Bundan yaklaşık 27 yıl öncesini
hatırlıyorum. Öğrenci olarak bulunduğum Viyana Üniversitesi’nin Yeni Enstitü
Binasının giriş holünde bir fotoğraf sergisi açılmıştı. Sergide Avrupalı
dostlarımızın sattığı kimyasallarla katledilen binlerce insanın dramı
yansıtılıyordu. O zamanlar Kuzey Irak’ta yaşayan binlerce insan can güvenliği
nedeniyle akın akın Türkiye’ye geliyordu. Türkiye ise bunlara adeta kucak
açmış, onların dertleri ile dertleniyordu. Katledilen masum insanlar
Batılıların neredeyse umurunda bile değildi.
Günümüze gelince… Bu defa
Suriye’de yeni bir oyun oynanıyor. Başrol oyuncularından Saddam gitmiş, yerine Esat gelmiş. Senaryo aynı, figüranlar değişmiş. Sıradan vatandaşlar bir lokma ekmek, bir kap sıcak yemek
derdinde. Deyim yerindeyse yeni bir kavimler göçü yaşanıyor. Suriyelilerin bir
kısmı denizlerden, bir kısmı da karadan olmak üzere kendilerine daha güvenli
topraklar arıyor.
Suriye’de Batılı ülkelerden temin
edilen silahlar ve bu ülkelerin varoşlarından devşirilen eğitimsiz cahil bir
sürü insanın beş yıla yakın bir süreden beri estirdiği bir terör var. Halk iç
savaş ve devlet terörü nedeniyle canından bezmiş durumda. Suriyeliler yüz
binleri katleden Esat rejimi ve İran’ın ateşe benzin döken politikasının
gölgesindeki DAEŞ/IŞID terör örgütünün zulmü nedeniyle perişan olmuş, yurdundan
yuvasından olmuş; denizler cesetlerle dolmuş durumda.
Batı cephesinde kayda değer bir tepki
görünmüyor. Ta ki bir gün Bodrum sahillerine vuran on iki kişinin cansız bedeni
toplanana kadar. Bunların arasında kadınlar, erkekler ve çocuklar da vardı ki en
yürek yakanı da minik Aylan Kurdi’nin dünya basınında manşet haber olan cansız
bedeniydi. Aylan’ın fotoğrafı taşlaşan yürekleri biraz olsun yumuşatmayı
başardı. Avrupalı da bu vesile ile mültecilere kapılarını açmaya başladı.
Almanya’da Şansölye Merkel,
önemli muhalefete rağmen Suriyelileri kabul ediyor. Avusturyalıların Macaristan
sınırından itibaren Almanya geçişine kadar gösterdiği ev sahipliği de
dikkatlerden kaçmıyor. Buna rağmen Avrupalılar bu durumdan çok fazla etkilenmiş
görünmüyor. Daha çok kendi iç dünyası ile meşgul. Yaşanan süreçlerde kendi
geleceğine ilişkin kaygıları ön plana çıkarıyor. Kültürünün kimliğinin bu göç
dalgası ile zarar göreceğini düşünüyor; düşünmekle kalmıyor kimi politikacılar
aracılığı ile dillendiriyor. Sınır kapılarına dayanan göçmenlerin varlığını
kendilerine yönelik bir tehdit olarak görüyor ve sırf bu nedenle yerel
milliyetçi akımlar giderek güç kazanıyor. Siyasetçi ile devlet adamı sorumluluğunun
ayırdında olanların dışında günübirlik yaşayanlar, insanları bizden ve öteki
dünyadan olanlar diye ayırmakta bir sakınca görmüyorlar. Kendi değerlerini öne
çıkaran zihniyet, göçmenlerin barındırıldığı yerlere saldırmakta bir sakınca
görmüyor. Kendi değerleri söz konusu olduğunda, İslam dinini ve dolayısı ile
Müslümanları Avrupa kültür değerlerine yönelik bir tehdit olarak tanımlamakta
da bir sakınca görmüyor.
Avrupalılar tam anlamıyla ne
yapacağını şaşırmış durumda. Avusturya savaş döneminden sonra en büyük yedinci
göç dalgasını yaşıyor. Pek çok Suriyeli, Afgan, Iraklı, Somalili ve Eritreli
insan Avusturya’yı bir geçiş güzergâhı haline getirmiş durumda. Göçmenlerin
kısmı Almanya’ya gitmek isterken, bir kısmı da daha kuzeydeki, daha uzaktaki ülkeleri
tercih ediyor. Bununla birlikte bu insanların yakın bir zamanda Avrupa
ülkelerine dağıtılarak eritilmesi mümkün görünmüyor.
Yaşanan insanlık dramı bir yanda,
kimi “süper güç” olduğunu düşünen kimi ülkeler de yeni bir harita oluşturma
çabası içinde. Hem Rusya, hem ABD ve hem de AB ülkeleri kimi çeteleri her
kapıyı açan maymuncuk gibi kullanmaya gayret ediyor ve deşifre olan her bir oyunun
yerine hemen her gün yeni bir senaryo yazıp uygulamaya çalışıyor. BM
toplantılarında birbirlerine selam vermeyenler, ortak çıkarlar söz konusu
olduğunda şerefe kadeh kaldırmaktan çekinmiyorlar.
Bu arada olan Türkiye’ye oluyor.
Resmi rakamlar üç milyona yakın Suriyelinin ülkemizde “muhacir” olarak kayıtlı
olduğunu gösteriyor. Uluslararası örgütler, insanlık adına katkı sağlamak
yerine adeta “ensar” ülkedeki “muhacire” ne yapıyor, edası ile müfettiş
yolluyor. Bunlar da gördükleri karşısında susup, bir iki gönül alıcı sözün
ardından çekilip, kendi parıltılı dünyalarına geri dönüyorlar. Türkiye ise kendi
sınırlı imkânları ile tarihe not düşmeye, gelecek kuşaklar için insanlık
dersleri vermeye devam ediyor.
Türkiye’de bir insanlık dramı
yaşanırken, birileri durumdan kendine pay çıkarmaya çalışıyor. Söz gelimi
Türkiye sınırındaki Ayn el Arap (yeni deyimle Kobani) ve çevresinde yaşananlar,
gelecek kuşaklara anlatılacak bir ders niteliğinde. Esat yönetimine karşı
yapılan işbirliği ve ABD ve Almanya gibi ülkelerin YPG’ye gönderdiği silahların
bir kısmı DAEŞ’e bir kısmı PKK’ya gitti. Hatta benzetme yerindeyse, Halepçe’den
Halep’e giden silahlar, Türkiye topraklarından geçirildi. O silahlara sahip
olanlar ise dilinden barış sözünü eksik etmeyenlerin gözleri önünde uykusunda
vurularak sonsuzluğa gönderilen polislerin vebalini aldı, çarşı iznine çıkan
silahsız ve sivil askerlerin katledilmesinde kullanıldı. Duruma sesini
çıkarmayanlar; artık tamamen seçim atmosferine girmeye başlayan Türkiye’nin meydanlarında
barış diye diye dolaşmaya devam ediyorlar.
Bütün bu yaşananlar sırasında,
Ortadoğu’daki önemli bir müttefikini kaybetmek istemeyen Rusya’nın da duruma
müdahil olması kaçınılmazdı ve beklenen de oldu. Politika yeni bir boyut
kazandı. Türkiye ve Rusya iyi komşuluk ilişkilerini muhafaza etmeye yönelik
açıklamalar yaparken, NATO bir yandan Türkiye’ye destek mesajları verse de, üye
ülkelerden bir kısmı Türkiye’nin de adeta savaşa katılmasını teşvik edecek gibi
bir politika izliyor. Ülkemiz yakın tarihte hiç olmadığı kadar gündemde.
Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak isteyenler; Türkiye’ye rağmen Türkiye’yi de
yakından ilgilendiren kararları alıp uygulama peşinde. Hemen her gün yeni bir
gündem oluşuyor; oluşturuluyor.
Anlayacağınız, Türkiye’de gündem
çok yoğun, bazı kesimlerde zihinler çok karışık. Halepçe’den Halep’e yaşanan
kargaşalar bir yana, sıradan halk iş ve aş derdinde. Bir yandan yaklaşan
milletvekili seçimleri öte yandan etrafımızı yakan ateş çemberi. Bütün bunlar
yetmezmiş gibi iç güvenlik sorunları. Dünyanın ilgi odağındaki Türkiye’de
bütünün içindeki ayrışmalar yaşanmaya, yaşatılmaya devam ediyor ise de ülke ayakta
kalmaya, yeni bir seçim atmosferinden başarı ile çıkıp, gelecek aydınlık
günlere ulaşmaya çalışıyor.
Bu yıl da anayurtta yaşayan Türk’ün
ateşle imtihanı devam ederken yurt dışında yaşayan 2 milyon 880 bin 599 seçmenin
25 Ekim 2015 Pazar gününe kadar oylarını kullanması bekleniyor.
KAYNAK
Bünyamin Aygün (2015). IŞID'in Elinde 40 Gün. İstanbul: Doğan Kitap.
Bünyamin Aygün (2015). IŞID'in Elinde 40 Gün. İstanbul: Doğan Kitap.
Not:
Bu çalışma Europa-Journal Ekim 2015 sayısı için 10.10.2015 AnKARA acısı yaşanmadan önce yazılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder