27 Ekim 2017 Cuma

Berlin’deki Türkçe ve Türk Kültürü dersleri

Almanya’nın başkenti Berlin’de Mitte Belediyesi sınırları içindeki  17 okulda okulun işletme giderlerinin karşılanması için yaklaşık 27 bin 400 Avro talep edilmesi üzerine, bu ilçedeki Türkiye kökenli öğrenciler Türkçe dersine girememektedir. Söz konusu okullarda 571 öğrenci Türkçe ve Türk Kültürü dersi almaktaydı. Bu durum Berlin Eğitim Müşaviri Prof.Dr. Cemal Yıldız tarafından basına açıklandı ve önemli tartışmalar yaşanmaya başlandı[1]. Konuya geniş yer veren Avrupa Sabah Gazetesi (27.09.2017) de gelişmeyi skandal olarak değerlendirip, okuyucuya „Türk çocuklarının asimile edilmesi ve Türkiye ile bağlarının kesilmesi için Türkçe dersini hedef alan siyasiler, dersin verilmesini engellemek amacıyla harekete geçti“ şeklinde duyurdu[2].

Almanya’da aylık periyotlarla yayımlanan Perspektif Dergisi redaktörü Şeyma Karahan da konuyla ilgili uzman görüşü almak üzere şahsımla yazılı bir mülakat yaptı. Aşağıda yöneltilen sorular ve bunlara verdiğim cevaplar yer alıyor. 

1. Türk konsolosluğunun öğretmenleri tarafından verilen derslerin medyada bu denli yer alması konusunda ne düşünüyorsunuz, bunun bir nedeni var mı?

Öncelikle konuya basın yayın organlarına yansıyan günlük siyasi tartışmalara taraf olmak yerine, akademik açıdan yaklaştığımı belirtmek isterim.

Almanya’daki Türkiye kökenli çocuklara verilen dersin adı, Türkçe ve Türk Kültürü dersidir. Konsolosluk dersi ifadesi ile bu ders sıradanlaştırılmakta, onun her hangi bir ders olarak algılanmasına neden olmaktadır. Bu nedenle doğru bir tanımlama Türkçe ve Türk Kültürü Dersi olmalıdır. „Konsolosluk öğretmeni“ veya „konsolosluk dersi“ ifadelerinin arkasında burada tekrar etmeyi gerekli görmediğim, ama geçmişte yoğun olarak tartışılan bir dizi sorun yer almaktadır.

Bu dersin Almanya’daki geçmişine bakıldığında, önce Bavyera Eyaletinde verildiği; Alman yetkililerin girişimleriyle başlatıldığı görülür. Bunun nedeni de hem insani hem de Almanya’nın da taraf olduğu kimi uluslar üstü anlaşmaların göçmen çocuklarının köken dillerini öğrenebilmeleri konusundaki hükümlerdir. Avrupa Konseyinin de göçmen çocuklarının köken dili eğitimi hakkından yararlanabilmeleri için üye ülkelerde gerekli düzenlemelerin yapılması konusunda aldığı kararlar vardır. Almanya Federal Cumhuriyeti bakanlıklar arası ortak kültür komisyonu da bu dersin verilmesi konusunda aldığı kararlar vardır. Türkiye Cumhuriyeti devleti ile yapılan karma eğitim uzmanları toplantılarında da diğer eğitim konularının arasında bu derse ilişkin değerlendirmeler ve uygulamaya ilişkin görüş ve öneriler gözden geçirilmektedir.

Dersin tartışmaya konu edilmesinin değişik nedenleri olabilir. Konuya nesnel olarak yaklaşmaya ve tarafların bakış açılarını özetlemeye çalışayım.

a) Türkiye’nin resmi görüşü ve konuya yaklaşımı: Türkçe ve Türk Kültürü dersinin öğretimi Türkiye Cumhuriyeti tarafından gönderilen öğretmenler tarafından verilmektedir. Öğretmenlerin maaşları da Türkiye tarafından karşılanmaktadır. Bu dersin öğretim programı (1-10. sınıflar) da yine Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından oluşturulan özel bir komisyon tarafından belirlenmiş; 2007 yılından bu yana uygulanmaktadır. Bu dersin içeriği, program yapısı, temel beceriler, bu derste kullanılacak ders kitaplarının özellikleri, Türkçe, Türk kültürü dersinin amaçları ve sınıflara göre uygulanmasına ilişkin esaslar ve öğrenci kazanımları 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçlarına uygun olarak hazırlanmıştır. Hazırlanan ve gerek TTKB ve gerekse yurt dışındaki eğitim ataşeliklerinin internet sayfalarından ulaşılabilen bu program ile „Türk çocuklarının Türk dilini ve kültürünü tanımaları, benimsemeleri, geliştirmeleri, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda millî duygularını pekiştirmeleri ve yaşadıkları ülkeye uyum sağlayarak etkili toplumsal ilişkiler içine girmeleri amaçlanmıştır.”

b) Almanya Federal Cumhuriyeti’nin konuya bakış açısı ise şu şekildedir: Dersin içeriği konusunda bilgi sahibi değiliz. Derste kullanılan kitaplarda Türkiye ve Türk tarihi ile ilgili gereksiz ayrıntılar ve milliyetçi, ayrıştırıcı bir içerik verilmekte ve bu durum Almanya’da yetişen kuşakların topluma uyum sağlamasını zorlaştırmaktadır.

Her iki görüşe eleştirel olarak bakıldığında, ortada gerçek bir iletişim kopukluğu, güven eksikliği ve yapılan çalışmaların yetersiz olduğu gözlenmektedir. Gerek Kuzey Ren Vestfalya gerekse Hamburg Eyaletinde yapılan uzman denetiminde konuyla ilgili eleştirilerin gerçekçi olmadığı belirtilmiştir. Sorun kullanılan öğretim materyallerinden, ders kitaplarından kaynaklanıyorsa, bu da alanla ilgili uzmanların yeterince çalışmadığının göstergesidir.
Almanya’ya gönderilen öğretmenlerle ilgili eleştirilere gelince, Türkiye’nin geçmiş yıllarda ülkeye gönderdiği Türkçe ve Türk kültürü dersi öğretmenlerinin seçiminde kimi hatalar yaptığı doğrudur. Bu nedenle bazı eyaletlerin Türkiye’den öğretmen alımını durdurmuş olması, bunların yerine ihtiyacı mahalden temin ettiği öğretmenlerle karşılamaya başlaması da gerçektir. Türkiye’den gelen öğretmenlerin yer yer dil ve uyum sorunu yaşadığı, Alman meslektaşları ile yeterli iletişim kuramadığı, bu nedenle görev yaptıkları eğitim kurumlarında istenmeyen bir dizi olayların yaşandığı gözlenmektedir. Bu durum karşılıklı yanlış anlamalara ve iletişim sorunlarının yaşanmasına neden olmaktadır. Dolayısı ile Alman okul yöneticileri mevzuata göre tedbir alma ihtiyacı duymaktadır. Bu sorunlar karşılıklı işbirliği ve iyi niyetle aşılabilecek durumdadır.

Türkiye Cumhuriyeti Almanya’ya gönderdiği öğretmenlerin eyaletlerdeki yönetim, organizasyon ve planlamasının ihtiyacı karşılayacak şekilde yapılmasını sağlama konularında da yetersiz kalabilmektedir. Bu planlamaların yapılması, eğitim öğretim sürecinin takip edilmesi ve olası sorunlara önceden müdahale edilmesi, okul yönetimleri ile gerekli irtibatın kurulup, okul yönetimiyle işbirliği yapılarak gerekli tedbirlerin alınması konularında çalışacak Eğitim Ataşeleri de görevlendirilememiştir. Bu eksikliklerden dolayı, öğretmenler karşılaştıkları sorunlara kendi geliştirdikleri yöntemlerle çözüm üretmeye çalışmışlar; bazen de olmayacak konulardan sorun üretmişlerdir.

Konuya Almanya açısından bakıldığında şöyle bir durum görülmektedir: Almanya bir göç ülkesi olmasına karşın, ülkede çok kültürlü yapıya geçiş ve yabancıların “öteki” olarak görülmemesi konusunda bir dizi güçlükler yaşanmaktadır. Yabancılara “yabancı” olanların, ülkeye uyum güçlüğü çeken bütün yabancılara karşı olması ve giderek artan “yabancı düşmanlığı” eğilimi, sorunlara anlayışla yaklaşılmasını ve çözüm üretilmesini güçleştirmektedir. Okul yönetimleri de tahammül sınırlarını zorlayan durumlarla karşılaştıklarında, radikal çözümler üretmeye ve uygulamaya başlamışlardır.

Almanya’da çok kültürlülüğün bir politika olarak sürdürülemeyeceği, bu görüşün “iflas ettiği” bizzat şansölye tarafından açıklamıştır. Yeni anlayışa göre, kökeni neresi olursa olsun, Almanya’da doğan herkes vatandaşlıkla ilgili şartları sağlıyorsa Alman vatandaşıdır. Alman vatandaşı olan herkes de göçmen kökenli olmayanlarla eşit anayasal haklara sahiptir. Bu hak eğitim alma hakkı olarak da geçerlidir. Bu mantığa göre, Alman okullarında öğretim dili Almancadır. Öğrenciler ağırlıklı olarak Alman vatandaşıdır. Öğrencilerin önceliği de topluma uyum sağlamak ve bunun için de Alman dilini ve kültürünü öğrenmektir. Türkçe veya bir başka köken dilinin öğretilmesi, yeni kuşağın Almanya ile olan bağını zayıflatmakta, köken ülke ile olan bağını da taze tutmakta, yeşertmektedir. Bu da ülkede paralel toplum oluşmasına yol açmakta, Türk kökenlilerin topluma uyum sağlamasına engel olmaktadır. Birbirleriyle kopuk alt kültürlerden oluşan bir toplumsal yapı Almanya için istenmeyen bir durumdur. Almanya okul sistemi içinde İngilizce, Fransızca, Türkçe gibi dilediği bir yabancı dilin öğretilmesi için de düzenlemeler yapar.

Burada, Almanya’nın okul sistemine dâhil edilmeyen Türkçe ve Türk kültürü dersinin okul saatleri dışında verilmesi, genel eğitim programına dâhil edilmemesi sorun oluşturmaktadır. Alman okul idarelerine de ek bir mali yük getirmektedir. Bu maliyetin “bu dersi alanlar tarafından karşılanması gerekir” anlayışı, yukarıda açıklanan bakış açısına rağmen doğru bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım, derslerin okullardan sivil toplum kuruluşlarına kaymasına neden olacağı gibi, dersin içeriğinin ve öğretim elemanlarının denetimini imkânsızlaştıracak; Almanya için yeni ve bugünden kestirilemeyen bir dizi sorunun kaynaklarını oluşturacaktır.

Benim önerim, Türkçe derslerinin Alman eğitim sistemi müfredatı içinde not verilen ve kredilendirilen bir ders olarak yer alması ve dersi sadece Türkiye kökenli öğrencilerin değil, Almanlar dâhil olmak üzere diğer uluslardan öğrencilerin de alabileceği açık bir yapıya dönüştürülmesi gerektiği yönündedir. Dersin içeriğiyle ilgili çekincelerin ortadan kaldırılabilmesi için Berlin Eğitim Müşavirliği tarafından yapılan çalışma ve girişimlerin desteklenmesinde yarar görülmektedir. Ayrıca bu dersin Almanya genelinde uygulanma standartlarının belirlenmesi için her bir eyalette Türk ve Alman eğitim uzmanları ile ilgili bütün paydaşların katılacağı arama ve ortak akıl toplantıları yapılmalı, bu toplantılardan çıkacak sonuçların yine karma eğitim uzmanları tarafından ortak bir programa (müfredata) dönüştürülmesi gerekmektedir. Böylece ortak içerikli bir ders programının uygulamaya geçirilmesi halinde, iki ülke arasında günlük siyasi anlaşmazlıklarla gerilen ilişkilerden öğrencilerin ve eğitimcilerin olumsuz etkilenmemesi sağlanacağı gibi, dersin karşılıklı güven, işbirliği ve birlikte belirlenen amaçlarda görüş birliğinde yürütülmesi sağlanacaktır.

2. Almanya’da yeni kuşakların yetişmiş olması nedeniyle konsolosluk derslerinin uygulanmasını gerektirecek şartlar kalmadı. Bu görüşe ilişkin neler söylersiniz?

“Türkiye’den konsolosluklar üzerinden getirilecek öğretmenlerle ders verme dönemi artık geride kaldı” demek doğru bir yaklaşım değildir. Konuya sadece Türkiye kökenli öğrenciler açısından da yaklaşılmamalıdır. Ülkede yaşayan bütün göçmen kökenli çocuklara köken dili öğretimi ile kazandırılacak beceriler, onların bulundukları ülkenin dilini daha kolay öğrenmelerine katkı sağlayacak; onların hem köken dilini konuşanlarla hem de yaşadıkları ülkenin insanlarıyla sağlıklı iletişim kurmasına yardımcı olacaktır. Köken dilinin öğretiminin ihmal edilmesi, sonucu önceden kestirilmesi mümkün olmayacak toplumsal, sosyal sorunları da beraberinde getirecektir. Çünkü köken dili, Almancanın istendik düzeyde öğrenilmesini kolaylaştırıp, öğrencilerin akademik gelişimlerine ve okul başarılarına olumlu yansıyacağı altyapının oluşmasına da yardımcı olacaktır.

Bu bağlamda, benim önerim, Almanya’daki üniversitelerin Türkiye’deki üniversiteler ile işbirliği yaparak çift diploma programları geliştirmeleri ve öğretmen ihtiyacının Almanya’dan karşılanması için gerekli çalışmaların bir an önce başlatılması gerektiği yönündedir. Bu arada ülkedeki öğretmen ihtiyacı karşılanana kadar Türkiye’den öğretmen getirilmesine devam edilmelidir. Çift diploma programları için özellikle liseyi Almanya’da bitiren veya Türkiye’de okuyup da Almancası iyi, Almanya ile ilgili yaşamsal geçmişi olan öğrenciler tercih edilmeli; bunların iki yıl Türkiye’de iki yıl da Almanya’da öğrenim görmeleri, Türkiye’de çalışmak isteyenler için Türkiye’de Almanya’da çalışmak isteyenler için de Almanya’da staj ve uygulama imkânları sağlanmalıdır. Bu şekilde ortak öğretmenlik programları için işbirliği yapmaya hazır Türk ve Alman üniversitelerinin olduğunu, bu isteği destekleyecek siyasi iradenin tarafları desteklemesi gerektiğini belirtmek isterim.

3. Türkiye’deki Alman okullarındaki Almanca dersleri Almanya hükümeti tarafından finanse ediliyor; öğretmenler de Almanya’dan gönderiliyor. Buna rağmen Almanya’daki konsolosluk dersleri bir sorun olarak görülüyor. Bu tartışmanın mütekabiliyet çerçevesinde yapılmadığını düşünüyor musunuz?

Türkiye’deki Alman okullarında verilen Almanca dersleri ile Almanya’daki Alman okullarında verilen Türkçe ve Türk kültürü derslerini karşılaştırmanın, Almanya’da yaşanan sıkıntıların ortadan kaldırılması bakımından doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Türkiye’deki Alman Lisesindeki öğretmenler Almanya’dan geliyor, giderleri Almanya Federal Cumhuriyeti tarafından karşılanıyor. Ancak bu okulların Türkiye’de özel yasaya tabi devlet okulu olduğu unutulmamalı. Dersler Almanca veriliyor. Türkiye mevzuat açısından ülkede bulunan Alman kökenli öğrencilere Türk öğrencilerden farklı bir uygulama yapmıyor.

Devlet okullarının dışında özellikle İstanbul’da pek çok okul öncesi eğitim kurumları da var ve bunlar özel öğretim kurumları yönetmeliğine göre faaliyet gösteriyor. Kamu kurumu değiller ve serbest piyasa koşulları içinde MEB’nın denetim ve kontrolleri altında çalışıyorlar.

Bu bağlamda, Almanya’ya gönderilen ve maaşları Türkiye’den ödenen Türk öğretmenlerin bu ülkede ders verebilmeleri için öğrencilerden veya Türkiye Cumhuriyeti’nden „Alman okullarına genel gider ücreti ödenmesi gerektiği“ veya Almanya’da oluşan durumun Türkiye’deki eğitim şartları ile karşılaştırılması ve mütekabiliyet gerektirdiği görüşü doğru bir yaklaşım değildir. Ayrıca bu görüş Alman mevzuatına göre hem etik olarak hem de yasal olarak eleştiriye açıktır. Almanya’da Türkçe ve Türk kültürü dersi alan öğrenciler Türkiye kökenli de olsalar, kısmen Alman vatandaşıdır. Bu talep Türkiye kökenli Alman öğrencilere karşı yapılmış bir ayrımcılık ve ötekileştirme olarak değerlendirilebilir ve bu öğrencilerin Alman vatandaşı olmalarına rağmen ülkede eğitim hizmetlerinden eşit olarak yararlanamaması, köken dillerini öğrenmelerinin engellenmesi gibi bir durumu da beraberinde getirir ki bu uygulama hem Almanya’nın taraf olduğu uluslar üstü anlaşmalara hem de Alman anayasasına aykırıdır.

Yazının yayımlandığı adres: http://www.perspektif.eu/2017/11/29/almanyada-tuerkcenin-ihmali-soeylesi/ (30.11.2017).



[1]Işın Toymaz. Türkçe Restleşme Kurbanı. İçinde: ABC Gazetesi.29 Eylül 2017. http://m.abcgazetesi.com/turkce-restlesme-kurbani-65442h.htm (24.10.2017).
[2] Türkçe’ye kıskaç. Avrupa Sabah (27 Eylül 2017). http://www.sabah.de/gundem/2017/09/27/turkceye-kiskac (24.10.2017). 

3 Ekim 2017 Salı

Dil, kültür ve milli birlik

Cumhuriyet dönemi romancı, gazeteci şair ve diplomatlardan olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974) yazdığı “Yaban” adlı romanda, I. Dünya Savaşı sonrasında Porsuk Çayı’nın kenarındaki bir Anadolu köyüne yerleşen gazi Ahmet Celal’in dönemin aydınlarına sitem ettiği bir sözüne yer verilir. Beni çok derinden etkileyen bu söz, bana sanki Anadolu’nun değişik yerlerinden Avrupa’ya göçen soydaşlarımızın durumunu da anlatır: “Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın eline bıraktın” (Karaosmanoğlu 2017, 10) der. Avrupalı Türkler, yeni bir yüzyılın ilk çeyreği, yeni bir bin yılın başlangıcında, bugün kendilerini gurbete mecbur eden yoksulluğun da cehaletin de belini kırmış; geleceğe yönelik yeni ve öngörülmemiş uzak hedeflerin peşinden gitmektedir.

Dünya’daki gelişmeler küresel güçlerin siyasi dengeleri yeniden düzenleme çabası içinde olduğunu alenen gösteriyor. Yaşananlar hiç de Türklerin lehine görünmüyor. Avrupa ülkelerinde giderek yükselen ırkçılık hareketleri, siyasi kutuplaşmalar neredeyse Türklerin Avrupa’daki varlıklarını tehdit edecek boyutlara geliyor. Ortadoğu ise süper güçlerin, ırkların, kültürlerin, medeniyetlerin karşılaşma ve çatışma sahasına dönmüş durumda. Böyle bir durumda zaman, Türklerin ayrışmasının değil; nerede, hangi coğrafyada yaşanıyor olsa da “dilde birlik, fikirde birlik, dinde birlik ve işte birlik” felsefesi için ömürlerini vakfeden İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) ve nice Türk aydınının bıraktığı kültürel mirasa sahip çıkmasının zamanıdır.

Kültürün en önemli taşıyıcısı ve gelecek kuşaklara aktarıcısı olan dildir. Kendi dilini iyi bilen, ikinci veya üçüncü bir dile de hâkim olur. Yaşadığı çevrede kişiler arası iletişimi güçlü, hatırı sayılan bir konumda yaşar. Dil bu nedenle kişiye özgüven veren, onu ayakta tutan bir güçtür. Bununla birlikte, Türk tarihinde anadiline gereken özenin gösterilmediği dönemler de yaşanmamış değil. Örneğin Arapça ve Arap milleti “kavm-i necip” denilerek yüceltilmiş; hatta Kur’an-ı Kerim’in Arapça olması itibarı ile neredeyse kutsanmıştır.

Geçmişte uydurma hadislerle Fars dilini “cennet dili” olarak gösterenlerin yerini İngilizce “bilim dili” diyenler almış durumda. Yani tehlike geçmiş değil; geçmişte doğu dillerine atfedilen önem, bugün batı dillerine gösteriliyor; değişik platformlarda gereksiz dayatmalarda bulunuluyor; batı dillerinden birinde kısıtlı dil bilgisi ile de olsa okuyup yazmaya çalışanlara özenti yayılıyor. Bununla birlikte, küresel iletişim dilinin İngilizce olduğu gerçeği inkar edilemezse de Türkçe bizim anadilimiz. Onu öğrenemez, öğretemezsek, özendiğimiz diğer dilleri de öğretemeyiz. Dolayısı ile önce Türkçe, sonra diğer diller…

Yurt dışında, gurbet illerde Türkçe konuşmak, okuyup yazmak daha da bir önem ve anlam kazanmaktadır. Türk olmanın göstergesi, Türkçe konuşmaktır. Bir kısım çevrelerde Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü, Türk kavramına duyulan tepkinin bilinçli bir karşılığı olarak arka plana atılmaya çalışılsa da Batı dünyasında Türklük ve Türk dünyası kavramları güncelliğini her geçen gün artırmaktadır. Türkçe, Orta Asya ve Afrika gibi henüz bütünüyle keşfedilmemiş bölgelere ulaşan yolların kesiştiği bir dönel kavşak gibidir. Bu nedenle her geçen gün önemini artırmaktadır.

Türk kelimesi bir ırkı tanımlamak için değil; milli birliğin, dayanışmanın sembolü olarak kullanılır. Türk milleti deyince de birbirine tarih, dil, kültür ve ülkü birliği gibi ortaklıkların ve bu ortaklığa bağlı olan duygudaşların oluşturduğu topluluk akla gelmektedir. Bu topluluğun üyeleri ortak bir geçmişe, ortak değerlere sahip olup, bir arada yaşamak için adeta kendiliğinden anlaşmış; kederde ve kıvançta bir arada olmaya sözleşmiştir. Tarihi küresel güçlerin yeniden hayat bulmak için büyük bir gayret içinde olduğunu unutmadan; nerede, hangi coğrafya olursak olalım; milli birliğimizi ve kardeşliğimizi korumaya özen göstermeliyiz. Bu şuurla, yani; heyecanlarımızı, renklerimizi kaybetmeden yaşarsak; millet olma özelliğimizi kaybetmeyiz.

Millet varlığını devam ettirebilmek için kendini koruma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç toplu yaşama ve onun güçlenmiş şekli olan milli birlik, yani dil, kültür, tarih birliği yoluyla sağlanır. Milli birliğimizde söz edersek, Türk Milletinin tamamı bir bütündür ve Atatürk’ün sözüyle “Millet ve biz yoktur; birlik halinde millet vardır. Biz ayrı, millet ayrı değildir”. Milletin içinde ayırıcı, bölücü ve etnik adlandırmalar gibi unsurlara yer verilmez. Bu söylemler, kadim düşmanların milletin güçten düşürülmesi için yaptığı girişimlerdir. Atatürk’ün önemle belirttiği gibi milletimizin bütün bireyleri, aynı tarihe, ahlâka, hukuka, aynı ortak kültüre sahiptir. Tüm yurttaşlar eşittir. Bu husus “geleceklerini ve yazgılarını Türk milliyetine vicdanî arzularıyla bağlamış” olan, Hıristiyan, Musevî ve benzeri bütün yurttaşlarımız için de geçerlidir. Müslim ve gayrimüslim, Türk vatandaşları arasında hiçbir ayrım yapılmaz (Dura 2016, 6).

İngiliz devlet adamı Lord N. George Curzon (1859-1925) “Ülkeler, üzerinde dünya egemenliği için büyük oyunların oynandığı satranç tahtası gibidir” demişti. Bu oyundan galip gelebilmek için, milli birliğin önemi inkâr edilemez; milli birlik, bir yurdun, milletin en değerli varlığı ve gücüdür. Bu güç, maddi menfaate dayalı değil; ancak, yurttaşların birbirlerine millet bilinci etrafında bağlanması, kenetlenmesi ile gerçekleşir. Bir milletin çocuklarının birbirini tanıması, iyi geçinmesi ve birbirini sevmesi gerekir. Milletleri diğerlerinden farklı kılan özellikler; dil, kültür, tarih gibi alt birliklerin özelliklerinde saklıdır. Birliklerin yok olması, milli birliği, milletin yok olması, dolayısı ile Ahmet’in, Ayşe’nin ve pek çok bireyin teker teker yok olup gitmesidir.  Bu anlamda dil, milli birliği kuran; kültürünü ve tarihini gelecek nesillere aktaran ve milleti bir arada daha canlı tutan çimentodur.

Bütün bu birliklerin düzenlenmesi, gelecek kuşaklara aktarılması milli duygularla, karşılık gözetilmeden doğal yollarla yapılır. Bu çabanın temelinde ırkçılık yok; kültürel rekabet vardır. Kültürün yaşatılması da dilin yaşatılmasına bağlıdır. Türkler bu rekabetten galip geldiğinde rakiplerine karşı mağrur değil, müşfik ve alçak gönüllü davranırlar. Bu nedenle, Türk tarihinde ne kölelik, ne de ırk ayrımının izleri vardır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.

Bitirirken; milli duygular ile anadili arasındaki bağ çok kuvvetlidir ve anadilinin yaşatılması, milli duyguların yaşatılması ile eş değerdedir. Birlik ve beraberliklerine sahip çıkamayan, onları gelecek kuşaklara aktaramayan milletler, birlik ve beraberliklerinin yanı sıra yaşama dair umutlarını da kaybeder. Unutulmamalıdır ki Musa olmak isteyen, Firavun’un aklına uymaz.

Bu yazı Avusturya'da aylık periyotlarla yayımlanan Avrupa-Haber / Europa Journal Gazetesi Ekim 2017 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2017/cakir102017.jpg adresinden ulaşılabilir.

Önerilen Kaynaklar
Cihan DURA (2015). “Milli Birlik… Hemen Şimdi!...” Bilgi Yurdu Gençlik Dergisi. Yıl 9, Sayı 51. ss. 6-7.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU (2017). Yaban. 77. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları. (İlk yayın yılı: 1932. ISBN: 9789754700060)


Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...