Geçenlerde alışveriş yaparken çok düzgün, aksansız bir Almanca ile konuşan satıcıya “Türk müsün?” diye sordum. “Elhamdülillah!” diye cevap aldım. Bunun üzerine Türk olmanın zihnimdeki anlamını, ruhumdaki yansımasını anlatan bir yazı yayımladım. Okuyanlardan bazıları heyecanlanıp övgü dolu mesajlar gönderdi; bazıları da “Niye ırkçılık yapıyorsun?” diye kızdı. Bazıları da şu veya bu şekilde ayrışmayın, birbirinizi ötekileştirmeyin diye yaptığım çağrıya siyasi bir anlam katıp; alınmış.
Kendimi tam olarak ifade
edememişsem, burada altını kalın kalın çizerek tekrar anlatmak isterim. Ben Türküm. İnsanın Türk olduğunu söylemesi ırkçılık değil; kendini tarif etmesi, hislerini itiraf etmesidir. Bir Fransız, bir Alman bunu serbestçe söyleyebiliyorsa; “Biz neden çekinelim?” Bu durumu günlük hayatımızda, medya platformlarında özgür
irademizle söylemenin ne sakıncası veya yazdığım satırları okuyanlardaki
rahatsızlığın kaynağı ne olabilir?
Anlamayanlar için tekrar edeyim.
Bize her yerde Türk derler. İster Azerbaycan, ister Kerkük, ister Türkistan, dünyanın hangi
coğrafyasında, hangi ülkesinde her ne adla yaşarsa yaşasın; özümüz bir, sözümüz
-coğrafyaya göre az çok farklılık gösterse de- Türkçedir. Biz ağlarız, ağıt
olur; haykırırız, figanımız saza vurup, dile gelir, adı hoyrat olur. Türkü,
derde ortak olmak; halden anlamaktır. Yalnızlığın çaresidir. Her nereye gitsek,
sevdamız Türk’e, feryadımız Türkçeyedir bizim. Tıpkı Muharrem Ertaş’ın oğlu
Neşet’e “Tükettin ömrümü koymadın özümü // atasözü dinlemeyen döver dizini” dediği
gibi; işten geçmeden dilimize, kültürümüze sahip çıkalım. Benim anlatmak
istediğim bu. Bu iş bizim gelecek kuşaklara karşı sahip olmamız gereken milli,
vicdani ve insani bir borçtur.
Bazı dostlarım, “Dil ve kültüre
ağırlık verdiğin kadar dine eğilmiyor, üzerinde durmuyorsun” diyor. Bu
varsayımı kabul etmek; din ile kültür arasındaki karşılıklı ilişkiyi görmezden
gelmek olur ki bu sitem doğru değil. Din; sosyal ve ahlaki hayatı kendi
doğruları çerçevesinde tasarlarken, aslında kültürün değer ve imkânlarına göre
yaşama alanı bulmakta; kendi kuralları çerçevesinde kültürel alanların
oluşmasına da etki etmektedir. Dinler sadece Tanrının varlığını, ibadet
esaslarını anlatmaz. Bugün citius, fortius, altius yani “daha hızlı, daha
güçlü, daha yüksek” ilkesi ile düzenlenen olimpiyat oyunlarının temelinde de
Tanrı Zeus’u anma ve onun adına barışı tesis etme amacı yatar[1].
Değişik kültürlerdeki dans figürleri de köken olarak dinseldir.
Bu gerçeği unutmadan, Anadolu’nun insanını, semahı, türküyü, deyişleri coğrafya, inanç veya mezhep farkı
gözetmeden sevin; sevmeyi deneyin. Birbirinizi ötekileştirmeyin. Sevmeyi
öğrendiğiniz vakit milletin özünüzü de sevmiş olursunuz. Bunlara sahip
çıkınca sazınıza, sözünüze, özünüze de sahip çıkmış olursunuz. Sazın teline vurup “telli
turnayı” söylerken sadece nesli tükenmek üzere olan bir kuşu değil, aynı zamanda
kadim bir kültürü yaşattığınızı, nice kurumuş fidanlara can verdiğinizi de görür,
can parelerimizin yüreğini bayram yerine çevirirsiniz. Birlikte gözünüz,
gönlünüz şenlenir. Edep erkân öğrenir; deyişlerle semahlarla güzel
insanlarla, güzel yüreklerle bir olmanın, kanat takarak birliğe uçmanın hazzını
tadarsınız.
Türkçe kadim kültürleri
barındırır. Çocuklarınıza yurt edindiğiniz toprakların dilini öğretmeye
çalışırken, Türkçeyi unutturmayın. Bu süreçte yavrularımız Türkçeyi unutmasın
derken, bu kültürlere de gönderme yapıyoruz. Coğrafyamızı, bayrağımızı
anlatıyor; her bir yöresi ayrı bir zenginliği barındıran, ebru gibi iç
içe geçmiş desenleriyle, Anadolu’nun birbirinden güzel, can alıcı renklerini,
değerbilir insanını, onların kuşaktan kuşağa aktardığı kültürel
mirasımızı tanıtıyoruz. Dilimizi kaybedersek, kültürel mirasımızı da
kaybederiz diyoruz.
Anadolu'nun has evlatları “sen şucusun,
ben bucu” diye kavgaya düşüp; ayrışmaya devam ederseniz, birileri de sizi gizli
veya aşikâr ayırmaya, yok etmeye devam eder. Fransa’dan bir Eléonore Fourniau;
Almanya’dan anası Polonyalı, babası Çek vatandaşı Petra Nachtmanova gibi hoş,
alımlı hanımlar ellerinde bağlama ile çıkar gelir; Âşık Veysel’den veya
Anadolu’nun her hangi bir köşesinden duyulmamış, unutulmaya yüz tutmuş
parçaları, deyişleri, semahları söyleyiverir. Siz birbirinden güzel parçaları dinleyip kendinizden geçerken, onlar sizin
ayrışmaya başladığınız yerden can evinize girer; meydanlara çıkıp gerçek
niyetlerini ”bilmem kime özgürlük, şuraya statü, burada bilmem neye son”[2]
gibi sloganlarla ortaya koyarlar; uyuyanları içine düştükleri gaflet uykusundan
uyandırmadan, gizli veya aşikar parçalara bölmeye, ayrıştırmaya devam ederler.
Benim Avrupalı Türklere ilişkin en büyük hayalim; içinde bulundukları derin uykudan bir an önce uyanması; bölünüp parçalanıp ayrışmak yerine bir olup, birlikte hareket ederek güçlenmesi ve yaşadıkları çevrede sahip oldukları gücün, birikimin farkına varıp, bu bilince uygun hareket etmesidir.
Milletin “Uykuda mısın? Sevgili yârim, uyan, uyan!” namelerine inat, iş işten geçmeden uyanın; Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi, sağcısı, solcusu, bilmem daha nicesi; gelin birlikten kardeşlikten ayrılmayın. Gaspıralı İsmail Bey'in (İsmail Gasprinsky, 1851-1914) "Dilde, fikirde ve işte birlik" sözünü hatırlayın. Biri sizi beklemediğiniz, hazır olmadığınız bir anda sizden, bizden alır götürür de ne olduğunu anlamazsınız. Ona buna laf yetiştirmeye çalışırken, ayrıştığınızı, ayrı düştüğünüzün ayırdına varmaz; yok olur gidersiniz.
[1] Bkz.:
Hasan TANRIVERDİ (2018), Din Kültür İlişkisi Üzerine Bir Değerlendirme. Ordu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 8(3), 595-601. URL: https://dergipark.org.tr/tr/pub/odusobiad
[2] Anlatılanlarla ilgili olarak bkz.: ANF News: Maastricht buluşması: Kürt halkına kimse diz çöktüremez (12 Nisan 2021). https://anfturkce.com/avrupa/maastricht-bulusmasi-kuert-halkina-kimse-diz-coektueremez-130587 adresinden erişildi.
Bu yazı Haber Avrupa Nisan 2021 sayısında yayımlanmıştır. Bkz.: http://europa-journal.net/bize-tuerk-derler/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder