Günlük hayatımızda farkında
olmadan kullanılan kavramları merak edip, sözlükteki karşılıklarına bakınca
değişik anlamları olduğunu görüyor, bazen şaşırıyoruz. Söz gelimi, “normal” ya
da “anormal” kelimelerini söylerken, bu kelimelerin gerçekte neyi ifade
ettiğinin bile farkına varmıyoruz. İnsanın “normal” derken neyi kastettiğinin
sınırlarını çizmek de her zaman kolay olmuyor. İnsanların farklı çevrelerde
yetişmesi, farklı kültürel geçmişlerinin olması, bireysel özelliklerinin
birbiriyle uyuşmaması, normal olanın hangisi olduğunun veya neyin kime göre
normal olduğunun açıklanmasını zorlaştırıyor. Bazen anormal olanın normal,
normal olanın da anormal olduğu kanaati ortaya çıkabiliyor.
Dünyanın adeta yeniden kurulduğu,
toplumsal ve siyasal olumsuzluklar nedeniyle insanların ülkeler, kıtalar arası
yolculuğa çıktığı yeni dünya düzeninin yol açtığı göçler, Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik sorunlar
ve giderek artan ekonomik krizler ve buna bağlı işsizlikle birlikte İslamofobinin
de artması; yerli halkın kendini koruma refleksi geliştirmesine neden oluyor.
Bu refleks ile aşırı sağ partilerin prim yaptığı ve oylarının yükseldiği,
sosyal hayatta ayrımcılık ve dışlanma konularının görece olarak daha yoğun şekilde
gündeme gelmesine neden oluyor.
Normalin sosyal bir yargı olduğu
belirtiliyor. Batı kültürünün egemen olduğu coğrafyada algılanan normal ile
Doğu kültürünün egemen olduğu coğrafyadaki normal, yargılar ve değerler bakımından
örtüşmüyor. Normal, ister Doğu isterse Batı coğrafyasında olsun, insanların
alışkın olduğu yaşam biçimlerine bağlıdır ve günlük hayatın rutinidir. Medya
üzerinden verilen normal algısı ise çoğu zaman sun’idir, manipülatiftir,
zorlayıcıdır. Anormallik ise normal olarak algılanan değerlerden, yargı veya olgulardan
sapmaya yapılan yakıştırmadır. Günlük hayatta neyin normal, neyin anormal
olduğunun ölçütü de bir davranışın toplumsal veya sosyal hayatta sorun çıkarıp
çıkarmamasıyla ilgilidir. Sorun yoksa normaldir.
Çok kültürlü toplumlarda yaşayan
ve sayıca azınlık durumunda olanlar, kendileri gibi olmayan baskın kültürün
taşıyıcıları tarafından öteki olarak değerlendirilir ve öteki olarak tanımlananlar
bir şey yapmasa bile kendileri açısından “ötekinin bakışının nesnesi” durumuna
düşer; baskın kültürün davranışlarını olduğu gibi kabul etmezlerse toplum
içinde sorunlu ya da uyumsuz birey/grup olarak değerlendirilirler. Bu durum
kültürler arası iletişimin basmakalıplaştırdığı bir “egemen kültür anlayışının”
doğmasına yol açar.
“Bu durumda ötekinin ne yapması
gerekir?” sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Ötekileştirme ve ayrımcılık,
bireyin doğuştan sahip olduğu özellikler üzerinden öngörülen eşitliğin
bozulması ile ortaya çıkmakta ve bunun sonucunda ayrımcılığa uğrayan bireyin,
kendini bağlı bulunduğu topluluktan dışlanmış, ötekileştirilmiş hissettiği
düşünülmektedir.
Ötekileştirilen gruplar içinde,
kendini ötekileştirilenlerden değil baskın kültüre daha yakın gören, Şanlıurfalıların
deyimi ile "yellehçiler” ortaya çıkar. Bunlar baskın kültürün taşıyıcılarına
yellehçilik, yani bir tür dalkavukluk yaparlar. Bu yellehçileri hemen her
meslek grubuna ait kişiler arasında görmek mümkündür ve bunlar sıkça ortalıkta
bulunur, kendilerine kendilerince misyonlar yükler. Dalkavuk sözlüklerde; “kendisine
çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak
isteyen kimse, huluskâr, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı,
kemik yalayıcı, çanak yalayıcı. Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle
eğlendiren kimse” olarak tanımlanmaktadır. Bu konuya burada nokta koyalım ve
devam edelim.
Normal veya anormal ikilemi
arasında ötekileştirilen Avrupalı Türklere ve öğrencilerimize devam ettikleri
okullarda yapılan “kademeli ayrımcılığa” dikkat çekelim. Özellikle göçmen
çocuklarının toplumun işgücü gerektiren meslek alanlarına yönlendirilip üst
eğitim basamaklarına erişimleri örtük şekilde engellenmekte, bu da çocukların
yetişkin hayata geçince siyasal, sosyal alanlara erişimlerinin kısmen engellenmesi
anlamına gelmektedir. Kademeli ayrımcılık uygulamalarına bağlı olarak, örneğin Almanya’daki
göçmenler birçok haktan mahrum kalarak etnik azınlıklara dönüşmekte, Alman
vatandaşlığına geçmiş olsalar da toplum içinde Almanlar kadar ülkenin bir
bireyi, eşit yurttaşı olarak değil; öteki olarak görülmeye devam edilmekte,
kazanımlarının “ne olduğundan çok ne olmadığı” üzerine vurgu yapılmaktadır
(Bkz.: Beyazyüz 2017).
Bir Türk çocuğu Almanya’da doğmuş
ve orada büyümüş, orada okula gitmiş olsa ve hatta etnik bir Almandan daha iyi,
aksansız bir Almanca konuşsa da zaman zaman ırksal olarak ayrımcılığa uğramaya
devam etmektedir. Almanya’da anayasal değişiklik yapılmış olsa da kan bağı
ilkesi Alman ulusçuluğunun temelini oluşturmakta ve Almanya’da yaşayan biri pratikte
Alman kanından gelmediği veya farklı inanç grubuna ait olduğu için Alman olarak
kabul edilmemektedir. Bu durum Almanya’nın ulus devlet olarak geç bir zaman
diliminde ortaya çıkmasının sonucu olarak değerlendirilmektedir.
Avrupa’da ırkçı fikirler, mizah
kisvesi altında güç kazanıyor ve giderek dozu artıp ve tahammül sınırlarını
zorlayınca, duruma karşı çıkanlar, konunun mizah unsuru dışına çıktığını söyleyenler ötekileştiriliyor. Almanya’nın Bavyera Eyaletinde 2020 yılında ilkokul
öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmada (Bkz.: Yeşil 2020) birebir görüşülen
öğrencilerin %72’sinin kendisini sosyal ve kültürel açıdan dışlanmış
hissettikleri tespit edilmiştir. Burada Irkçılığın, ayrımcılığın gücü, kısmen
ırkçılığı algılayan ama aynı zamanda hiçbir şey söylemeyen, tepki göstermeyip
kabuğuna çekilen vatandaşlarımızın suskunluğundan da kaynaklanmaktadır.
Dolayısı ile ayrımcılığa, ırkçılığa maruz kalanların sessiz kalmak yerine,
seslerini yükseltmeleri ve ilgili makamlara müracaat ederek kullanmakta
zorlandıkları haklarını aramaları, ayrımcılıkla mücadele etmeleri ve sosyal,
hukuki dayanışma ağı oluşturmaları gerekmektedir.
Gelgelelim Türkiye’ye. Türkiye’den
Avrupalının medeniyeti nasıl görülüyor, ya da ötekiler nasıl değerlendiriliyor?
Oktay Sinanoğlu (1935-2015) durumu şöyle özetliyor:
Bir millet her nesilde yeniden doğar. Bir milleti yaşatan kendi
binlerce yıllık gelenekleri, süzülerek gelmiş kültürüdür. Kültür; Hakkâri’de
bale gösterisi yapmak değildir. Kültür; arada bir konsere gidip hava atmak
değildir. Çağdaşlık; Moda’nın ara sokaklarında köpek gezdirmek değildir. Bizde
böyle çağdaş, sahte aydın sınıfı yetiştirilmiştir. Her sömürgede böyle sahte
çağdaş, aydın sınıfı yetiştirilmiştir. Bunlar kendi kültüründen kopuk, kendi
milletinden, halkından aslında tiksinen, kendi kültürüne yabancı, arada
halkçılık edebiyatı yapan tipler yetişmiştir. Türkiye’nin başına da bunlar bela
edilmiştir.
Alman Filozof Georg Wilhelm
Friedrich Hegel (1770-1831), ötekinin tanımlanmasını bir bireyin, ırkın veya
ulusun özbilincinin gelişmesinde hayati bir aşama olarak değerlendirmiştir. Ona
göre öteki olarak yaşamak, bir öznenin özgürlüğüne sınır koyma girişimine
meydan okumayı gerektirir. Bu meydan okuma veya egemen olan ile mücadele
sürecinde yaşanabilecek gerilimler ve buna bağlı dönüşümlerle bireysel, toplumsal
sınırlar belirlenir. Bu dönüşümler de karşılıklı olarak ortak tanıma ve
özbilincin oluşmasına zemin hazırlar (Bkz.: Southwell 2021).
Biz Türkler hangi coğrafyada
yaşarsak yaşayalım, çokluk içinde birlik; birlik içinde çokluk felsefesine
inanmış; bu inancı hayatın günlük pratiğine aktarmış, yaşadığı toplumsal ve
sosyal çevreye uyumu ve insanlığa saygısı ile örnek olmuş bir medeniyetin
çocuklarıyız. Hem toplumsal ve sosyal hayatın getirdiği kültürel
çoğulculuğumuzu, herkese olan hoşgörümüzü gösteriyor hem de ait olduğumuz
kültüre, ait olduğumuz dine sadakatle bağlı kalıp bundan, bizi öteki olarak
gösterene karşı farklı olarak, farkımızı fark ettirmekten onur duyuyoruz. Bizim
sorunumuz Avrupa’ya uyum sağlamak değil; özgüven eksikliği nedeniyle sahip
olduğumuz değerleri gerektiği gibi anlatamamak ve egemen toplum tarafından gerekli
saygıyı yeterince görmemektir.
Önerilen Kaynaklar:
Beyazyüz, Selim. (2017). Oryantalizm, Batıcılık ve
Modernleşme Kavramları Üzerinden Türk Sinemasına Bir Bakış. Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi (AKSOS). Güz: 2017/2. 125-151.
Çakır, Mustafa (2010). Kültürlerarası
İletişimin Bir Yönü: Özün Ötekileştirilerek Yabancılaştırılması. Anatolia:
Turizm Araştırmaları Dergisi, Cilt 21, Sayı 1, Bahar: 75-84.
Kartarı, Asker (2019). Kültürlerarası
İletişim. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, URL: https://ets.anadolu.edu.tr/storage/nfs/ILT204U/ebook/ILT204U-13V4S1-8-0-1-SV1-ebook.pdf
(07.10.2022).
Sinanoğlu, Oktay. Savunan Adam. https://www.youtube.com/watch?v=w15cRAfLPTU
(15.09.2022).
Southwell, Gareth (2021). Bir Bakışta Felsefe (Çev. Ecem Yıldız). İstanbul: Nova Kitap 24.
ISBN: 978-625-8489-12-5,
Yeşil, Asaf Ekin (2020). Almanya’da Yaşayan Türk
Öğrencilerin Ayrımcılık ve Dışlanmışlık Algıları. Eğitim Kuram ve Uygulama Araştırmaları Dergisi, Cilt 6, Sayı 3,
337-351. DOI: 10.38089/ekuad.2020.32
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder