Tarih kolektif bir hafızadır.
Toplumların ortak hafızasıdır. Milletler yaşadıkları anı, sahip oldukları
kazanımları ve geleceğe ilişkin tasarımlarını, öngörülerini yaşadıklarına, edindikleri
deneyimlere borçludur. Geçmişini, yaşadıklarını bilmeyen, geleceği için hedef
belirlemeyen milletler, açık denizde pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi
rüzgarın kuvvetli estiği yöne doğru sürüklenmeye mecbur kalır.
Avrupanın değişik ülkelerinde
yaşayan Türkiye kökenli gençlere taşıdıkları „Avrupalı Türk“ kimliğinin, doğup
büyüdükleri, eğitim ve kültürel süreçlerde sosyalleştikleri ortama ve bunlara
bağlı olarak oluşturdukları melez bir kültürün ortaya çıkma aşamasında verildiği;
Türk kimliğini tamlayan Avrupalı ibaresi kaldırıldığında geriye kalan Türk
sözünün kadim bir milleti ve onun kültürünü tanımladığı unutulmamalıdır.
Anthony Simith (1994, s. 32) milleti „Tarihsel bir toprağı, ülkeyi, ortak
mitleri ve tarihsel belleği, kitabeyi, bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi,
ortak yasal hak ve görevleri paylaşan insan topluluğu“ olarak tanımlıyor.
Bu yazıda kimi kimliklerden verilecek
örneklerden hareketle, Cumhuriyet döneminde yeniden hatırlatılan Türk kimliği
üzerinde durulacaktır.
Tarih boyunca Ortodoks Ruslar ile
Katolik Almanlar arasında kalan, her iki millete de „öteki“ duygusu besleyen
Leh milleti Katolikliğe bağlanarak benliğini korumuş; „acı çeken İsa“ ve
Mesihçi „kefaret“ anlayışı ile Polonya fikrini oluşturmuştur. Acı çekme ve
kefaret bu milletin ideoloji, dil ve sembolizminin ekseni konumundadır (Bozkurt,
2014, s. 399).
Ruslar; 18. yüzyıla kadar Hunlar,
Avarlar, Hazarlar, Kumanlar ve daha yakın dönemlerde Moğollar ve Tatarların
egemen olduğu Karadeniz’in kuzeyindeki coğrafyada uzun süre birbirinden ayrı,
kendi başına bir iş yapamayan, iş yapmaya kalkanların da ağır şekilde cezalandırıldığı
dağınık bir hayat sürdürdüler. Bin yıl öncesinde kuzeyin orman kuşağına
yayılmış dinsiz, şehirsiz, devletsiz, hiçbir gelecek vaat etmeyen bir orman
halkı olarak bilindiler. Slav kimliğinin özgün özelliği acı, düşünce,
vurdumduymazlıktır (Bozkurt, 2014, s. 400)
Fransız kimliği dil, edebiyat ve
kültürde düğümlenir. Fransızlar kendi dili ve kültürü üzerine dil ve kültür
tanımazlar. Türkiye’deki kimi tatlı su aydınlarının da hararetle savunduğu
gibi; „Bütün insanlık sanat, kültür, özgürlük, insan hakları gibi kavramları Fransızlardan
öğrenmiştir. İnsanlığın evrimi Fransa’dan geçer.“
İsviçreliler; ortak vatan kavramı
etrafında birleşirler. Ayrı dil, ayrı mezheplerden oluşan halkı bir arada tutan
ortak duygu, aynı toprakları paylaşıyor olmaktır. Bu ülkenin günümüzdeki
belirgin özelliği ise refah düzeyinin yüksek olması, dil birliği olmasa da
menfaat birliği bulunmasıdır.
Avusturya’yı Almanya’dan ayıran
en belirgin özellik ise; Katolik mezhebi, köklü devlet ve bürokrasi geleneği,
sanat, edebiyat ve kültürdür. Avusturyalılık ruhunu ayakta tutan ise Viyana
başta olmak üzere, ülkenin dünyanın sayılı kültür şehirlerine sahip olmasıdır. Avusturyalılık
duygusunda Almanca belirleyici birincil öge değildir.
Türklere gelince; Türk sözü, ilk
defa, Göktürk Devleti’ni kuran ve bu devletin temelini oluşturan topluluğun adı
olarak Göktürk Yazıtlarında kullanılmıştır (Koca, 2013).
19. yüzyılın sonlarına doğru
Fransa’ya gönderilen ve Jön Türkler olarak adlandırılan gençler hangi milletten
oldukları sorusuna ne cevap vereceklerini bilememişler. „Müslüman“ olduklarını söylemişler. „Bu sizin
dininizdir; milliyetiniz ne?“ diye üstelenince, „Biz Osmanlıyız“ diye cevap
vermişler. Soru „Bu sizin tabiyetiniz, yani uyruğunuzdur, milletiniz nedir?“ diye
tekrar edilince, gençlerin verecek cevabı kalmamış. Anılarında „Bakın, şu
karşıda oturan gençler, Ermeni olduklarını, şurada oturan genç ise Rum olduğunu
söyledi. Siz Rum veya Ermeni olmadığınıza göre, milliyetiniz nedir?“ diye açıklamalı
bir soruya muhatap olduğunu yazan Jön Türk, „İşte o gün Türk olduğumuz aklımıza
geldi“ diye itirafta bulunmuş (Berkes, 1975, s. 205). Bu durum muhtemelen
Osmanlı Devletinin (Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye) son dönemlerinde, Türk kimliğinin
diğer kimliklerden aşağı görülmesi, Türklerin kendilerini Türk olarak
tanıtmaktan kaçınmalarından kaynaklanmaktaydı. O zamanlardaki anlayışa göre
Müslüman olmak, bu yolla Kavm-i Necib-i Araba (kutsal Arap kavmine) yakınlaşmak
ve hatta soyunu Arap kavmiyle bağdaştırmak için uydurma kütük oluşturmak
adettenmiş.
Okula devam eden öğrenciler,
kendilerini Arapsa Arap, Arnavutsa Arnavut, Rum ise Rum olarak tanıtırken, Türk
öğrenciler kendini Osmanlı olarak tanıtırmış. Padişahın nöbetçileri, bekçileri,
korucuları Arnavut; ağaları siyahi; haremi Çerkez’di. Türkler toplum içinde
aşağılandıkları için soylarını bir Arap soyuna bağlama çabası içindeydiler. Örneğin;
Şam’da Arap milliyetçisi olan Azimzadeler, Konya’dan gelen Kemik Hüseyin’in
torunlarıydı. Halep’in köklü ailelerinin kökeni de Türktü. Osmanlı
İmparatorluğu’nda saygınlık azınlığa tanınmış bir ayrıcalıktı ve herhangi bir Müslüman
azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha üstün tutuluyordu (Atay, 1953, s.
132).
Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları
adlı eserinde İstanbul’da yaşayan Türk’ün durumunu şu şekilde anlatıyor (1963,
s. 17): „Beyoğlu’nda bir İstanbul’lu Türk ‘Yerli’liğini kolayca hisseder.
Dükkanlardan çoğu Türkçe konuşana cevap vermez, ancak ‘tenezzül’ eder. Yan
sokaklardan bazılarının adları Fransızcadır ve Fransızca yazılmıştır. Türklerin
Türkçe konuştukları pek duyulmaz… Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan biri
‘Alafranga’dır! Kendimize Türk demezdik.“ (Öndeş, 2023) diye yazıyor.
Atatürk vatandaşlarla yaptığı bir
sohbette şunları anlatıyordu: „Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap
binbaşısının 'Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye
tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda
gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin
övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir
şey değildir“ (M.E. Bozkurt, 1955, s. 95).
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde,
yeni kurulan devlette teba olmanın yerini birey olma „yurttaş“ olma bilinci
geliştirilmeye, Türklük bilincinin oluşturulmasına çalışılmıştır. „Ezik Osmanlı
kimliğine karşı, isyancı bir kimlik özelliği“ (Bozkurt, 2017; s. 421) olarak Türk
kimliği kabul edilmiştir. Bu yeni kimlik Bozkurt’a göre „Türk kimliğinin yabancı
baskılarına ve kimlik ezilmesine karşı dirilişidir“ (2014: s. 421). „Türkiye
Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına „Türk Milleti“ denir. „Diyarbakırlı,
Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı
cevherin damarlarıdır. Bu damarlar, birbirini tanısın. Türk milletinin
toplumsal düzenini bozmaya yönelik çabalar boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti
kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu,
alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli
emelleri anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir.“ (Şehirli,
2000, s. 122) ifadeleri de bu Türk kimliğinin canlandırılması, özgüvenin
pekiştirilmesi yönünde atılan adımların yansıması olarak değerlendirilebilir. Türklük;
bir ideal, bir ülkü, bir dünya görüşü ve nihayetinde toplumsal ve sosyal hayatı
düzenleyen bir değerler dizgesidir.
Dünyanın neresinde, hangi şartlar
altında olursa olsun, hiçbir Türk evladı Akdeniz’den başlayarak, yalnız Orta
Asya’da Altay Dağları değil, Moğolistan sınırına kadar, Türklerin
kahramanlıklarla dolu mazisini unutmasın.
Tarih, milletlerin mücadele alanıdır. Milletleri anlamak, tarihin
dilinden anlamayı da gerektirir. Dünyanın kendisine saygı göstermesini isteyen
kişi, önce kendi kendi benliğine ve milletine saygı duymalı; bu durumu hissî,
fikrî ve fiilî olarak, bütün davranış ve hareketleriyle ortaya koymalıdır. Avrupalı
Türkler yaşadıkları baskın kültür içinde, kendi kültürel farklarını koruyup
kollayarak muhafaza ederken kendini „öteki“ kültürün değerlerine kapatmak
yerine, onları tanımaya çalışmalı, farkı fark ederek, farklı olana saygı
duymalıdır. Bu yaklaşım, bireyin kendi kültürel farklarını ve millet olarak varlığını
sürdürmesine yardımcı olacaktır. Türkiye ile Türkler ile arasına mesafe koymak
isteyenler olabilir. Bunlara Simith’in millet tanımında yer alan kavramları ve
kendilerini bu kavramlarla ne derece ilişkilendirebildikleri hatırlatılmalıdır.
Avrupalı Türklerin kimliklerini
muhafaza edebilmeleri, gerçekten kim olduklarını bilmek, millet olarak
özelliklerini tanımak için tarih öğrenmelerine ve Türkçe ile kadim kültürlerini
korumalarına, ve bunları gelecek kuşaklara doğru ve yalın bir şekilde aktarmalarına
bağlıdır. Onuru ve haysiyetine düşkün; yetenekleri yüksek olan Türkler; demokrat ve
sorumluluklarını bilen, bulundukları çevrede kullanılan dilleri de öğrenmek
suretiyle topluma verimli ve üretken bireyler olarak katkı sağlayarak uyum
sağlama kabiliyetine sahip bir millettir. Bazı kesimlerin Türk kimliğini görmezden
gelerek, Türk milletini „ümmet“ yaklaşımı içinde eritmeye, diğer milletlerden olan
dindaşlarla birlikte hareket etmeye yönlendirmesi, eğitimsiz din görevlileri
vasıtası ile dinin siyasete alet edilmesi, farklı dil ve kültür ortamında
yetişen Türk gençlerine karşı yapılacak hatalardan biridir. Tarih Türklere Araplarla
ümmet paydasında buluşulamayacağını ve Araplarla birleşerek güçlü bir kuvvet olunamayacağını
öğretmiştir. Türklerin dini değerler ve ümmet uğruna bazen Doğu cephelerinde,
bazen Batı cephelerinde savaşarak can verdiği yıllar geride kalmıştır. Türk
milletine menfaatlerini, benliğini unutturacak, milli duyguyu yok edecek, fânî
dünyaya kıymet verdirmeyen yaklaşımlar; sefaletler, zaruretler, felaketler hissolunmaya
başlayınca aklı ve bilimi devre dışı bırakıp yaşananların „Takdir-i İlahi“
olarak değerlendirilmesi, hakiki mutluluğa öldükten sonra ahirette
kavuşulacağını vaat eden dini anlayış, Avrupalı Türklerin millet olma
bilincinin önündeki önemli tehditlerden biri olarak dikkati çekmektedir. “Biz
Türküz; tam manasıyla Türküz. İşte o kadar. Bize iyi Müslüman olmak kafidir.
Asya için ve Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır. Dostlara sahip bulunmak;
istiklal-i tamımızı muhafaza etmek, her şeyi Türk cephesinden mütalaa etmek. Bu
realist görüştür.“ (Karal, 1981, s.129)
Türk olduğunu söylemek, milletini sevmek ırkçılık değil; milli
kimliğin ifadesi, özgüvenin dışa vurumudur. „Biz daima hakikatı arayan,
onu bulunca ve bulduğuna kani olunca açıkça söylemekten kaçınmayan insanlar
olmalıyız.“ diyen Atatürk’ün bir sözüyle bitirmek istiyorum. „Türk çocuğu
ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.“
(İnan, 1959, s. 297).
Not: Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa Journal Gazetesi'nin Aralık 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Yazının basılı metnine ve ses kaydına anılan yayının www.avrupa.at sayfasından erişilebilmektedir.
Kaynaklar:
Atay, Falih Rıfkı (1963). Batış
Yılları. İstanbul: Dünya Yayınları.
Atay, Falih Rıfkı (1970). Zeytin
Dağı. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Berkes, Niyazi (1975). Türk Düşününde Batı Sorunu. Ankara:
Bilgi Yayınları.
Bozkurt, Fuat (2014). Türk
İmgesi: Tuttum Aynayı Yüzüme. İstanbul: Kaynak Yayınları.
Bozkurt, Mahmut Esat (1955). Yakınlarından
Hatıralar. İstanbul: Sel Yayınları.
Çakır, Mustafa (2020). „Ezelden
Ebede Türk“. Kırmızılar. https://www.kirmizilar.com/ezelden-ebede-turk/
İnan, Afet (959). Atatürk’ten
Hatıralar ve Belgeler. Ankara: T.İş Bankası Yayını.
Karal, Enver Ziya (1981). Atatürk’ten
Düşünceler, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Koca, Salim (2013). „Tarihte Türk
Adı“. Türk Yurdu. Nisan 2013 - Yıl 102 - Sayı 308, www.turkyurdu.com.tr
Öndeş, Osman (4 Eylül 2023). „Mustafa
Kemal Paşa ile İstanbul’dan Samsun’a“. Deniz Ticaret Gazetesi.
https://www.denizticaretgazetesi.org/
Simith, Anthony (1994). Milli
Kimlik. İstanbul: İletişim Yayınları.
Şehirli, Yücel Atila, (2000)
“Atatürk Milli Birlik ve Beraberlik” Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı; 46, C.16, Mart 2000,
s.117-131.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder