2 Aralık 2011 Cuma

Almanya'ya Göçün 50.Yılı Münasebetiyle

Almanya ile Türkiye arasında 30 Ekim 1961tarihinde imzalanan işgücü anlaşmasının üzerinden yarım asır geçti. Zaman içinde geri dönmesi beklenen birinci kuşak geri dönmedi ve bu ülkede yerleşik hale geldi. Bu durum beraberinde daha önce öngörülemeyen pek çok durumu getirdi. Pek çok alanda örnek gösterilen başarı öyküleri ortaya çıktı. Bunun yanı sıra arzu edilmeyen olumsuzluklar da yaşandı. Bu yazımda değerli meslektaşımız, hocamız Prof. Dr. Hüseyin Salihoğlu'nun emekliliği için hazırlanan anı kitabı için kaleme aldığım yazımı paylaşmak isterim.  Yazıda her iki ülke arasındaki ilişkileri birinci kuşak Türkler, uyum sorunları, çok kültürlülük v.d. bağlamında görmek mümkün olacak.

Yazının yer aldığı yayının bibliyografik künyesi:
ÇAKIR, Mustafa (2011). "Almanya İle Belkili İlişkilerimizi Etkileyen Değişkenler" Alman Dili Edebiyatı ve Kültürü Üzerine Araştırmalar: Prof. Dr. Hüseyin Salihoğlu Armağanı (Yay. Ali Osman Öztürk, Zehra Gülmüş, Nevide Akpınar Dellal). Ankara: Barış Kitap, 2011, ss. 378-400 (ISBN 978-9944-137-60-7).
--------------------------------------------------------------------------------------- 

Almanya İle Belkili İlişkilerimizi Etkileyen Değişkenler

Öz: Bu çalışmada Almanya ile gelenekten geleceğe paradoksal ve asimetrik ilişkiler ağı içinde olduğumuz; her iki ulusun ötekinin varlığını görmesine rağmen kendi değerlerine sıkıca sarılıp, kendi sınırlarının dışına çıkmadan ısrarla öteki ile çok yönlü ilişkileri sürdürmek istediği (yahut zorunda kaldığı) öngörüsünden yola çıkılmıştır. Ne yasal altyapıya ne de belli bir öngörüye dayanmayan, ama kervan yolda düzülür mantığı ile sürdürülen ilişkilerin önemli bir bölümünün öznesini oluşturan Almanya’daki Türklerin ve Türk kökenlilerin Alman toplumuna uyumu, çokkültürlülük ve kimi zaman birlikte yaşamı tehdit noktasına gelen yabancı düşmanlığı konularında durum analizi yapılmıştır. Adeta kaleydoskopik bir sarmala dönüşen ve insanların ortak bir paydada buluşarak refah içinde yaşaması için gereksinim duyulan kültürel zenginliklere, her iki kültürün taşıyıcıları tarafından olumsuz anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Bu durumun, sorunlara çözüm üretmede düşünce bulanıklığına neden olduğu görülmektedir.
Anahtar Sözcükler: Almanya, Türk işçileri, çokkültürlülük, uyum, göç, entegrasyon, yabancı düşmanlığı


“İnsan ne kadar doğruyu söylediğine inanırsa inansın, hatta bizatihi ne kadar doğru söylerse söylesin, yine de söyledikleri gerçeğin, kendi gerçeğinin sadece bir kısmıdır; süzgeçten geçirilmiş, onarılmış, düzeltilmiş bir kısmı hem de”
Stefan Zweig (1881-1942)


GİRİŞ

Gelişen iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklarla giderek daha da küçülen, belirgin farklardan çok ortak yönlere atıfta bulunulan çokkültürlü bir yaşam modeline geçilmektedir. Bu model içinde 100 milyonu aşkın kişi tarafından ana dili olarak konuşulan ve 20 milyonu aşkın kişinin de birinci veya ikinci yabancı dil olarak öğrendiği Almanca, Türkiye’de giderek daha az tercih edilen bir yabancı dil olmaya doğru gitmektedir. Hâlbuki Almanca konuşanların 125 milyon Avrupalıyla bu dilde iletişim kurma olasılığı vardır. Ulaşımın ve iletişimin kolaylaşması, artan uluslararası ilişkiler, ülkeler arası yakınlaşmalar ve insan gücü hareketleri giderek daha yoğun bir biçimde insanları bir araya getirmektedir. Çok yönlü ilişkiler ağı içinde bulunduğumuz Almanya ile bu ülkenin dilini ve kültürünü öğrenmek bir tercih değil, zorunluluk hâline gelmektedir. Bu yapılmadığında din, dil, ırk, sosyo-ekonomik yaşam düzeyi ve kültür farklılıkları bulunan insanların birbirini anlamasına ve birlikte etkili bir şekilde çalışmasına ilişkin sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunların azaltılması, özel bir çaba gösterilmesini ve bazı yeni becerilerin geliştirmesini gerektirmektedir (Barutçugil 2007).

İnsanlar seyahate çıkmadan önce bile gidecekleri ülkeler ve şehirler hakkında araştırma yapmakta; elde ettikleri bilgilerle farklı ve özgün olanın ipuçlarını araştırmakta, önemli gezi notlarını okumaya çalışmaktalar. Yabancı dil öğrenme etkinliği, bireyin kendi kültürü ve bilgi dağarcığı içinde oluşturduğu çevreden ayrılıp, ayrı bir dünyaya gerçekleştirdiği yolculuk gibidir. Bu sanal yolculuk, kültür farklılıkları bulunan insanların birbirleriyle buluşmasına, yol boyunca karşılaştığı ötekini anlamasına ve gerekiyorsa birlikte çalışmasına yönelik bir girişimdir. Bu girişim, aynı zamanda bireye özden başka, ötekinin varlığı konusunda bilinçlenme pratiğini de kazandırmaktadır.

Türk-Alman ilişkilerinde gerekli iyileştirmelerin yapılabilmesi, insanlığın ortak mirasını oluşturan demokrasi kültürünün, insanlığın yaşamına ve hayat felsefesine mal olmuş hoşgörü ve tolerans anlayışının yerleştirilmesi amacıyla hazırlanan bu çalışmada, Almancayı yabancı dil olarak öğrenmeye karar verenlere dil öğrenme sürecine yansıdığına inanılan olumsuz değişkenlerle ilgili konularda bilgi verilmektedir. Yabancı dil öğretimi kuramcıları, bu etkinliği ülke bilgisi (Landeskunde); turizmciler ise destinasyon araştırması olarak adlandırmaktadırlar. Her iki alanda da gidilen ülkeye ilişkin bilgi edinme isteği söz konusudur. Almanca öğrenme sürecinde Almanya’yı tarihî dost ve müttefik olarak görüp, yoğun bürokratik vize sürecini aştıktan sonra bu ülkeye gitmeyi başaranların, gittikten sonra düş kırıklıkları yaşamamaları için gereksinim duyacakları ülke bilgisinin bir bölümü uyum, çokkültürlülük ve yabancı düşmanlığı ile ilgili kesitleri eleştirel bir bakış açısıyla ortaya koyulmaktadır. Burada Almanca yabancı dil dersi bağlamında ele alınan çokkültürlülük içindeki kültür anlayışı, Altmayer tarafından getirilen tanıma dayandırılmaktadır (Altmayer 1997).


BİRİNCİ KUŞAKTAN GÜNÜMÜZE

Türkler 1761 yılından bu yana ticaret, eğitim vd. amaçlarla Almanya’ya gitmektedirler. Türk-Alman ilişkilerinin her alanda en yoğun olduğu dönemin Birinci Dünya Savaşı yıllarına denk geldiği bilinmektedir (Ergün 1992, 193). Türkler Avrupa'da savaşların bitiminden sonra, ülkenin kalkınma seferberliğine katkıda bulunmak üzere 1960'lı yılların başında “davetli” ve “misafir işçi” (Gastarbeiter) olarak alınmışlardı (Abadan-Unat 2002, 47). Öyle ki, ağzında çürük bir dişi dahi olan, bu ülkeye kabul edilmiyordu. Çoğunluğu kırsal kökenli olan misafir işçilerin amaçları orada bir miktar tasarruf yapıp geri dönmekti. Bu yüzden ailelerini götürmemişlerdi. İşçilerin karşılaştığı engelleri aşmak için Türkiye ev sahibi ülkelerle çeşitli anlaşmalar imzaladı (DOMİT 1998). 1970'li yıllarda petrol krizinin de etkisiyle Avrupa ülkeleri yeni işçilerin gelmesini istemediler; mevcut işçilerin topluma uyumunu sağlayacak ve orada sürekli kalmalarını temin edecek önlemler almaya başladılar. Yılar yılları kovaladı. İkinci ve üçüncü kuşak Türkler Alman okullarında okumaya, çeşitli sektörlerde işverenliğe yükselmeye başladılar. Alman bankalarındaki birikimlerinin boyutu 50—60 milyar markı geçti.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre yurt dışındaki 3.37 milyon vatandaşımızın yüzde 88'inin Batı Avrupa'da yaşadığı, bu miktarın yüzde 84'ünün ise Avrupa Birliği içinde olduğu bilinmektedir. Batı Avrupa'daki vatandaşlarımızın 1.96 milyonu Almanya'da, 268 bini Fransa'da, 264 bini Hollanda'da, 150 bini Avusturya'da, 85 bini Belçika'da, 78 bini İsviçre'de, 51 bini İngiltere'de, 35 bini İsveç'te yaşamaktadır (DPT 2003). Toplam nüfusun üçte birini gurbette doğan ikinci ve üçüncü kuşağın oluşturduğu vatandaşlarımız, bugün bulundukları ülkelerde hukuki, siyasi ve kültürel entegrasyonun gerçekleşeceği günleri beklemektedir. Vergileriyle yaşadıkları topluma katkıda bulunduklarından iş hayatında, siyasette ve eğitim alanında kendilerine ayrıcalıklı davranılmasını değil, insanca yaşamak istemektedir.

Almanya’da 40-50 yıldır yaşayan birinci kuşak Türkler, Alman ekonomisi ve refahına yaptıkları katkı ile bir tarih yazdılar, Alman ekonomisini sırtladılar (Bkz. Motte ve Santel 2001, 42). Maden ocaklarında, fabrikalarda, dökümde, inşaatta en ağır işlerde, en ucuz ücretle çalıştılar. Onlar için önemli olan Almanya’nın kendilerine bir ekmek kapısı olarak kucak açmasıydı. Tüm enerjilerini Alman ekonomisine harcadılar. Kriz dönemlerinde en çok onlar etkilendiler, ama yılmadılar.

Birinci kuşak Türkler düşük ücretin düşük emekli maaşı anlamına geldiğini de pek hesap edemediler. 2000’li yıllarda 500 ile 900 Avro arasında değişen emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyorlar ve hiç olmazsa, son yıllarını ana vatanlarında Almanya’dan aldıkları para ile iki ülke arasında huzur içinde geçirmek istiyorlar. Ancak bu arzuları yabancılar dairesindeki memurun takdirine bırakılıyor ve altı aydan daha fazla Türkiye’de kaldıkları gerekçesiyle, geçmişteki emekleri yok sayılıp, Almanya’daki oturma hakları iptal edilip, sınır dışı ediliyorlar. İzin isteyenlere de bu iznin verilmediği yönünde duyum ve şikâyetler alınıyor. Almanya’nın birinci kuşağa bir şükran borcu var. Umulur ki şükran duygusu geçmişi anlaşılır kılar, güne huzur getirir, gelecek için uzak görüşlülük yaratır.

Toplumda ortak sağduyu (common sense) oluşturulmasına yönelik söylemler üreten Alman siyasiler her fırsatta en iyi uyumu birinci kuşak Türklerin sağladığını söylerken, bu insanların içinde bulunduğu durumu da görmezden gelmemelidir. Özcan (2009), “Bu eziyet niye?” diye sormadan duramıyor. Gerçekten, bu eziyet niye? Sorunun cevabını Almanya Federal Cumhuriyeti tarihinde iz bırakmış gerçek "devlet adamı" niteliklerine sahip ve herkes tarafından inanmış bir Avrupalı olarak tanınan Helmut Schmidt şöyle açıklamaktadır (Aktaran, Karaman 19.12.2006):

Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türk vatandaşını Avrupa’nın içinde serbestçe dolaştıramayız. Avrupa’nın Irak, İran, Suriye gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabul edemeyiz. Türkiye ile ekonomik ilişkilerimizi sürdürmeliyiz. Genç ve hızlı büyüyen nüfusunun satın alma gücünden faydalanmalıyız. Ancak, bu ülkenin globalleşme temel prensiplerine sahip olmadığını ve uluslar arası kardeşliği içine sindiremediğini de görmeliyiz…

AB ilişkileri ve Türkiye’ye karşı güdülen tutarsız, çelişkili politikalar bir yana, hukukun ve ahlakın geçerli olduğu, çağdaş uygarlık ikliminin yaşandığı Almanya’da bürokratların takdir hakkının insanların tercih özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde kullanılmaması yönünde önlem alınması gerektiği düşünülmektedir. Farklı kültürlerle bir arada yaşamak, ötekinin kültürünü anlamaya çalışmayı, dünyaya bakışını algılamayı öğrenmeyi zorunlu kılar.


UYUM: Tartışmalı Bir Kavram

Türk Dil Kurumu Sanal Büyük Sözlüğü (TDK-SBS) uyum kavramını “Bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk” veya “Toplumsal çevreye veya bir duruma uyma, uyum sağlama, intibak, entegrasyon” şeklinde tanımlamaktadır. Avrupa Birliği ise uyum projesinin temel değerlerini temel hak ve özgürlüklere dayandırmaktadır. Bu çerçevede söz konusu değerleri savunmayı ve ırkçılığın reddini aynı kefeye koymakta ve ırkçılıkla mücadeleyi Avrupa kimliğinin bütününü oluşturan bir unsur olarak adlandırmaktadır (Yılmaz 2008, 1).

Türkler, Almanya Federal Cumhuriyeti’nde pek çok konuda, gündeme getirilen konuların öznesi olmakla birlikte uzun süre yasal engellerden dolayı bu ülkenin yurttaşı olamadılar. Alman anayasasında kan bağı kökenine dayalı (Abstammungsprinzip) yurttaşlık maddesinin 01.01.2000 tarihinde değiştirilmesiyle birlikte (BAMF 2009) kademeli olarak yurttaşlığa terfi ettirilmektedirler. Bu yurttaşlık, şekilsel anlamda olup, yerli halkın islamofobia duyguları ve korkularının yerel politik kaygılarla, yine yerel politikacılarca bilinçli olarak kışkırtılması nedeniyle her iki kesim tarafından içselleştirilememekte, Türklerin Almanya’da özde yurttaş olarak benimsenmesinde güçlük çekildiği görülmektedir (Doytcheva 2009, 75).

Ötekiler olarak görülen yabancıların yurttaş olarak benimsendiği an, vatandaşlığa geçen yabancıların getirdikleri ve her birinin toplumsal yaşama kazandırdığı ayrı bir zenginlik olarak görülmesi gereken köken kültürlerini yadsımadan ortak paydalarda buluşulmaya çalışılması, her alanda eşit yurttaş olma bilincinin pekiştirilmesi gerekmektedir. Kültürel farklılık ve ekonomik anlamda yoksulluk bir araya geldiğinde hoşgörüsüzlük artmaktadır (Doytcheva 2009, 115). Ötekileştirilen yabancılar ile öz olarak kabul edilenler arasındaki bu ilgileşim hesaba katılmadan, halkı galeyana getiren, bilinçaltlarına düşmanlığı sokan aşırı gruplara seçimlere katılma hakkı ve maddi destek sağlanması uygulamaları gözden geçirilmelidir. Aksi hâlde, aldığı mali destekle güçlenen ve fırsat kollayan muhafazakâr yahut ırkçı politikacıların, yerel bakışlı ve yeterince irdelenmemiş tezleri destek bularak, daha ziyade muhafazakâr bir görüşün yansıması olarak görülmeye devam edecektir. Göçmen insanının hassasiyetlerini gözetmeyen, daha çok muhalif duygularla yürütülen bu tür seçim kampanyaları, Türkleri yabancı düşmanlığı tartışmalarında odak noktasına almaya devam edecek, ama yapılan suçlamalar sorunu çözmek yerine daha da karmaşık hâle getirecektir.  Bu durumda Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Türklerin evlerinde yakılmalarına kadar varan barbar saldırılardan gerekli derslerin çıkarılmadığını söylemek muhataplarına düşecektir.

Bu afişlerin herkesin göreceği şekilde asılmasına izin veren, yabancıları hedef gösteren her türlü basılı malzemenin dağıtılmasını onaylayan ve bu grupları ekonomik olarak destekleyen otorite, Almanya Federal Cumhuriyeti’dir. Türkler ve diğer yabancılar hakkında kamuoyunda oluşturulan yanlış algının, manipülatif ve önyargılarla dolu enformasyonların, geçmişte yaşanan ve bu süreçte gelecekte de yaşanılması kaçınılmaz görünen istenmedik olayların sorumluluğu bugünün yabancı düşmanlığına müzahir yöneticilerine ait olacaktır. Tehlikeye dikkat çekmek, aydın olmanın gereğidir;  aydınlar, korkuları alevlendirmek değil, rahatsız edici de olsa yalnız ve ancak gerçeği hatırlatma, toplumu aydınlatma, yol gösterici olma sorumluluğunu taşımaktadırlar. İdari sorumlulukların gereğini yerine getirmek kamu otoritesini temsil eden Berlinli savcılar gibi yöneticilere düşmektedir [1]. Çünkü yabancıları hedef hâline getiren seçim kampanyalarına izin verenlerin de uluslararası hukuk kurallarına göre suç işledikleri veya işlenen suça ortak oldukları bilinmektedir. Yabancıları, özellikle Türkleri hedef alan ve seçim kampanyalarında kullanılan iletişim araçlarının (her türlü afişlerin ve diğer görsellerin) kullanılmasına izin vererek suç işlemeye devam eden Avrupalılar, bu tutumlarına son vermediği sürece, sokaklara asılan ve yabancı karşıtlığını işleyen çok renkli görsellerin, reşit olmayan çocuk ve gençlerin körpe dimağlarında ağır izler bırakacağı unutulmamalıdır. Bu kampanyalar Orta Çağ’daki missae contra Turcas söylemlerini  ve Haçlı Seferleri için yapılan çağrılarda kullanılan propaganda görsellerini (Bkz. Kocadoru 1990 ve Kula 1993)çağrıştırmaktadır. Bu tür kampanyaların insanlığa ödettiği bedel, çok ağır olmaktadır. Bu kampanyaları yasaklayacak irade, geride bıraktığımız çağda, Fransızların bir ulusu özgürleştirme kararı almasıyla başlayan (Doytcheva 2009, 30) ve Almanya’da sadece o ulusun bireylerinin değil, bütün insanlığın bugün hatırlamak dahi istemediği yaşanmışlıklar zincirinin sonunda ortaya çıkan utancın nesnesini oyunun dışında bırakmayı çoktan öğrenmiş olduğunu da gösterecektir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 16 Aralık 1966 tarihli ve 2200 A (XXI) sayılı kararıyla kabul edilmiş (Yürürlüğü giriş: 23 Mart 1976) olan Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi (International Covenant on Civil and Political Rights) Madde 20 aşağıdaki hükümlerle, düşmanlığı savunma yasağını getirmektedir (IHB 2009, Md. 2) :

Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden her hangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.

Tarihi dostumuz ve müttefikimiz olan Almanya’nın ülkede yaşayan ve bir zamanlar “konuk” olarak davet ettiği vatandaşlarımıza yaptığı ev sahipliğinin yanı sıra, buradaki vatandaşlarımızın aile birleşimi ve diğer nedenlerle ülkeye gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize uygulamaması gerektiği uzun süredir tartışılmaktadır (Bkz. Ekşi 2009). Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD) Türklerin görüşünü onaylamıştır (Bkz. Groenendijk 2009). Fakat mahkeme kararları uygulamaya dönüştürülmediği gibi, bu ülkede yaşayanlar da türlü gerekçelerle aile birleşiminden yoksun bırakılmaktadır. Hâlbuki uzmanlar konuya 19 Şubat 2009da alınan Adalet Divanı kararı (C-228/06) ışığında bakıyorlar ve hukukun temel prensibi olan “Verilen hak geri alınamaz” ilkesi doğrultusunda değerlendirmektedirler (Doğan 2009). Konu,

“Katma Protokol yürürlüğe girdiği tarihte Türklere vize uygulaması yoktu. 1973 yılında Almanya’daki uygulamaya baktığımız zaman 1980e kadar çalışma amacı olmayan bir kişi 3 aydan fazla olmayan bir süre için Almanya’ya vizesiz giriş yapabiliyordu. Bu uygulama 1980 senesinde iptal edildi. Adalet Divanı kararında, geriye dönerek o tarihte yürürlükte olan Alman mevzuatına bakmış ve o tarihte Katpa Protokol’ün 41/1. maddesi kapsamındaki Türk vatandaşları için vize uygulaması olmadığından, bugün böyle bir uygulamayı hukuka aykırı bulmuştur. Vizesiz seyahat, hizmet sunacak kadar, alışveriş yapmak, turistik gezi veya tedavi gibi pasif hizmetlerden faydalanmak üzere AB ülkelerine giriş yapmak isteyen Türkler için de geçerli olmalı. Almanca sınavı vize uygulamasını baz aldığı için bu durumda bu kişilere Almanca dil sınavı zorunluluğu getirilemez”

şeklinde yorumlanmaktadır. Mahkeme kararlarını uygulamayan Almanya’nın inandırıcılığı, güvenilirliği ve bu ülkenin kendisiyle yapılan uluslar üstü, uluslararası anlaşmalara uyma konusunda gösterdiği ahde vefa (pacta sunt servanda) ilkesine uyumu konusunda soru işaretlerinin oluşmasına neden olmaktadır.

Alman tarihini ve kültürünü iyi bilen Germanistler olarak Almanya’yı anlamak ve muhataplarına doğru anlatmak durumundayız. Her ne kadar yasal olmadığına inansak da vize konusunda getirilen sınırlamanın, bu ülkenin kendini savunma reflekslerinden kaynaklandığını belirtmekten kaçınmamalıyız. Almanya’ya ülkedeki yabancılarla birlikte barış içinde yaşayabileceği konusundaki güveni vermek; göç ve uyum tartışmalarını yalnızca Almanca bilgisine indirgemenin göç toplumuna giden çok kültürlü yolu tıkadığını göstermek de yine bizlere düşmektedir.  Huntington (1993, 25), “insanlar birbirlerini ne kadar tanırsa, sadece dil ve tarih bakımından değil daha önemlisi, haklar ve ödevler, özgürlük ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin göreceli önemi konusundaki görüş farklılıkları kadar inanç ve insan, birey ve grup, vatandaşla devlet, aileler ve çocuklar, koca ve karı arasındaki ilişkiler konusundaki bakış açıları bakımından oldukça farklı olduklarını göreceklerdir” diyerek bu duruma dikkat çekmektedir.

Alman Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin 2004 yılındaki kongresinde konuşan o günün parti genel başkanı, bugünün şansölyesi Bayan Angela Merkel yabancıların Alman toplumuyla kaynaştırılmaları konusunda çokkültürlü toplum modelinin iflas ettiğini ve artık Almanya’nın hürriyetçi demokratik öncü kültürünün örnek alınması gerektiğini söylemiştir (Bkz. Narlı 2009, 2). Bu söylem ve bugün gelinen nokta, yabancılara karşı geliştirilen sloganların, politikacıları iktidara götüren araç olarak görüldüğünün bu parti tarafından da benimsendiğinin açık göstergesidir. Bu yaklaşım, çokkültürlülüğü bir ideoloji olarak görenler için doğru olabilir; bununla birlikte, çok kültürlülük bir yaşam biçimi olarak algılanmalıdır.

Bayan Merkel o dönmedeki konuşmasıyla, bugün de açıkça savunduğu çokkültürlülük değil, uyum gerekli görüşünü öne çıkararak, yabancıların ülkeye uyum sağlamasının önemi ve gereğini vurgulamak, Almanya’nın yabancılar politikasıyla ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirmek, Almanya’daki Türkler üzerinden Türkiye’ye mesaj vermek istemiştir. Ancak uyum, baskın kültürün ögelerini sorgulamadan alırken, kendi özünü oluşturan ögelerden vazgeçmek değil; kendi kültürel ögeleriyle baskın kültürün ögelerini bağdaştırabilme becerisidir. Bunun aksi, uyum değil; sıkça tartışmalara konu olan eritme politikasıdır. Alman halkı, ötekinin kültürünü de kendi kültürü ile kıyaslamadan, ötekini kendine uydurmaya çalışmadan, kendi değer yargılarına göre olması gerektiği gibi değil de sadece olduğu gibi görerek ve göstererek öteki ile birlikte yaşamayı öğrenmelidir.

Bu bağlamda 12 Temmuz 2007 tarihinde yapılan toplantıda kararlaştırılan uyum eylem planı çalışması (Bkz: www.bmi.bund.de) aşağıdaki noktalar üzerinde belli bir uzlaşı sağlandığının göstergesi olarak kabul edilebilmektedir;

  • uyum kurslarının iyileştirilmesi,
  • dil öğreniminin erken yaşta gerçekleştirilmesinin teşvik edilmesi,
  • eğitim, meslek eğitimi ve  iş piyasasının geliştirilmesi,
  • kadınların durumlarının iyileştirilmesi,
  • uyumun bulunulan yerde gerçekleştirilmesi,
  • uyumun ve yurttaşlık bilincinin geliştiği bir toplumun oluşturulması.


Sorunların çözümüne katkıda bulunmak yerine ek sorunların ortaya çıkarılmasına yönelik edimlerden özenle kaçınılması gerekmektedir (Bkz. Arslan 2009). Bu arada, Özsoy (2005) tarafından öne sürülen “Avrupa tarihi Müslümanlara ve Türklere karşı soykırım olaylarıyla doludur. İspanya’da bir tek Arap bırakmayan, Balkanlarda milyonlarca Türk’ü ve Müslüman’ı katlederek yok eden bir “medeniyet” ile karşı karşıya bulunulduğu”  görüşünü savunan tezlerin doğruluğu tartışılsa da uyum konusunda uzlaşma arayan çalışmalar bağlamında öne sürülen bu ve benzeri karşı görüşlerin yersiz ve zamansız şekilde taraftar bulduğu unutulmamalıdır.

Hayat, bir tek görüşten, bir tek yargıdan, bir tek suçlamadan ibaret değildir. Başkaları da başka türlü düşünebilir. Uyum, bireyin kendi kültüründen kaynaklanan olguları reddetmeden, farklı kültüre ait ögeleri de olduğu gibi kabul etmesi ve kendi alışkanlıklarından farklı olanı da değiştirmeye çalışmadan, karşı kültürdeki farklılıkların bilincine vararak, bunları bir arada mevcut şekliyle yaşayabilme ve yaşatabilme becerisi olarak tanımlanabilir (Çakır 2001, 14). Uyum sürecinde bulunan bir kişinin dili, dini değişik olabilir ve bu durum olduğu gibi kabul edilmeyip, baskın kültürün diline ve dinine benzetilmek istenirse, bunun adı uyum değil, asimilasyon (eritme) olur. Türkler de Almanya’ya uyum sağlayabilirler. Dileyen Alman vatandaşı olur. Bu ortak paydada, ikincil kimliklerini koruyarak bir arada yaşayabilirler.

Inam (2009), “Anadolu insanının dirliği” konusunu işlediği yazısında bir dizi soruya yanıt arıyor. Aynı soruların Almanya’da yaşayan vatandaşlarımıza uyarlanarak cevap aranması mümkündür. Buna göre, Türkler neden Almanya Federal Cumhuriyeti vatandaşı olmayı isteyecekler? Salt karınlarını doyurdukları, yaşamlarını sürdürebildikleri bir yer olduğu için mi? Dinsel değerler mi onları bir araya getirecek? Hangi yorumlarla oluşturulacak ortak değerler? 'Demokrat' bir ülke tek bir kesimin dinsel değerleriyle var olabilir mi? Siyaset alanında dillerden düşmeyen demokrasinin manevi, tinsel karşılıkları ve uyum sorunlarının aşılması için bu ülkede kaç kişi kafa yormaktadır, kendi dogmalarını karşı tarafa kabul ettirmeye çalışmadan?


ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK

Çokkültürlülük, sınırlı uygulamaların dışında, toplumu oluşturan bütün bireylerin kültürel olarak tanınma projesi olarak tanımlanabilir. 20. yüzyılın son çeyreğinde Kanada ve Avustralya’da yerli halk ile göçmenlerin kültürel farklılıklarını teşvik eden çok kültürü destekleyen bu politika, modern toplumun selametini görenlerin bayrağı olarak benimsenmiş; zamanla önce İngilizce konuşulan ülkelere, ardından da Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Bu projeyi, bir dünya görüşü olarak değil; bir ideoloji olarak benimseyen Avrupa ve Avrupa Birliği’nin iki önemli üyesi Fransa ve Almanya ise, bu politikanın gereklerini gerçek hayata aktarmakta zorluk çekmiştir. Çokkültürlülüğe dayalı politikaların başarı ile uygulanması hâlinde yapılacak etkinlikler arasında “okul müfredat programlarının gözden geçirilmesi, ana dilin öğretilmesi, göç nedeniyle oluşmuş toplulukların yararına yasal düzenlemeler yapılması” gibi çalışmalar sayılabilir.

Çokkültürlülük, kamusal alanda farklı kültürlerin adil olarak teşvik edilmesi projesi olarak tasarlanmış ve savunucularına göre dünyadaki kimlik hareketlerinin aynı siyasi örgütlenme içinde farklı kültürel ufuklara sahip nüfus topluluklarının barışçı bir şekilde bir arada var olabilmesini sağlayacak olan ilaç olarak tanımlanmıştır (Doytcheva 2009, 12). Bu çalışmalar, bütünün içinde ötekinin varlığını belli ölçülerde sürdürmesine katkı sağlayacağından, farkı yaratan farklı parçanın bütüne kaynaştırılıp, onun özelliklerine dönüştürülmesi siyasetine yenilmiş, yarım kalan projeler olarak dikkati çekmektedir.

Bugün Almanların Hristiyan kökleri üzerinde de facto çokkültürlü bir yapı oluşmuştur. Almanya bugün, iradesini ortaya koyarak demokratik bir toplumsal yaşam içinde kültürel farklılıkları –tartışmaya ve yoruma açmaksızın- öznel yorumlara ve istismara yer vermeyecek şekilde tanımlamak; kimliğe ve kültüre ilişkin pratikleri “cemaatçiliğe” ya da “kabileciliğe” indirgemeden yaşamın bütün boyutlarına yansıtabilme çabası içinde olmalıdır. İçişleri Bakanı Dr. Wolfgang Schäuble tarafından başlatılan Alman İslam Konferansı toplantıları, en azından inanç alanındaki karmaşanın önüne geçileceği mesajı vermektedir (www.deutsche-islam-konferenz.de). Kimi sıkıntılarla başlayan bu süreçteki sorunlar aşıldığında, Almanya gerek toplumsal gerekse kültürel yapı olarak bugün kendine ifade etmekte güçlük çektiği “e pluribus unum” (birçoktan tek bir) pratiğini yaşama geçirebilecektir. Bu politika, ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasi geleceğine de olumlu katkılarda bulunabilecektir. Bu durum söz konusu oluşumda yer alan bütün paydaşlar tarafından entelektüel sorumluluk ve akademik bakış açısıyla değerlendirilmeli; gelecekte sosyal refah ve ekonomik istikrarın korunması için, bilimin öz niteliğinden ödün vermeden yorumlanmalıdır. Bu yorum açık uçlu bir serüven olan göçün tarihsel, insani ve yaşayan yönünü de içermelidir. Kültür ve kültürel etkileşim öğrenmenin, birlikte yaşamanın en önemli bileşenlerinden biridir (Bkz. Roche 2001, 16).

Almanya’daki siyasi erk sahipleri bu süreçte Almanya’da Türk kimliğine sahip Türklerin kimliğinin korunmasının her iki ülkenin karşılıklı çıkarına olduğunu kabul etmeli; edinilmiş haklar ile vatandaşların kültürleri ve etnik kimliğini korumaya ilişkin kaygılarına saygı göstererek, ülkedeki yabancıların Alman halkı ile kolektif bağlılıklarını güçlendirecek stratejileri benimsemelidir.

Köln’de bulunan Alman Ekonomi Enstitüsü (IW) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ülkede yaşayan yabancıların olumsuz ekonomik koşullar altında oldukları tespit edilmiştir. Buna göre, yabancılar arasında işsizliğin daha fazla olduğu, daha düşük ücretle çalıştıkları ve daha düşük bir meslek eğitimi seviyesine sahip oldukları ve 2006 yılında Almanya’daki aylık net maaş ortalamasından yaklaşık 300 Avro daha az ücret aldıkları anlaşılmıştır (Bkz. Vogel 2009). Özellikle emeklilerin maaşlarının daha da düşük olduğu ortaya çıkmıştır.

Bugüne değin uygulanan politikaların toplum içinde uzlaşma için yeterli sonucu ver(e)memiş olduğu (Bkz: Doytcheva 2009, 135); aksine, farklılıkların özü ötekinden ayıran eşitsizlik algısıyla eş değer yorumlanmasına ve bütünün içinde asimetrik veya hiyerarşiye dayalı paralel toplumların oluştuğu algısının yerleşmesine neden olduğu görülmektedir (NTVMSNBC 2008). Bu durumu tespit ve teşhis eden kimi politikacılar öze dönülmesi ve ötekinin özün içinde geliştirilmesi taleplerini gündeme getirmeye çalışmaktadır. Yaşanan sürece ve ortaya çıkan olgulara bakıldığında yabancılarla ortak paydada buluşulacak bir uzlaşma kültürünün oluşturulması ve her kesimin eğitim taleplerinin karşılanması yönünde çalışılması gereği kendini hissettirmektedir.

Almanya’da çoğunluğun kültürü “yönlendirici kültür” (Leitkultur) adıyla, alternatifsiz olarak manipüle edilmekte ve yabancıların köken kültürlerini bağlamından ayrıştırma eğilimi gösterilmektedir (Bkz. Keskin 2005, 74). Bu eğilimin ardında, Lord Tedbit (2005)’in çokkültürlülüğü eleştirmesi yatmaktadır. Hâlbuki “toplumları toplum yapanın kültür olduğu ve insanları ırk, din ve dile göre farklılaştırmanın ve buna dayalı kimlik ve örgütlenme oluşturmanın kültürel ayrılıkçılığa yol açacağı” (Aktaran: Narlı 2009, 2) dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Hudson (2004, 308) ırkçılığın farklı zamanlarda “öteki”nin farklı biçimlerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan tarihsel bir görüngü ve kültürel bir geçmişe sahip olduğuna dikkati çekmektedir.

Çokkültürlülük adına pratiğe aktarılan kimi hatalı uygulamalar iki ülkeyi birbirine yakınlaştırmaktan çok, uzaklaştıracak algıların oluşmasına neden olmaktadır. Fındıkçı (2001, 261) bu durumu şu şekilde aktarmaktadır:

“Almanya'daki bazı Eyaletler Türkiye ve Türk karşıtı ne kadar dinci, şeriatçı, bölücü ve terörist örgüt var ise onu bilinçli bir şekilde himaye etmektedir. Bu örgütlerin üst düzey yöneticileri bazı Alman eyaletlerinin ya doğrudan finansmanını yaptığı ya da etkisi altında tuttuğu alanlarda istihdam edilmektedir. Bu örgütlerin Türkiye karşıtı etkinlikleri "Proje" adı altında finanse edilmekte, örgüt yöneticileri beslenmekte ve bu örgütler Atatürk Türkiye'sine karşı yönlendirilmektedir.”

Bu görüşler gündeme getirilirken güdülen amaç, Alman toplumuna karşı bir tavır ortaya koymak değil; ayrımcılığın, fırsat eşitsizliğinin, politik istençsizliğin, aldırmazlığın ve gelecek için tehlike oluşturan hususların altını çizmek; bu durumun Almanya’nın demokratik ve çağdaş toplum yapısına, anayasasına ters düştüğüne dikkat çekmektir. Göçmenlerin, kendilerini Alman toplumunun kaynaşmış bir bireyi olarak duyumsayabilmeleri için, dışlanmadan, ayrımcılığa uğramadan, kendi kimlik ve özellikleriyle samimi olarak kabul ve saygı görmeleri gerekir (Bkz. Keskin 2009).


YABANCI DÜŞMANLIĞI VE IRKÇI SALDIRILAR

Irkçılık, davranış ve ideoloji olmak üzere iki ayrı görüşe göre değerlendirilmektedir. Davranış biçimine göre tanımlanan ırkçılık, tanımlanmış fiziksel özellikleri kendilerinden farklı olan bireylerden nefret etme ya da bu bireyleri küçük görmenin açıkça ifadesiyken, ideolojinin parçası olarak tanımlanan ırkçılık ise insan ırkları ile ilgili bir doktrini ifade etmektedir. Irkçılık kavramı, ırksal gruplar dışındaki etnik ve dinî gruplar arasındaki önyargı ve hoşgörüsüzlüğü tanımlamak için de kullanılmaktadır. Bu çalışmada ırkçılık, “sosyal yapıda var olan, fakat biyolojik ve kültürel faktörler aracılığıyla farklı ırk ve etnik grup olarak tanımlananlara atfedilen eşitsizliklerin içinde yer aldığı ideoloji, yapı ve süreç” olarak ele alınmaktadır (Todorov 2000, 214).

Irkçılık ve yabancı düşmanlığı günümüz Avrupa bütünleşme projesini temelden sarsan ve etkin bir mücadeleyi zorunlu kılan sosyal bir hastalık durumundadır (Yılmaz 2008, vii). Toplumlararası farklılıklara dayanan ayrımcılığın görünür hâle gelmesine rağmen, siyasi iradenin benzer bir hızla gelişememesi dikkatleri çekmektedir. Geçmiş somut olaylara dayalı çıkarımlar sonucu oluşan önyargılar, Avrupa halklarının gözünde de facto gerçeklik kazanmaktadır.

Almanya Federal Cumhuriyeti’ndeki yabancı düşmanlığı ve ırkçı politika Bilici (2007) tarafından ana hatları ile şu şekilde özetlenmektedir:

“Almanya’daki en önemli ırkçı parti Die Republikaner, yani Cumhuriyetçiler’in en önemli tezi, kanun ve düzenin sağlanması için yabancıların sınırdaşı edilmesiydi. Cumhuriyetçiler’in ırkçı damgası yememek için gizlenmeleri üzerine Alman Ligi ve Alman Halkı Birliği gibi açıktan ırkçılık yapan siyasi hareketler ortaya çıktı. Anayasayı Koruma Ofisi’nin verilerine göre 27’si Neo—Nazi olmak üzere 77 aşırı sağcı grup ve 6 bin Dazlak bulunuyor. Solingen’de 5 Türk’ün hunharca öldürüldüğü 1993’te 2232 ırkçı şiddet vak’ası yaşandı. Irkçı partilerin yükselişi iktidardaki CDU—CSU'yu 18 yaş altındakilerden vize istenmesi gibi milliyetçi uygulamalara itiyor. Polis ve orduya Neo—Nazilerin sızdığı söyleniyor. 1995’te 53 askere ırkçı davranışlarından dolayı dava açıldı. Almanya'nın sorunlarından yabancıları sorumlu tutan 15 profesörün Heidelberg Manifestosu (FR, 1982) ırkçılara ivme kazandırdı.”

Bilici (2007)’ye göre ırkçılık, geçmişte kölelik sistemini meşrulaştırmak amacıyla kullanılmış ve saf veya üstün ırk oluşturma çabalarıyla çarpık bir ideoloji ile temellendirilmiştir. Bu ideoloji örneğin Almanya’da Hitler (2005, 300) tarafından “dünyayı idare eden ebedi iradeye uyarak, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferini kolaylaştırmak, fena ve zayıf olanların boyun eğmesini sağlamak görevi” ile yükümlü kılınmıştı. Irkçılık, yalnız ulusların değil aynı zamanda bireylerin de değer farklarını tespit eder ve “kendinden daha yüksek bir ahlakı savunan bir ırk için tehlike seziyorsa, ırkçılık o ahlakın yaşam hakkını kabul etmez” (Bkz. Hitler 2005, 300). Hitler ve yandaşlarınca savunulan bu görüşün Avrupa’ya faşizmle beraber felaket de getirdiği belleklerden silinmemiştir.

Bugün Almanya’da yeni-ulusalcı uçgörüşü savunan siyasi partilerin açıkça faaliyet gösterdiği herkesçe bilinmektedir. Bu partilerin halkı yabancılara karşı kışkırttıkları, yabancılara tehdite varan içeriklerde mektup veya değişik mesajlar gönderdikleri duyulmaktadır (Bkz. haberfx 2009). Türkleri hedef alan eylemlerin faali olarak gösterilen NDP (Nationaldemokratische Partei Deutschlands)‘nin kapatılması mümkün olamamıştır. Alman Anayasa Mahkemesi 18 Mart 2003 tarihinde Federal Parlamento’nun NDP’nin kapatılması isteği ile yaptığı başvuruyu, anılan parti yöneticilerinden bir kısmının Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı  (Bundesamt  für Verfassungsschutz) üyesi olması ve bu partinin devlet güvenlik teşkilatı ile iş birliği hâlinde faaliyet göstermesi gerekçesiyle geri çevirmiş olması dikkatleri çekmektedir (Bkz. BVerfG). Bu partinin yanı sıra, REP (Republikaner) olarak adlandırılan paralel görüşlü marjinal bir parti daha bulunmaktadır (Bkz. www.rep.de).

Etnik politikaların aşındırıcı yansıması olarak geçen 6 yılda Türklere karşı düzenlenen ırkçı saldırılarda 31 vatandaşımız hayatını kaybederken, 48'inin yaralandığı haber bültenlerine düşen kayıtlardan anlaşılmaktadır. Avrupa ülkelerinde yabancılara karşı yapılan ırkçı saldırılarda birinciliğin 19 kurbanla Almanya'da olduğu görülmektedir. Almanya'yı Fransa ve Hollanda izliyor. Fransa'da, 1993 yılında bir Türk ailesinin evinin yakılması sonucu 6 kişi ölmüş, suçlular yakalanamamıştı. Hollanda'da ise 1994'ten itibaren artan saldırılar, 26 Mart'ta Lahey'de doruk noktasına ulaştı; aralarında 40 günlük bebeğin de olduğu 6 kişi öldü, 2 çocuk yaralandı. 1991 yılında şiddetlenen Türk düşmanlığı aynı yılın kasım ayında ilk ölümü getirdi. Berlin'de 3 Alman dazlağın saldırısına uğrayan Mete Ekşi hayatını kaybetti. Saldırılar devam etti; ancak Almanya'daki Türk toplumu Neo—Nazilerin çirkin yüzüyle 23 Kasım 1992'de Möln'de karşı karşıya geldi. Türk vatandaşlarına ait 2 evin yakılması sonucu 3 kişi ölürken, 9 kişi de yaralandı. 28 Kasım 1992'de Köln'de bir vatandaşımızın ölümünün ardından Nazi döneminden sonra Almanya'da yaşanan en büyük ırkçı şiddet Solingen'de hortladı. 29 Mayıs 1993'te 25 yıldır Almanya'da bulunan 20 kişilik Genç Ailesi’nin yaşadığı ev kundaklandı. Aileden 5 kişi öldü, 2 kişi yaralandı. Olayın faillerini Alman istihbarat servisinden bir ajanın eğittiği öne sürüldü. Alman Dışişleri Bakanı Kinkel, saldırının dünyada yarattığı nefretin etkisiyle, olayların tekrar etmeyeceği güvencesini vererek, Türklere çifte vatandaşlık düzenlemesinin yapılacağına ilişkin söz verdi. Olayın sıcaklığı geçince verilen sözler unutulmakla kalmadı, 18 yaşın altındakilere de vize uygulaması getirildi. 16 Ekim 1996'da Karlsruhe'de 2 Türk ailesinin ve bir İranlı vatandaşın yaşadığı 3 katlı bina kundaklandı. Üç Türk can verdi.  Verilen örneklerden, ırkçı saldırıların sadece Türkleri hedef aldığı sanılmamalıdır. 1994 yılı içinde 33 yaşındaki bir Vietnamlı, Doğu Almanya'nın Leipzig kentinde öldürüldü. 25 yaşındaki Ganalı bir göçmen 4 dazlak tarafından Berlin'de trenden atıldı. 1994'te faşist saldırılara uğrayan 48 yaşındaki görme engelli Alman vatandaşı bir Yahudi, daha rahat etmesi için İsrail'e gitmesi uyarısını aldı. Uyarıyı yapan bir polis memuruydu. Aynı yıl Lübeck'te de bir sinagog yakılmıştı (Bkz. Hürriyet 21.02.2008).

Almanların bu yaklaşımı, Avrupa tarihinin ırkçılık açısından yeniden hatırlanmasını ve hatırlatılmasını zorunlu hâle getirmektedir. Çünkü tarih, genç kuşaklara geçmiş bağlamlarından yola çıkarak bugünün anlaşılmasına yardımcı olmak üzere geliştirilmiş bir öğretidir (Aslan 2006, 164) ve bu öğretiden yararlanılması gerektiği düşünülmektedir.

Birleşmiş Milletler Ayrımcılıkla Mücadele ve Azınlıkların Korunması Alt Komitesi'nin 1992/5 sayılı kararı ırkçılığın özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa'da görüldüğünü belirtmektedir. Yine BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 1993/3 sayılı kararı ırkçılığın gelişmiş ülkelere has bir problem olduğunu ortaya koymaktadır. Ertürk (1981, 173)’ün deyişiyle, iyi bir demokraside kitlelerin ekonomik ve toplumsal refahını yükseltmek uğrunda; devletin rol oynamasına engel yok, belki zorunluluk vardır. Türkiye’nin vatandaşlarımızın 1963 Ankara Anlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol'le tanınan haklarına sahip çıkacağını, Avrupalı Almanya’nın da bu anlaşmaların gereğini yerine getirmesini beklemek çok daha uzun olmamalıdır. Çünkü uluslar üstü anlaşma hükümleri, uluslararası anlaşma hükümlerinden farklı olarak önceliklilik ve doğrudan etkililik özellikleriyle ayırt edilirler (Gümrükçü 2006, 161) ve uygulanması önceliklidir.

Avrupa Birliği ülkelerindeki ekonomik durgunluk, işsizlik ve sosyal harcamalardaki kısıtlamaların toplumda meydana getirdiği rahatsızlıklar, yabancı düşmanlığının asıl nedenleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Almanya'da yapılan bir kamuoyu araştırmasından çıkan sonuçlar, sıralanan bu konuların müreffeh Avrupa için ne kadar da önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Almanların gözünde en önemli sorun işsizliktir (yüzde 66). İkinci sırada yüzde 17 ile iltica ve göçmen sorunları vardır. Bunları asayiş, çevre ve konut konuları takip etmektedir. Doğu ve Batı Almanya'daki Almanların konulara bakış açılarında da farklılık bulunmaktadır. İşsizliğin birinci sorun olduğu noktasında hemfikirler; ancak Batı’da yaşayan Almanların % 63’ü, Doğu’da yaşayan Almanların % 75’i işsizliği birinci sorun olarak görmektedir. 4 milyon işsizin bulunduğu ülkede 1993 yılı içinde 322 bin iltica başvurusu doğal olarak dikkati çekmekte ve bilinçsiz vatandaşlarda kaygı uyandırmaktadır. Bu durumdan bezgin bir davranış modeli sergileyen sorumluların, olayları adeta kendi seyrine bırakmış oldukları görülmektedir. Şubat 2008’de yaşanan Âdem Özdemir olayı bu durumu örneklemeye yetmektedir (Bkz. Hürriyet 21.02.2008).

21. yüzyıl insanından beklenen; kimilerinde görülen ve xenophobia olarak isimlendirilen yabancılarla temas korkusunu tanımadan, başkalarını üstün ya da aşağı görmeden onlarla birlikte karşılıklı anlayış, saygı ve güvene dayalı bir yaşama kültürü geliştirmektir. Bu yapılmadığında, etnik azınlıklar ve göçmen gruplar kendi kültürel çevrelerini, sosyal dışlanmaya maruz kaldıklarını hissettikleri ortamlarda daha sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Yabancı düşmanlığının nedensellik bağı oluşturularak rasyonelleştirilmesi, AB halklarının kendi kültürel değerlerini koruyarak neo-milliyetçilik yaratmasına ve AB içinde bir anlamda ekonomik temellerle de desteklenen bir “kültürel milliyetçilik” oluşumuna yol açmaktadır (Yılmaz 2008, 4).


SONUÇ ve ÖNERİLER

21 yy insanı “düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş; bilgiyi yaratıcı bir şekilde kullanabilen, bilgi çağı kimliğine uygun, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, kendini tanımaktan ve açıklamaktan korkmayan bireyler” (Erbil 2008) olarak tanımlanmaktadır. İnsanlar yanı başındaki olaylara uzak olmaları nedeniyle, gerçek insanlarla dünya seçkinler kulübünün maskeli cemaati arasındaki derin farklılıkları ayırt edememektedir. Bir dinin veya bir ulusun islamofobiya veya herhangi bir nedenle genel bir suç ve itham konusu yapılması, insanlığın barış dolu geleceği önündeki en büyük tehditlerden biridir. Dr. Martin Luther King, Amerikan şehirleri yanarken beyazlara şu uyarıda bulunmuştu (Acil Durum: URL):

“Bir toplumda nüfusun büyükçe bir kesimi kendini o toplumun bir parçası olarak görmüyorsa, katkısı olmadığı gibi bir beklentisi de yoksa umudu ve kaybedecek bir şeyi olmadığını hissediyorsa, ondan büyük tehlike yoktur. O toplumdan beklentisi olanlar, toplumu korurlar, ama olmayanlar bilinçaltı olarak onu yıkmak isterler.”

Yakın geçmişte Fransa’da görülen şiddet ve vandalizm eğilimlerini bu bağlamda değerlendirmek, yaşananlardan Almanya bağlamında ders çıkarmak gerekir. Milliyetçiliğin bir sonraki ayağını oluşturan ırkçılık dalgasının çokkültürlülüğün reddinden dolayı Avrupa için bir tehdit unsuru hâline dönüşmemesi için bilinç artırımına gidilmesi ve kışkırtıcı politik eylemlerin ortadan kaldırılması için öncelikli girişimlerde bulunulması gerektiği düşünülmektedir.

Almanlar ile tarihin derinliklerinden kaynaklanan çok yönlü, girişik ilişkiler Almanca öğretimi sürecinde değerlendirildiğinde, her bir sorun diğerlerinden ayrıştırılıp, ayrı ayrı ele alınmalı; öğrencilerin zihnindeki belirsizlikler bu süreç içinde ortadan kaldırılmalıdır. Almanca öğretmeni, öğrencilerinin belleklerindeki tarihi dost ve müttefik Almanya söyleminin ürünü olan kalaydeskopik bir hayal ülkesi Almanya imajının oluşmasının önüne geçmelidir. Aksi hâlde, Almanca öğrendikten sonra ruhlarında kin, nefret ve ten kibrinden başka insanlık adına başkaca değer kalmamış dazlakları, faşistleri, ırkçıları konuk olarak gittikleri bu ülkede kendilerini aşağılarken gören pek çok genç insanın yaşayacağı duygusal sarsıntının bırakacağı izler daha tehlikeli olabilir. Yaşanacak olumsuzluklardan dolayı, Almanya ve Almanlara karşı beslenen sevgi ve sempatinin yerini kin ve nefret duygularının alabileceği unutulmamalıdır. Bu duruma dikkat edilmediğinde, gençlerin taze dimağlarında Almanya’nın hak etmediği olumsuz algıların oluşması, yaşananların genelleştirilmesi mümkün olabilir. Yaşanan anlık ve çok yoğun olumsuz duygular insan davranışını yönlendirdiği zaman, olumsuz duygunun belleklerde daha uzun sürelerde kalacağı ve duygunun yaratacağı tahribat unutulmamalıdır. Bu süreçte, Almancayı öğretenler kadar, Almancanın öğretilmesini isteyen dostlarımızın da karşılıklı ilişkilerde üstlendikleri sorumlulukların gereğini göz ardı etmemeleri gerektiği önerilebilir.

Barutçugil (2007) tarafından bireyler arasında etkili iletişim kurabilmek için geliştirilen önerilerin,  uyum konusuna uyarlanabileceği ve alanda çalışanlara aşağıdaki ipuçlarını verebileceği düşünülmektedir:

·        Destekleyici sosyal politikalar geliştirin, empatik davranmayı, gördüklerinizi hoşgörü ile karşıladığınızı belli eden geri bildirim alıp vermeyi deneyin. Samimi, açık, dürüst ve karşı tarafı cesaretlendirici politikalar geliştirin (Uyum politikasındaki iyi örnekler çalışmasını teşvik edin).

·        Bütün ayrıntıları ile planladığınız hâlde yolunda gitmeyen sosyal politikalar konusunda süreçleri ve kendinizi değerlendirin; zayıf yönlerinizi, önyargılarınızı ve iletişim tarzınızı, doğrularınızı gözden geçirin.

·        Genelleştirme ve stereotipleme bireyler arası ve kültürler arası iletişimde kolaycılığa kaçmaktır. Bu tuzaklardan kurtulup ötekilerin kültürel ve bireysel özelliklerini öğrenmeye çalışın.

·        Farklılığa duyarlılığınızı artırın, farklı olana değer verin, saygı duyun. Farklılıkları eleştirmeyin, yargılamayın, alaya almayın; değiştirmeye çalışmadan olduğu gibi kabul edin.

·        İletişim kurduğunuz farklı kültürün insanlarıyla sözlü ya da sözlü olmayan ortak kodları paylaşın, yeni ortak dil ve davranış geliştirin. Mevlana’nın deyişiyle, “aynı dili konuşanların değil, aynı duyguları paylaşanların anlaşabildiğini” unutmayın.

·        Başlardaki zayıf iletişime ve belirsizliğe hoşgörüyle yaklaşın. Dikkatli geri bildirim alıp vermeler sırasında düzeltme, uyumlaştırma ve geliştirmeler yapın. Saygı görmek istiyorsanız, saygı gösterin.

·        Siz de dilinizi öğrenmesini istediğiniz ötekilerin dilini öğrenin; farklı kültürlerin insanlarıyla olabildiğince bir araya gelme fırsatları yaratıp, öteki grubun bireylerini tanımaya çalışın. Siz onlara yaklaştıkça, onların da size geleceklerini bilin.

Özdemir Erdoğan, yıllar önce kültürümüze kazandırdığı ‘Sevdim seni bir kere” adlı şarkı ile âdeta Türklerin Almanlara duyduğu bugünkü –karşılıksız?- sevgiyi anlatıyor gibi. Şarkının devamında “sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, bazen küçük bir an için ömür bile verilir” ifadesindeki anlam derinliği giderek kayboluyor. Türk Alman ilişkileri ekonomik ilişki boyutuna geriledikçe de güdükleşiyor, yavanlaşıyor. El birliği ile çözüm üretmeliyiz…



DİPNOTLAR
[1]. Alman Parlamentosu'nda temsil edilmeyen iki aşırı sağcı partiden NPD (Nationaldemokratische Partei Deutschlands) ve REP (Cumhuriyetçiler) dışında hiçbir demokrat parti 27 Eylül 2009 seçimlerinde Türkiye'nin AB üyeliği konusunu seçim malzemesi yapmadı. Berlin Savcılığı Sözcüsü Martin Steltner NDP’nin kışkırtıcılık yaptığı şüphesiyle ilgili soruşturma başlattı. Bkz. Türklere ülkeyi terk edin tehdidi. Milliyet Gazetesi 23.09.2009. URL: http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1142282&Date=23.09.2009&Kategori=dunya&b=Turklere%20"ulkeyi%20terk%20edin"%20tehdidi (son erişim: 25.09.2009) ayrıca bkz. Almanya, Türkleriyle Sandık Başına Gidiyor (2). URL: http://www.sondakika.com/haber-almanya-turkleriyle-sandik-basina-gidiyor-2-1766088/ (son erişim: 25.09.2009).
[2].  Bu çalışmanın son okuma sürecine sağladığı katkı için Yrd.Doç.Dr. Hülya PİLANCI ile Araş. Gör. Hakan YILMAZ’a teşekkür ederim.



KAYNAKÇA

ABADAN-UNAT, Nermin (2002). Bitmeyen Göç. İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

Acil Durum (2009). http://www.ozetkitap.com/acil_durum.pdf (son erişim tarihi: 26.08.2009).

ALTMAYER, Claus. (1997). “Zum Kulturbegriff des Faches Deutsch als Fremdsprache” Zeitschrift für Interkulturellen Fremdsprachenunterricht [Online], 2(2), 25 pp. Available: http://www.spz.tu-darmstadt.de/projekt_ejournal/jg_02_2/beitrag/almayer3.htm (son erişim tarihi: 14.09.2009).

ARSLAN, Ömer (2009). “Hoşgörü ve Tolerans Kavramlarına Etimolojik Açıdan Analitik Bir Yaklaşım”. Cumhuriyet Üniversitesi Bilimsel Yayınları: e-Dergi. http://www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/ makale/325.pdf (son erişim 31.08.2009).

ASLAN, Erdal (2006). “Neden Tarih Öğretiyoruz?” Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Dergisi. Sayı: 20 (2006). ss. 162-174.

BAMF (2009). “Erwerb der deutschen Staatsbürgerschaft”. Bundesamt für Migration und Flüchtlinge. URL: http://www.bamf.de/cln_092/nn_442428/DE/Migration/Informationen/ informationen-04-inhalt.html (son erişim 01.09.2009).

BARUTÇUGİL, İsmet (2007). “Kültürler Arası İletişim Becerileri”. URL: http://rcbadoor.com/makalevekitaplar/makaleler/kisisel_gelisim/2004_2005/Kulturlerarasiiletisim.htm (son erişim: 28.08.2009)

BİLİCİ, Abdülhamit (1997). “Medeniyet Yanıyor”. Aksiyon: Haftalık Haber Dergisi. Sayı: 122/ Tarih: 05-04-1997. URL: http://www.aksiyon.com.tr/detaylar.do?load=detay&link=2439 (son erişim: 28.08.2009).

BVerfG (Bundesverfassungsgericht): BVerfG, 2 BvB 1/01 vom 18. März 2003: Entscheidung des Bundesverfassungsgerichts zum NPD-Verbotsantrag 2003. URL: http://www.bverfg.de/entscheidungen/bs20030318_2bvb000101.html (son erişim: 25.09.2009).

ÇAKIR, Mustafa (2001). Göçün Kırkıncı Yılında Almancanın İkinci Dil Olarak Edinimini Etkileyen Kültürlerarası Olgular. Köln: Kleikamp Druk GmbH. - Ultima Ratio Dizisi, 01 (ISBN 975-93537-0-9).

DOĞAN, Kemal (2009). “Dil Sınavı Kalkmalı”. Hürriyet Gazetesi Almanya. 26 Şubat 2009. URL: http://www.hurriyet.de/haberler/dunya/277584/dil-sinavi-kalkmali  (son erişim: 28.08.2009).

DOMIT (Dokumentationszentrum und Museum über die Migration in Deutschland). (1998). Eine Geschichte der Einwanderung. Essen: Klarteit-Verlag.

DOYTCHEVA, Milena (2009). Çokkültürlülük (Le multiculturalisme. Çev. Tuba Akıncılar Onmuş). İstanbul: İletişim.

DPT (2003). Devlet Planlama Teşkilatı VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005. Sosyal Refahın Artırılması: 7. Yurtdışında Yaşayan Türk Vatandaşları. URL: http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/viii/ yurtdisi/yurtdisi.htm (son erişim: 28.08.2009).

EKŞİ, Oktay (2009). “Günün Yazısı: Sahipsiz Türkler”. Hürriyet Gazetesi. 6 Eylül 2009. URL: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12420695&yazarid=1&tarih=2009-09-06 (son erişim: 30.08.2009).

ERBİL, Oğuz (2008). “Öğrenci Merkezli Eğitim I”. MEB Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü. URL: http://uretim.meb.gov.tr/egitekhaber/s83/ yazarlar/%C3%96%C4%9Erenc%C4%B0%20merkezl%C4%B0%20e%C4%9E%C4%B0t%C4%B0m.htm (son erişim: 11.06.2008).

ERGÜN, Mustafa (1992). “Die deutsch-türkischen Erziehungsbeziehungen während des ersten Weltkrieges”.  OTAM: Ankara Üniversitesi  Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi. Sayı: 3 - Ocak 1992. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. ss. 193-210. (URL: www.egitim.aku.edu.tr /alman.htm. (son erişim: 30.08.2009).

ERTÜRK, Selahattin (1981). Diktacı Tutum ve Demokrasi. 3. Baskı. Ankara: Yelkentepe Yayınları 8.

FINDIKÇI, Aydın (2001). “Federal Almanya Örneğinde "İşçi Göçü"nün 40. Yılında Türk Dernekleri Nerede?” Mülkiye Dergisi, Cilt: XXV,  Sayı: 231, ss. 2009-266.

FR (1982). “Heidelberger Manifest” [“Heidelberg Manifesto”], Frankfurter Rundschau, March 4, 1982. URL: http://germanhistorydocs.ghi-dc.org/pdf/eng/Chapter4Doc12Intro.pdf (son erişim: 29.08.2009).

GROENENDİJK, Kees (2009). “19 Şubat 2009 tarihli ve C-228/06 (Soysal) numaralı Avrupa Topluluğu Adalet Divanı Kararı ile ilgili JV 2009/144 yorumu” (Çev.: Ali Durmuş). Yabancılar Hukuku İçtihatı Dergisi. Rotterdam: Radboud University Nijmegen. URL: http://proje.akdeniz.edu.tr/iibf/euromaster/folder-gk/Prof.%20Kees%20Groenendijk_Soysal_tr.pdf (son erişim: 29.08.2009).

GÜMRÜKÇÜ, Harun (2006). “Uluslararası İşbirliği Kurumu Olarak A(E)T/AB Türkiye Ortaklık İlişkisi ve Hukuki Güvence(Siz)lik mi?”  SBArD. Eylül 2006, Sayı 8, ss. 159 – 170. URL: http://www.akader.info/sbard/sayilar/2006Eylul/159-170.pdf (son erişim: 29.08.2009).

HABERFX net (2009). Almanya’daki Türk Adaylara Tehdit Mektubu. URL: http://www.haberfx.net/almanyadaki-turk-adaylara-tehdit-mektubu-haberi-86864/ (son erişim: 29.08.2009).

HİTLER, Adolf (2005). Kavgam (Çev. Ö. Kenan Yalıntaş). İstanbul: Emre Yayınları.

HUDSON, Nicholas (2004). ‘”Hottentots’ and the Evolution of European Racism”. Journal of European Studies. Vol 34 (4). ss. 308-332.

HUNTINGTON, Samuel P. (1993). “The Clash of Civilizations?”, Foreing Affairs, 72, No: 3 (italikler ilave edilmiştir). Huntington’ın makalesi daha sonra kitap haline getirilmiştir, The Clash of Civiliaztions and The Remaking of World Order (New York: Simon and Schuster, 1996). Aktaran: Richard L. Rubenstein. “Yirmibirinci Yüzyılda Din” (Çev. Bekir Zakir Çoban). Dialogue & Alliance, vol. 13, no. 2 • Fall/Winter 1999. URL: http://www.darulkitap.com/oku/tarih/dinlertarihi/dinler%20tarihi/dinler2/ Yirmibirinci%20Yuzyilda%20Din/1.htm#_ednref1 (son erişim: 18.09.2009).

HURRİYET (2008). “Adem, nasıl komaya girdi” Hürriyet Gazetesi, 21.02.2008. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8276306.asp?gid=48&sz=55641 (son erişim tarihi: 30.08.2009).

IHB (2009). “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi” Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı. http://www.ihb.gov.tr/mevzuat/ um_bm_sozlesmeleri/kisisel_ve%20_siyasal_haklar.pdf (son erişim tarihi: 30.08.2009).

İNAM, Ahmet (2009). Anadolu İnsanının Dirliği Sorunu. Akşam Gazetesi. 27.08.2009. URL: http://www.aksam.com.tr/2009/09/10/yazar/14106/ahmet_inam/anadolu_insaninin_dirligi_sorunu.html  (son erişim tarihi: 11.09.2009).

KARAMAN, Mustafa (19.12.2006). “Bu tren bu hattan geçer mi?” Ekometre Online: Ekonominin seyri, politikanın nabzı. http://www.ekometre.com/get_article.asp?article_id=1556 (son erişim tarihi: 11.09.2009).

KESKİN, Hakkı (2009). Deutsch-türkische Perspektiven. Schwalbach/Ts: Wochenschau Verlag.

KESKİN, Hakkı (2005). Deutschland als neue Heimat: Eine Bilanz der Integrationspolitik. Wiesbaden: Vs Verlag für Sozialwissenschaften.

KOCADORU, Yüksel (1990). Die Türken: Studien zu ihrem Bild und seiner Geschichte in Österreich. Avusturya Klagenfurt Eğitim Bilimleri Üniversitesi Doktora Tezi. 1990

KULA, Onur Bilge (1993). Alman Kültüründe Türk İmgesi 2. Ankara: Gündoğan Yayınları. (ISBN: 975-520-060-6)

Milliyet Gazetesi (23.09.2009) “Türklere Almanya’yı Terkedin Tehdidi”  URL: http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1142282&Date=23.09.2009&Kategori=dunya&b=Turklere%20"ulkeyi%20terk%20edin"%20tehdidi (son erişim: 25.09.2009).

NARLI, Nilüfer (2009). “Demokrasi Ve Medya İlişkisinde Birlikte Yaşayabilme İçin Yeni Bir Paradigma Arayışında Kosmopolitanism”. URL: http://www.konrad.org.tr/Medya%20Mercek/Narli%20tr.pdf (son erişim tarihi: 26.08.2009).

NARLI, Nilüfer (2009, 2’den: Lord Tebbit (2005) “Integration not Multiculturalism” (“Çok-kültürlülük Değil, Entegrasyon“), http://theconservativevictory.blogspot.com/ 2005_08_01_ theconser-vativevictory_archive.html.)

NTVMSNBC (2008). Merkel: “Tartışmayı Erdoğan başlattı”. (Bülten: 19 Şubat 2008 Salı). URL: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/436147.asp (son erişim tarihi: 26.08.2009).

MOTTE, Jan ve Bernhard Santel (2001), "Die Einwanderung aus der Türkei in die Bundesrepublik von 1961 bis heute. Vom kulturalisierenden Blick auf die "Allzufremden", Sozialwissenschaftliche Informationen 30 (2001), Heft 1, S. 22-32.

ÖZCAN, Celal (2009). “Sınırdışı Kabusu”. Hürriyet Gazetesi Avrupa. URL: http://www.hurriyet.de/haberler/yazarlar/400334/sinirdisi-kabusu (son erişim tarihi: 07.09.2009).

ÖZSOY, Ali (2005). “Yön: “Yeryüzünün Lanetlileri”nin metropolü kuşatan ateşi”. Türk Solu. 21.11.2005/Sayı:95. http://www.turksolu.org/95/ozsoy95.htm (son erişim tarihi: 26.08.2009).

ROCHE, Jörg (2001). Interkulturelle Sprachdidaktik: Eine Einführung. Tübingen: Narr Studienbücher.

TODOROV, Tzveton (2000). “Race and Racism”. Les Back and John Solomos (Yay.). Theories of Race and Racism: A Reader. London and New York: Routledge. ss. 213-215.

TDK-SBS (2009). Türk Dil Kurumu Sanal Büyük Sözlüğü: www.tdk.gov.tr.

VOGEL, Sandra (2009) Occupational Promotion of Migrant Workers The case of Germany. EIRO-Comparative Studies.  Beitrag aus dem Institut der deutschen Wirtschaft Köln zum European Working Conditions Observatory (EWCO). URL: http://www.iwkoeln.de (son erişim tarihi: 07.09.2009)

YILMAZ, Fatma (2008). Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı: AB Politikalarının Etkin(siz)liği. Ankara: Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Yayınları 20, AB Serisi 6.


INTERNET KAYNAKLARI

Almanya İçişleri Bakanlığı: www.bmi.bund.de (son erişim tarihi: 07.09.2009
Almanya İslam Konferansı: www.deutsche-islam-konferenz.de (son erişim tarihi: 07.09.2009)

1 Aralık 2011 Perşembe

Kurnaz insanlar okumayı küçümser...

Bundan yaklaşık bir yıl önce değişik kaynaklardan çıkardığım notlarımı "Okuma Notları" başlığı altında yayımlamıştım. Okuyucu istatistiklerine bakınca, yazımın pek ilgi görmediğini fark ettim. Oysa, okuduklarımı paylaşmak ve böylece çoğaltmak istemiştim.

Bugün o notları yeniden düzenleyip başlığını daha ilginç hale getirdikten sonra yeniden yayımlamaya karar verdim. Amacım, benim de gerçekten inanarak uyguladığım kimi noktarı paylaşmak...

Dr. David J. Schwartz “Bir şeyin imkansız olduğuna inanırsanız aklınız bunun neden imkansız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyin yapılabileceğine inandığınızda gerçekten inandığınızda aklınız onu yapmak üzere çözüm bulmanıza yardım etmek için çalışmaya başlar” demektedir.

Zeka ve yetenek üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan bilim adamı Robert Sternberg bir araştırmasında “Akademik zekalar kolay bulunur, ancak yaratıcılık çok nadir ve eşsizdir.” diyor. "Yaratıcılık, yetenekle doğru orantılıdır. Gerçekten de insan, yeteneği olduğu konuda muhteşem eserler yaratır, muhteşem sonuçlara ulaşır.” diye de ilave ediyor.

Stenberg’in başarı, başarısızlık ve başarılı gençlerle başarısız gençler arasındaki farka ilişkin gözlemlerini özet olarak veriyorum:

Çağdaş anlamda başarı akademik başarı ile sınırlandırılmamalıdır. Zira, bilgi ve beceri gibi bilişsel davranışlar kadar ilgiler, kişilik özellikleri ve tutumlar gibi bilişsel olmayan davranışlar da başarı ile ilişkilidir.

Başarısızlık ise daha çok çocuğun ya da gencin uzun süreli, (bir eğitim öğretim döneminden daha uzun süre) hemen her dersten, gelişim düzeyinin ve yeteneklerinin altında başarı göstermesi ve bu başarısızlığı bir türlü telafi edememesi durumu olarak kabul edilmektedir.

Araştırma sonuçlarına göre, başarılı öğrencilerin başarılarını daha çok kişisel etkenlere, başarısız öğrencilerinde başarısızlıklarını daha çok çevresel etkenlere bağladıkları görülmektedir. Aynı şekilde, başarılı öğrencilerin başarısız olanlara göre, kendilerini daha iyi kontrol edebilen, kısa süreli başarılara karşı ilgi göstermeyen, daha çok gelecekle ilgili planlar yapan gençler oldukları tespit edilmiştir.

Bacon, “Kurnaz insanlar okumayı küçümser. Basit insanlar ona hayran olur. Akıllı insanlar ise ondan faydalanırlar" der. İyi bir okur olmak için şunu önerir: "Yalanlamak ve reddetmek için okuma. İnanmak ve her şeyi kabul etmek için de okuma. Tartmak, karşılaştırma yapmak ve düşünmek için oku.”

M.Ö. 4.yüzyılda yaşayan Eflatun ise, “Devletin temeli üretimdir. Bir toplumun olması mesleklerin farklı olmasını gerekli kılar. Herkes kendine uygun gelen bir işle uğraşır ve diğer alanlara karışmazsa, üretim daha kolay ve daha kaliteli sağlanır” demiştir.

Bu nedenle, her daim okumaya ve kendiniz, çevreniz ve ülkemiz için üretmeye çalışın...

24 Kasım 2011 Perşembe

Yükseköğretime Geçiş Sistemi

Gerek dostlarımız, gerekse öğrencilerimiz Türk Yükseköğretimine geçişte uygulanan sınavlarla ilgili sorular yöneltiyor. Aşağıda bu konuda bilgi edinmek isteyenlere yönelik olarak kısa bir özet bilgi verilmiştir.

Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) İle İlgili Bilgiler
Üniversite girişte uygulanan YGS ve LGS puanları YGS’de 6, LGS’de ise 12 alt puandan oluşur. Buna göre birinci ve ikinci aşama sınavlarında toplam 18 ayrı puan türü bulunur.
YGS’de, Türkçe, Sosyal Bilimler, Temel Matematik ve Fen Bilimleri testleri bulunur ve (her bir testten 40’ar soru olmak üzere) toplam 160 sorudan oluşur. YGS puanları, sınavda yer alan dört ayrı testin ağırlıklarının farklı hesaplandığı YGS-1, YGS-2, YGS-3, YGS-4, YGS-5 ve YGS-6 puan türleri şeklinde hesaplanır. YGS puan türü ile bazı lisans programları ile önlisans programlarına kayıt yaptırılabilir.
Puan Türleri ve Kapsadığı Testler
YGS’nin alt puan türleri eski sistemle karşılaştırıldığında, YGS-1 ve YGS-2 “Sayısal”, YGS-3 ve YGS-4 “Sözel”, YGS-5 ve YGS-6 da “Eşit Ağırlıklı” puan türlerine karşılık gelir.
YGS’deki puan türleri, kapsadığı testler ve puan türünün hesaplanmasında esas alınacak test yüzdeleri şu şekildedir.
YGS-1 puanı: Temel Matematik (Yüzde 40), Fen Bilimleri (Yüzde 30), Türkçe (Yüzde 20), Sosyal Bilimler (Yüzde 10)

YGS-2 puanı: Fen Bilimleri (Yüzde 40) ve Temel Matematik (Yüzde 30), Türkçe (Yüzde 20), Sosyal Bilimler (Yüzde 10)

YGS-3 puanı: Türkçe (Yüzde 40), Sosyal Bilimler (Yüzde 30), Temel Matematik (Yüzde 20), Fen Bilimleri (Yüzde 10)

YGS-4 puanı: Sosyal Bilimler (Yüzde 40), Türkçe (Yüzde 30), Temel Matematik (Yüzde 20), Fen Bilimleri (Yüzde 10)

YGS-5 puanı: Türkçe (Yüzde 37), Temel Matematik (Yüzde 33), Sosyal Bilimler (Yüzde 20), Fen Bilimleri (Yüzde 10)

YGS-6 puanı: Temel Matematik (Yüzde 37), Türkçe (Yüzde 33), Fen Bilimleri (Yüzde 20), Sosyal Bilimler (Yüzde 10).

YGS Puan Türleriyle Girilebilecek Önlisans Programları

YGS için belirlenen puan türlerinin her biriyle girilebilecek yükseköğretim programları farklıdır. Aşağıda, YGS sonuçları ile girilebilecek önlisans programları verilmiştir:

YGS-1 puan türü ile ön lisans programları olan Bilgisayar Programcılığı, Bilgisayar Teknolojisi, Elektronik Teknolojisi, Harita ve Kadastro, İnşaat Teknolojisi, Makina, Mekatronik, Otomotiv Teknolojisi;

YGS-2 puan türü ile Ağız ve Diş Sağlığı, Anestezi, Boya Teknolojisi, Çevre Sağlığı, Kâğıt Teknolojisi, Kimya Teknolojisi, Maden Teknolojisi;

YGS-3 puan türü ile Basın ve Yayıncılık, Adalet, Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik;

YGS-4 puan türü ile Aşçılık, Büro Hizmetleri ve Yönetici Asistanlığı, Çocuk Gelişimi, Geleneksel El Sanatları, Görsel İletişim, Halkla İlişkiler ve Tanıtım, Turizm Animasyonu, Marka İletişimi;

YGS-5 puan türüyle Basım ve Yayın Teknolojileri, Emlak ve Emlak Yönetimi, İkram Hizmetleri, Kooperatifçilik, Kuyumculuk ve Takı Tasarımı, Mimari Restorasyon, Otobüs Kaptanlığı, Posta Hizmetleri, Turizm ve Seyahat Hizmetleri;

YGS-6 puan türüyle Bankacılık ve Sigortacılık, Bilgi Yönetimi, Çay Eksperliği, Deniz ve Liman İşletmeciliği, İnsan Kaynakları Yönetimi, Tapu ve Kadastro, Ormancılık ve Orman Ürünleri, Pazarlama gibi bölümlere girilebilecek.

YGS İle Girilebilecek Lisans Programları

Bazı lisans programları, YGS puan türleri ile öğrenci almaktadır. Bunlar;

YGS-4 puan türüyle Özel Eğitim Öğretmenliği, Zihin Engelliler Öğretmenliği, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği, Görme Engelliler Öğretmenliği, İşitme Engelliler Öğretmenliği, İlahiyat gibi programlara YGS-4;

YGS-5 puanı ile Kimya Öğretmenliği YGS-2, Okul Öncesi Öğretmenliği programına;

YGS-6 puan türüyle Üstün Zekâlılar Öğretmenliği, İşletme Bilgi Yönetimi (Yüksekokul), İnsan Kaynakları Yönetimi (Yüksekokul), Turizm ve Otel İşletmeciliği (Yüksekokul) programları.

LYS Puan Türleri

LYS’de uygulanan puan türleri
MF (MF-1, MF-2, MF-3, MF-4),
TM (TM-1, TM-2, TM-3),
TS (TS-1, TS-2) ve
DİL (DİL-1, DİL-2, DİL-3)

olmak üzere dört gruptan oluşmaktadır. MF grubu eski sistemde “Sayısal”, TM grubu “Eşit Ağırlıklı”, TS grubu da “Sözel” puan türlerine karşılık gelmektedir.

MF ile ilgili puan türlerinde, Matematik, Geometri, Fizik, Kimya ve Biyoloji sorularının ağırlığı çeşitli oranlarda değişir.

TM ile ilgili puan türlerinde Matematik, Geometri, Türk Dili ve Edebiyat ile Coğrafya-1 testleri, TS ile ilgili puan türlerinde Türk Dili ve Edebiyatı, Coğrafya-1, Tarih, Coğrafya-2 ve Felsefe grubu testleri yer alır.

DİL puan türünde ise LYS’de dil sorularının ağırlığı alt puan türlerine göre değişir.
DİL-1’de ikinci aşama sınavındaki dil sorularının ağırlığı yüzde 65,
DİL-2’de yüzde 50,
DİL-3’de yüzde 20 şeklinde hesaplanır.

Sınavın birinci aşaması olan YGS, DİL puanlarını, DİL-1 alt puanında yüzde 35, DİL-2 alt puanında yüzde 50, DİL-3 alt puanında ise yüzde 80 oranında etkiler.

LYS Puanlarına Göre Girilebilecek Lisans Programları

MF-1 puanı ile İlköğretim Matematik Öğretmenliği, Matematik Öğretmenliği, Matematik, Bilgisayar Bilimleri, Astronomi ve Uzay Bilimleri programlarına,

MF-2 puanı ile Fen Programları, Biyoloji, Biyoloji Öğretmenliği, Fizik, Fen Bilgisi Öğretmenliği, Kimya programlarına,

MF-3 puanı ile Tıp, Eczacılık, Veteriner, Ebelik (Fakülte), Hemşirelik (Fakülte), Beslenme ve Diyetetik (Fakülte), Biyokimya, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon (Fakülte), Genetik ve Biyomühendislik, Moleküler Biyoloji ve Genetik programlarına,

MF-4 puanı ile Bilgisayar Mühendisliği, Bilişim Sistemleri Mühendisliği, Elektrik Mühendisliği, Elektronik Mühendisliği, Endüstri Mühendisliği, Balıkçılık Teknolojisi Mühendisliği, Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı, Biyomedikal Mühendisliği, Çevre Mühendisliği, Uçak Mühendisliği, Deri Mühendisliği, Peyzaj Mimarlığı, Orman Mühendisliği, Otomotiv Mühendisliği, Nükleer Enerji Mühendisliği, Kimya Mühendisliği, Tekstil Mühendisliği, Yazılım Mühendisliği, Uzay Mühendisliği programlarına puan türü ile öğrenci yerleştirilmektedir.

TM-1 puanı ile Ekonomi, İktisat, Maliye, Muhasebe ve Finans Yönetimi, Bankacılık ve Finansman (Fakülte), Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri, İnsan Kaynakları Yönetimi (Fakülte) programlarına;

TM-2 puanı ile Hukuk, Sınıf Öğretmenliği, Kamu Yönetimi, Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, Avrupa Birliği İlişkileri;

TM-3 puanı ile Arkeoloji, Antropoloji, Çocuk Gelişimi (Fakülte), Felsefe Grubu Öğretmenliği, Psikoloji, Sosyoloji programlarına girilebilmektedir.

TS-1 puanı ile türüyle Coğrafya Öğretmenliği, Sosyal Bilgiler Öğretmenliği, Halkla İlişkiler ve Tanıtım, Medya ve İletişim; Radyo, Sinema ve Televizyon;

TS-2 puan türüyle Tarih, Tarih Öğretmenliği, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği, Sanat Yönetimi gibi programlara girilebilecek.

Dil puan türlerinde ise genellikle İngilizce, Almanca ve Fransızca ile ilgili bölümler DİL-1, Batı dilleri ile ilgili bölümler DİL-2, Doğu dilleri ile ilgili bölümler de DİL-3 puan türüyle öğrenci alıyor.

Burada yer verilen açıklama genel mahiyette olup, ayrıntılı ve esas alınacak bilgi her zaman olduğu gibi ÖSYM (Ölçme Seçme ve Yerleştirme Merkezi) tarafından hazırlanan kılavuzlarda yer almaktadır.

9 Haziran 2011 Perşembe

Değer Yargıları Değişiyor/Çatışıyor

Bir sosyoloji hocamız vardı, Allah gani gani rahmet eylesin. Bize derdi ki… “Çocuklar, Türkiye ciddi bir süreçten geçiyor. Bu süreçte bütün değerlerin çatışması yaşanır. Sonuçta üstün gelen kabul görür” Bugünkü yazımda, değerli hocamı, Prof. Dr. Yahya Kemal Kaya’yı rahmetle anarak, medyada yaşadığımız kirliliğin bir yönünü anlatmaya çalışacağım.

Postmodern çağlarda tahrik/manipüle edilen lüks hayatların, meşrulaştırılmaya çalışılan şehvet gücünün ülkemizde çıkardığı cinsel anarşiyi toplumca ağzımız açık izliyoruz. Dizilerde sanal; haberlerde gerçek olayları; bıçaklanan, kaçırılan, namusuna el sürülen, satılan, öldürülen gençleri yüreğimiz yana yana seyrediyoruz. Ne yazık ki toplumun bütün kesimlerini bayağı tutkularına meze yapan küresel bir ahlâksızlık dalgası, bütün toplumu kuşatmış durumda. Ahlaki değerlere yapılan saldırılar TV ve medya kanallarını da kullanarak bütün değerlerimizi ahtapot gibi sarmış; damarlarından tüm ahlâkî faziletleri çekip alırken, insanlık namusu adeta çatırdıyor.

Bir duyarsızlık, bir adamsendecilik almış başını gidiyor. Bütün değerler karışmış. Dünün kutsalı, ayıbı; bugünün sıradanı, alışılageleni olmuş adeta… Sorun A ya da B gazetesi dergisi, TV’si değil. Sorun toplum olarak hepimizin sorunu…

Televizyonlarda yaşanan yoğun izlenebilirlik yarışı, basılı medyada hissedilen satış kaygısı, sınır tanımaz rekabet ve kazanma hırsı almış başını gidiyor. TV’ler daha fazla izlenebilmek, gazete ve dergiler daha fazla satış yapabilmek için her yolu adeta meşru görüyor. En güzel kızlar, en yakışıklı delikanlılar… En çarpık ilişkiler, en anlamsız hayat tarzları… Her biri evimizin davetsiz misafiri; kovsan gitmiyor; evine sokmasan olmuyor. Makul ve mazbut bir dizinin izlenebilirliğini, heyecanını artırmak için araya –adeta- çeşni gibi tecavüz sahneleri ilave ediliyor; ya da aile içi ilişkileri temelden sarsan, yeni bakış açıları getiren davranışlara yer veriliyor. Sosyal paylaşım ağlarında da “… yapmam diyenlere ‘kapak’ olsun” diye marifetler anlatılıyor. Böylece bilinçaltına yeni algılar, değer yargıları yerleştirilmeye çalışılıyor. Bir dizi sapkın ilişki ağı çok matahmış gibi süslenerek, lastik gibi sündürülerek haftalarca ekranlara getiriliyor. Bir süre sonra, gazetelerin üçüncü sayfalarına yansıyan haberler de “makulmüş de…, şuymuş da, buymuş da…” diye anlatılıyor. Yapılan iş meşru bir yayıncılık gibi gösteriliyor. Karşı çıkanlara da “istemiyorsan başka kanala geçersin, kardeşim…” gibi cevaplar verilerek, bunlar susturulmaya –hatta bir nevi ‘ötekileştirilmeye’ çalışılıyor… İstemiyorsan başka kanala geçersin, sıkıysa geçersin… Geçemezsen, mutfaktaki, arka odadaki TV’ye talim edersin…

Bu uygulamaya alternatif oluşturmaya çalışan bir grup TV ve medya kanalları da adeta "Sanal Kahraman" yaratmanın peşine takılmış gidiyorlar. İnsanların görmeyi arzu ettiği gücü uyarıyor, uyandırıyor, diriltiyor ve postmodern hayata birer "insan meleği modeli" sunmaya çalışıyorlar. Kendi ifadeleri ile “kalbi temiz, yüzü ak, alnı açık, boynu dik, gözleri pırıl pırıl, yanağında pembe hayâ gülleri, pırlanta gibi bir nesil ideali yaratmaya çalışıyorlar”. “Böyle de olabilirmiş!" dedirtiyor. Kendi değer yargıları ile “kalplerdeki imanı güçlendiriyor, hayâ duygusunu ayağa, iradî iffeti şaha kaldırıyor; tövbeye getirip günahlarına ağlatıyor, hakkına girdiklerinden helallik aldırıyor; bir dahi işlememeye azmettiriyorlar”. Adeta bir dünya cenneti vaat ediyor.

Değerlerin bu denli çatıştığı bir ortamda verilen mesajların hangisi doğru? Benimsediği dünya görüşüne uymadığını görünce etiketlenmeyi göze alarak ortaya çıkan, bin bir dereden su getirerek yanlış bir anlayışı alışılagelen kolaycılıkla savunma yoluna sapmayan bir avuç insana destek oluyor muyuz? Bu insanların aydın duruşuna yakışan serinkanlılıkla, akılcılıkla ortaya koymaya çalıştığı toplum sorunlarından dersler çıkarmaya çalışıyor muyuz? Sanırım, kocaman bir HAYIR…

Ortaoyunu gibi, hepimizin gözü önünde sergilenen rezalete dur demeye çalışan, yayanların orta yolunu bulmaya gayret gösteren iyi örneklere sahip çıkalım. Yozlaşmış, çürümekte olan bir anlayıştan, sağlıklı, geleceğe dönük bir anlayışa geçemeyen bizlere dayatılan parıltılı yaşamı gerçek sanarak kendimizi kaptırmayalım…

Moderniteyi yaşamadan postmodern olunmaz...

Geçenlerde okurken aldığım notlardan aklımda kalanları paylaşmak isterim. Okuduklarım bana son derece ilginç geldi.

Postmodern çağda henüz moderniteyi görememiş olmanın getirdiği sıkıntıları yaşayan bir toplumuz. Bugün geleceğin planlarını yapmak yerine, geçmişin telafisini, muhakemesini yapmakla meşgulüz. Bu durumda, insanlar aradığı ilgiyi bulamamak, sosyal ve ailevî sorunlar yaşamak, bir eş olarak eşinden kötü muamele görmek, kandırılmak, hakarete uğramak, aldatılmak, şiddete maruz kalmak, hak ettiğini alamamak gibi daha pek çok nedenle mazlum ve mağdur duruma düşebilmektedir. Bununla birlikte, aynı davranışlarla hak arama yetkisi, mazlum ve mağdurun durumunu değiştirip onu zalim yapar. Yalanı yalanla, aldatmayı aldatmayla, haksızlığı hırsızlıkla tedavi edemeyiz. Karşı karşıya kaldığımız olumsuz davranışlar bizleri de aynını yapmaya yöneltmemeli. Yoksa biz de kaybedenlerden olur, kendimizi haklı zanneder, haksızlığımızı göremeyecek kadar kötü bir duruma düşeriz de düştüğümüzü bile anlayamayız.

Bu davranışı sürdürmeye devam edenler, “Canım, ben kızınca aklıma geleni söylerim; sonra da unuturum” diye gülücükler dağıtarak hoyratlık yaptıkları insanlarla yeni ilişkiler kurmaya çalışamaz. Bu işin özeleştirisi olmalıdır. Yapılan hoyratlıklara maruz kalanlarla dostluğunuz bitmiştir. Bitmemesi kötüdür. Burada, bireyciler gibi, unutkanlığa sığınamazsınız. Her sözünün sorumluluğunu taşıyan insanlar arasındasınız. “Yanılmışım” diyeceksiniz. Güçtür, çok güçtür… Gerçekten aydın olmak, kendini aşabilmek, bireycilikten sıyrılmak, halk için yanmak güçtür… Moderniteyi yaşamadan postmodern yaşamın içinde boğulmak bu olsa gerek.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...