1 Temmuz 2017 Cumartesi

Benim de öğretmenlerim oldu

Temmuz başında yazdığım ve yeni ders yılının başladığı bugünlerde paylaşmayı uygun gördüğüm bu yazıda, geçmişe yolculuk ederek yaşadıklarımın bir kısmını anlatmak ve yeni kuşak için derlediğim kırıntılardan oluşan, bölük pörçük anılarımı sıralamak istedim. İstedim ki hayat her daim toz pembe değil. İniş ve çıkışları var.

Benim de öğretmenlerim oldu, hayatımda iz bırakan.
Benim de öğretmenlerim oldu, attıkları sopalar Karadeniz’e köprü olan.
Benim de öğretmenlerim oldu, her pes ettiğim an, hayata yeniden başlama şansı veren.
Benim de öğretmenlerim oldu, yüreğinin sıcaklığını hissettiren.
Benim de öğretmenlerim oldu, kendi inanmadıkları doğruları, bana değer diye anlatan.

Bugün geçmişe dönük hatıraları yeniden yaşamak istemiyorum. Sıklıkla hatırlanmaya değer anlarım olmadı, acıdan ve gönül kırıklıklarından başka. Üzerime giydiğim kapkara önlük, bazen kapkara bir yazgıyı kapatmaya çalıştı bazen de yaşıtlarım arasında sıradanlaşmama yardımcı oldu. Yaz kış giydiğim “laylon” ayakkabılar, kimi zaman yamalı ama yıkanmış, kırışıkları "yatak ütüsü" ile açılmış pantolonlar bugünkü gibi moda değildi. Üzerimde anamın sevgiyle ilmek ilmek ördüğü ve beni zemherinin ayazında, ağustosun sıcağında sıkı sıkıya saran kazaklarım vardı; öyle allı pullu montlar, kabanlar hak getire...

İlkokulu Sivrihisar'a gidene kadar, dört sene köydeki birleştirilmiş sınıflarda okudum. Bir grup ders yaparken, diğer grup küme çalışması ile oyalanırdı. Her bir sınıf da kendi içinde alt kümelere ayrılmıştı. Küme dediysem tembeli, çalışkanı ayrı ayrı oturtulan... Kiminin yakasındaki kırmızı kurdele bazı öğrencilerin ait olduğu seçkin, çalışkanlar grubunu gösterirken, kiminin yüreğinden akan kanın rengini, acıyı ve nihayet benimle aynı kaderi paylaşanların sınıfını, ait olduğu grubunu gösteriyordu. Ben ilk yıl grubun içinde en zor öğrenen, en tembellerden ve en fazla dayak yiyenlerin birincisi oldum. Herkesin elindeki okuma kitabı bir yana, benim elimdeki Canlı Alfabe bir yanaydı. Hece hece okusam da bitmek bilmiyordu. Onun sayesinde okuma yazmayı mayıs ayında, yani alfabe bitip okuma kitabına geçince söktüm. Alfabeyi bitirmekten mi yoksa yediğim dayaktan mı bilemiyorum, gözyaşları içinde elime aldığım okuma kitabını sular seller gibi okumaya başlamıştım. Bu duruma öğretmen bile inanamıyor; kitabın ileri sayfalarından örnek parçaları da okutup, beni sınıyordu. Evet, nihayet okumayı sökmüştüm. O günden sonra, sokakta gördüğüm gazete parçasını, evdeki Saatli Maarif Takvimimin yaprağını, manavdan aldığım kesekağıdını, velhasıl ne bulduysam okumaya başladım.

Öğretmenim oldu maşa ile döven, öğretmenim oldu, okumanın toplumsal sınıf atlamanın en etkili silahı olduğunu öğreten. Bu minval üzeri, her sabah bir koltuğumun altında okul çantam, öbüründe sınıfın ortasındaki sobaya atıp içimizi ısıtacak bir parça odunla yola düştüm. Bazı günlerde derse geç kaldığımız için kara tahta başında bir ders saati boyunca tek ayak üzerine dikilme cezası veren; cetvelin ince tarafıyla ellerimize kızartana kadar vuran.

Öğretmenlerim oldu, ayakkabımıza yapışan, elbisemize sıçrayan çamuru bahane edip dersten çeşme başına gönderen. Zemheri ayında üzerindeki çamuru çeşmeden akan buz gibi suyla, tırnakları sızlayana kadar ovuşturup, iyice temizlenmeden sınıfa almayan...

Öğretmenim oldu, benim de rol model olarak gördüğüm; rüyalarıma giren, hayallerimi süsleyen. Kuş uçmaz, kervan geçmez orman köyünde, bürokrasiye uzak, Allah’a yakın bir yerde, her gün iki dirhem bir çekirdek misali tertemiz giyinen; ütülü pantolonu, kolalı gömleğini, kravatını ve birbirinden güzel yaka mendiliyle geldiği derste hem zihnimizi hem de yüzümüzü aydınlatan…

Öğretmenim oldu, bize köylü, maraba demeyen… Her bir çocuk için maaşından artırdığı parayla, çarşı pazar esnafından aldığı destekle formalar, toplar alıp köy yerinde kiremit tozu, tuğla parçası ile spor sahası hazırlayıp, voleybol takımları kurup kızlı erkekli kıyasıya maçlar yaptıran. Köy çocuklarını minibüslerle il içi turnuvalara, gruplara götürüp hayatı öğreten. Spordan arta kalan zamanlarda çarşı pazar gezdiren, her şeyden önemlisi kapalı spor salonlarında yapılan okullar arası turnuvalarda alkışlattırıp, onlara başarı duygusunu tattıran.

Öğretmenim oldu, her yeni öğretim yılı başında “Kız çocukları okumaz” diye evlatlarını eve hapseden babaların evlerini kapı kapı dolaşıp onlara dil döken, başarılı çocukları devlet parasız yatılı sınavlarına götüren…

Öğretmenim oldu, “Bu hergeleyi sınıfta bırak, okumasın” diyen densizlere karşı dik duran. Savrulan tehditlere pabuç bırakmayan... Sabır çanağı taştığında “Defol!” diye bağırdığında, “Tef de dümbelek de sen ol!” diye küstahça karşılık bulan.

Öğretmenim oldu, yüreğim sıkışıp, baba hasretinden ağladığım günlerde şevkatle saran; bugün bile tarif edemediğim acıları dağıtan.

Öğretmenim oldu, en gayretli anlarımda azarlayıp, içimde açan çiçeği solduran. “İçimdeki sevinci, üflenmiş mum gibi söndürüp, yerinde bir kara is bırakan.”[1]

Öğretmenim oldu… Cumhuriyeti sevdiren, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın, şucu-bucu olmaktan daha makbul olduğunu bildiren. En büyük ödülün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmak ve onun onuru ile yüklediği sorumluluğu muhannete muhtaç olmadan, alnı ak, başı dik olarak yerine getirebilmek olduğunu öğreten.

Öğretmenim oldu, hasta olduğumda, sağlık memuru gibi yanımda ilk müdahaleyi yapan.

Öğretmenim oldu, köy yerinde masaları dizip tiyatro sahnesi, çarşaflardan perde, sıralardan seyirciler için oturak yapıp, öğrencilerine yılsonu müsameresi yaptıran. Onlara verdiği küçük, ama anlamı büyük rollerle, onların her birini toplum önünde konuşmaya cesaretlendiren.

Hatta öyle öğretmenler gördüm ki her birinin ortak özelliği tartıştığı meselenin esasını gözden kaçırdığı halde, iddialarını desteklemeyen kimi olguları kanıt gibi sunan; kendisi gibi düşünmeyen kişilerin ortaya koyduğu argümanlara karşı tezle cevap vermek yerine, bu kişilerin kişiliklerine saldıran ve nihayet bu yolla muhatabını itibarsızlaştırarak öne sürülen argümanların geçersiz olduğu yönünde bir algı yaratmaya çalışan. Ama ben “Âcizler için imkânsız, korkaklar için müthiş gözüken şeylerin kahramanlar için ideal” olduğunu unutmadan, her yeni güne yenilenerek yeniden başladım.

Bugün bana hayattaki en büyük hayalimi sorsalar, “Kimsenin kimseyi kıskanmadığı, mala-mülke tamah edilmeyen, paranın hüküm sürmediği; bilime, kültüre ve yeni olan her şeye merakın olduğu bir ülke” isterim. Bu ülkenin mimarlarının da nitelikli öğretmenler olacağını eklerim.

Son olarak, gençlere ne tavsiye edersin derlerse de, bir dönem çalışma odamın da duvarını süsleyen ve Atatürk’ün “Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse bunu söyleyenlere güleceksin” sözünü altın harflerle çerçeveletip baş uçlarına asmalarını, başkaca bir söze de kulak asmamalarını söylerim.




[1] Memduh Şevket Esendal’ın Ülkeye Dönüş adlı öyküsünün giriş kısmındaki benzetme.

Emanetleri ehline veriniz

“Allah, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa 57)

Geçtiğimiz günlerde haber kaynaklarına düşen ilginç bir tartışma/yakınmayı okudum. İktidar partisine mensup veya bu camiaya sempati besleyen bir grup, kamu kurumlarına yönelik istihdam politikası bağlamında “İslamcı olanlar atılıyor; yerlerine İslamcı olmayanlar getiriliyor” şeklinde özetlenecek bir serzenişte bulunmuşlar. Aslına bakarsanız çok da gerçekçi olmayan bu yakınmalardan rahatsız olan Sayın Cumhurbaşkanımız da “Bir siyasi partinin çalışmalarında İslamcı olmak ya da olmamak şeklinde bir ayrım yapmak zaten yanlış. Biz tekkeye mürid aramıyoruz” diyerek, yapılan mugalatalara noktayı koymuş.

Kişisel gözlemlerime ve hayattan edindiğim deneyimlere göre, kurumların zaman içinde oluşturduğu “kurumsal kültür, kurumsal hafıza, kurumsal teamüller, ilkeler” giderek göz ardı ediliyor; kamu kurum ve kuruluşlarında zaman zaman yeniden yapılanma adı altında sırat-ı müstakimden sapmalar yaşanabiliyor. Kurum içi dinamikler, bazı eğilimleri memnun etme, tanıdık-ahbap ilişkilerinin bekası uğruna bozulabiliyor. Bazen göreve yeni başlayan bir ekip, işe “bizden” olmayanları tasfiye ederek başlıyor. Konu odaklı değil, kişi odaklı hareket edilebiliyor. Oysa kamu kurumlarını en iyi yönetenler, gelecek kuşaklardan ödünç alınan makam ve mevkilerin sahipleri, yani “liyakat” sahibi olanlardır, “bizden” olanlar değil. Bu görüş, hemen her ortamda açıklıkla beyan ediliyor; ancak uygulamaya geçirilmesi her zaman, her şartta mümkün olamayabiliyor.

Yöneticilerin, -teşbihte hata olmaz derler- kapı önündeki dalkavuklarla zaman geçirmeyi, oyalanmayı bırakıp işin efendilerini muhatap alması, ağırlıklı olarak konu odaklı düşünüp icraata geçmesi, köklü kurumlarda tarih içinde oluşan değerlerin zamanla pekişmesine ve o kurumlarda çalışanlarda aidiyet duygusunun oluşmasına; onların iyi, etkin ve verimli çalışmasına katkı sağlar. Bu duygunun yitirilmesi ve çalışanların “şucu" veya "bucu" şeklinde etiketlenmesi yahut "bizden/ekipten olmaması” gibi bir ayırıma gidilmesi, sadece çalışanlara değil; toplum vicdanına, kamu kurum ve kuruluşlarına da zarar verir.

İcraat makamlarındaki etkili ve yetkili zevatın; dürüst, ilkeli, vatanını milletini seven herkesi ayırım yapmaksızın kucaklaması gerekir. Devlet ve millet olmanın gereği ve sırrı buradadır. Bu özelliklerin tek bir akımın üyelerinin veya duygudaşlarının bakış açıları ile ihata edilmesi halinde, ülke çoğulcu bakış açısını ve dinamiklerini kaybeder; ayrışma ve bölünmeler başlar. 

Kurumsal hafıza ve kurumsal kültür ortadan kaldırıldığında, kurumların başına geçen her yeni lider orayı adeta “kendisinin” malı, mülkü gibi görür; sahiplenir. Yapılan her bir icraatın ilk ve kendi eseri olduğu vehmine kapılır. Değerlerin çatıştığı, liyakat, etkinlik, verimlilik, hesap verebilirlik gibi kavramların “bizdenliğin” gerisine düştüğü kurumlarda üretkenlik düşer. “Bizdenlik” anlayışı işin kendi doğrularını benimseyen, yine kendilerinin belirlediği, çoğulcu veya katılımcı anlayışa karşı çıkan, sadece “davaya sadık" ve sorgulamadan biat eden insanları "tek doğru tercih" olarak görmeye başlar; “öteki” olarak tanımlananlar da “yanlış” sınıfına ayrılır, sıradanlaştırılır, verimsizleştirilir. Bu yaklaşımın bir adım sonrası geçmişin, geçmişte yaşandığı var sayılan olumsuzlukların rövanşını alma, "öteki" olarak görüleni ortadan kaldırma gayretine evrilir. Niyâzî-i Mısrî’nin Her bir nebî her bir velî zilletle erdi menzile dediği dizedeki gibi, kimsenin kimseyi ayrıştırmaya; aynı gök kubbeyi, aynı keder ve tasayı paylaştığı yurttaşları hele "Türkün ateşle imtihan edildiği" bir dönemde zillete düşürmeye hakkı yoktur. Kaldı ki kimse de nebi olma peşinde değildir. Çünkü "öteki" ile "beriki" olarak yaftalanan insanlar da bizim insanımız; Cemil Meriç’in dediği gibi bunlar, “aynı kaynaktan fışkırdılar”.

İktidar sahiplerine düşen, liyakat sahiplerini şu veya bu şekilde etiketlemek değil; iğreti bir esvap gibi üzerlerinden düşen haysiyetlerini giymelerine yardımcı olmak; olanları yaşadığı toplumun üvey evlatları haline getirmemek; bulundukları araftan çıkmalarına yardımcı olmaktır. Hiçbir çıkarın, çıkar gruplarının allayıcısı pullayıcısı olmayan, zor yetişen ve beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan münevverlerini, mütefekkirlerini yok sayan bir milletin evlatlarının geleceğe güvenle bakması da beklenemez.

Uzun sözün kısası; lafa gelince, herkes Müslüman. Dostlar, birlikte rahmet vardır; ayrılık azap. Zaman, toplumun kurumsal hafıza ve teamüllerinin bir an önce güçlendirilmesi; ayrışma yerine bir olma, iri olma, diri olma zamanıdır.

Muhabbetle kalın!

Karne Hediyesi

Okullar tatile giriyor. Öğrencilerimizin farklı alanlara olan ilgisi, dönem boyunca derslerine gösterdiği ilgi, özen karnelerine de yansıyor. Bazı aileler çocuklarının gösterdiği çabayı bahane ederek onlara “karne hediyesi” veriyor; bazı aileler de yoğun geçen dönem boyunca özel hayatını yaşamaya fırsat bulamayan çocuklara önceden sözü verilmiş, kararlaştırılmış bir “ödül” veriyor.

Dikkatinizi çekmiştir. Hediye ve ödül şeklinde iki ayrı kavram kullandım. Bunun nedenini şu şekilde açıklamak isterim: Bazı aileler çocuklarının okul başarılarını belli ödül şartına bağlayarak, onları öngördükleri hedefe ulaşmaları halinde ödüllendiriyor. Ödül, alan uzmanları tarafından “bir koşula bağlı olarak verilen ve verilen kişi tarafından cazip görülen bir obje ya da etkinlik“ (Bolat 2017: 18) olarak tanımlanıyor. Örneğin çocuğunuza “Karnendeki bütün notların pekiyi olursa sana bir akıllı telefon alacağım” derseniz, bu ödül oluyor. Buna karşın içinizden geldiği için akıllı telefon verirseniz, bu ödül değil, hediye oluyor.

Ödül ile hediye arasındaki fark Türk Dil Kurumu veya Kubbealtı etiketli, yaygın kullanılan sözlüklerde şu şekilde verilmiş: “Bir başarı, iyi ve güz bir davranış karşısında verilen mükâfat” veya “yarışmalarda kazananlara verilmek üzere ortaya konan şey”. Hediye ise sevgi ve saygı ifadesine karşılık geliyor ve hediyeleşmede bir karşılık gözetilmiyor.

Konuyu biraz daha açalım. Bir kişi fabrikada bir ay boyunca çalışıyor ve bu emeği karşılığında maaşını alıyor. Kişinin aldığı maaş ödül değil; bir aylık emeğin karşılığıdır. Bu süre içinde işveren çalışanına “Bu ayki üretiminizi iki katına çıkarırsanız, size şu kadar para vereceğim” derse, maaşına ek olarak kazandığı para ödül sayılır ve çalışanın performans ödülü olarak kayda geçer.

Ödül sadece maddi anlamda verilmez. Çocuklarımızı cesaretlendirme, takdir etme, sosyal ortamlarda övme gibi davranışlar sergilememiz de ödül kapsamında değerlendirilir.

Gerek maddi ödül, gerekse sosyal ödül bağımlılık ve onay görme ihtiyacının tatmin edilmesi nedeniyle ödül alan kişilerde bağımlılık yapar. Belli şartlara bağlı olarak verilen ödül çocuk için zararlıdır. Özellikle öngörülen hedefe ulaşamayan çocuk, ödülü alamadığı takdirde kendini değersiz hisseder ve psikolojik açıdan yıpranır. Dolayısı ile ödül ile hediye arasındaki ince ayırıma dikkat edilmesi gerekir.

Bu durumda yapılacak iş, çocuğa yaşadığı aile ortamında kendisine gösterilen sevginin şarta bağlı olmadığının hissettirilmesi ve derslerine çalışmasının onun asli sorumluluğu olduğu ve bunun ödül vermeyi veya almayı gerektirecek bir davranış olmadığıdır. Çocuk derslerine çalışması gerektiğini dışarıdan bir zorlamayla değil de içinden gelerek, sevdiği için yapması gerektiğini öğrenmelidir. Bunun için de kendisine iyi örnekler gösterilebilir. Bu iyi örnekler, rol modeller gösterilirken de mukayese yapmaktan kesinlikle kaçınılmalıdır.

Çocukları ödülle iş yapmaya alıştırırsanız, ödül ortadan kalktığında, alışkanlıklar eski durumuna döner, yani ders çalışma durumu ortadan kalkar. Dolayısı ile ödül ile bir sonuç almaya çalışmak sürdürülebilir bir çaba değildir.

Ödül karşılığı iş yapma alışkanlığa dönüşür, bağımlılık yapar. Çocuklara sürekli ödül vererek ödev yaptırmak, ders çalıştırmak mümkün değildir. Çocuk bir süre sonra verilen ödülü kanıksayacağından, takip eden süreçte yeni başarılar üzerine daha büyük ödül almak isteyecektir. Bu durum insan beyniyle ilişkili bir süreçtir. Detaya girmeyeceğim, ama şunu belirteyim, uzmanlar buna “hedonistik adaptasyon” adını veriyorlar.

Çocuğu ödüle alıştırmanın bir diğer sakıncası da çocuk dış motivasyonla iş yapmaya alıştığı için kendiliğinden harekete geçerek karar verme, girişimci olma becerisini ve yeteneğini kaybetmeye başlar. Bu da çocuğa ve dolayısı ile topluma zarar verir. Lider özellikli bireyler olmaktan çıkıp; yönetilmeye, talimatla iş yapmaya yatkın bireyler haline gelirler.

Ödül insanları kontrol altına almak için kullanılan bir manipülasyon aracı haline gelirse, insanlar kendi iradesiyle değil de dışarıdan telkinle bir iş yapıyorsa, zamanla yaptığı işten soğur. Ödülün türü ve derecesi yükselmezse küçük çocuk ders çalışmaktan; yetişkin hale gelip çalışmaya başladığında da yeni bir araştırma raporu yazmaktan usanır.

Bütün bu tehlikelere rağmen, çocuklarımızı ödüle alıştırmak oldukça sık yapılan bir hatadır. Okulda öğretmen başarılı öğrenciyi erken teneffüse çıkarırken, iş yerinde de patron başarılı bulduğu çalışanına tatil veya ek ücret öder.

Küçük yaşta normal olarak kendiliğinden yapması gereken ödeve karşılık ödül almaya alışan çocuk, büyüdüğü zaman da aldığı ödülün tanımını kendi yapar. İşverenden ek prim ister. Hangi yaşta olursa olsun ödül, bireyin normal şartlarda yapması gereken işe karşılık aldığı rüşvetin kaynağı haline gelir.
Çocuklara sorumluluklarını yaptıkları için değil, onlara değer verdiğinizi göstermek için hediyeler alın; sorumluluklarını yerine getirmeleri için ödül vermeye gerek yoktur.

Kaynak:

Özgür Bolat: Beni Ödülle Cezalandırma. 62. Baskı. İstanbul: Doğan Kitap, 2017. ISBN 978-605-09-3702-2.

Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi haziran sayısı için hazırlanmıştır.
Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/juni2017/cakir062017.jpg adresinden ulaşılabilir.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...