Türkiye’nin siyasi ve sosyal
tarihi açısından oldukça önemli bir dönemi yaşıyoruz; adeta tarihe tanıklık
ediyoruz. Dolayısıyla bu defa, Osmanlı münevverinden Cumhuriyet kuşağında evrilen
bir aydın olarak, gördüklerimi, ama sadece gördüklerimi, yaşadığımız çağa
tanıklık etmek adına yazıyorum. Yazıyorum, çünkü aydın çağının sorunları ile
ilgilenmiyorsa sadece uzmandır. Aydın veya entelektüel değildir. Bu sıfatları
hak etmiyordur. Peşin olarak belirteyim ki yazdıklarım ile belli bir görüşün, siyasal
eğilimin bayraktarlığını da yapmıyorum. Bir yandan tarihe not düşmeye, öte yandan bazılarının görmediği veya görmek istemediği "Neden?" sorusuna cevap oluşturacak bir analiz/değerlendirme yapmak istiyorum.
Herkesin malumu olduğu üzere, ülkemizde bir ilk yaşandı ve 12. cumhurbaşkanı halkın oyları ile seçildi. YSK tarafından ilan edilen sonuçlara göre, ülke
genelinde 55.692.841 kayıtlı seçmenden % 74.13’ü oy kullandı (41.283.773). 14
milyon 409 bin 068 “yurttaş” oy kullanmadı. Seçimde % 51.79 oranında oy alan
Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı için gerekli salt çoğunluğun oyunu aldı. Muhalefet
partilerinin ortak adayı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu % 38.44; Selahattin
Demirtaş % 9.76 oranında oy aldı[1].
İhsanoğlu’nu destekleyen 14 partinin oylarında 30 Mart’a göre 5 milyon
civarında düşüş gözlenirken, Demirtaş’ın oylarındaki yükseliş dikkat çekiciydi.
1. Kampanya süreci
Bütün yaz, vatandaşlar üzerinde
ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden yürütülen ve profesyoneller tarafından
yönlendirilen sonuç odaklı iletişim kampanyaları yürütüldü. Bu kampanyaların
ana akım medya üzerinden yansımaları görülse de sonuçta yürütülen algı yönetimi,
kimi standartlar ve sınırlılıklar nedeniyle sosyal medya kadar etkili olamadı.
Bilgi çağında bilgisizlik ve çaresizlik
nedeniyle işbirlikçilik yapmanın moda olduğu görüldü. Çıkarları için kimlik,
kişilik, fikir değiştirenlerin meydana çıktığı; halkın cehaletine yapılan
yorumların dayanağının kalmadığı görüldü. Eleştirilerin çıkış noktası cehalet
değil, menfaat olduğu anlaşıldı.
Muhalefet, seçim kampanyalarının
eşit koşullar altında yürütülmediğinden şikâyet etti. “Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Teşkilatı (AGİT)” ilkelerine göre bir ülkede
seçimlerin “eşit koşullarda, özgür ve hakça bir ortamda” yapılması
gerekiyor dedi. Kimi gözlemciler 10 Ağustos seçim süreci için şu
değerlendirmeleri yaptı[2]:
·
Adaletsiz,
haksız, eşitsiz ve keyfiliğin ağır bastığı bir seçim süreci yaşandı.
·
Devlet
olanaklarına ve medyaya ulaşma/ kullanma konusunda RTE lehine büyük bir
orantısızlık oldu.
·
Kampanyaların
finans kaynağı çok dengesizdi.
·
Böylesine adaletsiz bir seçimden demokratik bir
sonuç çıkması elbette mümkün değildi ve öyle oldu.
Bununla birlikte “çatı” olarak
adlandırılan kesim de yoğun bir destek kampanyası yürütmedi. Baştan bir proje
olarak ortaya çıkardıkları aday için gerekli çalışmayı yap(a)madı. Siyasi
deneyimsizliği ve kampanya boyunca yaptığı hataları, oy yerine sempati
kazanmasına yardımcı oldu. Başbakan ise cumhurbaşkanı adayı olarak çıktığı
yolda, rakibinin hatalarını öne çıkarıp onu vatandaş nezdinde sıradanlaştırmayı
(“Profesör olmuşsa n’olmuş?” gibi) başarıp, seçmenin temayülünü kendi lehine
çevirecek bir söylem kullanarak (örn.: “Biz tercüman aramıyoruz, cumhurbaşkanı
seçiyoruz” gibi) bireysel deneyimlerini ve siyasetin bütün enstrümanlarını profesyonelce
kullanarak başarılı bir kampanya yürüttü ve sonuca ulaştı. Seçimden sonra da
seçime katılımın düşük olmasını gerekçe gösterenler, “Türk milletinin büyük bir
çoğunluğunu kapsayan bir oyla gelmedi.” şeklinde demeç verdiler. Seçmenin
sandığa itibar etmemesini eşit koşullarda ve adil bir seçim kampanyası
yapılmadığına dayandıranlar, seçime katılıp Başbakana oy verenleri de “temiz
siyasete destek vermeyen halk” şeklinde nitelendirerek bir başka yanlışı
yaptığının farkında bile değildi. Öyle ya, Nihat Genç’in ifadesiyle “çokbilmişlik
hastalığına tutulan gestapo liberalleri”, halkı sürü gibi güdecek; oyunu da alayla
valayla ‘dünyanın tanıdığı adam’ ‘büyük bilim adamı’ etiketleri ile ortaya
atılan aday için “tıpış tıpış” sandığa gidip oy verecekti. Lakin evdeki hesap
çarşıya uymadı. Sahi bu kibir, bu küstahlık, bu her şeyi ben bilirim havası bu
herkesi dışlayan söylemler nerden geliyor?
2. Siyasi başarının kaynakları
Sonuçta seçim yapıldı ve başbakan
kampanya süresince Türkiye siyasetindeki deneyimlerini ve ülkeye kazandırdığı değerleri
de yeniden anlatma imkânı buldu. Bu başarının kısa vadeli çalışmalarla elde
edilmediği aşikâr; aksine başarının ardında yatan ve pek çok kişi için sır
olmayan gerçekler, Cumhuriyet tarihindeki uygulamalarda kendini gösteriyor. İktidar,
hemen her kampanya döneminde bu durumu kullanıyor; buna ilave olarak bürokrasi
kademelerinin yanı sıra eğitimde, sağlıkta ve hayatın her aşamasında yapılan
iyileştirmeler ve sosyal refaha yapılan katkılar (örn. Sosyal yardımlar ve dar
gelirlilerin bile gecekondudan çok katlı sistemde konut sahibi olabildiği alternatiflerin
sunulması) vatandaşların bu seçimdeki tercihlerindeki belirleyiciler oldu. Bu durumları
biraz açmakta yarar var.
2.1. Eğitim alanındaki tekeller kırıldı
Sıradan vatandaşların evlatlarını
eğitmek üzere yola çıktığında önlerine konulan engeller birer birer ortadan
kaldırılmaktadır. Yabancı dil öğrenme ve bir yabancı dili konuşabilme ayrıcalık
olmaktan çıkıp, olağan durumlardan olmaya başlamıştır. Üniversite eğitimi almak
isteyenlerin önü açılmış; üniversitelerin gelişmesi için gerekli altyapı ve
insan kaynakları için gerekli yatırımlar yapılmakta; TÜBİTAK ve diğer araştırma
kaynakları desteklenerek araştırma-geliştirme çalışmaları 185 üniversitede
görevli öğretim elemanlarına açılmıştır.
Eğitim alanında önemli bir durum
“memleket meselesi” yapılan mesleki ve teknik eğitim alanında yapılmaktadır.
Hiçbir vatandaş evladını toplumsal ve sosyal hayatta “ikinci sınıf” vatandaş
muamelesi görsün diye yetiştirmemektedir. Kendini seçkin zümreye ait elit
olarak görenlerin, “memleket meselesi” diye tanımladığı alanlara kendi
evlatlarını yönlendirmemesi; aksine mesleki ve teknik eğitimi alt ve alt orta
sınıfın hedefi olarak gösterip, bu grup içinde yer alan çocukların üst eğitim
veren eğitim kurumlarına geçişlerine engeller koyarak onları “ara eleman”
olarak nitelemeleri, vatandaşlar tarafından hiçbir zaman hoş görülmedi.
Memleket meselesi seçkin kesimin işletmelerinde çalıştıracak yetişmiş teknik
elaman gereksinimi olarak görülürken, alt tabaka olarak görülen (?) vatandaşın
önceliği “hastalandığında” kendini tedavi edecek doktoru yetiştirmekti; yani
kendini “basit bir narsist incinme ya da alınganlık” gibi nedenlerle aşağılayan,
azarlayan değil; derdini anlayan, dinleyen sağlık çalışanına, avukata vd. gibi
yetişmiş beyaz yakalı, mavi gömlekli aydın insan yetiştirmekti. Cumhuriyetin
kurulması ile birlikte yaratılmaya çalışılan elitist kesimin eşitlik anlayışı bu
şekilde değişmeye, dönüşmeye başladı; sıradan insanlarla kendini elit gören
insanların ortak vatandaşlık paydasında eşit muamele görmeye başlamaları, bir
kısım seçkinciyi rahatsız etti. Halen de ediyor...
Vatandaşlar cumhuriyet döneminde
yetişen aydın (?) modelini sorgularken kendinden, bağlarından kopuk ve
değerlerine yabancılaşan ve kendine ikinci sınıf muamele yapan, küresel sermaye
ve güçlerin güdümünde hareket kimliksiz dönek ve yarı cahil diplomalı
aydınlardan hiç haz etmedi.
Vatandaş, sorunlarına çözüm
üretmek yerine ideolojik, kısır tartışma zincirini kıramayan ve toplumun huzur
ve güvenini olmadık bahanelerle tehdit eden; toplumu adeta kaosa sürükleyen (yarı)
aydın modelinden rahatsız oldu. Bu rahatsızlığını Osmanlı münevverini kendine
model alan veya model olarak gösteren toplum ve kanaat önderlerine yönelerek gidermeye
çalışıyor. Zamanla kimi devşirme münevverler ile embesil medya mensupları bu durumu
sağlıklı analiz edemediği gibi, ortaya çıkan boşluğu da başka yöntemlerle
doldurmaya çalışmaktadır.
Bu meyanda belli kesimlerle
bağlantılı çalışanlar türemiş; lobicilik, nemalanma ve takdir edilme gibi
anlayışla iş adamı, bilim adamı sorumluluğunu yitirmiş menfaatperver akademisyenler,
kamu görevlisi kimlikleriyle açık veya örtülü bir şekilde yürütülen işbirlikçi
çalışmalar ile vatandaşın bilinçlenmesini önlemek sürüleşmesini sağlamak için
yürütülen legal, illegal faaliyetler ile iştigal etmeye başlamıştır. Halk
yaşanan bu durumun da farkında ve tercihlerini de bu yönde kullanmaya devam
etmektedir.
2.2. Sağlık alanında iyileştirmeler yapıldı
Bu ülke tarihinde bir zamanlar vatandaşın
ihtiyacını maddi menfaate tevil eden doktorlar görülmüştür. Her mesleğin
bozulmaya yüz tutan, yetersizliklerini yansıtan kimi uygulamalara bu satırların
yazarı da zaman zaman tanık olmuştur. Doktorlar bilen, düşündüğünü söyleyen, talep
eden, akla aykırı uygulamaları beğenmeyen ve eleştiren hastadan rahatsız
olmakta; dolayısı ile hasta-doktor iletişiminde sorunlar yaşanmaktadır. Doktorlar
bu tür hastaları “çok bilmiş” hasta olarak görmektedir[3].
“Hastaları ille de bize gönderin.” tarzında adrese teslim programlar yapan
hastane ve hekim prototipleri hemen her televizyon kanalında arz-ı endam etmeye
başlamıştır.
Bu bağlamda yaşanmış bir olay
anlatayım:
Hastanelerimizden birinde bir
yakınını tedavi için hastaneye götüren bir vatandaşımız, gerekli tetkik ve
muayenelerden sonra evine gönderilirken, vatandaşa hastayı öğleden sonra
hastaneye getirmesine gerek olmadığı; sonuçlara göre değerlendirme yapılarak
reçete yazılacağı belirtilmiş. Öğleden sonraki görüşmede, hasta yakını “Doktor
Bey, hastamız bu ilaçların yanı sıra daha önce aldığı ilaçları da almaya devam
edecek mi?” şeklindeki sorunca, “Ne bileyim ben!” diye çıkışan doktora “Siz
bilmeyeceksiniz de bahçedeki simitçi mi bilecek!” diye karşılık verince, paniğe
kapılan hekim, imdat ziliyle güvenlik görevlilerini çağırıp hasta yakını karga
tulumba bahçeye attırmıştır. Danışılacak tek kişi “simitçi” kalmıştır. Şimdi
burada kim haklı; doktor mu, evinde fesuphanallah deyip iç geçiren hasta yakını
mı?
Kamu hastanelerinde çalışan
doktorların, özel muayenehanelerinden geçmeden poliklinik hizmeti almaya gelen
hastalara iyi davranmaması; ameliyatlardan önce “bıçak parası” adı altında
ücretler talep edilmesi vatandaşın gözünden kaçmıyordu ama “önce can, sonra
canan” diye bir yerlerden bulup buluşturduğu parasını canına tercih ediyordu.
İhtiyaç duyulan reçeteyi kamu
hastanelerinin eczanelerinde yaptırabilmek için gecenin karanlığında sıraya
girip, saatlerce bekleyen vatandaş, kendine sunulan sağlık hizmetlerini inkâr
etmeyecek olgunluğu gösteriyor. Artık hastane eczanelerinde bulunamayan
ilaçlar; muayene olmak, reçete yazdırmak için doktor muayenehanelerine gidilmek
zorunluluğunu bu ülke vatandaşları geçmiş yıllarda yaşadı; gelecekte tekrar
yaşamak istemiyor.
Kim ne derse desin, bu ülkede parası
olanlar özel hastanelerde, özel muayenehanelerde seçkin (?) uzman hekimler
tarafından tedavi edilirken; yaşam sıkıntısı içindeki vatandaşlar adeta ölümlerden
ölüm beğenmek durumundaydı.
Sağlık alanında yapılan
reformlar, tam gün yasası uygulaması hekimlerin aleyhine ama vatandaşın lehine
oldu. Sağlık çalışanları bundan ne kadar şikâyet etse de uygulamada iyileştirilmeye
açık alanlar olsa da “yapılan değişim ve dönüşüm” vatandaşın gönlünü almaya
yetti.
2.3. Sosyal yardımlar arttı
Yardıma gereksinim duyan
vatandaşların eksikleri sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları üzerinden
veya yerel yönetimler üzerinden karşılanmaya başlandı. Sosyal yardımlar arttı.
Bu durum kimilerince “yandaşlar kayrılıyor” şeklinde anlatılsa bile, devlet
vatandaş ilişkilerinin daha yakınlaştığı görülüyor.
2.4. Ulaşımda büyük dönüşüm ve rahatlama sağlandı
Vatandaşlar için lüks sayılan,
belli bir mutlu azınlığın kullandığı ulaştırma araçları artık toplumun bütün
kesimlerince kullanılmaya başlandı. Uçak yolculuğu artık her hangi bir tercih
durumuna geldi. Bölünmüş yolların yapılması sırasında pek çok eleştiri yapıldı.
Deneyimsizlikler zamanla giderildi, yüksek standartlarda yollar yapıldı. Trafik
kazalarında önemli azalmalar gözlendi ve vatandaşın can ve mal emniyeti
güvenceye alındı. Mesafeler kısaldı. Yüksek Hızlı Trenler (YHT) aşamalı olarak
yeni yeni hatlara açılıyor.
2.5. İnanç özgürlüğü konusunda atılan olumlu adımlar pratiğe dönüştü
Kadim Anadolu toprakları üzerinde
yaşayan farklı inanç grubuna mensup topluluklar eskiden de vardı, günümüzde de
var. Zaman zaman ortaya çıkan kimi yasal ve idari düzenlemeler; toplumda
görülen kimi farklı değerlendirmeler, bir kısım inanç ve kültür gruplarına eşit
ve saygılı davranmıyor ve vatandaşlar İnançlarını özgür bir şekilde yaşama
konusunda zorluk çekiyorlar. Bu zorluk derecesi zaman zaman gruplara göre
farklılık gösterebiliyor; bazen avantajlı görünen bir grup, bazen de
dezavantajlı bir duruma dönüşebiliyor. Devlet bir alandaki farklı kümelere eşit
mesafede durmayıp, kendi tercihi olan resmi bir inancı, kimlik, kültür ve
ideolojiyi bütün imkân ve baskı gücünü kullanarak empoze edebiliyor. Bu da
topluma laiklik diye sunuluyor[4].
Gelinen noktada laikliğin tanımının yeniden yapılması gerektiği konusunda hemen
herkes hemfikir. Kimse kamudan hizmet alırken inancını gizlemek durumunda
kalmamalı; aksine olduğu gibi, öteki olduğunu değiştirmeye çalışmadan
inançlarını doğal hayatın gerektirdiği şekilde yaşamalı.
2.6. Medya farklı alanlara kayıyor
Gazeteler çoktan gruplara
ayrılmış. Ekranlarda ise yemek, evlilik, yarışma, müzik ve sağlık ile ilgili
konular işleniyor. Vatandaşlar oyalanıyor. Bir kısım tv kanalına göre her gün
düğün bayram; bir kısım tv kanalına göre de her gece kandil. İfratla tefrit
arasında gidip geliyorlar; ikisinin arasını bulan tv kanallarının sayısı oldukça
sınırlı. Bir arkadaşımın yıllar önce yaptığı benzetmeyi bugün yine kullanmak
isterim. “Sınır tanımayan ahlaksızlık” bütün iletişim stratejilerinin yardımı
ile tam gaz yürütülüyor; hemen her kanal ayrı bir içerikte “toplum
mühendisliği” rolüne soyunuyor.
3. Tarihten verilen örnekler
Avrupa tarihinde yaşanan ve
insanlık tarihinde kara birer leke olarak görülen kimi süreçler ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin yakın dönem tarihi arasında ilişki kurmaya çalışan kimi
yazarlar var. Bunlara göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin 2000li yılların başından
beri içinde bulunduğu siyasal koşullar, sosyal gelişmeler, çalkantı ve doğrudan
laik ve üniter rejimi hedef alan saldırılar, dönemin Almanya'sının Weimar
Cumhuriyetinin (Almanya'nın o zamanki resmî ismi Alman İmparatorluğu idi) son
dönemini andırmaktadır[5].
Kanımca, her olguyu kendi sınırlılıkları içinde değerlendirmekte, görülen
olumsuzluklardan ders veya dersler çıkarmaya bakmakta fayda var. Bununla
birlikte, olası sorunlara iktidar muhalefet ilişkisi içinde yapıcı çözüm üretmeye
çalışmanın siyaset aktörlerinin olduğu kadar, ülke yararına da olduğu
unutulmamalı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
bugün Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ı önce cezaevine, daha sonra
meclise ve başbakanlık koltuğuna taşıyan sürecin ve vatandaşların kendisine
gösterdiği teveccühün iyi analiz edilmesi gerekir. Bu süreçte sadece CHP değil,
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Yüksek Seçim Kurulu da uzlaşma içinde ortak
hareket etmiş; süreçte Siirt seçimleri bir kılıf bulunarak iptal edilmiş ve
Erdoğan, 12 Aralık 1997’de “inanç sömürüsü yaptığı” gerekçesi ile hapse
atılmasına neden olan şiirini okuduğu yerden, yani Siirt’ten, bu defa 9 Mart
2003 günü milletvekili seçilmişti[6].
4. Geleceğe bakış
Bu değerlendirmeler kimi
okuyucular tarafından yanlı algılanabilir. Şunu söyleyebiliriz ki verilen görüşler,
görünen bir fotoğraftır. 10 Ağustos 2014 günü yapılan seçimi de Recep Tayyip
Erdoğan kazanmamış; milli irade kazanmıştır. Konuyu değerlendirirken geçmişte
yaşananlara takılıp kalmak yerine, geleceğe yönelik planlamaların yapılması; günübirlik,
kısır tartışmaları bir yana bırakarak bilinçli stratejiler ile Türkiye
halklarının ihtiyaçları doğrultusunda, mevcut ve olası sorunlara gerçekçi
çözümler üretilmeye çalışılmalıdır. Bu ülkenin gelecek kuşaklardan alınan bir
emanet olduğu unutulmamalı. Siyasetçilere düşen, kimi uygulamalardan şikâyetçi
olmak, sınırları zorlayan söylemler ile vatandaşları tedirgin etmek, toplumsal
ve sosyal halatta gerilimler yaratmak yerine taşıdıkları emaneti sahibine
teslim ederken yüzleri kızarmayacak şekilde çalışmak; üretmek ve ülkeye artı
değer yaratmak olmalıdır.
Bu ülkede bilgi ve icraat
üretmekte sıkıntı çekenler; geçmiş dönemlerde iktidar erkini demokratik
süreçleri devre dışı bırakarak yenmeye çalıştılar. Hâlbuki Atatürk’ün dediği
gibi, “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar, önce
haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonrada istiklal ve istikballerini
kaybederler” Herkesin öncelikli hedefindeki ortak payda bir ve sabit olmalı; bu
hedef de Türkiye Cumhuriyeti’ni "ilelebet payidar kılmak" olmalı.
Yeni cumhurbaşkanını içtenlikle kutluyorum. Yolu açık;
şansı bol olsun!
[1] YSK: 10
Ağustos 2014 Pazar Günü Yapılan Onikinci Cumhurbaşkanı Seçimi Yurt İçi, Yurt
Dışı Ve Gümrük Sandıkları Dâhil Seçim Sonucu http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/HaberDosya/2014CB-Gecici-416_d_Genel.pdf
(11.08.2014).
[2] Bkz.: İbrahim
Gerede. Ekin Ektik Çöllere. Sonhaber: Eskişehir’in Sesi. http://www.sonhaber.com.tr/kose-yazisi/1087/ekin-ektik-collere.html
(11.08.2014).
[3] Erol
Özmen. Çokbilmiş hasta. Medimagazin: Sağlık Profesyonellerinin Gazetesi. 30
Haziran 2014. http://www.medimagazin.com.tr/authors/erol-ozmen/tr-cokbilmis-hasta-72-47-3646.html
(11.08.2014).
[4] Bkz.: İnanç
ve Vicdan Özgürlüğü. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi. http://www.yesillervesolgelecek.org/belgeler/soru-cevap/7#.U-nAzvl_u68
(12.08.2014).
[5] Aydın
Fındıkçı. 24 Mart 1933 Almanya'sı İle 10 Ağustos 2014 Yılının Türkiye'si
Arasındaki Benzerlikler ! Avrupa Postası: Özgür Düşünce ve Haber Sitesi. 03
Ağustos 2014. http://www.avrupa-postasi.com/24-mart-1933-almanyasi-ile-10-agustos-2014-yilinin-turkiyesi-arasindaki-benzerlikler-makale,853.html
(12.08.2014).
[6] Erdoğan
Nasıl Milletvekili Oldu? Sol Portal. 29
Haziran 2011 http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-nasil-milletvekili-oldu-haberi-44063
(12.08.2014).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder