Hemen herkes Avrupa’da yetişen çocuklara köken dilinin unutturulmaması konusunda görüş belirtiyor. Yapılan toplantılarda, dile getirilen iki konunun birinde ana dili, köken dili gibi konulara değinilmekte ve dilin öneminden söz edilmekte; iş uygulamaya gelince eyleme geçenlerin sayısının istendik düzeyin altında kaldığı görülmektedir. Bununla birlikte „Siz hȃlȃ neyin kafasındasınız, bu çocuklar daha bulundukları ülkenin dilini doğru dürüst konuşamıyor, önce onu öğretin sonra köken dilini“ diye sesler de yükselmiyor değil. Türkçeyi okullarda birinci, ikinciyi geçtim, üçüncü, dördüncü yabancı dil olarak bile öğretme konusunda çekimser olan aileler, okullar, öğretmenler, siyasetçiler var. Köken dili, ana dili takviye dersi gibi adlar altında verilen dersler de „kültürel çalışma“ sınırlarında kalıyor. Hele ırkçı yaklaşımların prim yaptığı, göçmen çocuklarına köken/ana dilinin öğretilmesinin, çocukların yaşadıkları topluma uyum sağlaması yönünde önemli bir bariyer oluşturduğunu savunanların yoğun olduğu çevrelerde, köken dili Türkçeye hiç yer verilmiyor. Bu yazımı yine Wittgenstein’ın „çekiçle felsefe yapmak“ yaklaşımına benzer bir şekilde „zaten var olan bir gerçeği, felsefi alanın bilinçdışından çıkarmaya“ çalışarak yine, yeniden ana dili ve kültür konusuna ayırdım.
Çoğaltmak, neslinin
devamını sağlamak üzere suya koyulan bir çiçek dalının köklendirildikten sonra toprağı
ile buluşturulması ve burada gelişip hayat bulması örneğinden yola çıkarsak,
yeni doğan bir çocuk da kendini kendi öz kültürüyle ilgili çevrede geliştirir,
orada yeşerir, hayat bulur. Gurbeti vatan edinen Avrupalı Türklerin evlatlarının
yaşadıkları çevrelerde varlıklarını sürdürebilmesi, kuşaklar boyu ayakta
kalabilmesi ana dilini ve kültürünü koruması ile mümkün olabilir. Dilini
kaybeden milletler, kültürel kimliklerini, inançlarını korumakta da sıkıntı
çekerler. Çünkü dil; maneviyatın da aynasıdır. Din dili ve Tanrı hakkındaki
„bilginin güvenilirliği“ yahut güvenilir bilgiyi merkeze alarak (Grünberg,
1978: 7) kavramları anlamlandırmak da dil üzerinden gekçekleşir. Ümmet dili veya
sonradan yurt edilen topraklarda konuşulan baskın dil, kadim kültürümüzün destekçesi
ve taşıyıcısı değildir. Dilini kaybeden
milletlerin dini inanç bağları da zayıflar ve milletler yok olma tehlikesiyle
karşı karşıya gelir.
Dil sadece insanlar
arasında iletişimi sağlamaz. Aksine tarih, din, örf ve adetler, hukuk sistemi,
müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlak anlayışı ve dünya görüşü gibi değerlerle birlikte
ele alındığında dil milli kültürü oluşturur. Ortak dil yurttaşlar arasındaki
sosyal akrabalık bağını pekiştirir. Bu yolla toplumsal ve sosyal hayatta
birleştirici bir işlev gören dil, dışarıya karşı da ayırt edici, belirleyici
bir rol üstlenir ve bu özelliği ile milli kültürün taşıyıcı omurgası olarak değerlendirilir.
Dili bozulan bir
milletin tarih sahnesinde varlığını sürdürebilme ihtimali zayıftır. Bu
milletlerin maddi, manevi değerleri de erozyona uğrar; düşünce, sanat ve
edebiyat hayatı verimliliğini kaybeder; dil ortak iletişim görevini yerine
getiremez olur. Bu anlamda yurt dışında türlü zorluklara göğüs gererek ayakta
kalmaya çalışan ve kültürel çalışmalar yapan kurumların çalışmalarının
görmezden gelinmemesi, aksine desteklenmesi önerilir.
Dil; bir yandan
kültürü besleyip, gelecek kuşaklara aktarırken, kendisi de kültürel değerlerle
beslenir. Kültürel değerler gelişip yeşerdikçe takip eden kuşaklar, uluslar
arası rekabet ortamlarında bir önceki nesillere göre özgüveni daha yüksek
bireyler olarak kabul görür. Dil; bu anlamda maddi kültür gibi somut olmayan
kültürel mirasın aktarılmasında da önemli bir rol üstlenir; geçmiş ile gelecek
arasında köprü görevi görür; toplumların münevverleri de ana dillerini öğrenme
ve öğretme sorumluluğu ile çalışırken, bu misyona hizmet ederler.
Her ifadenin kendi
içinde, kendi mantığına sahip olduğunu unutmadan ekleyelim ki bir dilin gücünü,
söz varlığını, estetiğini, sınırlarını milletin kültürü belirler. Dil, Nermi
Uygur’un dediği gibi, „bireylere kendi başına bilgi vermez, bununla birlikte
bilme ve bilgiyi aktarma faaliyetinin bir aracı olarak işlev görür, kuşaklar
arası aktarım yoluyla bilme edimini gerçekleştirir“ (Uygur 2008: 38). Deneyimlerle
de onaylandığı üzere, ana dilini iyi kullanan kişi, ait olduğu milletin dünya
görüşünü, hayata bakış açısını, felsefesini ve dahası milli kültürünü de edinmiş
olur. İnsanlar, kültür içinde edindiği kavramlarla hem düşünme yeteneğini
kullanırlar hem de ürettikleri, öğrendikleri kavramlarla ilişkilendirdikleri anlamlarla,
göstergelerle iletişim kurar; nesneleri, olayları ve duyguları yazılı veya
sözlü olarak sistematik bir dizgede bağlama göre aktarırlar. O halde dil,
sadece gramer ve sözcüklerin kullanımına dayalı bir etkinlik olmanın ötesinde
ontolojik alanı işgal eden bir varlık olarak da insan yaşamının her alanını
yönlendirme, anlamlandırma gücüne sahiptir (Kahraman 2014: 76).
Ünül toplumbilimci,
yazar, şair ve devlet adamı Ziya Gökalp (1876-1924), dili kültürün temel unsuru
sayar. Ona göre dil, duygu ve düşüncenin adeta kabıdır (Bkz.: Kaplan 1982:
186). İnsan, içine doğduğu kültürel yapının kalıbına göre şekil alır. Avusturya
doğumlu ünlü matematikçi, filozof Ludwig Wittgenstein (1889-1951) ise „dilimin
sınırları, dünyamın sınırlarıdır“ (Wittgenstein 2006: 15) derken insanın neyi
ne kadar „anlayabileceğini“ ifade etmiştir. Burada dil birinci derecede
belirleyici unsur olarak dikkat çekmektedir. Prusyalı filozof, dilbilimci,
devlet adamı Friedrich Wilhelm Heinrich Alexander Freiherr von Humboldt (1769-1859)
da „dil olmadan zihinsel aktivitenin olamayacağını, insanın dil olmadan kavram
oluşturamayacağını“ söyler (Humboldt 1990: XVII). O halde insan „dil sayesinde
kendi varlığını fark etme, insan olmanın kendisine bahşedilen yararını kullanmak
durumundadır (Herder 2011: 39). Bütün bu alıntılar dilin önemine vurgu
yapmaktadır.
Dil kültür ilişkisi
milletlerin ulusal karakterine de ayna tutar. Özellikle atasözleri ve deyimler
milletlerin ruhunu yansıtır. Kimi deyimler, farklı sözlerle ifade edilse de
yaklaşık aynı anlamı ifade eder. Örneğin; İngilizler „Aşçılar çoğalınca çorba
tuzsuz olur“ derken, İtalyanlar „Çok horozun öttüğü yerde güneş doğmaz“, Ruslar
„Yedi ebenin olduğu yerde bebek kör doğar“, Farsiler „İki kaptan bir gemiyi
batırır“ Türkler de „Horozu çok olan köyün sabahı geç olur“ derler.
Alman romantizmi ve
özellikle fırtına ve coşku (Sturm und Drang) ekolünde değerlendirilen, yaşadığı
dönemin en önemli dilbilimci, devlet ve siyaset adamı olarak görülen Johann
Gottfried Herder (1744-1803), dil ve ulusal karakter arasında içsel bir
bağlantı olduğunu söyler (aktaran Duman 2020: 428), ana dilini öğrenen
bireylerin kendi köken kültürünün taşıyıcıları ile kuracağı bağ kadar içinde
yaşadığı toplumsal ve sosyal çevrenin gerçeklerini de göz ardı etmemesini
savunur. Humboldt’un ifadesi ile „her dilin kendi özel yapısı, düşünce şekli
olduğunu“ unutmadan, insanın içinde bulunduğu toplumun yaşam alanını anlama ve
anlamlandırma sürecinde bilhassa soyun uzantısı olarak „ırkçılık“ ve „dil“
ifadelerini yan yana kullanmaktan ve birbirine üstünlük kurmaya çalışmadan
(Bkz. Lyons 1989) ikinci, üçüncü dili öğrenmesi/edinmesi hayatın kaçınılmaz bir
gereğidir. Burada birinci dil bireyin öteden beri süregelen yaşanmışlıklarına
veya halen yaşananlara tanık olmayı, olayları ve olguları anlamlandırmayı sağlarken,
ikinci dil başka yaşam şartlarının anlamlandırılmasına zemin oluşturan
ontolojik bir işleve sahiptir.
Yurt dışında
yaşayan her bir Türkün yaşadığı çevredeki toplumsal ve sosyal hayata öğreneceği
ikinci dil sayesinde katılabileceği, üretken bireyler olarak katkı sağlayabileceği,
bireysel veya toplumsal kazanımlar elde edebileceği göz ardı edilmemelidir. Bu
görüşten hareketle, dilin sıradan bir aracı rolü üstlendiği şeklinde bir
yanılsamaya kapılmak, dilleri yarıştırmak veya ana dilinin dışında bir başka
dil öğrenmeye direnç göstermek doğru bir yaklaşım değildir. Humboldt’un ifade
ettiği gibi dil; ölü, durağan, sabit, belli kurallara tabi bir araç değil;
aksine bir eylemdir, bir düşünce aracıdır (Weisgerber 1953: 374). Bu gerçek göz
önüne alındığında dil eğitimi-öğretimi konusunun öncelikli alanlar arasına
alınmasında yarar olduğu görülmektedir. Dil ile eğitim arasındaki bu bağıntı
insan düşüncesi ve zihniyle örüntülüdür. Çünkü Humboldt'a göre hem dil hem de
eğitim insan zihninde gerçekleşen olgulardır. Nitekim ona göre, insan dille
veya dil aracılığıyla düşünür ve dil olmadan insan eğitimi mümkün değildir.
Dolayısı ile dilin
sadece var olanı ifade etmeye yarayan bir alan olmadığı (Uygur 2008 :68),
Heidegger’in dediği gibi „insana temel insani varoluş imkanını sağlayan donanım
ve güç“ (Heidegger 1998:112’den aktaran Kahraman 2014:84) ve kültürün aynası
olduğu, kültür tarafından biçimlendirilse de kültürü biçimlendiren, insana özgü
bir araç olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. İnancım o ki çok kültürlü bir
çevrede ısrarla ana dilinin ikinci dil ile birlikte eşzamanlı öğretilmesini
savunmak, geçmişe ait olanın artzamanlı bekçiliğini yapmak değil, gençleri geleceğe
hazırlamaktır. Eğitimin, okul başarısının dil bilgisine bağlı olduğu, toplumsal
ve sosyal olarak sınıf atlamada en güçlü enstrümanlardan biri olduğu
unutulmamalıdır.
Bitkilerin kök
salmak üzere bırakıldığı suda osmoz basıncı (hücrelerde su basıncı) dolayısıyla
çürüme riski vardır. Usta bahçevanlar suya şeker vs. katarak yoğunluğunu
artırıp, çürüme riskinin önüne geçmeye çalışmakta, yaşamını sürdürmeye çalışan
bitkinin kök salmasına yardımcı olmaktadır. Usta eğitimciler ve sorumlu devlet
adamları da çok kültürlü ortamlarda yetişen çocukların yaşadıkları toplumda kök
salmasını sağlamak, toplumsal ve sosyal hastalıklardan korunup sağlıklı
bireyler olarak yetiştirilmesi için sorumluluk almak durumundadır. Çocuklara dozunda
ve uygun yöntem ve teknikler kullanılarak dil ve kültür aktarımı yapılacak
ortamlar hazırlamalıdır. Toplumsal çürümenin ve tükenmişliğin, yok olmanın
önüne ancak ve yalnız uygun eğitim ortamlarının oluşturulması ile geçilebilir.
Not: Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi'nin Ocak 2024 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya https://avrupa.at/dil-kultur-iliskisi/ adresinden erişilebilir.
Kaynaklar:
Duman, Mehmet Akif (2020). Dilbilimin Büyükbabası Humboldt. EKEV Akademi
Dergisi. Yıl: 24, Sayı: 84, 409-434.
Grünberg, Theo
(1970). Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme. Ankara: AÜDTCF Yayınları.
Herder, Johann
Gottfried (2011). Dilin Kökenleri Üzerine, Klasik Alman Dil Felsefesi
Metinleri. Çev.: Gürsel Aytaç, Ankara: Phoenix Yayınevi.
Humboldt, Wilhelm
von (1990). On Language. Ed. Michael Lasensky, Cambridge University
Press.
Kahraman, Yakup
(2014). Dil Varlığının Ontolojik Zemini. İçinde: FLSF (Felsefe ve Sosyal
Bilimler Dergisi), 2014 Güz, sayı: 18, s. 75-87
Kaplan, Mehmet.
(1982). Kültür ve Dil. İstanbul: Dergah Yayınları.
Lyons, John (1989).
Einführung in die moderne Linguistik. München: C.H.Beck.
„Martin, Heidegger,
Pathmarks, edited by William McNeill, Cambridge University Press, 1998“
Uygur, Nermi
(2008). Dilin Gücü, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Weisgerber, Leo.
(1953). Zum energeia begriff in Humboldts sprachbetrachtung. Wirkendes Wort, 4,
374-377.
Wittgenstein, Ludwig.
(2006). Tractatus Logico-Philosophicus. Çev.: Oruç Aruoba. İstanbul:
Metis Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder