26 Mayıs 2018 Cumartesi

Avrupalı Türklerin kültürel kimliği


Türklerin Almanya’da veya herhangi bir Avrupa ülkesinde siyasette, sosyal hayatta, ekonomide, birçok alanda yaşadığı sorun "uyum sorunu" değil; ayrımcılığa uğramadan, insan onuruna uygun şekilde yaşamaya yönelik türlü engellerin aşılmasıyla ilgili sorunlardır. Bunların aşılabilmesi de Türklerin ve yaşanılan ülkelerdeki yerel paydaşların el ele vererek ortak hareket etmesi, Türk kültürü ve kimliğine yönelik söylemlere karşı eylemlerle ortak bir tutum sergilemesiyle mümkün olacaktır. Bu konuyla ilgili görüşlerimi aşağıda sıralamak isterim.

Vatandaşlarımızın veya soydaşlarımızın yaşadıkları ülkelerde yurttaş olmanın, olmasa bile yerel mevzuattan kaynaklanan yasal yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirdikleri sürece Türk kimliğini ve kültürünü korumaya, gelecek kuşaklara aktarmaya çalışması kimseyi rahatsız etmemelidir. Çünkü Türklük, siyasi bir kavram değil, insanları bir arada tutan duygusal bir bağdır. Türklerin yaşadığı coğrafyada bulunan ülkelerin vatandaşlığını almasına rağmen Türkiye ile kurduğu duygusal bağı devam ettirmesi son derece olağan karşılanmalı, sırf bu nedenle yaşadıkları yeni yurtlarına bağlılıkları sorgulanmamalıdır. Türkler geçmişte de bu tür soruları “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanım” diyerek dışa vurmuştur. Bugün Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa ortak değerlerini savunurken Meryem gibi Türk, Maria kadar Avrupalı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Asıl şaşırılması gereken durum, Meryemlerin Marialar kadar toplumsal kabul görememesi ve “öteki” olarak görülmesidir.

Türkler bir yandan yaşadıkları ülkelerde iyi şartlarda sosyal, ekonomik ve siyasi olarak bir statü elde etmeye çalışmakta, öte yandan ecdadını unutmamaya, geride bıraktıkları hısım, akrabaları ile ilişkilerinin kopmasına izin vermemektedir. Türklerin yeni yurtlarındaki yöneticiler, yeni yurttaşlarının ülkelerini ne derece benimsediklerinden kuşku duyarken, bu gerçeği göz ardı etmektedirler. Bu engelin aşılabilmesi için egemen kültürün taşıyıcıları ile azınlık kültürünün taşıyıcıları daha fazla sosyal, kültürel etkileşimlerde bulunmalı, azınlıkları toplum içinde öteki olarak değil, yeni birer değer olarak görmelidir. Bilinmeyene karşı tepki göstermek yerine öğrenmeye çalışmak, her iki tarafın da düsturu olmalıdır.

Yeni vatandaşların yaşadıkları ülkelere uyum sağlayabilmesi, sosyal ve ekonomik olarak sınıf atlayabilmesi, bu kesimin iyi eğitim almasından geçer. Bu bağlamda hiçbir çocuğun köken dili ve kültürüne yönelik eğitim hakkından mahrum bırakılması gerekmez. Köken dilini öğrenmek isteyen Türklerin yaşadığı ülkeye bağlılıkları sorun edilmez.  Çünkü artık küreselleşen dünyada çoklu kimlikler herkes tarafından normal kabul edilen bir durumdur. Hiçbir toplum, hiç kimse, hiçbir şahıs tek bir aidiyete zorlanamaz. Çok dillilik ve çok kültürlülük küreselleşmenin, etkileşimin ve iletişimin açtığı zorunlu ya da yönlendirdiği bir alandır. İnsanların birbirlerini anlayabilmesi için zihinlerde oluşturulan ve kültürel normlara yönelik önyargıların aşılması öncelikler arasına alınmalıdır.

Söz gelimi, Türkiye’de kendine yaşam alanı bulan ve günden güne gelişen Alman toplumu da Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilere katkı sağlayacaktır. Yabancı kültürler içinde oluşan farklı yaşam alanları sorun adacıkları değil, ortak sorumluluk alanlarında gelişen ve ikili ilişkilerin gelişmesine olumlu zemin hazırlayacak önemli fırsatlar oluşturmaktadır.

STK’lar ve çatı kuruluşları yeni dönemde eğitim, dil, kültür ile yükselen İslam karşıtlığı ile ilgili alanlarda, bireylere ve toplumlara yönelen saldırılar, tacizler ve bu konuda alınması gereken tedbirler üzerine yoğunlaşmalı ve işbirliği alanlarını sayılan bu alanlara yöneltmelidir.

Avrupa Türk toplumunun yurt edindikleri topraklardaki yöneticilerinden önemli beklentilerinin olduğu bilinmektedir. Bu beklentilerin kısa sürede karşılanması mümkün olmasa bile “İslam bize ait değildir” gibi mesajlarla toplumu ayrıştırmak yerine, ortak bir toplum ve huzurlu bir gelecek için beslenen olumlu beklentilerin ve umutların yeşertilebilmesi için olumlu mesajlar verilmesi ve karşılıklı anlayış içinde birlikte hareket edilmesi gerekmektedir. Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların hepsi köktendinci, radikal değildir; aksine bunların ağır bir ekseriyeti günlük hayatını sürdürmeye çalışan, devlete ve topluma karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışan, mütevazı insanlardır. Özellikle Ramazan ayının huzurla yaşandığı bu dönemde Müslümanların teröristlerle özdeşleştirilmesi ve inançlarının, kimliklerinin sorgulanır hale getirilmesi, toplumu germekte ve ortak bir hayatın temelini oluşturmaktan uzak, ayrıştırıcı mesajlar olarak değerlendirilmektedir. Bu olumsuz havanın verdiği tedirginlik ve savunma refleksi farklı değerlendirilmemeli; en azından bu insanların yaşadıkları, ikinci vatan olarak benimsedikleri topraklara bağlılıkları tartışma konusu yapılmamalıdır.

Eğitim konularında işbirliği yapma arzusunda olan “ötekiler”, zaman zaman muhataplarından yeterli karşılık göremeyebiliyor. Oysa dil ve din eğitiminin formal alanların dışındaki zeminlere kayması, bu alanlarda verilecek eğitimin içeriğinin de sorgulanır hale gelmesine neden olacak bir tehdit olarak görülmelidir. Neredeyse birbirleriyle bağı kopmuş şekilde faaliyet gösteren, kökü bir olsa da zaman içinde ayrışan toplumsal grupların, geleceğe yönelik planları arasında din, eğitim ve kültür alanını ekonomik birer faaliyet alanına dönüştürmesinin toplumsal bütünlük açısından tehdit oluşturacağı hususu gözden kaçırılmamalıdır.  Bu tehdidin önüne geçilebilmesi için başta dini cemaatler olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşlarının kendi görev alanlarına çekilmesi; siyaset, kamusal alan ve ticaretten elini çekmesi; kayıt dışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olması sağlanmalıdır. Şeffaf ve denetlenebilirlik, ilişkilerde karşılıklı güvenin tesis edilmesine yardımcı olacaktır.

Her ne olursa olsun, karşılıklı anlaşmanın temelinde uzlaşı kültürü yatmaktadır. Altım seneye yaklaşan göç tarihinde eşit vatandaşlık hakları verilen yurttaşların hala “yabancı” olarak görülmemesi, her iki tarafın da karşılıklı anlayış ve işbirliği ortamlarının oluşmasına zemin hazırlayacak girişimlere daha fazla destek vermesi; günlük dilde “uyum” kavramının yerine de “kabul etme” tutumunun tercih edilmesi için çaba gösterilmesi gerekir.

Her canlının aslı bir çekirdektir. Önemli olan bu çekirdeğin doğasına uygun iklim şartlarını oluşturup, filizlenmesini sağlamaya çalışmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman, insanoğlunun hangi coğrafyadan gelirse gelsin, beşeriyet bahçesinde meyve veren bir ağaç olması mümkün olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...