27 Ağustos 2014 Çarşamba

Fair play, spora anlam kazandıran erdemli duruştur

Ağustos ayının sıcak bir akşamında ekran başına geçtim. Amacım, Manisa’da oynanan ve Soma kurbanlarının yakınlarına yardım gibi “insani” bir amaç doğrultusunda organize edilen bir futbol maçını çocuklarımla birlikte izlerken keyifli anlar geçirip, günün yorgunluğunu atmaktı. Günün yorgunluğunu atmak bir yana, milli takımın kalesini defalarca korumuş ve güzide bir kulübün futbol takımında kaptanlık payesi almış bir şahsın hiçbir “sportif” değerle bağdaşmayan söylemlerini duymanın, yakışıksız eylemlerine tanıklık etmenin sıkıntısını yaşadım. Ertesi günü de -bir dil ve iletişim uzmanı olarak- bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Artık eğri oturup, doğru konuşmanın/yazmanın vakti geldi de geçiyor. Kimsenin “sporcu” kisvesi altında millete eziyet etmesine gerek yok. Türkiye'deki sportif anlayışın düzeyi ayan beyan ortada.

Adrenalin patlaması “alkışlayın ulan i......"
Maçı kazanan takımın sporcularının kupa töreninden önce seyircinin önünde toplanıp "En büyük Fener, şampiyon Fener! Alkışlayın ulan i......" demesi ile birlikte benim sigortalar attı.

İçimden aynı üslupla “Hadi ordan!" diye cevap verip, şu soruya cevap aradım: "Burada söz konusu olan i.ne kim?" Bence i.ne, ne benim gibi evinde ekran karşısında oturan veya stadyumda bu saygısızlığa maruz kalanlar ne de yediği ekmeğe, meslektaşlarına saygısızlık eden, sporcu ahlakından uzak şahıslar; bilakis sporcu geçinen bu arena kabadayılarının, ekmeğini yediği seyirciye bu şekilde hitap etmesine müsamaha gösteren; sporcu kisvesi altında bir türlü yerelden evrensel standartlara geçemeyen sınırlı kapasitedeki insanlara hak ettiklerinin kat be kat üzerinde ücretleri ödeyenler ve -işini layıkıyla yapanları tenzih ederek belirteyim ki- bunların yeteneklerini, özel hayatlarındaki şımarıklıklarını gazete köşelerinde ve tv programlarında öve öve bitiremeyen, yere göğe sığdıramayan medya maymunları ile nihayet gerçek anlamda sporcu olana değil, sporcu geçinen bir kısım şımarık züppeye hak etmediği ilgiyi göstererek onları adeta şempanzeye çeviren, kendine küfürler savurmasından mazoşist bir keyif alan fanatik seyirci bozmalarıdır.

Maçın ilginç pozisyonları ve hakem
Bu maçta ilginç hakem olayları yaşandı. Çizgi hakemi sakatlandı, yerine dördüncü hakem (E. Toroğlu'nun deyişiyle) çizgi hakemi olarak devşirildi. Maç uzatmalara taşındı, gol olmayınca da penaltı atışlarına geçildi. Penaltı atışlarında vuruşlar bazen gol olur, bazen olmaz. Bu son derece doğaldır. Bununla birlikte, penaltı atışlarında süreci yöneten hakemin hal ve hareketleri ile beden dili üzerinden verdiği mesajlar sporcuların şımarık davranışlarının veya diğer paydaşlar arasındaki istenmedik durumların önüne geçilebilmesi bakımından son derece önemlidir. Bu uygulamaya yaşanmış taze bir örnek olarak Dünya Kupası maçları sırasında penaltılara kalan Hollanda-Arjantin karşılaşması gösterilebilir. Uluslararası maçlarda ülkemizi başarı ile temsil eden Cüneyt Çakır bu maçta kaleci Jasper Cillessen’in rakip oyuncunun konsantrasyonunu bozmaya yönelik gayri sportif davranışına izin vermemişti[1]. Dün akşam ise hemen bütün atışlarda, galip takımın kalecisinin kalenin dışındaki oyalama ve konsantrasyon bozmaya yönelik davranışlarını ve rakip takımın tribünlerdeki seyircileri ile ekran başındaki izleyicilere karşı yaptığı “tombala çekme” hareketini herkes gibi hakem de seyretti. Ama sadece seyretti, o kadar...

Bu atmosferde penaltı atan rakip oyuncunun atışı gole çevirememesi üzerine duyduğu üzüntüyü hafifletmek üzere arkadaşıyla birdirbir oynamaya kalkan bir kaleci gördük. Arkadaşının üzerine zıplayan kaleciye kırmızı kart göstermek yerine, ilk önce mağlup takımın penaltı kaçıran ve duyduğu üzüntü nedeniyle milli kalecinin sevinç ve coşku ile yaptığı kısa mesafeli koşuda önüne çıkarak engellediği için (!) fiili müdahaleye maruz kalan oyuncusuna sonra da olayın failine sarı kart vermekle durumu idare ettiğini sandı. Bu uygulama maçın sonucuna doğrudan etki eden fahiş bir hakem hatasıydı. Hakem, önemli bir amaç uğruna yapılan maçta da didişmeyi sürdüren kart ergenlere kırmızı kart gösterme cesaretini gösterseydi, belki maçın sonucu değişecekti, ama daha da önemlisi Mustafa Kamil Abitoğlu adı Türk spor tarihine altın harflerle yazılacaktı. Olmadı, tren kaçtı...

Sporcu ahlakıyla bağdaşmayan işler
Hakemin gayet makul olduğunu gören, takım kaptanlığı bandını üzerinde taşıyan milli kalecimiz, maçı kazanmış olmanın verdiği moral ve yüksek adrenalin coşkusuyla hızını alamayıp, rakip takımın "Pitbull" lakaplı oyuncusu için "Belediye gereksiz sokak köpeklerini zehirlesin, ..." gibi gereksiz sözleri sarf etmek yerine, rakip takımın kalecisi gibi olumlu mesajlar verebilecekti. Bu arada rakip takımın kalecisi Fernando Muslera, gerek sportif başarısı ile gerekse centilmen tavırları ile maçın adamı olmayı sonuna kadar hak etti.

Galip takım, “karakter olarak, insan olarak iyi insanlardan oluşuyor” derken bir duruma işaret ediyordu, ama sergilediği olumsuz davranışları ile arkadaşlarının başarısını gölgelemekle kalmadı; benim gibi Türkiye’nin sempatisini de kaybetti.

Büyük kaptan, maçtan sonra sosyal medya üzerinden mesaj yayımlamış; ama bu mesajında özrü kabahatinden büyük. Kendini eleştirenlere aba altından sopa göstermiş. Milletin yemediğini görünce de “çevir kazı yanmasın” misali, söz ve davranışlarını tevil etmeye çalışmış. “Hiç kimse üstüne alınmasın” diyor. Sen takım kaptanı olarak arkadaşlarınla el ele verip, size tezahürat yapanları “i.neler!” diye nitelendiriyorsun. Sonra da “...bu tarz şeyler futbolda güzel değil ama her derbi maçından sonra bu tarz şeyler konuşuluyor, yaşanıyor. Bunlar oluyor futbolda. Fazla da abartmaya, büyütmeye gerek yok. Bunlar futbolun içinde olan şeyler” diye demeç veriyorsun. “Bu tarz şeyler” kabak tadı verdi ve artık tekrar etmesin. Saha içindeki gerilime atıfta bulunarak, sorumluluktan kaçamazsın; bu tip gerilimleri kaldıramıyorsan profesyonel destek almalısın. Aksi halde masum rollere bürünüp, işin içine üçüncü şahısları karıştırmayacaksın! Unutma, “En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun, Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”[2]

Benim sporcum senin sporcundan daha ...
Bazı Fenerbahçe sempatizanlarının konuya farklı yaklaştığını gördüm. Sosyal Medya’da bir arkadaş “hakem araya girmeyeydi de, Türkiye'nin en iyi kalecisi Volkan bu terbiyesize kendi takım arkadaşını soyunma odasında dövmek, rakip takımın futbolcusuna pabuç gibi dilini çıkarmak, çimlere yayılıp köpek gibi havlamak neymiş bir göstereydi” diye yazmış. Bunlar yandaşların hoşuna giden, egoları parlatan, lakin içi boş, topluma mesaj vermeyen, aksine geçmişi tekrar eden, gerilimi körükleyen laflar. Bu satırların yazarı, malum şahsın zafiyetlerinin ve geçmişteki fallerinin farkında ve "sütten çıkmış ak kaşık" olmadığını biliyor. Lakin, eskiyi kurcalamanın bir manasının olmadığının da farkında.

Vatandaşlar, taraftarlar vs neyse de gerek Galatasaray gerekse Fenerbahçe kulüp yetkililerinin yangına bir çap çıra ile gider gibi yaptığı açıklamalar da geleceğe yönelik umut vermekten uzak.[3] Fair play açısından ise tünelin ucu karanlık görünüyor.

Geçmişten ders çıkarmak
Bu yazıyı "büyük" kaptanın deyişiyle “laf olsun diye” değil, tarafları, paydaşları aydın olmanın sorumluluğu ile uyarmak, tarihe not düşmek için yazıyorum[4]. Yandaki gazete kupüründe Türk sporunda bugün hatırlamak istemediğimiz ve 1967 yılında yaşanan olumsuz bir haber yer alıyor. Bu haber, sorumsuzluğun sonunun nereye varacağının göstergesi olarak zihinlere nakşedilmeli. Onca uyarıya rağmen kendine çeki düzen vermeyen habercilerin, sporcuların, idarecilerin, seyircilerin, sair bütün paydaşların/aktörlerin aklını başına alması için önlerine konulmalı. Almayanlara da mevzuatın öngördüğü yaptırımları uygulamak ve sonuçlarını topluma göstermek gerekmez mi?

Sporsever bir yurttaşın beklentileri
Geçmişte spor yapmış, sporcularla pek çok müsabakaya çıkmış bir sporsever olarak, bırakın sporsever olmayı sıradan bir yurttaş olarak beklentim, sportif anlayışla bağdaşmayan, gençlere olumsuz örnek olan, toplumda infial uyandıran, vatandaşları kamplara ayıran etik dışı davranışları sergileyenler hakkındaki yasal kovuşturmanın taraf gözetilmeksizin yapılması.

Yöneticilerin söz ve davranışları ile genç kuşaklara örnek olmasını; sporcuların da futbol antrenman bilgisi ve teknik, taktik çalışmalarının yanı sıra profesyonel destek alıp stresle başa çıkma, kişisel imaj yönetimi, etkili iletişim kurma ve takımdaşlık gibi becerileri kazanmaları, toplumsal hayatın içinde genç kuşaklara sadece sözleri ile değil, davranışları ile de olumlu örnekler sunan birer centilmen olarak yer almasını diliyorum.

Hakemlere gelince; müsabakalar sırasında ölçüsüz sevincini/kinini ilkokul çocuğu gibi dışa vuran sözde sporcuların sorumsuz davranışlarını sarı kartla geçiştiren basiretsiz hakemlerden rahatsız oluyorum; sahada, kuralları adil bir şekilde uygulayan; eyyam yapmayan hakemler; gol sevincini beş vakit namaz gösterisine çevirmeyen; formasını çıkarıp, bedenini teşhir etmeyen kişiler görmek istiyorum.

Bir iki söz de seyircilere. Maçı centilmence seyreden; müsabaka sırasında oyunun akışına göre sporculara destek olan erdemli insanların spor ve sporcunun gelişimi üzerindeki olumlu etkileri herkes tarafından takdir edilmektedir. Müsabakaları izlemeye gidenlerin, "yakası açılmadık" küfürlerle rahatlamaya çalıştığı dönemler artık geride kaldı. Dürüst oyun, adil ve insanca yarış her yerde destek görür; ne pahasına olursa olsun kazanmaya çalışmak ve ben yapınca mübah, rakip yapınca değil anlayışın bırakılması gerekir. Futbol, sonuçta bir oyundur. Oyuncular da saygı görmek, takdir edilmek ister; tekdir değil [5]. Sonuçta fair play, spora anlam kazandıran erdemli bir duruştur ve yürekli insanların ürünüdür.

Bitirirken
Gazi Mustafa Kemal’in şu sözü ile bitirmek istiyorum: “Spor, yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlak da bu işe yardım eder. Zeka ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zeka ve kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben sporcunun zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklısını severim.”



[1] Tuncay Hoş. Cüneyt Çakır psikolojik baskıya izin vermedi. Milliyet –Skorer. 10 Temmuz 2014. http://www.milliyet.com.tr/dunya-kupasi/cuneyt-cakir-psikolojik-baskiya-hollanda-arjantin-detay-1909684/ (26.08.2014)
[2] Ziya Paşa’nın Terkîb-i bendinden.
[3] İlhan Ekşioğlu: İki ayaklı köpek kendini bilir. Milliyet Gazetesi. http://www.milliyet.com.tr/ilhan-eksioglu-iki-ayakli-kopek-fenerbahce-1931208-skorerhaber/ (26.08.2014). Galatasaray’dan Volkan açıklaması. Milliyet Gazetesi. http://www.milliyet.com.tr/galatasaray-dan-volkan-aciklamasi-galatasaray-1931335-skorerhaber/ (26.08.2014) ve Fenerbahçe: Sizi değiştireceğiz. Milliyet Gazetesi. http://www.milliyet.com.tr/fenerbahce-sizi-degistirecegiz--fenerbahce-1931390-skorerhaber/ (26.08.2014).
[4] Volkan Demirel’den bir açıklama daha. Milliyet Gazetesi. http://www.milliyet.com.tr/volkan-demirel-den-bir-aciklama-galatasaray-fenerbahce-1931073-skorerhaber/ (26.08.2014).
[5].Okuyun: Sporu güzelleştiren evrensel kavram: Fair-Play. Türkiye Futbol Federasyonu. http://www.tff.org/default.aspx?pageID=228&ftxtID=15815 (26.08.2014).

12 Ağustos 2014 Salı

Cumhur, başkanını seçti

Türkiye’nin siyasi ve sosyal tarihi açısından oldukça önemli bir dönemi yaşıyoruz; adeta tarihe tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla bu defa, Osmanlı münevverinden Cumhuriyet kuşağında evrilen bir aydın olarak, gördüklerimi, ama sadece gördüklerimi, yaşadığımız çağa tanıklık etmek adına yazıyorum. Yazıyorum, çünkü aydın çağının sorunları ile ilgilenmiyorsa sadece uzmandır. Aydın veya entelektüel değildir. Bu sıfatları hak etmiyordur. Peşin olarak belirteyim ki yazdıklarım ile belli bir görüşün, siyasal eğilimin bayraktarlığını da yapmıyorum. Bir yandan tarihe not düşmeye, öte yandan bazılarının görmediği veya görmek istemediği "Neden?" sorusuna cevap oluşturacak bir analiz/değerlendirme yapmak istiyorum.

Herkesin malumu olduğu üzere, ülkemizde bir ilk yaşandı ve 12. cumhurbaşkanı halkın oyları ile seçildi. YSK tarafından ilan edilen sonuçlara göre, ülke genelinde 55.692.841 kayıtlı seçmenden % 74.13’ü oy kullandı (41.283.773). 14 milyon 409 bin 068 “yurttaş” oy kullanmadı. Seçimde % 51.79 oranında oy alan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı için gerekli salt çoğunluğun oyunu aldı. Muhalefet partilerinin ortak adayı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu % 38.44; Selahattin Demirtaş % 9.76 oranında oy aldı[1]. İhsanoğlu’nu destekleyen 14 partinin oylarında 30 Mart’a göre 5 milyon civarında düşüş gözlenirken, Demirtaş’ın oylarındaki yükseliş dikkat çekiciydi. 

1. Kampanya süreci
Bütün yaz, vatandaşlar üzerinde ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden yürütülen ve profesyoneller tarafından yönlendirilen sonuç odaklı iletişim kampanyaları yürütüldü. Bu kampanyaların ana akım medya üzerinden yansımaları görülse de sonuçta yürütülen algı yönetimi, kimi standartlar ve sınırlılıklar nedeniyle sosyal medya kadar etkili olamadı.  

Bilgi çağında bilgisizlik ve çaresizlik nedeniyle işbirlikçilik yapmanın moda olduğu görüldü. Çıkarları için kimlik, kişilik, fikir değiştirenlerin meydana çıktığı; halkın cehaletine yapılan yorumların dayanağının kalmadığı görüldü. Eleştirilerin çıkış noktası cehalet değil, menfaat olduğu anlaşıldı.

Muhalefet, seçim kampanyalarının eşit koşullar altında yürütülmediğinden şikâyet etti. “Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)” ilkelerine göre bir ülkede seçimlerin “eşit koşullarda, özgür ve hakça bir ortamda” yapılması gerekiyor dedi. Kimi gözlemciler 10 Ağustos seçim süreci için şu değerlendirmeleri yaptı[2]:
·    Adaletsiz, haksız, eşitsiz ve keyfiliğin ağır bastığı bir seçim süreci yaşandı.
·    Devlet olanaklarına ve medyaya ulaşma/ kullanma konusunda RTE lehine büyük bir orantısızlık oldu.
·    Kampanyaların finans kaynağı çok dengesizdi.
·    Böylesine adaletsiz bir seçimden demokratik bir sonuç çıkması elbette mümkün değildi ve öyle oldu.

Bununla birlikte “çatı” olarak adlandırılan kesim de yoğun bir destek kampanyası yürütmedi. Baştan bir proje olarak ortaya çıkardıkları aday için gerekli çalışmayı yap(a)madı. Siyasi deneyimsizliği ve kampanya boyunca yaptığı hataları, oy yerine sempati kazanmasına yardımcı oldu. Başbakan ise cumhurbaşkanı adayı olarak çıktığı yolda, rakibinin hatalarını öne çıkarıp onu vatandaş nezdinde sıradanlaştırmayı (“Profesör olmuşsa n’olmuş?” gibi) başarıp, seçmenin temayülünü kendi lehine çevirecek bir söylem kullanarak (örn.: “Biz tercüman aramıyoruz, cumhurbaşkanı seçiyoruz” gibi) bireysel deneyimlerini ve siyasetin bütün enstrümanlarını profesyonelce kullanarak başarılı bir kampanya yürüttü ve sonuca ulaştı. Seçimden sonra da seçime katılımın düşük olmasını gerekçe gösterenler, “Türk milletinin büyük bir çoğunluğunu kapsayan bir oyla gelmedi.” şeklinde demeç verdiler. Seçmenin sandığa itibar etmemesini eşit koşullarda ve adil bir seçim kampanyası yapılmadığına dayandıranlar, seçime katılıp Başbakana oy verenleri de “temiz siyasete destek vermeyen halk” şeklinde nitelendirerek bir başka yanlışı yaptığının farkında bile değildi. Öyle ya, Nihat Genç’in ifadesiyle “çokbilmişlik hastalığına tutulan gestapo liberalleri”, halkı sürü gibi güdecek; oyunu da alayla valayla ‘dünyanın tanıdığı adam’ ‘büyük bilim adamı’ etiketleri ile ortaya atılan aday için “tıpış tıpış” sandığa gidip oy verecekti. Lakin evdeki hesap çarşıya uymadı. Sahi bu kibir, bu küstahlık, bu her şeyi ben bilirim havası bu herkesi dışlayan söylemler nerden geliyor?

2. Siyasi başarının kaynakları
Sonuçta seçim yapıldı ve başbakan kampanya süresince Türkiye siyasetindeki deneyimlerini ve ülkeye kazandırdığı değerleri de yeniden anlatma imkânı buldu. Bu başarının kısa vadeli çalışmalarla elde edilmediği aşikâr; aksine başarının ardında yatan ve pek çok kişi için sır olmayan gerçekler, Cumhuriyet tarihindeki uygulamalarda kendini gösteriyor. İktidar, hemen her kampanya döneminde bu durumu kullanıyor; buna ilave olarak bürokrasi kademelerinin yanı sıra eğitimde, sağlıkta ve hayatın her aşamasında yapılan iyileştirmeler ve sosyal refaha yapılan katkılar (örn. Sosyal yardımlar ve dar gelirlilerin bile gecekondudan çok katlı sistemde konut sahibi olabildiği alternatiflerin sunulması) vatandaşların bu seçimdeki tercihlerindeki belirleyiciler oldu. Bu durumları biraz açmakta yarar var.

2.1. Eğitim alanındaki tekeller kırıldı
Sıradan vatandaşların evlatlarını eğitmek üzere yola çıktığında önlerine konulan engeller birer birer ortadan kaldırılmaktadır. Yabancı dil öğrenme ve bir yabancı dili konuşabilme ayrıcalık olmaktan çıkıp, olağan durumlardan olmaya başlamıştır. Üniversite eğitimi almak isteyenlerin önü açılmış; üniversitelerin gelişmesi için gerekli altyapı ve insan kaynakları için gerekli yatırımlar yapılmakta; TÜBİTAK ve diğer araştırma kaynakları desteklenerek araştırma-geliştirme çalışmaları 185 üniversitede görevli öğretim elemanlarına açılmıştır.

Eğitim alanında önemli bir durum “memleket meselesi” yapılan mesleki ve teknik eğitim alanında yapılmaktadır. Hiçbir vatandaş evladını toplumsal ve sosyal hayatta “ikinci sınıf” vatandaş muamelesi görsün diye yetiştirmemektedir. Kendini seçkin zümreye ait elit olarak görenlerin, “memleket meselesi” diye tanımladığı alanlara kendi evlatlarını yönlendirmemesi; aksine mesleki ve teknik eğitimi alt ve alt orta sınıfın hedefi olarak gösterip, bu grup içinde yer alan çocukların üst eğitim veren eğitim kurumlarına geçişlerine engeller koyarak onları “ara eleman” olarak nitelemeleri, vatandaşlar tarafından hiçbir zaman hoş görülmedi. Memleket meselesi seçkin kesimin işletmelerinde çalıştıracak yetişmiş teknik elaman gereksinimi olarak görülürken, alt tabaka olarak görülen (?) vatandaşın önceliği “hastalandığında” kendini tedavi edecek doktoru yetiştirmekti; yani kendini “basit bir narsist incinme ya da alınganlık” gibi nedenlerle aşağılayan, azarlayan değil; derdini anlayan, dinleyen sağlık çalışanına, avukata vd. gibi yetişmiş beyaz yakalı, mavi gömlekli aydın insan yetiştirmekti. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte yaratılmaya çalışılan elitist kesimin eşitlik anlayışı bu şekilde değişmeye, dönüşmeye başladı; sıradan insanlarla kendini elit gören insanların ortak vatandaşlık paydasında eşit muamele görmeye başlamaları, bir kısım seçkinciyi rahatsız etti. Halen de ediyor...

Vatandaşlar cumhuriyet döneminde yetişen aydın (?) modelini sorgularken kendinden, bağlarından kopuk ve değerlerine yabancılaşan ve kendine ikinci sınıf muamele yapan, küresel sermaye ve güçlerin güdümünde hareket kimliksiz dönek ve yarı cahil diplomalı aydınlardan hiç haz etmedi.

Vatandaş, sorunlarına çözüm üretmek yerine ideolojik, kısır tartışma zincirini kıramayan ve toplumun huzur ve güvenini olmadık bahanelerle tehdit eden; toplumu adeta kaosa sürükleyen (yarı) aydın modelinden rahatsız oldu. Bu rahatsızlığını Osmanlı münevverini kendine model alan veya model olarak gösteren toplum ve kanaat önderlerine yönelerek gidermeye çalışıyor. Zamanla kimi devşirme münevverler ile embesil medya mensupları bu durumu sağlıklı analiz edemediği gibi, ortaya çıkan boşluğu da başka yöntemlerle doldurmaya çalışmaktadır.

Bu meyanda belli kesimlerle bağlantılı çalışanlar türemiş; lobicilik, nemalanma ve takdir edilme gibi anlayışla iş adamı, bilim adamı sorumluluğunu yitirmiş menfaatperver akademisyenler, kamu görevlisi kimlikleriyle açık veya örtülü bir şekilde yürütülen işbirlikçi çalışmalar ile vatandaşın bilinçlenmesini önlemek sürüleşmesini sağlamak için yürütülen legal, illegal faaliyetler ile iştigal etmeye başlamıştır. Halk yaşanan bu durumun da farkında ve tercihlerini de bu yönde kullanmaya devam etmektedir.

2.2. Sağlık alanında iyileştirmeler yapıldı
Bu ülke tarihinde bir zamanlar vatandaşın ihtiyacını maddi menfaate tevil eden doktorlar görülmüştür. Her mesleğin bozulmaya yüz tutan, yetersizliklerini yansıtan kimi uygulamalara bu satırların yazarı da zaman zaman tanık olmuştur. Doktorlar bilen, düşündüğünü söyleyen, talep eden, akla aykırı uygulamaları beğenmeyen ve eleştiren hastadan rahatsız olmakta; dolayısı ile hasta-doktor iletişiminde sorunlar yaşanmaktadır. Doktorlar bu tür hastaları “çok bilmiş” hasta olarak görmektedir[3]. “Hastaları ille de bize gönderin.” tarzında adrese teslim programlar yapan hastane ve hekim prototipleri hemen her televizyon kanalında arz-ı endam etmeye başlamıştır.

Bu bağlamda yaşanmış bir olay anlatayım:
Hastanelerimizden birinde bir yakınını tedavi için hastaneye götüren bir vatandaşımız, gerekli tetkik ve muayenelerden sonra evine gönderilirken, vatandaşa hastayı öğleden sonra hastaneye getirmesine gerek olmadığı; sonuçlara göre değerlendirme yapılarak reçete yazılacağı belirtilmiş. Öğleden sonraki görüşmede, hasta yakını “Doktor Bey, hastamız bu ilaçların yanı sıra daha önce aldığı ilaçları da almaya devam edecek mi?” şeklindeki sorunca, “Ne bileyim ben!” diye çıkışan doktora “Siz bilmeyeceksiniz de bahçedeki simitçi mi bilecek!” diye karşılık verince, paniğe kapılan hekim, imdat ziliyle güvenlik görevlilerini çağırıp hasta yakını karga tulumba bahçeye attırmıştır. Danışılacak tek kişi “simitçi” kalmıştır. Şimdi burada kim haklı; doktor mu, evinde fesuphanallah deyip iç geçiren hasta yakını mı?

Kamu hastanelerinde çalışan doktorların, özel muayenehanelerinden geçmeden poliklinik hizmeti almaya gelen hastalara iyi davranmaması; ameliyatlardan önce “bıçak parası” adı altında ücretler talep edilmesi vatandaşın gözünden kaçmıyordu ama “önce can, sonra canan” diye bir yerlerden bulup buluşturduğu parasını canına tercih ediyordu.

İhtiyaç duyulan reçeteyi kamu hastanelerinin eczanelerinde yaptırabilmek için gecenin karanlığında sıraya girip, saatlerce bekleyen vatandaş, kendine sunulan sağlık hizmetlerini inkâr etmeyecek olgunluğu gösteriyor. Artık hastane eczanelerinde bulunamayan ilaçlar; muayene olmak, reçete yazdırmak için doktor muayenehanelerine gidilmek zorunluluğunu bu ülke vatandaşları geçmiş yıllarda yaşadı; gelecekte tekrar yaşamak istemiyor.

Kim ne derse desin, bu ülkede parası olanlar özel hastanelerde, özel muayenehanelerde seçkin (?) uzman hekimler tarafından tedavi edilirken; yaşam sıkıntısı içindeki vatandaşlar adeta ölümlerden ölüm beğenmek durumundaydı.

Sağlık alanında yapılan reformlar, tam gün yasası uygulaması hekimlerin aleyhine ama vatandaşın lehine oldu. Sağlık çalışanları bundan ne kadar şikâyet etse de uygulamada iyileştirilmeye açık alanlar olsa da “yapılan değişim ve dönüşüm” vatandaşın gönlünü almaya yetti.

2.3. Sosyal yardımlar arttı
Yardıma gereksinim duyan vatandaşların eksikleri sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları üzerinden veya yerel yönetimler üzerinden karşılanmaya başlandı. Sosyal yardımlar arttı. Bu durum kimilerince “yandaşlar kayrılıyor” şeklinde anlatılsa bile, devlet vatandaş ilişkilerinin daha yakınlaştığı görülüyor.

2.4. Ulaşımda büyük dönüşüm ve rahatlama sağlandı
Vatandaşlar için lüks sayılan, belli bir mutlu azınlığın kullandığı ulaştırma araçları artık toplumun bütün kesimlerince kullanılmaya başlandı. Uçak yolculuğu artık her hangi bir tercih durumuna geldi. Bölünmüş yolların yapılması sırasında pek çok eleştiri yapıldı. Deneyimsizlikler zamanla giderildi, yüksek standartlarda yollar yapıldı. Trafik kazalarında önemli azalmalar gözlendi ve vatandaşın can ve mal emniyeti güvenceye alındı. Mesafeler kısaldı. Yüksek Hızlı Trenler (YHT) aşamalı olarak yeni yeni hatlara açılıyor.

2.5. İnanç özgürlüğü konusunda atılan olumlu adımlar pratiğe dönüştü
Kadim Anadolu toprakları üzerinde yaşayan farklı inanç grubuna mensup topluluklar eskiden de vardı, günümüzde de var. Zaman zaman ortaya çıkan kimi yasal ve idari düzenlemeler; toplumda görülen kimi farklı değerlendirmeler, bir kısım inanç ve kültür gruplarına eşit ve saygılı davranmıyor ve vatandaşlar İnançlarını özgür bir şekilde yaşama konusunda zorluk çekiyorlar. Bu zorluk derecesi zaman zaman gruplara göre farklılık gösterebiliyor; bazen avantajlı görünen bir grup, bazen de dezavantajlı bir duruma dönüşebiliyor. Devlet bir alandaki farklı kümelere eşit mesafede durmayıp, kendi tercihi olan resmi bir inancı, kimlik, kültür ve ideolojiyi bütün imkân ve baskı gücünü kullanarak empoze edebiliyor. Bu da topluma laiklik diye sunuluyor[4]. Gelinen noktada laikliğin tanımının yeniden yapılması gerektiği konusunda hemen herkes hemfikir. Kimse kamudan hizmet alırken inancını gizlemek durumunda kalmamalı; aksine olduğu gibi, öteki olduğunu değiştirmeye çalışmadan inançlarını doğal hayatın gerektirdiği şekilde yaşamalı.

2.6. Medya farklı alanlara kayıyor
Gazeteler çoktan gruplara ayrılmış. Ekranlarda ise yemek, evlilik, yarışma, müzik ve sağlık ile ilgili konular işleniyor. Vatandaşlar oyalanıyor. Bir kısım tv kanalına göre her gün düğün bayram; bir kısım tv kanalına göre de her gece kandil. İfratla tefrit arasında gidip geliyorlar; ikisinin arasını bulan tv kanallarının sayısı oldukça sınırlı. Bir arkadaşımın yıllar önce yaptığı benzetmeyi bugün yine kullanmak isterim. “Sınır tanımayan ahlaksızlık” bütün iletişim stratejilerinin yardımı ile tam gaz yürütülüyor; hemen her kanal ayrı bir içerikte “toplum mühendisliği” rolüne soyunuyor.

3. Tarihten verilen örnekler
Avrupa tarihinde yaşanan ve insanlık tarihinde kara birer leke olarak görülen kimi süreçler ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın dönem tarihi arasında ilişki kurmaya çalışan kimi yazarlar var. Bunlara göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin 2000li yılların başından beri içinde bulunduğu siyasal koşullar, sosyal gelişmeler, çalkantı ve doğrudan laik ve üniter rejimi hedef alan saldırılar, dönemin Almanya'sının Weimar Cumhuriyetinin (Almanya'nın o zamanki resmî ismi Alman İmparatorluğu idi) son dönemini andırmaktadır[5]. Kanımca, her olguyu kendi sınırlılıkları içinde değerlendirmekte, görülen olumsuzluklardan ders veya dersler çıkarmaya bakmakta fayda var. Bununla birlikte, olası sorunlara iktidar muhalefet ilişkisi içinde yapıcı çözüm üretmeye çalışmanın siyaset aktörlerinin olduğu kadar, ülke yararına da olduğu unutulmamalı.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bugün Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ı önce cezaevine, daha sonra meclise ve başbakanlık koltuğuna taşıyan sürecin ve vatandaşların kendisine gösterdiği teveccühün iyi analiz edilmesi gerekir. Bu süreçte sadece CHP değil, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Yüksek Seçim Kurulu da uzlaşma içinde ortak hareket etmiş; süreçte Siirt seçimleri bir kılıf bulunarak iptal edilmiş ve Erdoğan, 12 Aralık 1997’de “inanç sömürüsü yaptığı” gerekçesi ile hapse atılmasına neden olan şiirini okuduğu yerden, yani Siirt’ten, bu defa 9 Mart 2003 günü milletvekili seçilmişti[6].

4. Geleceğe bakış
Bu değerlendirmeler kimi okuyucular tarafından yanlı algılanabilir. Şunu söyleyebiliriz ki verilen görüşler, görünen bir fotoğraftır. 10 Ağustos 2014 günü yapılan seçimi de Recep Tayyip Erdoğan kazanmamış; milli irade kazanmıştır. Konuyu değerlendirirken geçmişte yaşananlara takılıp kalmak yerine, geleceğe yönelik planlamaların yapılması; günübirlik, kısır tartışmaları bir yana bırakarak bilinçli stratejiler ile Türkiye halklarının ihtiyaçları doğrultusunda, mevcut ve olası sorunlara gerçekçi çözümler üretilmeye çalışılmalıdır. Bu ülkenin gelecek kuşaklardan alınan bir emanet olduğu unutulmamalı. Siyasetçilere düşen, kimi uygulamalardan şikâyetçi olmak, sınırları zorlayan söylemler ile vatandaşları tedirgin etmek, toplumsal ve sosyal halatta gerilimler yaratmak yerine taşıdıkları emaneti sahibine teslim ederken yüzleri kızarmayacak şekilde çalışmak; üretmek ve ülkeye artı değer yaratmak olmalıdır.

Bu ülkede bilgi ve icraat üretmekte sıkıntı çekenler; geçmiş dönemlerde iktidar erkini demokratik süreçleri devre dışı bırakarak yenmeye çalıştılar. Hâlbuki Atatürk’ün dediği gibi, “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonrada istiklal ve istikballerini kaybederler” Herkesin öncelikli hedefindeki ortak payda bir ve sabit olmalı; bu hedef de Türkiye Cumhuriyeti’ni "ilelebet payidar kılmak" olmalı.

Yeni cumhurbaşkanını içtenlikle kutluyorum. Yolu açık; şansı bol olsun!




[1] YSK: 10 Ağustos 2014 Pazar Günü Yapılan Onikinci Cumhurbaşkanı Seçimi Yurt İçi, Yurt Dışı Ve Gümrük Sandıkları Dâhil Seçim Sonucu http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/HaberDosya/2014CB-Gecici-416_d_Genel.pdf (11.08.2014).
[2] Bkz.: İbrahim Gerede. Ekin Ektik Çöllere. Sonhaber: Eskişehir’in Sesi. http://www.sonhaber.com.tr/kose-yazisi/1087/ekin-ektik-collere.html (11.08.2014).
[3] Erol Özmen. Çokbilmiş hasta. Medimagazin: Sağlık Profesyonellerinin Gazetesi. 30 Haziran 2014. http://www.medimagazin.com.tr/authors/erol-ozmen/tr-cokbilmis-hasta-72-47-3646.html (11.08.2014).
[4] Bkz.: İnanç ve Vicdan Özgürlüğü. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi. http://www.yesillervesolgelecek.org/belgeler/soru-cevap/7#.U-nAzvl_u68 (12.08.2014).
[5] Aydın Fındıkçı. 24 Mart 1933 Almanya'sı İle 10 Ağustos 2014 Yılının Türkiye'si Arasındaki Benzerlikler ! Avrupa Postası: Özgür Düşünce ve Haber Sitesi. 03 Ağustos 2014. http://www.avrupa-postasi.com/24-mart-1933-almanyasi-ile-10-agustos-2014-yilinin-turkiyesi-arasindaki-benzerlikler-makale,853.html (12.08.2014).
[6] Erdoğan Nasıl Milletvekili Oldu? Sol Portal. 29 Haziran 2011 http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-nasil-milletvekili-oldu-haberi-44063 (12.08.2014).

7 Ağustos 2014 Perşembe

Göçün 50. Yılında Türkiye Avusturya İlişkileri


“Avusturya ile Türkiye Arasındaki İşgücü Anlaşmasının 50. Yılı” etkinlikleri kapsamında 18 Mayıs 2014 tarihinde Vorarlberg Museum-Bregenz-Avusturya’da bir dizi etkinlik düzenlemiştir. Bu etkinliklere davetli olmam nedeniyle tarafımdan da bir konferans verilmiştir. Konferansta tarih sahnesinde Türk Avusturya karşılaşması yapılmış; ardından tarih boyunca kullanılan kimi Almanca kelimelerde Türk imgesine yüklenen anlamlar hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Türkiye Avusturya ilişkilerinin aldığı durum ve işçi göçüyle birlikte ortaya çıkan tartışmalarla ilgili durum tespiti yapılarak şu konularda görüş ve önerilerde bulunulmuştur: Asimilasyon- uyum;  kimlik tartışmaları; aidiyet duygusu; Türkler ile Avusturyalıların kültürel etkileşimi; ayrımcılığa karşı duygudaşlık ve dil öğrenimi. Sonuç olarak geleceğe ilişkin öngörüler anlatılmıştır. Aşağıdaki videoda konferansta kullanılan sunu yer almaktadır. 

Österreichisch-türkische Beziehungen im 50. Jahr des Anwerbeabkommens 

Ich habe am 18. Mai 2014 in Bregenz-Österreich anlässlich der 50-jährigen Unterzeichnung des Gastarbeiterabkommens zwischen Österreich und der Türkei einen eindrucksvollen Vortrag gehalten. Mein Vortrag beginnt mit der historischen Begegnung der Türken mit den Österreichern. Im Laufe der Geschichte beeinflussen die gegenseitigen und vielseitigen Beziehungen die Sprache, Kultur und Mentalitäten von beiden Ländern. In diesem Zusammenhang wurden zunächst kürzere Informationen über die mit den Türken zusammenhängenden Wörter und Wendungen in der deutschen Sprache sowie Pauschale Stigmatisierungen gegeben. Geht es um die Zeit der Republik ist es eine neue Episode von österreichisch-türkischen Beziehungen. Hier wurden hauptsächlich die Einwanderungs- und Integrationsfragen bezogenen Debatten hingewiesen und Vorschläge für zukünftiges Zusammenleben aufgestellt: die Debatte um Integration und Integrationsverweigerung, Anpassungsbereitschaft und -fähigkeit, Zugehörigkeit und Loyalität bzw. Identitätszugehörigkeit oder Selbstwahrnehmungen,  Lebenswelten türkischer Migrantinnen der dritten Einwanderergeneration in Österreich bzw. interkulturelle Kommunikation. Abschließend wird es darum gehen, wie angemessen es ist, von einer dritten Einwanderergeneration zu sprechen. 

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...