 yıl önce Doğu Almanya'da komünist rejime karşı sokağa çıkan halkın da çocuklarının korku altında büyümemesi için, demokrasi ve özgürlükler için mücadele ettiğini ve bunda başarıya ulaştıklarını belirterek, yabancılara sahip çıkılması gerektiği fikrini savunmuştur. Federal Şansölye bu süreçte yalnız bırakılmamalıdır.

Avrupa’da yükselen mikro milliyetçilik akımlarıyla güç ve taraftar toplayan bu tür söylemler analiz edildiğinde, Avusturya’nın da bu tehditten uzak olmadığı görülmektedir. Aşırı sağcı eylemler karşısında ortak tutum geliştirilmesi ve aklıselim tavırların sergilenmesi; Müslümanlarla ilgili sorunların çözümü için buyurgan değil, ortak akıl toplantıları ile üretilen çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi gerekir. Tek taraflı alınan kararların uygulamada doğuracağı olumsuz sonuçlar, sıradan insanları da büyük bir tedirginliğe sevk etmekte, geleceğe yönelik endişelerin artmasına neden olmaktadır.

Bitirirken tekrar ediyorum. Sorumsuz siyasal mesajların sıradan vatandaşlar üzerinde bıraktığı olumsuz etkiler göz önüne alınarak, ırkçılık yapanlara tolerans gösterilmemelidir. Avrupa tarihi incelendiğinde, anlık öfkelerin ne derece büyük yıkımlara neden olduğu pek çok örnekle görülmektedir. Öfkesini yenebilme erdemini gösteren, kitleleri olumlu mesajlarla yönetip yönlendirme becerisine sahip devlet adamlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu aşikardır.

Not:
Fransa'da yaşanan olaylardan önce kaleme alınan bu çalışma Europa Journal-Haber Avrupa Ocak 2015 sayısında yayımlanmıştır. http://www.europa-journal.net/

Kaynaklar

Kettani, Muntasır Ali. (1997). Gırnata'nın Düşmesinden XIX. Yüzyıl Sonuna Kadar Endülüs’te İslam. Değişim Sürecinde İslam: Kutlu Doğum Haftası 1996, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., s. 65-79. URL: http://www.endulus.net/endulustarihi/kettani.htm (son erişim: 02.01.2014). 

3 Ocak 2015 Cumartesi

Hacıazizler Köyü sakinleri ile akrabalık ilişkilerimiz

Ben, bu satırların yazarı, Prof. Dr. Mustafa Çakır, Memolarından İshak Çakır'ın oğlu Sabri'den olma torunudur. Bu yazıda baba tarafından akrabalık ilişkilerini anlatıyorum.

Babaannemiz, Sakine Ninemizin annesi, Fatma, yani babamın anneannesi Gümüşali Oğlu Molla Ömer’in kızı Fatma (Mehtioğullarından Ali Osman’ın hanımı olduğundan kendisine Mehti karısı denilmiştir). Fatma Ninemiz (Ömer-Zeliha kızı, Bozat 1307 doğumlu) Çamaşlı Osman ile evli olan Emine[1] (Çamaşlı Karısı, Ömer-Güllü kızı, 1312 doğumlu) Sakine Ninemizin öz teyzesidir. Emine (Ardıç) Teyzenin Çamaşlı ile evliliğinden çocukları Fatma Teyzemin kayınpederi olan Mehmet, Ahmet, Selahattin; kızları ise Gümel, Binnaz dünyaya gelmiştir. Yani, Mehmet, Ahmet vd. Sakine Nine ile teyze çocuklarıdır (benim ile Şehriye Teyzemin oğulları Nevzat-Mustafa Başar gibi). Soldaki fotoğrafta Selahattin Dayı'nın oğlu, Türk Metal Sendikası Düzce Bölge Temsilcisi ve Türk İş İl Temsilcisi Murat Ardıç görünüyor. Selahattin Dayı'nın Mustafa, Hidayet, Murat ve Osman olmak üzere dört oğlu, beş kızı (Fatma, Gülaydın, Gülistan, Melek ve Ayşe) bulunuyor. Fatma teyzem, Çamaşlı Mehmet'in oğlu Fahri Ardıç ile evlenmiş, Osman adında bir oğulları olmuştur.

Sakine Ninemizin kardeşleri: Sakine Ninemizin bir erkek kardeşi olmuş, Abdullah adı verilen bu çocuk altı yaşında vefat etmiştir. Kız kardeşleri ise Hasibe, Şahide, Güllü ve Gülperi (Nüfus kayıtlarında Fatma).

Hasibe Teyzenin Mahoğullarından Hasan’ın oğlu Hafız Halil İbrahim (Kuşçu[2] Mustafa) ile evliliğinden doğan çocukları: Şehriye Teyzem ile evlenmiş olan Zeki, annemin amcası Hasan’ın kızı Ayşe teyze ile evli olan Fikri, babamın Gülperi teyzesinin kızı Cemafer ile evli Abdullah, Ordulu Yunus (Uçar) ile evli Emine, Elmas, Nezaket ve Güllü. Mah’oğullarından Hasan, İbaş kızı Çakır’ı almış ve bu evlilikten Zeki (soldaki fotoğrafta eşi Şehriye Teyzem ile), Fikri ve Abdullah dayıların babası olan Halil İbrahim (Mustafa Başar), Emrullah, Mehmet, Cafer, İsmail dünyaya gelmiştir. Mah’oğulları ile evlenen Çakır Hanım, Gülsüm Ninemizin öz dayısının kızı olmaktadır. Hasibe Teyzenin oğlu Zeki Başar ile Şehriye Teyzem evlidir. Bu evlilikten Nevzat, Mustafa olmak üzere iki erkek, Safinaz, İsminaz olmak üzere iki kız çocuk dünyaya gelmiştir. Hasibe Teyzemin diğer oğlu Fikri Başar ise annemin amcası "Devletlü" Hasan Efendi'nin ikinci eşi Halil Ağa Kızı'ndan olma Ayşe Teyze ile evlenmiştir. Bu evlilikten Fikret, Cafer, Oğuz olmak üzere üç erkek; Emine, Fatma, Hatice ve Filiz olmak üzere dört kız çocuk olmuştur. Cafer de Şehriye Teyzemin kızı İsminaz ile evlenmiştir. Şehriye Teyzemin diğer kızı Safinaz Başar ise  Düzce'de Mali Müşavir olan Ayhan Gümüş ile evlenmiştir. 

Gülperi Teyze Karaaliloğullarından[3] Yakup[4] (Durmuş) Kara’nın oğlu Mustafa Kara ile evlenmiş ve bu evliliğinden Feriha halam ile evli olan Sebahattin, Necati, Muhammet, İlhan ve Mustafa Amcamın eşi olan Muradiye, Atike, Şükran ve Ethem Amcamın eşi Emine ve Nuran dünyaya gelmiştir. Karaaliloğullarından Yakup’un diğer çocukları ise; Mustafa, Kamil[5], Selahattin, Güller bulunmaktadır. Soldaki fotoğrafta, babam Sabri Çakır ile Sebahattin Kara görülmektedir.

İshak Dedemin annesi Gülsüm Nine. Gülsüm Ninenin babasının adı Çegeloğlu Ahmet. Ablası Fatma (Kara). Dedemin dayısı, yani Gülsüm Ninenin ağabeyi Çengeloğlu Ali. Çengeloğlu Ali’nin Ahmet ve Seyit adlı iki oğlu, Muharrem Amcamın Hanımı Esma ve Zekiye adlı iki kızı olmuş. Çengeloğlu Ahmet’in oğulları da Kemal, Dursun, Seyfullah ve Ali olmak üzere dört oğlu dünyaya gelmiş. Bunların bir kısmı Hacı Azizler Köyü bir kısmı da Kaynaşlı ilçesinde ikamet ediyorlar.

İbaşgil ile akrabalığımız. İbaşkızının (Fatma) babası (İbaş) Gülsüm Ninemizin öz dayısı olmaktadır. İbaşkızı aynı zamanda Gümüşalioğlu Ömer’in oğlu Mustafa ile evli olup, Gümüşalioğlu gelini olmaktadır. Bu Mustafa, Mehti Ninemizin ağabeyi; Sakine Ninemizin de öz dayısıdır. Cafer, Nazım, Remzi; Sakine Ninemizin dayısı Mustafa’nın çocuklarıdır. Bolu'daki komşumuz Yakup Gümüş ile ağabeyleri Ali ve Mustafa da Nazım Dayının (soldaki fotoğraf) oğlu olup, akrabalık ilişkimiz buradan gelmektedir. İbaş denen şahıs, Kuzumoğullarından olup, Gülsüm Ninemizin dayısıdır. Kuzumlular ile akrabalık ilişkimiz de buradan kaynaklanmaktadır.

Gümüşalioğulları[6] ile akrabalığımız: Gümüşalioğlu Mustafa, Rasih, Halil (Çavuş) Gümüş[7] (1303) Sakine Ninemizin dayılarıdır. Mustafa dayı, yukarıda İbaşgil ile akrabalık ilişkilerinde belirtilmiştir. Halil (Çavuş)’un Ahmet Hamdi (1928) adında tek bir oğlu olmuştur. Hamdi Gümüş, Aziz dedemin en büyük çocuğu olan Dilber teyze ile evlenmiş; dini ilimler tahsil etmiş ve hafız olmuş; civar köylerde uzun süre imamlık yapmıştır. Bizim kuşağa kuran okumayı öğretmiştir. Hamdi Hocanın oğulları Mustafa, Nihat, Muhammet, Metin ve Çetin dünyaya gelmiştir. Hamdi Hoca’nın babası olan Halil Çavuş’un babası Ömer, annesi Zeliha olup; dedesinin Ali (Ömer-Havva oğlu 1228-Bozat/Giresun)’dir. 

Cafer Koç (soldaki fotoğrafta eşi ile birlikte görülüyor), Hacı Aziz Dedemin teyzesinin oğludur.

Gelecek sefer, Allah izin verirse, soy sop ilişkilerini araştırmayı hobi haline getirmiş, ellerinde somut belgeler olan aile büyüklerine ulaşıp, onlardan alacağım bilgi ve belgelere dayalı yeni bilgileri paylaşmayı planlıyorum. 



[1] Emine Teyze, ’93 Harbi sırasındaki göçte, gemide dünyaya gelmiş; 25 yaşında Çamaşlı ile ikinci evliliğini yapmıştır. Bu evlilik sırasında Çamaşlı Osman, 50 yaşındaymış.
[2] Halil İbrahim’in babası Hasan, ’93 harbi dolayısıyla Akçaşehir’e vapurla gelirken, vapurun üzerinde uçan martıyı vurma konusundaki bahsi kazanması nedeniyle kendisine ‘kuşçu’ adı verilmiştir.
[3] Karaalioğulları Giresun Ahırlı köyünden Düzce’ye göç etmişler.
[4] Yakup, İshak Dedem ile teyze çocukları.  Gülsüm nine ile kız kardeşi Fatma Kara kardeş imiş.
[5] Kamil Dayının babamın Hasibe Teyzesinin kızı Fatma ile evliliğinden Almanya’da yaşayan Necdet, Bolu’da yaşayan Fatma, Veysel ve Hayati Kara bulunmaktadır. Fatma’nın Orhan İşçi ile evliliğinden olan Gökçin ve Elçin adlı iki çocukları bulunmaktadır.
[6] Gümüşalioğulları Hane Listeleme (İlçe: 2031 Kaynaşlı, Cilt 191, Hane: 51).
[7] Halil Gümüş’ün eşinin adı Irve (Ulviye, doğ. 1308-Paçan/Of).

2 Ocak 2015 Cuma

Memoğlu İbrahim Efendi'nin çocukları

Ülkemizde soy sop araştırmaları çokça yapılıyor. Kişilerin nereden gelip nereye yerleştiği gibi konular merak ediliyor. Biri öbürü hakkında bir kanaat oluşturmadan önce, önce soyuna sopuna bakıyor; araştırıyor, soruşturuyor... 

Ben de kimi meraklı dostlarım için kısa bir araştırma yaptım. Meraksavar bir vademacum hazırladım. Görüleceği üzere, soyumuz sopumuzla ilgili bir kaygımız, gizlimiz saklımız yok. Ebediyete göç edenlerin her birini rahmetle yad ederken, hayatta olanlara da sağlıklı ömürler diliyorum. Bu yazı hem ailemizin gençlerini bilgilendirecek, hem de üçüncü şahısların merakını giderdiği gibi, meraktan doğan rahatsızlıklarını da ortadan kaldıracaktır. 

Soyumuz İran'ın kuzeydoğusunda bulunan Horasan bölgesinden Anadolu'ya göç eden Oğuzların Üçoklar boyundan geliyor. Tarihi kaynaklara göre Üçoklar, Osmanlı döneminde Vilayet-i Çepni olarak adlandırılan Giresun'a yerleşmişler. Bu nedenle, tanıştığım hemen herkes Çepni Türkmenlerine[1] ait olduğumuzu söylüyor. Büyük büyük dedelerimizden günümüze kadar yaşayabilen akrabalarımız Türkiye'nin değişik vilayetleri (Giresun, İstanbul, Bursa, Düzce, Bolu, Eskişehir) ile Avrupa ülkelerinde dağınık halde bulunuyor. Tarihi kayıtlarda, Çaldıran savaşından sonra İran’a dönenlerin olduğu da görülüyor.

Daha somut bilgiler vereyim. Baba tarafından büyük dedem, yani babamın dedesi, Memoğlu Mustafa Efendi (1297-1333/1914), Giresun'a bağlı Bulancak İlçesi'nin Cindi[2] köyü nüfusuna kayıtlı Memoğlu İbrahim Efendi[3] ile Esma Hanım’ın oğludur.

Mustafa Efendi Cindi'de doğup büyüdükten sonra, bugün idari olarak Piraziz, sosyal olarak Bulancak ilçesine bağlı bir belde olan Bozat’a taşınmış; orada Çengeloğlu Ahmet Efendi’nin[4] kızı Gülsüm Hanım (1875-1944) ile evlenmiş; burada büyük kızı Selime Halamız dünyaya gelmiştir.

İshak Dede Gülişan Ana ile
Daha sonra halk arasında ’93 Harbi olarak bilinen 1877 (Hicri 1293) Osmanlı Rus Savaşı sırasında başlayan göç dalgasından kısmetine düşeni alan Mustafa Efendi de Akçaşehir (Bugünkü Akçakoca) üzerinden Kaynaşlı ilçesine bağlı Bıçkıyanı Köyü Yukarı Karaburun Mahallesi'ne (bugünkü adı Hacıazizler Köyü) göç etmiş[5]; burada, Halil (1898- 1334/1916), Zelfi (Selvi), Şerife, Muharrem  (ölm. 1970) ve İshak (ölm. 1989) adını verdiği çocukları dünyaya gelmiştir.

Babamın babası İshak Dede'min bana anlattığına göre, Memoğlu/Memioğlu Mustafa Dedemin memlekette (Giresun'da) bir amcası daha varmış ve o da Bursa’ya yerleşmiş. Kendileri ile bir tanışıklığımız olmadı. Babamın bir süre önce tanıştığı ve memlekette ziyaret ettiği bir kısım akrabalarımız ise Bulancak ilçesine bağlı Cindi köyünde yaşıyormuş. 

Tarihi araştırmalara göre, atalarımız, 1410 yılında Karakoyunlulara katılan; bu devleti kuran ve Erzurum Bayburt havalisinde yaşayan, on bir oğuz boyundan biri olan Duharlı oymağına aitmiş. Duharlılar Ortaasya'daki Toharistan'dan kökenli olup, Basra üzerinden Anadolu'ya göç etmişler. Toharistan'dan kuzeye göç edenler ise Moğolistan'ın kuzeyindeki Sayan Dağlarında kendilerine yurt bulmuşlar; günümüzde Dukha Türkleri olarak kayda geçmişlerdir. Bu göçte Moğol istilasının rolü olduğu belirtiliyor. Duharlı oymağı XV. Yüzyılda Erzurum, Bayburt, İspir, Rize çevresinde hakim unsurlar arasında gösterilmiştir. Tarihi kayıtlarda, Karakoyunlu-Akkoyunlu ilişkilerinde etkin rol oynamış oldukları; 1457'de Bayburt kalesini Uzun Hasan'a teslim ettikleri yazılıdır. Düharlı oymağının Karakoyunluların tarih sahnesinden çekilmesiyle Akkoyunluların hizmetinde bulunduğu; bu devletin de tarih sahnesinden çekilmesi ile birlikte Erzurum İspir yöresine çekildiği ve Osmanlı Tımar Sistemi içinde yaşamını sürdürdüğü belirtilmektedir. Osmanlı kayıtlarında bu oymağın adı Tokarlı diye geçmektedir. Bugün Bayburt'a bağlı beş köyde yaşayan Memioğlu ailesinin bu soydan geldiği; ağırlıklı olarak Bayburt'ta yaşadıkları belirtilmektedir. Bugün nüfus kayıtlarından anlaşıldığı üzere Düzce, Giresun, Rize havalisinde yaşayan Memoğluların veya Memioğullarının amca çocukları oldukları 1834 yılına değin geri götürülebilen Görele nüfus kayıtlarından anlaşılmaktadır. Aileye Memoları veya Memioğulları denilmesi de Akkoyunlular döneminde yaşayan Dühani el-Hacc Hafız Mehmet Efendi'den kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir.

İşte bu soydan gelen Memoğlu İbrahim Efendi’nin oğlu Mustafa Efendi, I. Dünya Savaşı sırasındaki seferberlik döneminde henüz on altı yaşındaki oğlu Hacı Bey (1898- 1334, nüfus kayıtlarında Halil)[6] ile birlikte askere alınmış; 1915 yılında Çanakkale'de 4. Kolordu, 32. Alay 2. Tabur'da şehadet mertebesine ulaşmış[7].

İshak Dedem oğulları Mustafa, Sabri,
Yakup ve Ethem ile (soldan sağa)
Babam Sabri Çakır'ın babası, Memoğlu Mustafa Efendi’nin küçük oğlu İshak Efendi (Çakır), Oğuzların Çepni boyuna mensup Gümüşalioğlu Ömer Efendi ile Zeliha Hanım’ın kızları Fadime Hanım ile Giresun'un Piraziz ilçesine bağlı Bozat köyünden Bıçkıyanı Köyü Karaburun Mahallesine (Bugünkü Hacıazizler Köyü) göç eden Mehdioğlu Aliosman Efendi'nin yaptığı evlilikten doğan kızları Sakine Hanım ile evlenmiş (Sakine Ninemiz'in babası Mehdioğlu Ali Osman Efendi, çalışkanlığı, efendiliği ve dindarlığı ile biliniyormuş. Genç yaşında köyün sayılı zenginleri arasına girmiş; bir oğlu, beş kızı olmuş. Oğlu küçük yaşta vefat etmiş; kendisi de 37 yaşında, arkasında o döneme göre servet sayılacak bir mal varlığı bırakarak vefat etmiş). İshak Dede'min Sakine Hanım ile yaptığı evlilikten üç erkek (Yakup, Sabri ve Mustafa); beş kız (Nazmiye, Sebahat, Neziha, Meliha ve Feriha) dünyaya gelmiş. İshak Efendi, Sakine Hanım’ın 37 yaşında vefat etmesi üzerine Halime Hanım ile yaptığı ve kısa süren evliliğinin ardından Gülişan Ana ile evlenmiş. Bu evlilikten biri erkek (Ethem Amcam) ve ikisi kız (ablamla yaşıt Pamuk ve benimle yaşıt Aysel halam) olmak üzere üç çocuğu daha olmuş. Sağdaki fotoğrafta (soldan sağa) Mustafa amcam, babam, İshak dedem, Yakup ve Ethem amcalarım 80'li yıllarda bir ramazan bayramında çektirdikleri fotoğrafta görülüyor.

Özetleyecek olursak, İshak Dedemin babası Mustafa Efendi Memoğlarından, dayıları Çengeloğullarından; eşi Sakine Hanım ise anne tarafı Gümüşalioğullarından, baba tarafı da Mehdioğullarından oluyor. Yurt içi göçler nedeniyle Türkiye'nin değişik illerine dağılmış olsalar da akrabalarımız Giresun'un Bulancak İlçesi'ne bağlı Cindi köyü ile yine Giresun'un Piraziz ilçesine bağlı Bozat köyleri ile Bayburt ve Rize'de yaşıyorlar. 

Amcalarımdan, Eskişehir'de yaşayıp, burada metfun olan Yakup Çakır'ın Fatih ve Safiye; Mustafa Çakır'ın Sezai, Recai ve Zekai; Ethem amcamın Koray, Suna ve babam Sabri Çakır'ın da Selma ve Mustafa adlı çocukları dünyaya gelmiş. Selma Darıyeri Mengencik Köyü'nde Kahvecioğulları eşrafından Fikret Kahveci'nin oğlu Sezgin Kahveci ile evlenmiş ve bu evlilikten halen İsviçre'de yaşayan Savaş ve Saadet adlı çocukları dünyaya gelmiştir. Savaş (Kahveci) İsviçre'de Joana Torres ile 2014 yılında evlenmiş olup halen bu ülkede bir özel şirkette üst düzey yönetici olarak çalışmaktadır. Bir özel şirkette grafik tasarım uzmanı olarak çalışan Saadet ise 2016 yılında Ardan Zamur ile evlenmiş, bu evlilikten Celine Lea adında bir kızları olmuştur.

Aziz Dede Şerife Nine ile
Şimdi de anne tarafından dedem Tavukçuoğlu[8] Hacı Aziz Yıldırım hakkında bilgi vereyim. O da Türkmen soylu olup; babası merhum Tavukçuoğlu Tacir Mehmet Efendi, I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesinde savaşan Üçüncü Ordu'nun Allahüekber Dağlarında yürüttüğü Sarıkamış Harekatı sırasında (Ocak 1915) şehit olmuş. Trabzon'un Şalpazarı ilçesine bağlı Düzköy'de ikamet eden aile savaş yıllarındaki göç hareketlerinin etkisiyle önce Düzce'ye; sonra da Kaynaşlı ilçesine bağlı Bıçkıyanı Köyü'ne yerleşmiş. Ardından kendileriyle birlikte doğu Karadeniz bölgesinden göç eden Gümüşalioğulları, Çengeloğulları ve Mehdioğulları ile Yukarı Karaburun Mahallesini (bugünkü Hacıazizler Köyü'nü) kurmuşlar. Hacı Aziz dedem, cumhuriyetin ilk yıllarında bu köyün muhtarlığını yapmıştır.

Tavukçuoğlu Tacir Hacı Mehmet Efendi’nin oğlu Hacı Aziz (Yıldırım) dedemiz, annem Hikmet’in babası, Memoğlu Mustafa Efendi'nin küçük kızı, Memoğlu İshak Efendi’nin ablası Şerife Hanım ile evlenmiş; bu evlilikten altısı kız, altısı erkek olmak üzere toplam on iki çocuk dünyaya gelmiş (Sol alttaki fotoğrafta arka sıra, soldan sağa: Osman, Mehmet, Mustafa, Necati, Fevzi Paşa; orta sıra, soldan sağa: Hikmet, İpek, Dilber, Şehriye, Necmiye, ön sıra Cemil ve Fatma).
Aziz Dedemin çocukları

Babam, halası Şerife Hanım’ın kızı Hikmet; annem de dayısı İshak Efendi’nin oğlu Sabri ile evlenmiş; yani babam halasının kızını almış, annem dayısının oğluna varmış ve bu evlilikten ablam (Selma Kahveci) ve bendeniz olmak üzere iki çocuk dünyaya gelmiş. 

Babam ve annem
Babam Memoğlu İshak Efendi’nin oğlu Sabri Çakır 1970 yılı mart ayında ve zevcesi, validem Tavukçuoğlu Aziz Efendi’nin kızı Hikmet Çakır 1973 yılında Bıçkıyanı Köyü Karaburun Mahallesi’nden Avusturya’nın Vorarlberg eyaletindeki Dornbirn şehrine çalışmaya gittiler. Burada uzun yıllar Avusturya’da çalıştıktan sonra, emekli olup Türkiye’ye kesin dönüş yaptılar ve Bolu’ya yerleştiler. Yazları Bolu'da, kışları ise Düzce'de ikamet ediyorlar. Babam ve annem hayatın bütün zorluklarına birlikte göğüs germişler; önce kendi yaşamlarını idame ettirmek, sonra da çocuklarının istikbalini güvenceye almak için çalışmışlar; çalışmışlar... Bizleri bu günlere getirmişler.

Ailemiz geçmişte yaşadığı her türlü yoksunluk ve yoksulluk dönemlerinde dahi bu ülkenin vatandaşı olmanın bilinciyle, yurttaş olmanın sorumluluklarını severek ve isteyerek yerine getirmeye gayret etmiş; yaşadığı olumsuzlukların çözümünü dışarıda değil, içeride arayarak, kaynağını bu milletten almayan hiçbir güce, görüşe itibar etmemiştir.

Avusturya'nın Bregenz Eyaleti Göç Müzesine koyulmak üzere Müze Kültür İşleri Müdürü Fatih Özçelik ve ekibi tarafından yapılan belgeselde hayatımı anlattığım videoya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

https://www.youtube.com/watch?v=ZY3kntrkswo 




[1] Çepniler, sayıları 24 olarak belirlenen Oğuz Boyları'ndan biri ve en kalabalık olanıdır. Üç - Oklar'ın Gök Han koluna bağlıdırlar. Bilindiği gibi Oğuzlar; Türkiye ve Azerbaycan Türklerinin, Türkmenistan, Irak ve Suriye Türkmenleri ile Gagauzlar'ın atalarıdır. Çepnilerin bu bölgeye Trabzon’un fethinden önce Uzun Hasan zamanında kafileler halinde geldikleri bilinmektedir. Çepni kelimesinin anlamı; düşmana karşı gözü pek, mazlumlara karşı merhametli, sınır bekçiliği yapan anlamına gelmekte olup, yöre insanı bu özelliklerin tümünü taşımaktadır. Çepniler Oğuzların uç boyları olduğu için Anadolu’nun değişik yerlerinde görülmektedir. Bugün Bolu Merkez ilçeye bağlı bir Çepni köyü mevcuttur. Çepniler Orta Asya Horasan kökenlidir. Çepni isminin yer aldığı ilk yazılı metin, ilk Türk bilgini olan Kaşgarlı Mahmud'un 1070 yılında kaleme aldığı Divan-ü Lügati't-Türk isimli eserdir.
[2] Osmanlı sarayında hünerli, marifetli biniciler için "cündi" sıfatı kullanılırdı. Ayrıca Cindiler veya Cündilik, Anadolu’da yaygın tarikat olan Rıfailiğin bir koludur. Köyün adının bunlarla ne derece ilişkili olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Giresun Bulancak’ın güney batısında küçük bir yerleşim birimi olan bu köyün adının 1591 yılından önce Van ve çevre illerde yaşadığı bilinen 18 aşiretten Göçerler (Celali) aşiretinin bir kolu olan Cendi’den kaynaklandığı konusunda da görüşler vardır. Bu soydan İbn-i Arabî’nin öğrencilerinden ve Sadreddin Konevi'nin yetiştirdiği Müeyyedüddin el-Cendi adlı bir âlimin olduğu ve umuma hazırlanmış bir tasavvuf ve ahlak kitabı olan Vuslat Yolu adlı bir eser de mevcuttur. Kaynaklara göre, bölgede yaşayan öncülerin, 1386 yılında Horasan erenlerinin yolunu takip ederek Buhara’dan batıya doğru yola çıkıp Anadolu’ya gelen ve Oğuzların Üçok koluna mensup Çepni boyundan olan Şeyh İdris’in ailesi ve halifelerinin soyundan olduğu belirtilmektedir Hacı Bektaş-ı Veli’nin izinde olan bu aile Sultan Murat Hüdavendigar’ın izniyle henüz meskun olmayan Piraziz ve çevresine yerleşmişlerdir. Bugün Kayseri, Ağrı, Hakkari gibi pek çok yerleşim biriminde Cindi Aşireti adıyla anılan ve internet ortamında kendilerini Zaza-Kürt olarak tanıtan aşiret üyesine de rastlanılmaktadır. Bununla birlikte Zazaların Anadolu’ya Horasan’dan geldikleri bilinmektedir. Yapılan araştırmalar, Zazaların Kürtçe (Kurmançi) dışında bir dil konuştuğunu, bu dilin Türkçenin bir lehçesi olduğunu ortaya koymuştur. İran içlerinde yaşayan Zazaların ise Çaldıran Savaşı sonrası İran içlerine kaçan alevi Türkler olduğu bilinmektedir. Bunlar “Türk mü, Kürt müdür; dillerinin özelliği nedir; alevi midir?” gibi daha pek çok konu tartışma forumlarında yer almaktadır. Tartışmalarda M. Şerif Fırat’ın “Doğu illeri tarihi ve Varto” adlı kitabı önemli bir kaynaktır. Kişi kendini hangi kimlikte görüyorsa, hissediyorsa öyledir ve saygındır. Hacı Bektaşı Veli’nin deyişiyle, “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”.
[3] İbrahim (TC No: 22967771922). Giresun ili İlçe: 2031, Cilt: 191, Hane No: 46.
[4] Çengeloğlu Ahmet, II. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde iki defa Kaptan-ı Derya görevinde bulunmuş olan ve İstanbul Çengelköy’e adı verilen Osmanlı devlet adamı Tahir Mehmet Paşa (ö. 1851)’nın soyundandır.
[5] Bıçkıyanı köyünün henüz yerleşim yeri olmadığı ve yoğun ağaçlık bir alan olduğu dönemde, Bakacak Köyü’nün kurucularından Hafız Mustafa Özdemiroğlu burada dere kenarında suyla çalışan bir kereste biçme tesisi kurmuştur. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (’93 Harbi) sırasında Giresun ve ilçesi Bulancak’tan göç eden Bayraktaroğulları, Kuzumoğlulları, Kahvecioğulları ve sonradan gelen Kavrazoğulları, Hamzalılar (Şelteoğulları) ve Bektaşoğulları bu tesis etrafında yerleşmişler ve zamanla gelişen bu yerleşim alanına bilahare “Bıçkıyanı Köyü” adı verilmiştir.
[6] Hacı Bey Amcamız, babası ile askere alındıktan sonra, komşu köyden çocukluk arkadaşı Oflu Saadettin ile birlikte 38. Alayda Sıhhiye bölüğüne verilmiş. Oflu Saadettin, Gülsüm Nine’ye, Hacı Amcam ile birlikte sıhhiye er olarak görev yaptıklarını; arkadaşının yaralandığını; kendisinin firar ettiğini ve başka haberi olmadığını söylemiş. Kara Kuvvetleri kayıtlarına göre, 1. kolordu, 70. alay, 1. tabur, 6. bölükte vatani görevini Piyade Er olarak yaparken yaralanıp 25.07.1915 tarihinde Çanakkale'de 11. Ağır Mecruhin Hastanesi'nde hayatını kaybeden, Düzceli Halil adlı bir askerin kaydına rastlanmaktadır. Bu kayıt, muhtemelen doğru olmayıp mükerrer veya hatalıdır; amcamızla birlikte sıhhiye olan Oflu Sadettin ve dönemin tanıklarının anlattığına göre, amcamız arkadaşı ile firar etmemiş; KKK kayıtlarına göre 18.10.1915 tarihinde 15. Fırka Sıhhıye Bölüğünde görevliyken (38. Alay, 1. Tabur, 1. Bölük) şehit olmuş ve 9.358 numaralı Çanakkale Şehidi Düzceli Mustafa oğlu Halil olarak tarihe geçmiştir.
[7] Genelkurmay kayıtlarına göre, 22.04.1915 tarihinde Zığındere’de (Sarısığlar koyu) şehit olmuş. Tarihe 9.467 numara ile kayıtlı Çanakkale Şehidi 4. Kolordu, 32. Alay, 2. Tabur piyade er Düzceli İbrahim oğlu Mustafa olarak geçmiş. Ölüm haberi köye ancak 1917 yılında gelmiş ve nüfus kaydından düşülmüştür.
[8] Karadenizli Tavukçu ya da Tavukçuoğlu ailesinin Kıpçak (Kuman) kökenli olduğu ve Anadolu’ya Aras ve Kür nehirleri arasındaki bir bölgeden göç ettikleri bilinmektedir. Bu ailenin ileri gelenlerinden bir grup Osmanlının Kıbrıs’ı fethinden sonra Kıbrıs’a, Balkanlara vd. yerleştirilmiştir. Karadeniz’e 19. Yüzyıl ortalarında geldikleri sanılmaktadır. Dedem şeceresini verirken, Oğuzların Çepni boyundan olduklarını, Tavukçuoğlu lakabının aile büyüklerinden ve Tımara köyünü kuran Demircioğlu İbrahim’in soyundan gelen Mustafa’nın ticaretle uğraşmasına bağlamaktadır (www.timara.4t.com). Aile bireylerinin ağırlıklı olarak sarışın beyaz tenli, renkli gözlü (kahverengi ağırlıkta, mavi veya yeşil) olması ise Kıpçak/kuman tezini kuvvetlendirmektedir.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...