22 Nisan 2015 Çarşamba

Türklerin türlü halleri

Her türlü iletişim ortamının hızla geliştiği, toplumsal ve sosyal hayatın etkilerinin bireylerin yaşam alanlarına etkili bir şekilde nüfuz ettiği, dünyanın giderek küçüldüğü, buna karşın bilgi ağlarının büyüdüğü bir zamanda yaşıyoruz. İletişim ağını etkin olarak kullanan bir grubun her türlü güdümleme tekniklerini kullanarak istemediği, rakip olarak gördüğü bir grup hakkında dilediği gibi operasyonel bir faaliyette bulunması, o grup hakkında algı oluşturması, mevcut algıyı da dilediği yönde, içerik ve boyutlarda yönetmesi ve yönlendirmesi mümkün oluyor.  

Basın, yayın organlarının yanı sıra sosyal medya üzerinden de takip ettiğim kadarı ile Avrupa Türk toplumu her şeyi dolu dolu yaşıyor. Duyguları da heyecanları da zirve yapıyor. Bu heyecan, bazen Türk toplumunu kendi içinde ayrışmasına neden olurken bazen de kendiliğinden bir olmaya, birlik olmaya sevk ediyor.

Pasaportu veya yurttaşlık bağı hangi ülkeyle ilişkili olursa olsun, yüreklerin bir yerindeki Türk milletine olan aidiyet duygusu ve Türkiye sevgisi, Türk insanının belirgin farkını ve diğer duygulardan ayrıştığı özellikleri ortaya koyuyor. Hal böyle olunca Türk olmak, duyguları alabildiğine yaşamak, hizmet yolunda karşılık beklemeden mücadele etmek, beklenmedik anlarda umulmadık ölçüde bedel ödemeyi de beraberinde getiriyor. Ödenen bedeller ise elde edilen kazanımların değerini daha da anlamlı hale getiriyor.

Geçen yazımda “Gelin canlar bir olalım” diye çağrıda bulunmuştum (http://europa-journal.net/mustafa022015.html). Yazı yayımlandıktan sonra bir hayli olumlu görüş ve öneri aldım. Geçtiğimiz günlerde yapılan seçimlerde Türkiye kökenli Avusturyalı soydaşlarımız yine bir olmanın, birlik olmanın destanını yazdı ve içlerinden çıkardığı birbirinden değerli politikacıları övünç kaynağımız oldu. Seçilenlerin temsil ettiği siyasi görüşlere katılırsınız, katılmazsınız; ama demokratik kazanımlar çerçevesinde yurttaş olmanın bilinci ile birlik olunca, beraber hareket edince nelerin başarılabileceği gerçeği bir kere daha ortaya çıktı. Her bir seçmen yurttaş olmanın sorumluluk ve bilinci ile hareket ederek yerel yönetime katkıda bulundu ve bundan sonra da temsilcileri vasıtası ile haklarının takipçisi olacak.  

Sizler yaşadığınız illerde ayrı bizler yaşadığımız illerde ayrı hayaller peşindeyiz; lakin hepimizin terennüm ettiği sevda türküleri aynı. Önce birey olarak, sonra da millet olarak alnımız ak, yüzümüz pak yaşayabilmek. Bunun örneklerini iyi günde, zor günde dayanışarak ortaya koydunuz. Tarihte değişik örneklerini gördüğümüz birlik ve beraberlik duygularının diyar-ı gurbette de devam ettiğini gösterdiniz.

-/-

Sarıkamış’ta Allahüekber dağlarında canlarını feda eden binlerce vatan evladının yüreklerde bıraktığı yara henüz kabuk bağlamadan yapılan bir büyük savaşta daha milletimiz bir olmanın, birlik olmanın destanını yazdı. Bu destan, milletimizin kanı ve canı ile büyük bir bedel karşılığı yazıldı. Milletimiz Sarıkamış bozgunundan sonra yaşanan yokluk ve yoksunluk günlerinde tarihte henüz son sözünü söylemediğini yedi düvele bir kere daha gösterdi. Kurtuluş Savaşının adeta önsözünün yazıldığı, ulus olma bilincinin oluştuğu,  Türk’ün ölüm ile imtihan edildiği Çanakkale kara ve deniz savaşlarının acısı ve kazanılan zaferin kıvancı dün gibi taze.

Türkiye bugünlerde 2023’ün stratejik planlarını yaparken, geçmişini yâd etmeyi de unutmadı. O günlerin yüzüncü yılı dolayısı ile yurdun değişik yerlerinde ve dış temsilciliklerimizde, kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum birlikte bir dizi etkinlikler düzenledi. 18 Mart Şehitler Günü'nde, Anafartalar Kahramanı Türk Milletinin bağrından çıkan seçkin evlatlarından Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile bütün şehitlerimizi rahmet, minnet ve saygı ile yâd ettik. Genç kuşaklara yurt sevgisini, yurt olmadan millet olunamayacağının bilinciyle ecdada duyulan saygıyı aktarmaya, anlatmaya çalıştık. Kimimiz sabah namazlarının ardından mevlit ve Kur’an kıraati yaptı; kimimiz klasikten moderne uzanan geniş bir yelpazede kültür ve sanat etkinlikleri yaparak geçmişi yâd etti.

Geçmişten gelen bu zengin birikim, bizim geleceğe daha bir güvenle bakmamız için gerekli moral desteği sağladı. Türkiye’de katıldığım bir törende, kendi cenaze namazını “Er kişi niyetine!” diye tekbir alıp, komutanlarının imametinde arkadaşları ile topluca eda eden bir ecdada sahip olduğumuzu öğrenmekten son derece onur duydum. “Ne mutlu Türküm diyene!” diyebilmenin mutluluk ve heyecanı ile ayrıcalığını bir kere daha yaşadım.

Yurt içinde veya yurt dışında yaşanılan bu duygu yoğunluğu arasında “Türk” olduğunu söylemekten neredeyse imtina eden, birleştirmek yerine ayrıştırmaya çalışan bir kesimin ölçüsüz söylemleri de yüreğimizi acıttı. Bununla birlikte, bütün bunlara nispet yapar gibi Türkiye’den binlerce kilometre uzakta yaşayan ve bir dünya yıldızı olan Avustralyalı Hugh Jackman’ın da İstanbul’da kökünün Türk olduğunu iftiharla anlatması yüreğimize su serpti. Gençlerimiz için geçmişten utanmak yerine, ecdadımızla iftihar etmemiz ve bu özgüvenle geleceğe umutla bakabileceğimize olan inancımızı pekiştirdi.

Bizi “öteki” olarak görenlere, “etiketleyerek” hakkımızda olumsuz algılar oluşturmaya çalışanlara tarihimizden verebileceğimiz pek çok iyi ve seçkin örnekler var. Bunlardan ikisini vererek bitireyim.
Dünyaca tanınan edebiyat adamımız Yaşar Kemal’in vefatı dolayısıyla katıldığım bir etkinlikte söz döndü dolaştı Nobel Edebiyat Ödülü’ne geldi. Kendisine ne kadar haksızlık edildiğinden filan bahsedildi. Ben de Yaşar Kemal’e verilmeyen; ama Orhan Pamuk’a verilen bu ödülün o kadar da önemsenmemesi gerektiğini anlattım ve “Madem bu kadar önemsiyorsunuz, Seferis’i kaçınız hatırlıyor?” diye sormadan edemedim.  

Giorgos Seferis (1900-1971)
İzmirlilerin içlerinden çıkarıp dünya müzik piyasasına armağan ettiği sanatçı Dario Moreno’ya olan kadirşinaslığını neredeyse cümle âlem biliyor. Peki, aynı duyarlık Giorgos Seferis için de gösteriyor mu? “Seferis de kim ola ki?” diye yüzüme baktılar. Onlara Seferis’in Urla'da (İzmir) doğduğunu, 1914'te ailesiyle Atina'ya taşındığını, çalışmalarını 1918 - 1925 arası Paris Sorbonne'da sürdürdüğünü ve 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü aldığını anlatınca, şaşkın bir ifade ve hayretle yüzüme baktılar. Seferis yabancı almanaklarda Osmanlı Türk vatandaşı olarak tanıtılıyor.

Orhan Pamuk’a gelince, 2006 yılında Nobel edebiyat ödülü aldıktan sonra bir iki üniversitede düzenlenen etkinliklerin dışında sesinin pek fazla çıkmadığını görüyorum. Türkiye’de ya Orhan Pamuk yandaşı veya karşıtı olacaksınız. Bitaraf olmak mümkün değil sanki. Halbuki Masumiyet Müzesi gibi başka sahalarda da etkin bir tanıtım yapılabilirdi. Biz susmayı tercih ediyoruz.

Türkiye’de bunlar yaşanırken,  aklım yeniden dışarıya kayıyor. Yurt dışındaki birlik ve beraberlik öykülerinin yanı sıra kültür ve sanat etkinliklerine takılıyorum.

Herta Müller 
Sekiz adet Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olan Almanya “Şiirin yoğunluğu ve nesirin samimiyeti ile yoksulların dünyasını tasviriyle" 2009 yılında Edebiyat ödülü alan Herta Müller’i Romanya muhaciri olduğuna bakmadan bağrına basmış. Biz, Osmanlı geçmişi nedeniyle Seferis’in adını bilmiyoruz. Orhan Pamuk hakkında kesin bir yargıya varamamışız. Avusturya ise "Romanlarındaki seslerin müzikal ahengi ve oyunlarındaki sıra dışı dilsel coşkunlukla toplumun klişelerinin saçmalığını gözler önüne sermesindeki ustalık için" 2004 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verilen Elfriede Jelinek için “Çek asıllı bir Yahudi’nin çocuğu” gibi saçma düşüncelere saplanmamış; geçmişine, geleceğine laf söylememiş. Üstüne üstlük bir zamanlar öğrencisi olduğu Viyana Üniversitesi adına bir araştırma merkezi kurmuş.

Bizler ne yapıyoruz?

Elfriede Jelinek
Yunan (!) Seferis’in esamisi okunmuyor. Yaşar Kemal’e ödül verilmedi diye dövünüyor; Orhan Pamuk için de üstü örtülü, kıskançlıkla karışık bir kin duyuyoruz. Lafımızı eveleyip geveliyoruz. İçimizden çıkan değerleri sıradanlaştırmayı marifet sayıyor; sonra da itibarsızlaştırmaya çalışıyor, yarım yamalak cümlelerle ecdada laf etmeye yelteniyor; yapılan densizliğin alkış aldığını gören densiz-i ekberlere bu davranışları ile “ezber bozduklarını” söyleyip, yarı cahil kerameti kendinden menkul aydınların peşine takılmayı marifet sayıyoruz. İnsan, bugünün aydını nerede, geçmişin münevveri nerede diye iç geçiriyor.

Kendimiz gurbette gönlümüz sılada “Ne mutlu Türküm diyene!” diyecek cesareti toplayıp yine bir olur, iri olur, diri oluruz.

Not:
- Kullanılan görseller Google görsellerden common user access (ortak kullanıcı erişimi) arasından seçilmiştir.
- Europa-Journal Nisan 2015 sayısı için hazırlanmıştır (URL: http://www.europa-journal.net/mustafa042015.html (16.02.2015).

10 Nisan 2015 Cuma

Avrupalının soykırım dediği

Bugün nisan aylarında gündeme getirilen bir konuya değinmek, bundan yüz yıl önce yaşanan, bununla birlikte acıları daha dün yaşanmış gibi taze olan, daha doğrusu her yıl tazelenen acılardan söz etmek istiyorum. Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış dramlara tanıklık etmiş insanların o günlere ilişkin anılarını not tutmuşum. Kaynağı kendi okuma notlarımla birleştirdiğim için bir tarihçi titizliği ile veremiyorum, Bununla birlikte bir blog yazısı sınırlılığı içinde yazıyorum. O yıllara ilişkin okuduğum bütün notlarda acı, öfke, özlem ve geleceğe yönelik endişelerin yer aldığını belirtmeliyim. Bu durum sadece Türklerde değil, Ermenilerde de böyle. Bu nedenle, bugün konuyu tartışanların "sence" veya "bence" demesinden ziyade "tarihi belgelerin"ve bu belgeleri okumasını bilen uzmanların ne dediği önemlidir.

Uzmanların görüşüne göre, savaşan bir orduyu ve savaş bölgesindeki sivil halkı arkadan vuran, silahlı, çeteleşmiş ve kışkırtılmış bir azınlık ahaliyi o mıntıkadan uzaklara nakletmek (tehcir etmek ki bu durumu bazıları "soykırım" diye adlandırıyor) Osmanlı Hükümeti'nin tek çaresi olarak görünüyordu. Yedi düvele karşı savaşan bir ülkenin cephe gerisindeki "mukatelenin önüne geçebilmek için" can havli ile bu tedbire başvurduğu ve Rus cephesindeki Ermenilerin kafileler halinde "daha güvenli bölge" olduğu düşünülen yerlere nakledilmesi (tehciri) gerekiyordu (Bkz.: Önsöz 2015: URL).

Osmanlı Devletinin İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı Almanların yanında I. Dünya Savaşı'na girmesi, Ermeniler tarafından fırsat olarak görüldü. Gönüllü alaylar kurarak Rus saflarına katılan Ermeniler, Rus işgal kuvvetleri ile birlikte Doğu Anadolu topraklarına girdiler. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde isyanlar çıkarıp Osmanlı kuvvetlerini arkadan vurdular. Sivil Türk halkı büyük bir katliama uğradı (Bkz. Shaw 1994). Öldürüldüğü söylenen Ermenilerle ilgili belgeye ulaşılamıyorken, Erzurum'daki arkeoloji müzesinde Ermeniler tarafından Erzurum Alaca, Yeşilyayla ve Tımar köyleri ile Kars Obaköy 'soykırım' kazılarında katledilen Türklere ait buluntular (Kur'an-ı Kerim parçaları, muska, düğme, ayyıldız parçaları vd) görülebilir.

Öte yandan, Anadolu'da da Balkanlarda verilen kayıpların yaşanmaması gerekiyordu. Balkanlarda 1821-1923 yılları arasında öldürülen Türklerin sayısı 5,5 milyonun üzerinde olduğu (Bkz.: Pehlivanoğlu 2015: URL) da unutulmamalıdır.

Prof. Dr. Justin McCarty
Toronto Üniversitesi'nde "Doğu Anadolu'daki İnsanlık Trajedisinin 100. Yılı" başlıklı bir konferans veren Louisville Üniversitesi öğretim üyelerinden, tarihçi Prof. Dr. Justin Mc Charty, o dönemi anlatırken "Osmanlı, Ermenileri bile Ermenilerden korudu" diyor ve dönemin trajedisine dikkat çekip, "Ermenilerin Doğu Anadolu'da Osmanlı askerlerini, devlet görevlilerini, valileri bile öldürdüğünü" söylüyor. "Elimizde binlerce, ama binlerce belge var. Bu belgeler, Türklerin değil; Ermenilerin soykırım yaptığını gösteriyor. Osmanlı arşivleri açık, ama Ermenilerinki değil" (Bkz. Türkiye Gazetesi, 03.01.2015) diye ilave ediyor. McCharty o günleri anlatırken, "Ermeniler Rusya'nın teşviki ile devlet olmak istediler ve yaşadıkları devlete başkaldırdılar. Taşnak Ermenilerinin Van'ı işgal ettiklerinde katliam gerçekleştirdiklerini, Ruslar geldiğinde müdahale edecek bir durum kalmamıştı." diyor.

15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa o günleri şöyle anlatıyor (Aktaran: Önsöz 2011: URL):

’15 Şubat 1918 ‘de Erzincan’ı aldık. Ermeniler pek az karşı koydular. Güzel yapılar ve kışlalar yakılmıştı. Bazılarının içini insanlarla doldurup yakmışlardı. İçi cesetlerle dolu kuyular çoktu. Müfrezem 22 Şubatta Mamahatun’u(Tercan’ı)işgal etti. Burada sağ kalan kimse bulunamadı. Ermeniler bütün ahalisini öldürüp büyük çukura doldurmuşlardı. Her taraf yanıyordu. Aşkale ve Yeniköy’de ise aynı manzara vardı. 20 Şubat’ta Bayburt’a geldik. Buradaki cenazeler insanın aklını oynatacak kadar çoktu. Bütün çocuklar süngülenmiş,yaşlılar ve kadınlar samanlıklara doldurulup yakılmış, gençler baltalarla parçalanmıştı. Çivilere asılmış ciğer ve kalpler görülüyordu Bunları görünce Erzurum’daki kardeşlerimizin imdadına koştuk. 11 ve 12 Mart’ta Ilıca ve Erzurum’u aldık. Erzurum’da öyle acıklı manzaralar gördük ki, insanı insanlıktan iğrendiriyordu. Halk gözyaşı ile şuraya buraya koşuyor, kimi babasını,oğlunu süngülenmiş veya yakılmış buluyordu. Bir çok sokakta hiç hayat görülmüyordu. Yerlerde .çocuk, kadın,yaşlı kanlar içinde yatıyordu. İstasyon sanki bir mezarlık gibi ölülerini dışarıya fırlatmıştı…’
Dönemin şartları göz önüne alınınca; askeri kıt, gücü zayıf bir devlet, ona yakın cephede savaşırken, binlerce Ermeni’yi o zamanın kıt koşullarında, olanaksızlıklar içinde güvenli bölgelere nakletmek için kaç asker ayırabilirdi ki? Birkaç jandarma refakatinde yola çıkan kafileler içinde yolu kesilenler oldu. Karabekir Paşa devam ediyor:

Tehcir kafilelerinin yollarını bekleyenler ve kesenler, bütün yakınları Ermeni çetelerince vahşi biçimde katledilmiş Müslümanlardı (Türkler, Kürtler ve o dönem o coğrafyada sulh içinde yaşayan diğer halklar). Camilere doldurulup gaz dökülerek topluca yakılmış; evler basılarak ırzlarına geçilip boğularak öldürülmüş; karnındaki çocuğu kız mı oğlan mı bahsi tutuşan Ermeni çeteciler tarafından karınları bıçaklarla deşilmiş, yavruları analarının gözü önünde parçalanmış, yüz binlerce bahtsız Türk'ün yakınları! Evleri yakılmış, paraları pulları alınmış, kolu-bacağı kesilmiş, ırzlarına geçilmiş, yavruları öldürülmüş, kızlarına-oğullarına tecavüz edilmiş, cinsel organları keyif için dibinden kesilmiş, yüz binlerce insan. Bu insanların kendilerine bu vahşeti reva gören kafilelerin yoluna çıkıp çiçek vermelerini mi beklerdiniz? Hayatta her şeyini kaybetmiş, intikam almaktan başka bir duygusu kalmamış bu bahtsızlar yine çoğu yerde Türk jandarmaları tarafından engellendiler; engellenemedikleri yerler de çok oldu. 
İşte bir kısım Avrupalının ve tarihin akışını siyasal tercihlere göre değiştirip gelecekte almayı planladıkları pozisyona göre yeniden yazarak değiştirebileceğine inanan kimi ülkelerdeki siyasetçilerin soykırım dediği budur.

Avrupalılar 1915'te yaşanan dramı Ermeniler açısından soykırım mı değil mi diye tartışırken, İngiliz istihbarat teşkilatının siparişi üzerine yazıldığı alenen bilinen ve tarihi gerçekleri çarpıtan "Mavi Kitap" adlı proje kitap üzerinden Türklere saldırmaya devam ediyor; buna karşın 1992 yılında bir gecede çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere 613 kişinin katledildiği Hocalı katliamını görmezden geliyor. Bu durum Avrupalının menfaatine göre izlediği politikanın güzel bir örneğini de gözler önüne seriyor.

Fransızların bu konuya neden bu kadar sahip çıktıkları sorusuna cevap da Kurtuluş Savaşı yıllarıyla ilişkilidir. Çünkü o dönemde Antep'te, Maraş'ta, Urfa'da, Adana ve Çukurova'da Türklerin yaşadığı olumsuzlukların baş aktörü Fransa ve onların işbirlikçisi Ermenilerdi (Bkz. Ayışığı 2014). Mehmet Özdemir (1973: 42, 48), 1918'deki Adana'daki Fransız ve Ermeni işgali ile Kayseri-Develi'nin durumunu belgeler ve tanıkların ifadeleri ile şu şekilde anlatmaktadır:

Fransızlar ikindi üzeri şehre girdiler. Kiliselerin çanları çalınıyordu. Ermeni evleri dükkanları, çarşı,pazar itilaf devletleri ve Ermeni bayrakları ile donatıldı. Yer yer Türk bayrakları yırtıldı. Gece fener alayları tertip edildi. Taşkınlık son haddini buldu. ’Kahrolsun Türkler ‘ sesleri ve ağza alınmayacak küfürler ortalağı çınlatıyordu (s. 42). 

I.Dünya Savaşında tehcir edilmiş Ermeniler Develi’ye dönmüşler hakim ve zalim tavırları ile intikam fırsatları gözlüyorlar ve her an Türk mahallelerinin hücuma uğrayacağı bekleniyordu. Kimse hayatından emin değildi. Sevr anlaşmasının Ermenilere verdiği hak ile Ermeniler vatanın hakiki sahibi kendilerini görüyor,Türkleri hakaretle aşağılıyorlardı. Fransızlar kendi haritalarında istila mıntıkalarını çizdikleri yerlere kadar hükümlerini yürütüyorlar,bu hükmün zabıta kuvveti de Ermeniler oluyordu. Haçın’da toplu kuvvetle etrafa saldırıyor,Develi kenarından geçen Zamantı suyunu hudut çizerek,iç taraflarda reva gördükleri gibi,dış tarafa da hücumlarını hazırlıyorlar,yeni yerlerin zaptına karar veriyorlardı (s.48).
Günümüzde yeterli tarih bilgisi olmayan ve millet bilinci zayıf olan gençlere tek yönlü, manipülatif yayınlarla "suçluluk psikolojisi" aşılanmaya çalışılıyor. Özellikle Türkiye dışında yaşayan Türkiye kökenli gençlerimize aynen Almanya'da ulusal sosyalistlerin İkinci Cihan Harbi yıllarında Yahudilere yaptığı soykırım suçu gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu bağlamda "Peki yaşananlar soykırım değil mi?" diye soran gençlere şunu anlatmak isterim ki Türk evladının tarihinde "soykırım" suçu veya parlak tarihinin yanı sıra aynanın karanlık yüzü gibi gizlenen, utanacağı bir sayfa yoktur. Yiyecek ekmek bulmanın neredeyse mümkün olmadığı savaş şartlarında bir ulusu isyana teşvik eden, sonra da verdikleri sözleri yerine getirmeyip, sadece Türklere değil Ermenilere de ihanet eden, iki dost milleti birbirine düşürenler, bugün tarih önünde günah çıkarmaya çalışırken, aynaya iyi baksın.

Bugün, bütün duyguların alt üst olduğu, salt aklın yerini ideolojik manipülasyonların aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Geçmişin acıları tazelenmeye çalışılıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, karşılıklı olarak kanlı bir kırım, boğazlaşma yaşanmış olduğunu ve bu nedenle unutulmaz acılar yaşandığını en yetkili ağızlardan beyan etmiştir. Bu kırımda kaybedilen canları sayıya dökmek, tarihin seyrini bugünkü anlayışla yorumlamaya çalışmak, tarih bilimcilere, insan aklına ve vicdanına saygısızlıktır. Eğer bir soykırımdan söz edilecek ise, asıl soykırım, sırf Türk olduğu için, hiçbir haksız tahrik söz konusu olmaksızın, insanları camilere doldurup yakmak değil midir? Kendi yaptıklarını görmezden gelip, arşivlerini kapatıp, Türklerin kendilerine yaptığı, insan doğasının tabii tepkisi olan saldırıyı dünya kamuoyuna soykırım diye tanıtanlar, bu maceraya atılırken sanırım bu sonuçları hiç öngörmemişti. 

Türk tarihinde Cumhuriyet ile birlikte yeni bir sayfa açılmasına öncülük eden Mustafa Kemal, yüzyıllarca aynı topraklar üzerinde sulh ve sükûn içinde yan yana, iç içe yaşamış bu iki kavmin arasındaki kanlı boğazlaşmaya en doğru teşhisi koyan kişidir (1.3.1922-TBMM. Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşmasından):

Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenilen mesele, Kars Anlaşmasıyla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.
Bugün içimizde yaşayan Ermeni cemaatinin açık sözlü, yürekli, akıllı, duygula, coşkulu evlatları da bu durumun farkında. Onlar da tarihin yaralarını kanatmak yerine, dostlukların pekiştirilmesini arzu ediyorlar.

Türk evladının unutmaması gereken önemli bir husus, yüzyıllardır soykırımlarla sahneye konulan oyun Türkler üzerinde ve daha sonra da Türk gibi görülen bütün Müslüman topluluklar üzerinde uygulanmaya devam edilmektedir. Yakın tarihimizde sırf Türk olduğu için hunharca katledilen onlarca diplomatımızı, masum vatandaşlarımızı ve iki toplum arasında barış elçisi olmaya çalışırken katledilen Ermeni dostlarımızı saygı ve sevgi ile anarken, her birinin katlini örgütleyen mihrakların oyunlarının bozulduğunu görmeyi; her iki tarafın geride bıraktığı onlarca öksüz ve yetimin sahipsiz bırakılmamasını diliyorum.

Kaynaklar:
Ayışığı, Metin (2014). Milli Mücadele'de Ermeni Saldırılarına Karşı Develi (Kayseri) Direnişi. Yeni Türkiye. 60/2014, ss. 1-15.

Önsöz, Zeki (2011). Ermeni Meselesi Nedir? URL: http://www.zekionsoz.com/?p=136 (erişim: 10.04.2015).

Özdemir, Mehmet (1973). Milli Mücadelede Develi. Kayseri:

Pehlivanoğlu, Özcan (2015). Balkanlarda Türk Soykırımı. Dünya Türkleri Akraba Toplulukları Hizmet Derneği. URL: http://www.dunyaturkleri.org.tr/bolum.asp?goster=dos&id=95 (erişim: 10.04.2015).

Shaw, Stanford (1994). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye. (Çev. Mehmet Harmancı). İstanbul: E-Yayınları,(ISBN 9753901593).

6 Nisan 2015 Pazartesi

Recep Hoca'nın ardından

Değerli Dostlar,
Okt. Recep Gök, MA (1951-2015)
Bu defa hayatından geçen yüzlerce öğrenciden biri olarak Recep Bey'i anmak üzere Anadolu Üniversitesi Turizm Fakültesi tarafından düzenlenen toplantıda (06.04.2015, 12:00) yaptığım konuşmayı paylaşıyorum. 

Afyonkarahisar ili Sandıklı ilçesinde dünyaya gelen Recep Bey, yüksek öğrenimini Erzurum Atatürk Üniversitesinde tamamlamış. Hocamızın benim ve daha pek çok öğrencisinin hayatında unutulmaz özel bir yeri olduğunu belirtmek isterim. Bizim ilişkimiz bir öğretmen-öğrenci ilişkisi şeklinde başladı ve bir meslektaş olarak, bir mesai arkadaşı olarak devam etti. Hayatım boyunca bir hazine gibi saklamak istediğim anılarımdan bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum.

Kime sorarsanız sorun, onun baharın bütün güzelliğiyle bezenmiş ovaların sessizliği içinden Afyon’un kalesi gibi yücelerden gümbür gümbür atan yüreğinin insan sevgisi ile dolu olduğunu anlatır. Mütevazı, yiğit bir serdengeçti olan hocamız hakkında anlatılacak o kadar çok şey var ki...

Bundan tam 34 yıl önce, yani 1981 yılında Eskişehir Yabancı Diller Yüksekokulu’na okumaya geldiğimizde sırım gibi bir delikanlı dikkatimizi çekti. Henüz 18 yaşında istikbalimizi kazanmak üzere hayattan pek çok umutları ve beklentileri olan genç birer delikanlı olarak hocamıza kanımız kaynadı.

Yabancı Diller Yüksekokulu Müdür Yardımcısı ve Almanca okutmanı olan hocamız, o yıllarda siyah beyaz TRT kanalında yayımlanan ve ülkemizde basketbol sporunun sevilmesini, popüler olmasını sağlayan Amerikan yapımı Beyaz Gölge (The White Shadow) dizisindeki basketbol koçu Ken Howard gibi her an yanımızdaydı. Ne zaman ihtiyaç duysak, ne zaman bir yol gösterici arasak yanıbaşımızda oluyordu. Kimsesizlerin kimsesiydi. O artık hepimizin öğretmeni, abisi, Yabancı Diller Yüksekokulu’nun koçuydu. Recep Hoca, bizi hemen her gün okulun giriş kapısında karşılayan, her birimizi usandırıp memleketimize kaçırmaya ant içmiş gibi görünen, öğrencileri ile mesafeli durmaya çalışan, her birini kalın çerçeveli gözlüğünün üzerinden süzen, asık suratı bir gün gülmeyen, bununla birlikte tanıdıkça yüreğinin pırıl pırıl olduğunu anladığımız yüksekokul müdürümüzün tersine herkesin yardımına koşuyordu. Dedim ya, bir derdimiz olduğunda can yoldaşımız; boş zamanlarımızda maç yaparken koçumuzdu. Bizler onu örnek aldık; günler günleri, aylar ayları kovalarken Eskişehir’i, EsEs’i onun sayesinde sevdik. Dertlerimizi, hüzünlerimizi, sevinçlerimizi, sırlarımızı ya da danışmak istediğimiz pek çok şeyi karşılıksız paylaştık, maddi ve manevi sıkıntılardan anlık da olsa kurtulup hayatın yükünü hafifletmeye çalıştık.

Meslek hayatında iyi bir öğretmen, öğrencileri için de başarılı bir rol modeldi. Yalandan, dolandan; kibirden, riyadan hazzetmezdi. Ölçüsü Anadolu bilgeliğinin duruş noktası idi. Anadolu bilgeliğinde gerçeğin, onu arayandan ayrı olmadığını biliyordu. Bir dönem müfettişlerin gözetiminde anlatmak zorunda bırakıldığı dersler, bugün literatürde yer alan model uygulamalar şeklindeydi. Dersini savunduğu ilkelerinde haklı olmanın verdiği özgüvenle kendinden emin bir şekilde anlatıyor; vakur duruşu ile de örnek bir öğretmen profili çiziyordu. Belleğimde taptaze duran bu anı, meslek hayatım boyunca silinmeden yaşayacaktır.

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu hazırlıkları yapılırken, içimizden bazı öğrencileri yönlendirip o dönemin Milli Güvenlik Konseyi’ne dilekçeler gönderilmesini ve okulumuzun yeni yükseköğretim kanununda Eğitim Fakültesi olarak yer almasını sağlayan isimsiz kahramanlardan biri de Recep Hoca’dır...

Bütün öğrencileriyle dosttu, arkadaştı ama sınıfa girince hiçbir öğrencisini diğerinden ayırmıyordu. Bazı meslektaşlarının kimi öğrencileri kayırdığını görmesine karşın, o bugün bazılarının bilimsel etik söylemiyle dillerine pelesenk ettiği moda sözlerden habersiz, güzel ahlakı ilke edinmişti. Güzel ahlakta her şeyin ölçü içinde olmasından dolayı, Anadolu insanının adalet duygusunu insan sevgisi ile birleştirip harmanlamış, yaşam biçimine dönüştürmüş, gördüklerinin bir realite-gerçeklik taşıdığının farkındaydı. Dürüsttü, adildi, hoşgörülüydü. Zorlaştırmaz, kolaylaştırır; nefret ettirmez, sevdirirdi.

Akademik çalışmalarına Yüksekokul fakülteye dönüştükten sonra da ara vermedi. Asistan olduktan sonra oda arkadaşım oldu. Birlikte yükseklisans yaptık, sınıf arkadaşı olduk. Chomsky’nin ağaçlarını tersinden çiziyordu. Her daim kendini geliştirmeye, bilmediklerini öğrenmeye gayret etti. Kariyer yaparken kişisel ihtirasları yoktu. Dostları için yaşayan biriydi.

Yükseklisans eğitimim bittikten sonra beni Viyana Üniversitesi’ne doktora öğrenimi yapmak üzere gitmem konusunda teşvik etti; yardımcı oldu. Hatta noter huzurunda imzalanan taahhütnameye kefil olarak düşünmeden imza attı.

Ben Türkiye’ye döndükten bir süre sonra doktora programı açtık. Büyük bir hevesle başladığı doktora programını makam, mevkii peşinde olmadığı, birilerine hoş görünme kaygısı taşımadığı için tamamlamak istemedi. Akademik hayatın bütün sorunları ile hazzını kendi içinde yaşadı.

Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu’nun kuruluşunda buraya geçti. Yabancı dil bilmenin önemini çok iyi kavramış olan dönemin yüksekokul müdürü Prof. Dr. İlhan Ünlü ile uyumlu bir çalışma yaptı. Takip eden yöneticiler ile kurduğu ilişkilerde de her daim sevildi, sayıldı. İş ilişkilerinde karşılaştığı geçici fırtınalar esnasında sessiz ve sakin kalarak dingin denizlerden ebedi dostluk ve arkadaşlık limanlarına ulaşmayı ilke edindi. Tıpkı benim hocam olduğu gibi, bugün Turizm Fakültesi adıyla fakülteye dönüşen yüksekokuldaki kimi öğretim üyelerinin de Eğitim Fakültesinden, Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulundan hocasıydı; her birinin dil bilen birer turizm profesyonelleri olarak yetişmesi ve üniversiteye kazandırılması konusunda gayretleri oldu. Bununla birlikte, kendi evlatlarını yetiştirip iş güç sahibi yaparken, bir dönem çalışma arkadaşlığı yaptığı kimi akademisyenler gibi yakın akrabalarını üniversitenin kadrolarına yerleştirme konusuna itibar etmedi. Dik durdu, dikleşmedi.

Recep Hoca ile birlikte bir gün
Yıllar sonra yolumuz yeniden kesişti. Bu defa ben Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu müdürlüğü görevine atanmıştım. Hocamızla birlikte uyumlu ve gayet verimli çalışmalar yaptık. Bilgeliği, yardımseverliği ve hayat tecrübeleri ile burada da kendine sağlam bir yer edinmişti. Herkesin yardım meleği gibiydi. Birlikte yazdığımız Turizm Almancası kitabında, mesleki bilgilerinin ve deneyimlerinin gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamaya çalıştık. Kimi zaman öğrencilerle iletişim kurmamızda bizlere yardımcı oldu. Öğrencilerimizden zaman zaman karşı cinsle ilişkilerinde geleneksel çizginin dışına çıkanlara Anadolu bilgeliğinin görgülediği gerçeğin hatırlatılması yönünde eleştirel serzenişleri olurdu ve onu uzaktan gören öğrenciler kendilerine çeki düzen verirdi. Onun salt bilgiye ve tecrübeye dayanmayan, aynı zamanda kişiliğine de nüfuz eden ve tüm eylemlerine eşlik eden doğal halleri Turizm öğrencileri tarafından da benimsenir; her haliyle sayılır ve sevilirdi. 

Çok sevdiği öğrencilerinden birinin aniden kalp krizi geçirip Hakka yürümesi üzerine, sağlık kontrolü yaptırmak istemişti. Yapılan tetkiklerde kalp rahatsızlığı tespit edilmiş. Sonrası malum. Ameliyatlar ve hastalıklar arka arkaya geldi. Hastalığının duyulmasını istemedi. Dostları üzülmesin diye... Bu süreçte yalnız bırakmamaya çalıştık; istediği gibi hep uzaktan takipçisi olduk.

Sevgili Hocam,
Gittiniz gideli içimizde öyle bir sızı var ki yalnız siz anlarsınız;
Siz şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsınız.

Değerli dostlarım,
Ölüm, dünya nimetlerine dört elle sarılan ve sahip olduğu makam ve mevkilerin kendileri ile kaim olduğunu zannedip, yalan bir avuntu içinde yaşarken gönül kırdığının farkına bile varamayanlar için güzel bir örnek, ders çıkarmasını bilenler için iyi bir vesiledir.

Her ölüm acı, her ölüm zamansız derler ki doğrudur. Bununla birlikte, dünya hayatı fanidir; inananlar için ölüm Sevgiliye kavuşmak, sonsuz âlemde yeni bir hayata başlamak için açılan bir kapıdır. Kur'an-ı Kerimde “Ondan geldik, yine ona döneceğiz” (Bakara 156) ve "Yaratılan her can ölümü tadacaktır" (Ankebut 57) diye buyuran yüce Allah'tan dileğimiz, ölülerimize rahmet ve merhametle muamele etmesidir.


Mevla bütün geçmişlerimize rahmetiyle muamele eylesin; hepimize, sevdiklerimizle birlikte yaşama imkanı ve sağlıklı uzun ömürler versin.  

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...