26 Eylül 2020 Cumartesi

BY PROTOKOL Eylül 2020 Söyleşi

TC Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşeliği Gurbetçilerin Yanında 

1)    Önce eğitim ataşeliği hakkında biraz bilgi verir misiniz? Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi olmak size ne gibi sorumluluklar yüklüyor?

Eğitim ataşesi denildiğinde; yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti Başkonsoloslukları nezdindeki yurt dışı ihtisas birimlerinden biri olan eğitim ataşeliklerinde sürekli olarak görevlendirilen ve eğitim ataşesi kadrolarında görev yapan diplomatik statüyü haiz personel anlaşılır. 

Eğitim ataşesinin görev ve sorumluluklarını özetlersek; ataşe, öncelikle görev bölgesindeki eğitim hizmetlerinin daha iyi yürütülmesini ve geliştirilmesini sağlamakla yükümlüdür. Görev bölgesinde bulunan her derece ve türdeki okullarda okutulan Türkçe ve Türk Kültürü Dersi öğretmeninin Türkiye’den temini, derslerin koordinasyonu ile ders kitapları ve diğer araç-gereçlerin zamanında temini için ilgili birimler ile eşgüdüm içinde çalışır. Açık Öğretim Lisesi ve diğer eğitim kurumlarında yapılan sınavlar ile Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılan sınavların zamanında ilgili kurumlara duyurulmasını, sınav yerlerinin temini ve sınavların organizasyonu ile bunların sağlıklı bir şekilde yapılmasını sağlar. Görev yaptığı ülke makamları ile imzalanan ikili anlaşmalar, protokoller, mutabakat zabıtları ve daimi komisyon toplantılarının gerçekleştirilmesini, alınan kararların uygulanmasını takip eder ve değerlendirmesini yapar. Ortak Türk Dili ve Türk Tarihi alanlarındaki çalışmaların yaygınlaştırılmasını ve yararlı bir şekilde yürütülmesi için çalışmalarda bulunur. Öğrenim görmek üzere bulunduğu ülkeden ülkemize gelecek öğrencilerle ilgili olarak seçim, sınav, denklik ve benzeri iş ve işlemleri yürütür. Öğrenim görmek üzere görev bölgesine gelen Türk öğrencilerle ilgili her türlü işlemleri yürütmek, istatistiklerini tutmak, ülke yetkilileri nezdinde sorunlarının çözümü yönünde girişimlerde bulunmak gibi görev ve sorumluluklar taşır. Bağlı olduğu Başkonsolosluk görev bölgesinde Eğitim Ataşesi olarak bu ve ilgili mevzuatta verilen diğer görev ve sorumlulukları yerine getirmeye çalışır.

2)    Almanya’da yaşayan Türkler ve Türk kökenli Alman vatandaşlarına yönelik çalışmalarınız oluyor mu? Oluyor ise ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

Almanya Federal Cumhuriyeti’nde bu ülkedeki kuruluşlarla eğitim alanında ilişkileri geliştirmeye çalışıyoruz. Türkiye kökenli Almanlara yönelik önemli çalışmalarımız arasında Türkçe ve Türk Kültürünün sonraki kuşaklara aktarılması için çalışıyor; bu amaçla ülkeye gönderilen Türkçe öğretmenlerinin Alman okullarında öğrenim gören Türk çocuklarına Türkçe ve Türk Kültürü Dersi verebilmeleri için gerekli araştırma, inceleme ve uygulama faaliyetlerini sürdürüyoruz. Halen görev bölgemizde 39 öğretmenimiz görev yapıyor. Bu dersler tamamen Başkonsolosluğumuzun sorumluluğu ve himayesinde olup Eğitim Ataşeliğimizin koordinasyonuyla Türkiye'den gelen uzman alan öğretmenleri tarafından verilmekte olup; görev bölgemizdeki Alman muhataplarımızla geçmişe dayalı köklü ilişkilerimizi geleceğe taşımak üzere karşılıklı anlayış, saygı, iyi niyet ve işbirliğine dayalı olarak çalışılmakta, bütün kurum ve kuruluşlarla nitelikli işbirliklerimiz sürdürülmektedir.

Öte yandan görev bölgemizdeki vatandaşlarımızın Alman okul sistemi içinde yarım kalan eğitimlerini Türk eğitim sistemi içinde sürdürebilmelerini teminen MEB Açık Öğretim Ortaokulu, MEB Açık Öğretim Lisesi, MEB Mesleki Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi gibi okulların öğrenci kayıt işlemleriyle ilgili bilgilendirme ve süreç yönetimi ile anılan okulların sınav organizasyonları ataşeliğimizce yapılmaktadır.

Türkiye’deki üniversitelerimizin açık ve uzaktan öğretim yapan birimleri ile örgün eğitim verilen birimlerine alınacak öğrencilerin seçme sınavı organizasyonlarında yerel paydaş olarak görev yapmaktayız. Anadolu Üniversitesi tarafından Batı Avrupa ülkelerinde mukim Türklere ve Türk soylulara yönelik açık yükseköğretim programlarının her türlü duyuru ve sınav organizasyonlarında yerel paydaş olarak vatandaşlarımıza hizmet vermekteyiz.

Sosyal ve kültürel çalışmalara paydaş olarak katılıyor, görev bölgemizdeki Türk veli dernekleri ile birlikte milli bayramların, özel günlerin anma, kutlama etkinliklerini planlayıp yerel paydaşlarla uyguluyoruz.

Alman yerel makamları ile görüşerek, eğitimle ilgili konularda ortaya çıkan sorunları istişare ediyor; yerinde çözüm üretmeye çalışıyor; eğitim diplomasisi görevi yapıyoruz.

3)    Türklerin Alman kamuoyundaki imajı hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok uzun süredir entegrasyon tartışmaları yapılır; entegrasyon sizce iyi bir şey midir? Bugün Almanya’daki Türklerin bu konudaki durumu ne aşamadadır?

Bunlar tartışmalı konulardır. Şurası unutulmamalıdır ki Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler geçmişi oldukça eskilere dayanan, köklü bir yapıdadır. Günübirlik olaylarla ilişkilerin seyri hakkında fikir yürütmek, sahiplerini doğru sonuca ulaştırmaz. 1790’da Prusya Krallığı ile bir barış ve dostluk anlaşması imzalayan Osmanlı İmparatorluğu, özellikle II. Abdülhamit döneminde Almanya ile askeri ilişkilerini geliştirmiştir (Türkiye-Almanya Federal Cumhuriyeti arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler ile ilgili kronolojik bilgi için Dışişleri Bakanlığımızın www.mfa.gov.tr adresine bakılabilir).

Türkler Alman kamuoyunda çalışkanlığı, misafirperverliği ile bilinir. Birinci kuşak Türklerden her birinin hayatı ayrı bir başarı öyküsüdür. Dolayısı ile genelleme yaparak iyi veya olumsuz imaj çizmek doğru olmaz. Zaman zaman aydınlık, güneşli; zaman zaman sisli bir hava olduğu söylenebilir. Farklı toplumsal katmanlara ve bakış açınıza göre sonuç çıkarabilirsiniz. Ama şurası bir gerçek ki birinci kuşak Türklerden sonra bugün Almanya’da devletin üst düzey makamlarında yönetici olan, kültür ve sanat hayatında önemli kariyerleri olan, Türkiye’de adı sanı bilinmeyen epey Türk vardır. Bunların Türkiye ile ilişkilerini canlı tutmak ve Türk Alman ilişkilerine olumlu kazanımlar elde etmek de bizim görevimizdir.

Entegrasyon konusuna gelince; entegre olmak, olmak bütünleşmek ve uyum sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Bireylerin yaşadıkları çevreye, girdikleri ortama uyum sağlamaları anlamında kullanılmaktadır. Toplumsal ve sosyal hayatın içinde, farklı sistemlerin birbiriyle uyumlu şekilde çalışabilmesi olarak da kullanılır. Bu uyum durumunda karşılıklı kabul ve farklılıklara saygı ilkesi çerçevesinde olmalıdır. Bir dişli çark sisteminde, örneğin bir aracın şanzumanında, bir dişlinin diğer dişlilere uyumu için karşılıklılık ilkesi esastır. Bunun aksi durumda, yani bir tarafın diğerine uymasının beklenmesi, motorun düzenli çalışmasını engeller; toplumsal ve sosyal hayatta da bireyler sadece ötekinin değerlerini kabul etmeye zorlanması halinde, zaman içinde kendi değerlerini unutur. Bu durum aslında kültürlemeden asimilasyona uzanan bir süreçtir ve son durağı asimilasyondur. Asimilasyon ise bir potanın içinde erime anlamına gelir. Kendi özelliğini yitirir ve karışımın hükmü fazla geçmeyen bir parçası halinde yoluna devam eder. Türklerin durumu nedir? Türkler Almanya’ya bizim anladığımız anlamda, dilini öğrenerek, kültürel değerlerine saygı duyarak, paylaşımcı ve paydaş girişimleri ile işte ve sosyal hayatta uyum sağlamıştır.  

4)    Son dönemde Almanya’ya göç eden genç nüfus oranı nedir? Bu insanlarımızın eğitim odaklı ihtiyaçları nelerdir? Türkiye olarak bu konuda neler yapabiliyoruz?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), tarafında yayımlanan "Uluslararası Göç İstatistikleri" incelendiğinde ülkemizde her dönem belli bir hareketliliğin olduğu görülmektedir. Hazırlanan son raporda yurt dışından Türkiye’ye 466 bin 333 kişinin, Türkiye’den yurt dışına ise 253 bin 640 kişinin göç ettiği görülmektedir. TÜİK verilerine göre; Türkiye'den yurt dışına giden nüfusun 136 bin 740'ı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyken 187 bin 178'ini yabancı uyruklu nüfus oluşturdu. Gelenlerin ve gidenlerin ağırlıklı oranı 25-29 yaş grubu gençlerden oluşmaktadır (Bkz.: Türkiye Göç İstatistikleri (TÜİK 2018)).

Almanya’ya gelen gençlerin önemli bir kısmının eğitim amaçlı geldiği görülmektedir. Bu da bizim için önemli bir kazanımdır. Bunların yanı sıra Almanya’da bu yılın Mart ayında yürürlüğe giren yabancı kalifiye eleman istihdamına yönelik yasa ile Türkiye’nin yanı sıra başka ülkelerden de yetişmiş elemanların Almanya’ya gelmeleri teşvik edilmektedir. Korona sonrası yeni dönemde sürecin nasıl işleyeceğini birlikte göreceğiz.

Federal İstatistik Dairesi'nin verilerine göre, 2016'da Almanya'ya göç edenlerin yüzde 1,5'ini Türkler oluşturuyor. Buna göre, Türkiye'den Almanya'ya göç edenlerin sayısı 2015'e kıyasla 4 bin 941 artarak 28 bin 639 olarak belirlendi. Buna karşılık 24 bin 678 Türk vatandaşı Almanya'yı terk etti.

 5)    İnişli çıkışlı bir siyasi hat üzerinde, Türkiye-Almanya arasındaki siyasi ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Otuz beş seneden bu yana Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkileri araştıran, Alman dili ve kültürünü iyi bildiğini düşünen biri olarak kişisel kanaatim; İngiltere'nin 1800'lü yıllarda yaşamış eski Başbakanlarından Lord Palmerston’tan farklı değil. Palmerston "İngiltere'nin ebedi dostları ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır" diyor. Diplomaside ve uluslararası ilişkilerde pragmatizmi merkeze alan bir süreci dikkatlerden kaçırmamak gerektiğine inanıyorum. Devletler arasındaki dış politika ilişkilerinde her zaman bir esneklik vardır. Devletler insani duygularla hareket etmezler. Belli ilkeler çerçevesinde kendi menfaatlerini gözeterek düşünürler. Dolayısı ile geçmişteki mutlak “dost” veya “düşman” kavramı artık geçerliliğini yitirmiştir. Almanya ile ilişkilerimizi geçmişten gelen ilişkiler ve bugün Almanya’da yaşayan üç milyona yakın Türk varlığını göz önünde bulundurarak gerçekçi bir temele dayandırmalı ve buna göre yönlendirmek durumundayız. Almanya için de aynı durum geçerlidir. Dünya artık çok aktörlü, değişkenli, gücün merkezinin sürekli hareket ettiği bir yapıya dönüşmektedir ve bu yapı da devletler arasında “mutlak” ilişkileri zaman zaman geçersiz, anlamsız kılmaktadır. Bizim için önemli olan, Almanya ile hangi konu veya konularda ne kadar yol yürüyebileceğimizi iyi kestirmek ve buna uygun bir müttefik ilişkisi kurmaktır. Güç birliği yapıldığında her iki ülkenin de önemli kazanımları olacağı açıktır.

 6)    Almanya’da yaşayan Türklerin Alman kültür-sanat ve edebiyatına yaptığı katkılar var mı?

Elbette, işçi göçüyle birlikte her şey belli bir süreç içinde gelişti. Türkiye’den 1961’de yola çıkan 93 kişilik işçi kafilesiyle başlayan Almanya’daki büyük değişim bugün artık açık bir şekilde gözüküyor. Türkler deneme yanılma yoluyla özellikle ‘80’li yıllarda “benim de anlatacak bir öyküm var” deyip parasını bastırıp yayınlayarak belli bir birikimi oluşturdular. İçlerinden bazıları zamanla kültür sanat ve edebiyat alanında önemli mesafeler aldılar.  Bugün Wikepedia açık kaynağında Almanya’da Türkçe-Almanca yazan üç yüzün üzerinde isim sayılmaktadır. Bunların arasında, Yücel Feyzioğlu’nin tespitiyle ilk edebi eser Bekir Yıldız’ın 1966 yılında yayımlanan “Türkler Almanya’da” adlı romanıydı (Bkz.: die Gaste, S. 4, Kasım-Aralık 2008). Daha sonra Fethi Savaşçı fabrika yaşamını betimleyen bir dizi öyküler, şiirler, anılar ve bir de roman yayınladı. Bunlar arasında “İş Dönüşü” (1972), “Özel Ulak” (1973), ”Makinalar Çalışırken” (1983) adlı kitaplarını anabiliriz. Burada yetmişli yıllarda tanınmaya başlanan Yüksel Pazarkaya’nın “Oturma İzni” öykü (1977), “Ben Aranıyor” (1989) romanını unutmamak gerekiyor. Aras Ören de üç kitabı bir arada “Berlin Üçlemesi”nde, “Gündoğduların Yükselişi” romanında göç konusunu işledi. Güney Dal ve Aras Ören de döneme iz bırakan yazarlar. Habib Bektaş ise yazdığı “Cennetin Öteki Yüzü”, “Hamriyanım”, “Gölge Korkusu” gibi romanlarıyla, önemli roman ödülleri aldı. Sıtkı Salih Gör’ün “Yaban El” ile “Kehribar ile Tuğra” adlı kitapları duygu yüklüdür. Gültekin Emre ile Yaşar Miraç Türkçeyi zenginleştirerek şiirlerini damıtıyor, yazmaya devam ediyorlar. Ali Özenç Çağlar’ın öyküleri, şiirleri olgunlaşarak yayınlanıyor. Özgen Ergin’in “Şarlo Kemal”ini anmalıyım. Bunlar Elli yaş sınırında ya da ellinin üstünde olan sanatçılar ve Almanya’da yeşeren Türk edebiyatının ilk akla gelen temsilcileri.

Basım yayım ihtiyacını Türkiye’den karşılamak zorunda olan Türkler zaman içinde kendi üretimlerini yayına dönüştüren yayınevlerini de kurdular. Bunların arasında İnfograph, Dağyeli, Talisa, Ortadoğu, Önel ve Anadolu Verlag’ı sayabiliriz. Yerel kaynaklarla veya Türkiye’deki medya kuruluşları ile bağlantılı çeşitli dergiler, gazeteler de yayımlandı ve yayımlanıyor.

Bu arada yazarları besleyen Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi ile Oberhausen Bezek Edebiyat İşliğini anmak gerekir. 

Bunların dışında Almanca yazan ve oldukça başarılı olan Türkler de var. Zafer Şenocak, Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar, Zehra Çırak, Osman Engin, Akif Pirinççi Alman okurunu etkileyen ve artık klasikleşen yazarlar. Bunlara ek olarak genç kuşağın temsilcilerinden Deniz Aykanat gibi Almanya’da doğup büyüyen yeni kuşak Türkler de edebi eserler üretiyorlar. Bunlardan bazıları önemli edebiyat ödüllerini aldılar. Akif Pirinççi’nin polisiyeleri Almanya’da en çok satan kitaplar arasında yer aldı. Almanca yazanların sayısı giderek artıyor. Hatta bunlardan bir kısmı, özellikle 1990’lı yıllarda doğanlar, bugün Alman kültürün dinamik bir parçasını oluşturuyor. Kendini daha çok Alman hisseden ama göçmen kültürünün de izlerini taşıyan genç bir kitlenin, içinde yaşadığı topluma kattığı bir zenginlik olarak dikkati çekiyorlar. Artık Alman medyası dışında New York Times’da, Herald Tribune ve Le Monde’da, Almanya’daki Türk sanatçılarla ilgili röportajların yayınlanması bir tesadüf olmaktan çıktı (Bkz.: Hürriyet Gündem: Alman sanatında Türk fırtınası. 21.02.2004).

Sinema alanında Fatih Akın’ın Berlin Film Festivali’nde kazandığı ödül de bu açıdan bir tesadüf değil. Genç Almanlar, Türk asıllı Almanların müziğini dinliyor, yaptıkları filmlere gidiyor, yazdıkları kitapları okuyor. Türk asıllıların getirdiği göçmen kültürü, Alman sanatına bir dinamizm katıyor. Renan Demirkan; çocukluğundan beri Almanya’da yaşıyor. Çok ünlü bir tiyatro sanatçısıdır. Yazdığı oyunlar ve romanlarla Almanya’nın en popüler yazarları arasında gösteriliyor. 1998’de Almanya Liyakat Nişanı’nı aldı. Köln’ün Kültür Elçisi oldu.

Almanya’ya göç bundan 60 sene önce başlamadı. Göç, Almanya’yı memleketleri olarak kabul eden nesille birlikte başladı. Bunun doğal sonucu olarak sanatsal çalışmalar hemen her alanda yeni yeni uç veriyor.

7)    Genç Türk akademisyenlerin gelişimine dair yaptığınız çalışmalar nelerdir?

Üniversitede görev yaptığım yıllarda çalıştığım eğitim fakültesinin kurullarında, anabilim dalı başkanlığı, yüksekokul müdürlükleri, araştırma merkezi müdürlüğü, üniversite senatörlüğü gibi görevlerde bulundum. Bu dönemlerde gençlerin lisansüstü eğitim almaları konusunda çalışmalarım oldu. Değişik programlarda dersler verdim, lisansüstü düzeylerde tezler yönettim.

Anadolu Üniversitesi’nin Batı Avrupa Açık Yükseköğretim Programlarının açılmasından bir süre sonra üniversitenin Köln’deki Batı Avrupa Bürosu’nda beş yıl süreyle görev yaptım. Mevcut hizmet binasının alımından, bugün sunulan hizmetlerin önemli bir kısmı, bizim içinde yer aldığımız ekip tarafından başlatıldı. MEB Açık Öğretim Lisesi ve Açık Öğretim Ortaokulu Batı Avrupa Programları da yine bizim 1990’lı yıllarda başlattığımız ve halen devam eden uygulamalar. Bu programlar sayesinde pek çok gencimiz, vatandaşımız yarım kalan eğitimlerini tamamlama ve çalışma hayatında daha üst pozisyonlarda yer edinme imkânına sahip oldular.

Türkiye’deki üniversitelerde çalışacak genç bilim insanlarından bir kısmını lisansüstü eğitimlerini görev bölgemizdeki üniversitelerde almaktadır. Bu gençler MEB tarafından 1416 sayılı Kanun uyarınca yükseklisans ve doktora öğrenimi görmek üzere devlet bursiyeri olarak gönderilen gençler; öğrenimlerinden sonra Türkiye’ye dönerek ülkemizin değişik üniversitelerinde öğretim elemanı olarak görev alacaklar. Bu gençlerin akademik, idari danışmanlıklar da Ataşelik olarak bizim görev ve sorumluluğumuzda.

 8)    Pandemi süreci sizi ve çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

274 devlet okulu, 2 özel okul ve 2 STK olmak üzere 281 kurumdan 2638 öğrenciye 41 öğretmenle yüz yüze verdiğimiz Türkçe ve Türk kültürü dersi pandemi süresince uzaktan öğretime dönüştü. Bölgemizde görevli öğretmenimizin katkısı ile hazırladığımız uzaktan öğretim materyalleri yine Ataşeliğimizce oluşturulan bir öğrenme portalinde birleştirildi ve öğrencilere dersle ilgili uzaktan öğrenme materyallerine ulaşma imkanı sağlandı. Bu dönemde derslerimize katılım örgün eğitim kadar yoğun olmasa da çalışmalarımız öğretim yılı sonuna kadar kesintisiz devam etti. Ulusal günler ile milli bayramlarımız sanal platformlarda kutlandı. Ayrıca öğretmenlerimizin yaşadıkları ortamdaki durumlarını anlattığı küçük anılar, anekdotlar birleştirildi ve yapılan seminer çalışmaları programı ve anlık korona bültenleri ile bunlara bağlı yeni çalışma takvimimizin yer aldığı Bavyera Eyaletindeki Eğitim ve Sağlık Çalışanlarından Korona Günlükleri adlı bir kitabı tarihe not düşmek adına yayına dönüştürdük. Bunun dışında kovit-19 salgınının Türkçe ve Türk Kültürü Dersine etkisinin bilimsel olarak ortaya koyulduğu bir araştırma da tamamlanmış olup, raporlaştırılma süreci devam etmektedir.

25 Eylül 2020 Cuma

Türk Efendisi

Efendi sözü Türkçemizde Efendi, Efendim, Efendimiz, Efendi Hazretleri, Paşa Efendi, Beyefendi, Hanımefendi gibi her haliyle efendilik ifade eden, hatta efendi millet deyiminde bütün Türk ulusunun asil unvanı olarak kullanılmıştır. 

Sözcüğün aslı, eski Yunancada authentes ve Rum telaffuzunda aftendis’dir. Başlangıçta “mutlak hâkim” veya ‘bir kölenin ya da bir cariyenin sahibi’ demekti.

Türkçede XIII. yüzyıldan beri kullanıldığı görülen efendi kelimesi, bugünkü yazılı kayıtlara göre, önce Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin kızı Melike Hatun için söylenmiş; halk ona efendimizin kızı diyerek saygı ve sevgisini göstermişti. Kelimeyi XV. asırda İstanbul Fatihi Sultan İkinci Mehmet’in kendisi için kullandığını bu hükümdarın Galata ahalisine verdiği Rumca fermanda görmek mümkün.

Efendi, bu yüzyıllarda Türkçe çelebi sözcüğüyle yan yana veya kimi durumlarda onun yerine kullanılmış; daha sonra okuma hayatında yükselerek, ‘ilim ve irfan sahibi olmuşlara’ ısrarla efendi denmiştir. Bu kullanım daha sonra geniş ölçüde yayılmıştır.

Evin efendisi, evin beyi, sahibi demektir; efendi adam, edepli, terbiyeli, iyi insan anlamındadır; sözcük paşa efendi, beyefendi, hanımefendi hitapları ile saygı için kullanılır; geçen yüzyıllarda İstanbul Kadısı’na onun hem kültür seviyesini hem de önemli mevkiini ifade eden bir unvan halinde İstanbul Efendisi denirdi. Bugün hala asil davranışlı terbiyeli ve kendisine hürmet duygusu veren insanlara, örneğin tam bir İstanbul efendisi denilmesi bundandır. Böylelerine geçmiş yüzyıllardaki benzerlerini düşünerek, eski zaman efendisi diyenler de oluyor.

Okullarda öğrenciler öğretmenlerine hoca efendi diye seslenirken, öğretmenler de öğrencilerini efendi diye çağırırlardı. Yakın zamana kadar, öğrencilerin kendilerini çağıranlara “Efendim!” diye seslenmesi ya da bugün insanların kendilerine seslenenlere aynı şekilde, “Efendim!” diye karşılık vermesi, bu saygının söze yansımasının hoş bir göstergesidir.

 ‘Türk ulusunda asalet unvanı’ olarak kullanılmış bu söz; zamanla “anlam yitimine uğramış” ve kendini bilmez, kimi sonradan görmeler tarafından bir kişiyi küçük göstermek için müstehzi bir ifade ile maksadı dışında kullanılmaya başlanmış; pasif agresifler tarafından kimi iş ortamlarında “psikolojik terör” veya “duygusal saldırı” maksadı ile kullanılan sıradan bir mobbing sözü haline dönüşmüştür.

Bu yolla hitap edilen kişinin “itibarına” da saldırıda bulunulduğu yanılgısına düşülmektedir. Çünkü bu anlayışa sahip olanların dilinde Bey, hizmet alan; Efendi ise hizmet edenler için kullanılmaktadır. Bu yolla “statü” kaybettirilenlerin (?), duygusal tacize maruz kalanların, kadim geleneği yaşatan bu kelimenin anlamını bilerek, bilinçli bir şekilde karşı çıkmaları, dik durmaları halinde, saldırganlar da tipik bir pasif saldırgan davranışını sergileyerek geri adım atacaklardır. Hatta bu pasif saldırganlar, kötü davranışlarını örtmek için toplum içinde uygun ortamlarda muhataplarına bu defa anlayışlı ve samimi davranışlar sergileyerek, bu sözün masumiyetine gizlenmeye çalışıp, yeniden sahte dostluk mesajları vermeye başlayacaklardır.

Dil yaşayan bir canlıdır. Kelimelerin de insanlar gibi belli yaşları vardır ve kuşaktan kuşağa aktarılmadıkça ölür, anlam yitimine uğrarlar. Önemli olan kelimeleri eskidi diye kullanım dışı bırakmak yerine her birine uygun kullanım alanı açarak yaşamalarını sağlamaktır.


Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Eylül 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2020). Türk Efendisi. Post Aktüel Gazetesi. Eylül 2020, s. 2.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Ad Hominem

Bu defa farklı bir başlık okuyorsunuz. Argumentatum Ad Hominem (kısaca Ad Hominem), safsatanın yahut kuru sıkı palavra atmanın Latincesidir. Yazıda bilimsel bilgi ile safsatanın ayrımı anlatılmaya çalışılacak.


İnsan, zihninde kendi edindiği bilgiler bağlamında bir gerçeklik oluşturur ve çevresindeki olguları da bunun sonucu olarak yorumlar. Bu "yapay" yahut kişiye özgü oluşturulmuş sübjektif gerçeklik, onu oluşturanın dışında da geçerli olan "hakikat" midir? Yaşadığımız çağda, insanlar tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden beri bu durum tartışılmaktadır.

Bu tartışma bir bakıma akıl yürütme etkinliği olarak da görülebilir. Akıl yürütme ise bir felsefe etkinliği olarak değerlendirilir. Bu durum yapılan etkinliğe, kurumsal bir hüviyet kazandırmaz. Hakikati ararken pek çok yanlışa düşülür. Hatırlanacağı üzere; Hz. İbrahim, üvey babası Azer’in ve Dicle ile Fırat arasındaki bölgede yaşayan Asur ve Babil kökenli Mezopotamya kavminin[1] kralları Nemrud’un[2] tapındığı putları reddettikten sonra ayı ve güneşi yaratıcı olarak kabul etmişti. O an ona güneş ve ay tapılacak kadar ihtişamlı geliyordu. Buna rağmen, ay veya güneş tanrı olma özelliğinden uzaktı.

Bazen hayatımızdaki her şey boş, anlamsız geliyor; sanki anlamlandırılmamış. Anlam ne? Anlam soyut veya somut olgulardan yani; bir sözden, sözcükten, simgeden, bir olgudan ya da davranışın insana anımsattığı düşünce ya da nesne olarak tanımlanıyor ve aslında bizzat insanın kendisinden kaynaklanıyor.

Bu görüşten hareket edildiğinde; kavramlarla düşünmeyen bir toplumda tartışmaların sadece kişiler üzerinden yapıldığı görülüyor ve sürekli bir “suçlu” veya “öteki” aranıyor. Hal böyle olunca da kavramların içi boşalıyor; içi boşalan kavramlar da hiçe dönüşüyor. Vatan, millet, dil, kültür gibi kavramlara da bu bağlamda azami özen gösterilmesi gerekiyor.

Avrupa’da ortaya atılmış bir düşünce sistemi aydınlarımız tarafından sorgulanmadan alınıp ve toplumda uygulanmaya çalışılması ve nihayetinde başarılı sonuçlar elde edilememesi durumunda, aydınlar içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmaya başlıyorlar. Buna karşılık aydınların etkili ve verimli fikirler ortaya koymasını bekleyen toplum, aydınların başarısız girişimlerinin toplumsal ve sosyal gelişmeye engel olduğunu görmekte, dolayısıyla ortaya çıkan ürünler ne toplumu ne de toplumun içinde yaşayan aydınları tatmin etmektedir.

Aydın toplumsal çalışmalar sırasında içinde yaşadığı toplumunun ihtiyaç ve değerlerini göz önüne almalı, milletlerarası nitelikteki düşünme şekillerini de taklitle kalmayıp özümsemeli ve kendi toplumu içinde insanları içinde bulunduğu sorunlardan çözüme götürecek yolları bulmalıdır[3]. Anlamsızlık anlamın bağlama uygunsuzluğu ile ilişkili olabilir. O da psikolojik bir anlam aktarıcısı olabilir. Anlam zihinde (anlakta) oluşur ve anlam oluşturma sürecinde mutlaka akıl vardır. Anlakla akıl (us) ayrılırsa nesneleri ya da olguları anlamlandırmakta öznenin tek gerçek olduğu görülür. O halde doğru anlam oluşturmak için insana rehber bilimsel bilgi olmalıdır. Bilimsel bilgi ile akıl ortak çalıştığında zihinlerde oluşan anlamın evrensel doğru olarak kabul görmesini sağlar.

Bugün herkes birbirinden daha demokrat ama yapılanlara bakınca, demokrasiyle alakası yok. Anadolu deyişiyle; “Herkes imam olmuş, camiye giden yok.” Herkesin kendi doğrusunu oluşturduğu bu ortam insanların kimliğini, ahlakını bozuyor, değer yargıları alt-üst oluyor. At izinin it izine, dost ve düşmanın birbirine karıştığı bir dönem yaşanıyor.   Bütün bu süreçte zorunlu olarak yürütülen tartışmalardan doğruya ulaşabilmek için tartışmalar kişisel özellikler üzerinden değil, öne sürülen fikirler üzerinden yapılmalıdır. Bu da ad hominem yani safsatalar bilimsel bilgiden ayrı tutularak ve tartışmalardaki öznel gerekçeler engellenerek sağlanabilir.

Ömer Lütfi Mete “Ülkeyi partiler, programlar, reçeteler düzeltmez. Ahlakımız düzelmedikçe, ahlak siyasete egemen olmadıkça memleket de düzelmez” derken bireysel sorumluluğa dikkat çekiyor. Toplum liderlerinin, yani bireylerin toplumun en akıllısı olmadığından hareketle, bunların sahip olduğu zihniyetten ve bu zihniyetin hayata geçirdiği çok önemli kimi hatalı uygulamalardan vaz geçmesi gerekiyor. Ayrıcalıklı olanlar, rütbesi olanlar, iktidara yakın olanlar sıradan vatandaşlar ile kanunlar önünde eşit tutulmalıdır. Hukukun üstünlüğünün hâkim olmadığı, adaletin sağlanmadığı toplumların ilerleyemediği unutulmamalıdır. İnsanların maddi refahı kadar, bedensel ve ruhsal sağlıklarını da güvence altına almak gerekir. Çağımızda insanlar daha çok tüketmek için daha çok kazanmak zorunda kaldılar; daha çok kazanmak için daha çok çalışıyorlar. Gelişmiş toplumlara bakıldığında liyakate önem verildiği görülüyor; yani daha çok çalışan, daha çok üreten, daha iyi performans gösteren yüceltiliyor.

Platon “Eğer” diyor; “toplum ahlak olarak bozulmuşsa, birey olarak sizin ahlaklı olmanız ve bunu uygulamanız hiçbir anlam ifade etmez.” Anadolu insanı da bu durumu “Evladım! El; elin hâksız, peksiz çobanıdır. Ahlaksızlık toplumu sardıysa, ahlaklı olduğunuzu anlatmanız işe yaramaz. Çığlıklarınızı ne işiten, ne gören olur.” diyor.

Avrupalı kardeşim, Avrupalının festivaline Dirndl (Alman fistanı) veya Trachtenhemd mit Lederhose (Deri pantolon ve kareli göynek) içinde şöyle bir uğrayıp bira içerek uyum sağlanmaz; oraya giden olsa olsa sarhoş olur. Değerlerine sırtını dönersen, birinci kuşaktan gelip değerlerini yaşatmaya çalışanlara tepeden bakarak modern, aydın olunmaz; köksüz olunur. Aynı şekilde, yaşadıklarına anlam veremeyip, devletini başkalarına şikâyet ederek de aydın olunmaz; ama hain olunur.

Bir toplum safsatalardan kurtulmadıkça, zihinsel dönüşümü sağlayamaz; çağdaş uygarlığa yol alamaz. Batılı gibi giyinir, batılı gibi yaşar, batılı gibi tüketir, ama batılı gibi gelişmiş bir toplum olmaz.

Bilimsel bilgiyi aklın süzgecinden geçiren insan; kendi kökleri üzerindeki ağaçlar gibi ayakta kaldıkça, günü nasıl geçerse geçsin, haysiyetini koruma zevkini sonuna dek yaşar ve millet olmanın, bir millete ait birey olmanın onurunu ve kıvancını tadar.


Not: Bu yazı Europa Journal - Haber Avrupa Gazetesi Eylül 2020 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya gazetenin http://europa-journal.net/ad-hominem/ (20.09.2020) adresinden ulaşılabilir.



[1] Anavatanları Mezopotamya olan Asuri-Keldaniler, Asur ve Babil krallıklarının torunlarıdır ve Mesih İsa'nın dili olan Aramiceyi konuşurlar. Bu dile “Souret” derler. Buğra Poyraz ().Mezopotamya’nın Kaybolan Son Hristiyanları: Keldanilerin Göçü. Miras: Hristiyan Düşünce ve Kültür Dergisi. http://www.mirasdergi.com/keldaniler/. (18.07.2020).

[2] Peygamberler ve Alimler-Peygamberlerin Hayatları:  İbrahim Aleyhisselam. Dinimiz İslam. http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3771 (18.07.2020).

[3] Bkz.: Nuray KARACA, Nevin GÜNGÖR ERGAN. (2013). Türk Sosyologları. Mehmet İzzet ve Zaeddin Fahri Fındıkoğlu. Mehmet Çağatay ÖZDEMİR (Ed.). Türk Sosyologları. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2915,  s. 32. E-ISBN: 978-975-06-3205-1.

18 Eylül 2020 Cuma

Ezelden ebede Türk

Son zamanlarda bakıyorum, Avrupa Türk toplumu iki karşıt gruba ayrılmış.  Her geçen gün bu ayrışma ortadan kalkacağına, sınırlar çiziliyor; birinin düzenlediği toplantıya diğeri katılmıyor. Birinin düzenlediği kutlamaya karşı diğeri alternatif kutlama programı düzenliyor. Biri laik demokratik cumhuriyeti ve onun kazanımlarını savunurken, diğeri ısrarla Osmanlı diyor başka bir şey demiyor.

Avrupa’daki bu inatlaşmayı, bu ayrışmayı, anlamak mümkün değil. Hâlbuki bizim bismişahımız Türk; devlet-i ebed-müddet Türk devletidir. Lakin tarih bilinci olmayanlar, bu gerçekten habersiz, tartışmaya, tartıştıkça da ayrışmaya devam ediyor. Hâlbuki biz biiznillah (Allah’ın yaratması ile), ervah-ı ezelden beri Türküz; devlet-i ebed müddet de Türk olarak yaşayacağız. 

Devlet-i ebed müddet

Kültürümüzde devlet-i ebed müddet diye bir söz var. Bu söz; Türklerin tarih boyunca ezelden ebede kurduğu devletleri anlatıyor. Bugün medeni milletler olarak karşımıza çıkan Gotları, Frankları, Tötonları, Vandalları Slavları kültürel bakımdan etkilemiş; Latin ve Elenlerin kadim kültürlerinde izler bırakan milletimizin (Bkz.: Arık 2020) Avrasya’da geniş bir coğrafyada kesintisiz bir devlet geleneği vardır. Türkiye Cumhuriyeti; Nihal Atsız’ın deyişi ile "Gökten zembille inmemiştir”. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. “Osmanlı İmparatorluğu ise İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti de Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu Devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar Devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu Devleti; Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparlar, Aparların Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz" (Urfallı 2016).  Biz; bütün bu devletleri kuran milletin evlatları olarak ezelden ebede Türk’üz. Bugünkü vatanımız ise topyekün verilen bir kurtuluş mücadelesinden sonra Türk Milletinin hukuksal bir oluşumu olarak kurulmuş, geçmişin emaneti, gelecek kuşakların mirası bir “milli vatandır”. 

Bugünkü Türk’ten anladığımız etnik olmaktan ziyade kültürel bağlılığa dayalı bir birlikteliktir (Osmanlının mirasını devralmış; Anadolu ana yurdu olan, birçok etnisiteyi bir araya getiren, kolektif bilinç oluşturmuş bir millettir. Türk; Hakkâri’de yaşayan Kürt, Sakarya’da yaşayan Boşnak, Samsun’da yaşayan Çerkez, Hemşin’de yaşayan Müslüman Ermeni’dir.  Türk; cumhuriyetle birlikte anayasal bir kavram haline gelmiştir ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan veya bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi kucaklar; ayrıştırıcı değil, birleştiricidir. Bu anlamıyla Türk; toplumsal bilinçlenme, özgürlüğü sağlayacak bir idealdir (Çağaptay 2009, s. 103 vö). Türklük bir bütünü oluşturan parçaların toplamı değildir ve milleti bu unsurların toplamından ibaret saymak yeterli değildir. Dolayısı ile Türklüğü tanımlayan kavramlardan hiçbiri ne ırk, ne toprak, ne dil tek başına bu görevi üstlenebilir. Türkiye’nin dışında, kendini Türk sayan nice topluluklar vardır. Bunlar da kendini öyle hissediyor ise Türk’tür. Aliya İzzet Begoviç; “Sırplar bize Türk derdi.” diyor. Çünkü dün Bosna’da kim Müslümansa Türk’tü; bugün de değişen bir şey yok. Müslüman iseniz Avrupalılar nezdinde zaten sarazensiniz, ötekisiniz, Türk’sünüz. Bu topraklarda öteki olmak, sizi mahzunlaştırmasın. Biz Türk olduğumuzu okuldaki öğretmenden, sokaktaki ırkçılardan öğrenmedik; mazlumun yanında, zalimin karşısında ol diyen; kanında yiğitlik, ruhunda mertlik olan bir milletin ferdi olarak doğduk; bizim için Türk olmak onur ve gurur vesilesidir.

Türk olduğunu söylemek ırkçılık değildir

Türklüğünüzü ne etnik bir kıyaslama içerisine alın ne de Türklüğünüzden uzak durun. Türklüğünü unutan, zorluklarla başa çıkma becerisini de mücadele gücünü de kaybeder. Göktürk Kağanlığının bilge veziri, İlteriş Kağan (Kutluk), Kapagan Kağan, Bögü Han ve Bilge Kağan'a baş vezirlik yapan Bilge Tonyukuk, çağlar ötesinden "Çoklar diye niye korkuyoruz ki, azız diye niye çekiniyoruz ki, hücum edelim!" derken, kendine güvenin diye mesaj veriyordu. Bu çağrıya kulak verin; kendinize güvenin. Türk olmanın ezikliğini değil, atalarımız gibi gururunu ve özgüvenini yaşayın. Bu duygu sizin kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Türk ve Türkçülük ile uğraşanların; bu düşünceyi ayrı ayrı yerlere çekmeye çalışarak emperyalistlerin değirmenlerine su taşıyanların yanlış, ama kolaylıkla değiştirilemeyecek düşünce ve inanışlarına, hezeyanlarına aldırmayın. Ibn-i Sina’nın “İnsan, erdemli ya da rezil yaratılmamıştır. Ama ikisine de eğilimlidir; hangisi kolayına gelirse ona yönelir.” sözünü unutmayın. Türk olduğunu söylemek, ırkçılık değil; bir kimliğin ifadesi, özgüvenin dışa vurumudur.

Türk olmanın ayrıcalığı

Türk olmanın imtiyazı ve ayrıcalığı bireyin kendini Türk olarak kabul etmesinden, adaletinden, hoşgörüsü ve ahlakından gelir. Türk olmak için bir kan bağı aranmaz; aksine kederde sevinçte tasada ve kıvançta ortak hareket etme hissiyatına dayalı bir ülküdür. Kayıtsız, şartsız ve mutlak surette fedakârlık talep eden, itaat isteyen kutsal bir amaçtır (Mehmet İzzet 1969, s. 14). Dünyanın neresine giderseniz gidin, mutlaka bir yerlerde geçmişinde Anadolu kültürünün izini taşıyan, kendine Türk diyen birini bulursunuz. Türk olmasa da gittiğiniz yerde karşılaşacağınız her hangi biri ile konuşabilecek ortak bir geçmişinizin, tarihinizin, kültürel mirasınızın, milli ve manevi değerinizin olduğunu görür; asırlardır töresini ayakta tutmayı başarmış, savaşta dahi düşmanına karşı saygı ve nezaketi elden bırakmamış medeni bir milletin ferdi olmanın haklı gururunu hissedersiniz. Millet ülküdür; medeniyet ise milletler arasında ortak noktaları olan bir kavramdır. Hayatınızı ilkine göre düzenlerken ülkünüzü, ikincisinden makul olana göre tercih edersiniz.

Türk atasını, tarihini iyi öğrenmeli

Siz Türk olmanın ayrıcalığını, Türk’ün özel durumunu bilmezseniz; atanızı tanımaz, tarihinizi öğrenmezseniz, her gelen mevsimde kendisine daha sıcak bir kışlak aramaya devam eden turnalar gibi oradan oraya göç ederek yaşar gidersiniz. Bir çocuk tarihini, dilini, kültürünü atasından iyi öğrenmeli ki kökünü, ait olduğu yeri unutmasın; kendine dayatılan öğretilmeye çalışılan çaresizliğe inanıp, boş inançların tutsağı olmasın. Kişi kendini, özünü bilmez, tarihini öğrenmez ve bu yolla kimliğini oluşturamazsa, bulunduğu ortamlarda Türk olduğunu söylemekten gurur duymaz; çekinir; altından kalkamadığı hesapların tutsağı olur; zihnini kurcalayan bin bir hesabın içinden çıkamaz bulur kendini. Türk olduğunu söylerse başına gelebilecek olumsuzluklardan duyduğu endişeyle özgüvenini kaybeder; yüreği sıkılır, boğazı kurur, konuşurken dudakları titrer. Hâlbuki kim olduğunu bilir, ecdadının “Türkün kılıcı parladıkça düşmanın gözü onu görmez. Ancak Türkün kılıcı kesmez olursa düşman onu görmekle kalmaz. Ona tepeden bakar.” sözünü kulağına küpe ederse; her ortamda ve türlü şartlar altında çekinmeden “Elhamdülillah, Türk’üm!” diyecek özgüveni bulur. Bu sözü söyleyecek gücü de tertemiz mazisinden alır. Bu güç elbette bilimsel bilgiyle edinilir, eğitimle taçlanır. İyi eğitimli Türk çocuğu elde ettiği başarılar ile Ata’sının Onuncu Yıl Nutkunda dediği gibi “geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

Yurt sevgisi dikkat edilmezse, menfaat ve sömürü aracına dönüşebilir

Türk çocuğu içinde yaşadığımız çağda her zamankinden daha akıllı daha çalışkan ve daha uyanık olmak zorundadır. Yurt sevgisi, millet mefkûresi dikkat edilmezse ideolojiyle, ama çoğu zaman da inançla birleştirilerek menfaat ve sömürü aracına dönüşebilir. İnsanın maddi gerçekliği de menfaatten ibaret olduğuna göre; bu yüce duygular birleştirici değil ayrıştırıcı olmaya, millet üzerinde olumsuz etki uyandırmaya başlar. Türklerin yaşadığı bir ülkede, örneğin bir Kürt, “Kürdüm” derse, bu onun demokratik hakkı sayılır ki bu tartışılmaz, doğrudur. Arap, “Arap’ım” der sizinle inanç birliği üzerinden ümmet olur. Türk  “Türk’üm” derse, ırkçı olarak değerlendirilmek bir yana, bir de kinayeli bir şekilde “İslam da Irkçılık yoktur” diye tariz edilir. Türk, Suriye'ye giderse “Uzak dur, burası Suriye toprakları” derler; ama milyonlarca Suriyeli Türk’ün yurduna gelince “Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.” (Nur 42. Ayet) ayetinden hareketle “Mülk Allah'ındır; burada sadece sizin değil, bizim de yaşama hakkımız var” derler. Bir zamanlar ihanet ettikleri Osmanlının tebaası olduklarını, bu topraklarda yaşamaya hakları olduğunu söylerler.

Milliyetçilik; aidiyet hissi duyulan bir milleti sevme, milli ve manevi değerleri yaşatma ve yükseltme çabası, idealidir (Çakır 2019, s. 27). Türk çocuğu; bu idealden saparsa, İslam kardeşliği adı altında, Arap milliyetçiliği ideolojisinin çekim alanına girer. Yurt dışında “Çocuğunuza Türkçe öğretin.” deyince “Allah bize öbür dünyada Türkçe mi soracak?” diye cevap veren; ana dilini hor görüp, Arapçayı baş tacı etmeye kalkanlara söyleyecek söz bulamaz. Bu ideolojiyi benimseyen, kendini bu girdaba kaptıran Emevi-Sünni dincisi, gün gelir; Biruni’nin deyişi ile Harzemlilerin medeniyetini karanlığa gömen Kuteybe ile yarışırcasına Türklüğün düşmanı kesilir; mankurt olur. Bütün bunları görmeyen ve dahi göstermeyenler, uyarılara kulak asmayanlar ya ideolojik körlükten mustarip ya da bilgisiz ve cahildir. Bilgisizlik ve cehalet, ancak kör insanı rahatlatır. Menfaat değişince, insanın hakikati de değişir. En kıymetli değerlerinizi en anlamsız zamanlarda harcayıp kendinize ihanet etmeyin.

Türkiyeli değil Türk

Hayata ideolojik pencereden bakanların durumu da teolojik bakış açısından farklı değildir. Türkçe konuşurlar, ama Türklük bilincinden uzak, günübirlik siyasi akımın, ideolojinin sağladığı veya sağlamasını umut ettikleri beklentilerin etkisi altında kendisine “Türkiyeli” demeye başlarlar. Dili olana millet denir. Millet olanlardan -lı ekli olarak anılanlar ırk olarak mutlaka bir başka millete bağlıdırlar. Söz gelişi; Arjantinli, Meksikalı, Mısırlı, Brezilyalı denenlerin dilleri İspanyolca, Arapça ve Portekizcedir. Bütün İspanyolca konuşan milletlere “Latin”, bütün Arapça konuşanlara da Arap; Almanca konuşanlara Alman, Fransızca konuşanlara Fransız denir. Türkçe konuşanlar da Türkiyeli değil Türk’tür.

Şu gerçek, kendilerine Türk değil, Türkiyeli diyenleri uyandırır mı bilinmez, ama emperyalist ve sömürgecilerin işgal ettikleri topraklara zorla yerleştirdiği resmi diller olan İspanyolca, İngilizce, Fransızcayı konuşup yazan her Afrikalı, her Amerikalı, her Hintli aslında İspanyol, İngiliz, Fransız değildir. Bunlara ulusal kimlikleri ve dilleri unutturulmuştur. Bir Hintli veya Afrikalı anayurt, ana vatan kavramından içine doğduğu kültüre ve dile ev sahipliği yapan toprakları değil; sömürgecilerin, emperyalistlerin yurdunu anlar. Avrupalı Türk evladı kendi ata yurdunun yanına vatan edindiği yeni toprakları da koyacak, kederi ve mutluluğu yeni vatanında olanlarla paylaşacaktır. Ancak vatan dediği topraklarda kendilerine “Türkiyeli” diye kimlik yakıştıranların Türkü, anadili olan bir millet olarak görmek istemedikleri, ötekileştirmek istediklerinin bilincinde olacak ve bu tür adlandırmaların Türk ülküsünü zayıflatmayı amaçladığını unutmayacaktır. Türk, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın ebediyyen Türk olarak anılmaya devam edecektir.

Din kardeşliği

Küreselleşmenin ve Yeni Dünya Düzeni’nin siyâsî ve kültürel problemlerine, postmodern eleştiri ve söylemlerle çözüm arayan siyasal İslâm, dinî motiflere ve Müslüman kimliğine yaslanırken, millî olduğu kabul edilen söylemleri de sorgulamaya başlamıştır. Diğer kimlik siyasetlerinin işlevlerini yitirdiğine inanan bu görüş, kendi içinde bütünlüklü olduğunu iddia ettiği evren, insan ve doğa tasarımıyla millî kimlik siyasetini ve milliyetçi düşünceyi ötelemektedir  (Taştan 2018, s. 11). Bir zamanlar neredeyse tartışılmadan kabul gören milliyet görüşü, bu nedenle hata olarak gösterilmeye başlanmıştır.  Türkler, din kardeşliği altında “Araplaştırılma” tehlikesiyle karşı karşıyadır. Türklüğü onur; Müslümanlığı gurur olarak benimseyemeyenler, kendilerini bu serüvene kaptırırsa, içine düşeceği olumsuz hayat şartları nedeniyle hazan mevsiminde kuvvetli esen rüzgâra kapılmış yaprak misali sağa sola savrulup, taşa duvara çarpar; tedirgin, güvensiz ve kararsız kalır.

Böyle zamanlarda millet bilinci gelişmemiş; ilmiyle, sanatıyla, adalet duygusu ile olgunlaşmamış bir grup dinci ortaya çıkıp milliyetçileri tehdit ederken, kimse de “Sizin demokrasi anlayışınız yalnızca Türkler üzerine mi?” ya da  “İslam’da ırkçılık bir tek Türklere mi var?” diye sormayı akıl edemez, etse de söylemeye yüreği yetmez. Hal böyle olunca; çocukluğumuzda bağırarak söylediğimiz andımız, büyüyüp hayatın gerçekleriyle yüzleştikçe bir fısıltıyla dönüşür. Unutulup gider (mi?).

Bu anlatılanlardan toplumsal ve sosyal hayatın gerçekleri açısından din ile millet veya milliyet kavramlarının birbiriyle karıştırılmaması gerekir. Milliyet, maddi ve manevi unsurların toplamıdır. Din ise kutsallık duygusu ile bu duyguyu tamamlayan inançların ve ritüellerin tümüdür. Din, milletin bağının oluşmasına etkili bir unsur olsa da kendi başına yeterli değildir. Millet, bir arada yaşamak isteyenlerin toplamıdır; vatan sevgisini, ülküdaşlığı yani amaç birlikteliğini gerektirir; milli ülke, milli ülkünün sebebi değildir (Karaca ve Güngör Ergan 2013, s. 26). Yani Türk olmak için tek bir ülkede yaşamak şart değildir. Türklük bir ideal, bir ülkü, bir dünya görüşü ve nihayetinde toplumsal ve sosyal hayatı düzenleyen bir değerler dizgesidir. Bu dizge bir zamanlar milletin hak ve hukukunu belirlerken, bugün devletin başındaki yöneticilerin de uymakla yükümlü olduğu anayasal ilkeler olarak kabul edilmektedir. Bu ilkeler, aslında Türk’ün yazılı kayda düşülmeyen kadim töresini oluşturmaktadır. Bunlar; könilik (adalet), tüzlük (eşitlik), uzluk (iyilik ve yararlılık), kişilik (hoşgörü) olarak yaşanır, yaşatılır.

İş ve aşa duyulan maddi ihtiyaçlar

Postmodern söyleme sığınanlar, Türk milliyetçiliğinin nevi şahsına münhasır karakterini görmedikleri yahut görmek istemedikleri için, onu “ırkçılık” ile açıklamaya çalışmaktadır. Türklüğün özünde bir mefkûre olduğunda ekseriyetle karar kılınmıştır. II. Meşrutiyet döneminin en buhranlı dönemlerinden bu yana Türkçülüğe ısrarla ırkçılık yaftası vurmaya çalışan muhtelif cereyanlar karşısında Türk milliyetçileri, onun bir mefkûre olduğunu ısrarla vurgulamışlardır (Taştan 2018, s. 13). Bu satırların amacı da Avrupalı Türk gençlerine bu duyguyu anlatmaktır.

Bugün Avrupalı soydaşlarımızın içine düştüğü, parçalanmışlık, bağnazlık, çaresizlik, geri kalmışlık ve daha sayılamayan nice olumsuzluk, onların eğitimsizliği ile ekonomik yetersizliğinin göstergesidir. Gençleri ve onların atasını Avrupa’ya mecbur bırakan da onların eğitimsizlikleri, iş ve aşa duydukları maddi ihtiyaçlardır. Özünü unutmama mücadelesi veren Türk evladına ister “milliyetçi”, ister “ırkçı” desinler. İsterse de Türkçülüğe “günah”, yahut “mekruh” diye karşı çıksınlar; aldırmayın, üzerinde durmayın. Kimse ile inatlaşmadan kendinize, geleceğinize yatırım yapın; gelenekselden evrensele ulaşmak, maziden atiye köprüler kurmak için eğitiminizi ihmal etmeyin. Her millete saygı duyun; her nereye giderseniz gidin, Mevlana’nın dediği gibi; “Bir ayağınız Anadolu’da olsun” ve her daim taklit eden değil; taklit edilen, örnek alınan siz olun. Siz büyük bir milletin evlatlarısınız. Bu özgüvenle, kimsenin karşısında Türk olduğunuzu söylemekten çekinmeyin; çalışıp zirveye çıktığınız gün öz yurdunuza, milletinize, bayrağınıza, tarihinize, törenize ne kadar sahip çıkarsanız, büyük bir milletin evladı, yani onların deyişi ile Gran Turco olduğunuzu göreceksiniz. Gün gelip devran döneceğini unutmayın. Ebulfez Elçibey’in dediği gibi; “Sen Türk olduğunu unutsan da düşmanın unutmaz”. Şu veya bu sebeplerle Türk olduğunuzu ifade etmekte zorlandığınız yahut irade olarak zayıf düştüğünüz an; size Türk olduğunuzu bedel ödeterek hatırlatırlar.

Tekrar etmekte yarar var; milliyet, somut bir olgu olmaktan ziyade soyut, ama ebedi bir ülküdür. Yaratan bize Türk doğmayı nasip etmiş; lakin bu onuru kendi tercihi dışında görüp, içini boşaltanlara karşı durmak da fitneye göğüs gerebilmek de ayrı bir şereftir.

Türk; Türk olmanın değerini maddi menfaatlerine, kendine sunulan veya sunulmasını umut ettiklerine göre değil; töresinden, kültürel değerlerinden oluşturduğu, ışığında herkesin kendini bulabildiği yeni bir dünya düzeni içinde Türk medeniyeti oluşturmak için çalışır. Tehlike kapıyı çaldığında, mazlumun feryadının arşa ulaştığında da Türk; varlığı gerçek ile mit arasında bir yerde tanımlanan dramatis personae’ya dönüşür (Kumrular 2008, s. 75).  O dönüşüm ile özgüvenini tazeleyen Türk beklenendir; özlenendir; davet edilen, en nihayetinde çağrılandır.

Özünü öğren özgüvenini kaybetme

Her devrin adamı olup, her devir adam olmayı beceremeyen, “Küllü nefsin zâikatül mevt” sırrına erememiş, hak etmeden sahip oldukları mevkilerde tutunabilmek adına kümeleşerek, ayrımcı bir kitle oluşturanların daha güçlü oldukları yanılsaması ile günlerini gün etmeye, avunmaya çalışması sizi yanılgıya, karamsarlığa sevk etmesin. Tarihin seyri içinde dün olduğu gibi bugün de benzer durumlar yaşanıyor. Korkarım bu durum ne yarın ne de yakın gelecekte değişecek. Sabredin; özgüveninizi kaybetmeyin. Kendinizi yetersizlik, öğrenilmiş çaresizlik duygusu ile sakatlamayın. Bu duygu ile başa çıkabilmek için ya karşı tarafı ezersiniz, ya da kendinizi gereğinden fazla yüceltirsiniz. İki seçenekte de sonuç, kişiyi “ben iyiyim” duygusuna götürür ve beraber “beni seveceğiz” davranışına dönüşür.

Sizler merak edip özünüzü araştırıp, ecdadınızı tanıdıkça daha büyük işler başaracak güce sahip olduğunuzu anlayacaksınız. Yeter ki ihtiraslarınızın, günübirlik menfaatlerinizin peşinden koşarak ayrışmayın. Sizler dünya siyasetinde söz sahibi olan, gelişmelerden etkilenen değil, gelişmelere yön veren bir milletin çocuklarısınız. Avrupalı Türkler olarak Türk’ün özünü teşkil eden; bizi biz yapan değerlerimize; dilimize, dinimize ve kültürümüze sahip çıkarak, yaşadığınız ülkenin toplumsal ve sosyal hayatının gereklerini yerine getirecek hakkınızdaki önyargıları kıracak güce ve birikime sahipsiniz.

Fyodor Dostoyevski’nin dediği gibi; “İnsan olmanın sırrı kişinin yaşamasında değil; uğruna yaşayacağı bir şey olmasındadır.” O halde; uğruna yaşayacağımız Türk milleti var olsun, Tanrı Türk’e yar olsun!

 

Kaynaklar

Arık, Umut (2020). Türk’e Yeni Bir Dünya. İstanbul: Destek Yayınevi. ISBN 978-605-311-936-4.

Çağaptay, Soner (2009). Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir? (Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey: Who is a Turk?) (Çev. Özgür Bircan). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları 274. ISBN: 978-605-399-114-4

Çakır, Mustafa (2019). Özümüz Türk Sözümüz Türkçe: Avrupalı Türklerin Türkçe, Türk Kimliği ve Eğitim Sorunları Üzerine. İstanbul: Salon Yayınları.

Karaca, Nuray; Nevin Güngör Ergan (2013). Türk Sosyologları. Mehmet İzzet ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu. Mehmet Çağatay Özdemir (Ed.). Türk Sosyologları. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2915,  s. 26. E-ISBN: 978-975-06-3205-1.

Mehmet İzzet (1969), Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat: Mehmet İzzet’in Hayatı, Eserleri ve Fikirleri Hakkında Yazılanlar (Yay. Haz. Yahya Kemal Taştan). 4. Baskı: 2018 (Diğer Baskılar: 1923/1969/1981).  İstanbul: Ötüken Yayınları. ISBN: 978-605-155-758-8

Kumrular, Özlem (2008). Avrupa’da Türk Düşmanlığının Kökeni: Türk Korkusu. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık. ISBN: 978-975-991-600-8

Urfalı, Ahmet (2016). Devlet-i Ebed-Müddet. İçinde: Kırmızılar. 09.07.2020 tarihinde https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/1484-devlet-i-ebed-muddet adresinden erişilmiştir.

 

* Yukarıdaki yazının telif hakkı T.C. 5836 Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa göre yazarındır. Tümüyle alıntılanamaz. Bir bölümünden alıntı yapılacaksa kaynak belirtilmesi doğru olur. Bu yazı 13 Eylül 2020 tarihinde Kırmızılar güncesinde https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/5368-ezelden-ebede-turk erişim adresi ile yayımlanmıştır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...