Türklerin Almanya’da veya herhangi
bir Avrupa ülkesinde siyasette, sosyal hayatta, ekonomide, birçok alanda yaşadığı
sorun "uyum sorunu" değil; ayrımcılığa uğramadan, insan onuruna uygun şekilde yaşamaya
yönelik türlü engellerin aşılmasıyla ilgili sorunlardır. Bunların aşılabilmesi de Türklerin ve yaşanılan ülkelerdeki yerel paydaşların el ele vererek ortak
hareket etmesi, Türk kültürü ve kimliğine yönelik söylemlere karşı eylemlerle ortak bir tutum sergilemesiyle mümkün olacaktır. Bu konuyla ilgili görüşlerimi aşağıda sıralamak isterim.
Vatandaşlarımızın veya
soydaşlarımızın yaşadıkları ülkelerde yurttaş olmanın, olmasa bile yerel
mevzuattan kaynaklanan yasal yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirdikleri
sürece Türk kimliğini ve kültürünü korumaya, gelecek kuşaklara aktarmaya
çalışması kimseyi rahatsız etmemelidir. Çünkü Türklük, siyasi bir kavram değil,
insanları bir arada tutan duygusal bir bağdır. Türklerin yaşadığı coğrafyada
bulunan ülkelerin vatandaşlığını almasına rağmen Türkiye ile kurduğu duygusal
bağı devam ettirmesi son derece olağan karşılanmalı, sırf bu nedenle
yaşadıkları yeni yurtlarına bağlılıkları sorgulanmamalıdır. Türkler geçmişte de
bu tür soruları “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanım” diyerek dışa
vurmuştur. Bugün Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa ortak değerlerini
savunurken Meryem gibi Türk, Maria kadar Avrupalı olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Asıl şaşırılması gereken durum, Meryemlerin Marialar kadar toplumsal kabul
görememesi ve “öteki” olarak görülmesidir.
Türkler bir yandan yaşadıkları
ülkelerde iyi şartlarda sosyal, ekonomik ve siyasi olarak bir statü elde etmeye
çalışmakta, öte yandan ecdadını unutmamaya, geride bıraktıkları hısım,
akrabaları ile ilişkilerinin kopmasına izin vermemektedir. Türklerin yeni
yurtlarındaki yöneticiler, yeni yurttaşlarının ülkelerini ne derece
benimsediklerinden kuşku duyarken, bu gerçeği göz ardı etmektedirler. Bu
engelin aşılabilmesi için egemen kültürün taşıyıcıları ile azınlık kültürünün
taşıyıcıları daha fazla sosyal, kültürel etkileşimlerde bulunmalı, azınlıkları
toplum içinde öteki olarak değil, yeni birer değer olarak görmelidir.
Bilinmeyene karşı tepki göstermek yerine öğrenmeye çalışmak, her iki tarafın da
düsturu olmalıdır.
Yeni vatandaşların yaşadıkları
ülkelere uyum sağlayabilmesi, sosyal ve ekonomik olarak sınıf atlayabilmesi, bu
kesimin iyi eğitim almasından geçer. Bu bağlamda hiçbir çocuğun köken dili ve
kültürüne yönelik eğitim hakkından mahrum bırakılması gerekmez. Köken dilini
öğrenmek isteyen Türklerin yaşadığı ülkeye bağlılıkları sorun edilmez. Çünkü artık küreselleşen dünyada çoklu kimlikler
herkes tarafından normal kabul edilen bir durumdur. Hiçbir toplum, hiç kimse,
hiçbir şahıs tek bir aidiyete zorlanamaz. Çok dillilik ve çok kültürlülük
küreselleşmenin, etkileşimin ve iletişimin açtığı zorunlu ya da yönlendirdiği
bir alandır. İnsanların birbirlerini anlayabilmesi için zihinlerde oluşturulan
ve kültürel normlara yönelik önyargıların aşılması öncelikler arasına
alınmalıdır.
Söz gelimi, Türkiye’de kendine
yaşam alanı bulan ve günden güne gelişen Alman toplumu da Türkiye ile Almanya
arasındaki ilişkilere katkı sağlayacaktır. Yabancı kültürler içinde oluşan
farklı yaşam alanları sorun adacıkları değil, ortak sorumluluk alanlarında
gelişen ve ikili ilişkilerin gelişmesine olumlu zemin hazırlayacak önemli
fırsatlar oluşturmaktadır.
STK’lar ve çatı kuruluşları yeni
dönemde eğitim, dil, kültür ile yükselen İslam karşıtlığı ile ilgili alanlarda,
bireylere ve toplumlara yönelen saldırılar, tacizler ve bu konuda alınması
gereken tedbirler üzerine yoğunlaşmalı ve işbirliği alanlarını sayılan bu
alanlara yöneltmelidir.
Avrupa Türk toplumunun yurt
edindikleri topraklardaki yöneticilerinden önemli beklentilerinin olduğu
bilinmektedir. Bu beklentilerin kısa sürede karşılanması mümkün olmasa bile
“İslam bize ait değildir” gibi mesajlarla toplumu ayrıştırmak yerine, ortak bir
toplum ve huzurlu bir gelecek için beslenen olumlu beklentilerin ve umutların
yeşertilebilmesi için olumlu mesajlar verilmesi ve karşılıklı anlayış içinde
birlikte hareket edilmesi gerekmektedir. Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların
hepsi köktendinci, radikal değildir; aksine bunların ağır bir ekseriyeti günlük
hayatını sürdürmeye çalışan, devlete ve topluma karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye
çalışan, mütevazı insanlardır. Özellikle Ramazan ayının huzurla yaşandığı bu
dönemde Müslümanların teröristlerle özdeşleştirilmesi ve inançlarının,
kimliklerinin sorgulanır hale getirilmesi, toplumu germekte ve ortak bir
hayatın temelini oluşturmaktan uzak, ayrıştırıcı mesajlar olarak değerlendirilmektedir.
Bu olumsuz havanın verdiği tedirginlik ve savunma refleksi farklı
değerlendirilmemeli; en azından bu insanların yaşadıkları, ikinci vatan olarak
benimsedikleri topraklara bağlılıkları tartışma konusu yapılmamalıdır.
Eğitim konularında işbirliği
yapma arzusunda olan “ötekiler”, zaman zaman muhataplarından yeterli karşılık göremeyebiliyor.
Oysa dil ve din eğitiminin formal alanların dışındaki zeminlere kayması, bu
alanlarda verilecek eğitimin içeriğinin de sorgulanır hale gelmesine neden
olacak bir tehdit olarak görülmelidir. Neredeyse birbirleriyle bağı kopmuş
şekilde faaliyet gösteren, kökü bir olsa da zaman içinde ayrışan toplumsal grupların,
geleceğe yönelik planları arasında din, eğitim ve kültür alanını ekonomik birer
faaliyet alanına dönüştürmesinin toplumsal bütünlük açısından tehdit
oluşturacağı hususu gözden kaçırılmamalıdır. Bu tehdidin önüne geçilebilmesi için başta
dini cemaatler olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşlarının kendi görev
alanlarına çekilmesi; siyaset, kamusal alan ve ticaretten elini çekmesi; kayıt
dışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olması sağlanmalıdır. Şeffaf ve
denetlenebilirlik, ilişkilerde karşılıklı güvenin tesis edilmesine yardımcı
olacaktır.
Her ne olursa olsun, karşılıklı
anlaşmanın temelinde uzlaşı kültürü yatmaktadır. Altım seneye yaklaşan göç
tarihinde eşit vatandaşlık hakları verilen yurttaşların hala “yabancı” olarak
görülmemesi, her iki tarafın da karşılıklı anlayış ve işbirliği ortamlarının
oluşmasına zemin hazırlayacak girişimlere daha fazla destek vermesi; günlük
dilde “uyum” kavramının yerine de “kabul etme” tutumunun tercih edilmesi için
çaba gösterilmesi gerekir.
Her canlının aslı bir
çekirdektir. Önemli olan bu çekirdeğin doğasına uygun iklim şartlarını oluşturup,
filizlenmesini sağlamaya çalışmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman, insanoğlunun hangi
coğrafyadan gelirse gelsin, beşeriyet bahçesinde meyve veren bir ağaç olması
mümkün olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder