Akşam genç
arkadaşlar oturmaya gelmişti. İçlerinden biri gayet safiyane bir tavırla “üniversitede kendine
kol kanat geren bir hocasından ne kadar istifade ettiğini" anlata anlata bitiremiyordu… Laf lafı açmış, gece bir hayli ilerlemişti. Biraz yorgunluktan, biraz da gençlerin şevkini kırmamak için akademik hayatta gördüğüm aymazlıkları anlatmaya gönlüm elvermedi. Gençler
ayrıldıktan sonra günün yorgunluğu iyice çöktü; kendimi yatağa attım… Attım atmasına da bir türlü uykuya dalamadım. Bütün gece bir o yana, bir bu yana dönüp durdum.
Beynim zonkluyor, gençlere anlat(a)madığım olaylar gözümün önünden film şeridi gibi akıp geçiyordu. Derken uykuya dalmışım.
Rüya bu ya, üniversitede birilerinin tavassutu ile kendine kadro bulabilmiş birini ona buna sataşırken görüyorum.
Yerden bitme, çökelek derisi gibi şişmiş akademisyen budalası, koridordan geçerken çalışmaları ile azıcık öne
çıkmış, kendine rakip olarak görebileceği mesai arkadaşları arasından gözüne kestirebildiklerine ha bire laf sokuşturuyor; odasında göremediklerini ise arkasından çekiştiriyordu. Bunu yaparken de aslında söz söylediklerini hicvetmekten ziyade kendi zavallılıklarını,
komplekslerini yılışık bir şekilde ortaya koyuyordu. Bu esnada da bütün yavşaklıklarını, yılışıklıklarını da -yersen espri, yemezsen ayrı lokma babından- espri diye yutturmaya çalışıyor. Kendi aklınca da "Lafı nasıl da soktum
ha..." duygusunun derin hazlarına kilitlenmiş bir şekilde libidosunu tatmin
etmeye yeltenip duruyordu.
Yine bir gün öğle yemeğinden dönerken, odasına geçmeden önce uğradığı toplantı odasındaki gençlere “Çalışın, çalışın; fakülteyi siz kurtaracaksınız” diye laf atıyor;
"Kardeşim sen ne yapıyorsun, senin bu davranışlarının kime ne hayrı var? Bu yaptıklarından utanmıyor musun?" denileceği anda, yılışıklığını yavşaklığın alasıyla birleştirip "Ben espri
yapıyordum" diye şirin modlara bürünmeye çalışıyordu...
Gerçi "Na'pıyorsun?" diye soran da yoktu ya... Bunların al birini vur ötekine…
Rüya bu ya, yine karşılaştığım bir
arkadaşım, “Bu durum daha ne kadar sürecek bilmiyorum ama bu utanmazların sergilediği bu tür
tutumlar üniversite hayatını ağır bir biçimde kirletiyor.” diye serzenişte
bulunuyordu ve “yahu adam alenen saçmalıyor; utanmak şöyle dursun, bir de yaptığının
marifet olduğunu sanacak kadar da şuursuzlaşabiliyor” diye ilave ediyordu.
Yaptığı her
'acıtıcı' konuşmadan, çalışma arkadaşına sataşmasından sonra da aylardır fırça yüzü görmediği anlaşılan, nikotin etkisiyle sararmış kirli dişlerini
göstererek sırıtıyor; müflis tüccarlar gibi yılışık bir şekilde, yağlı ellerini çoktandır ütü yüzü görmemiş kirli pantolonunun ceplerine sokup, kendinden bir metre ilerde giden göbeğini zıplata zıplata gülüyordu.
O sırada yanımıza gelen bir başka
arkadaşım gördükleri karşısında tam anlamıyla dumura uğruyor ve ağzından gayrı ihtiyarı şu sözler dökülüyordu: “E, bunların haklarını teslim etmek lazım! Herkes böyle olamaz... Bunların zekası
kıvrak; ruhu yavşak! Aynı zamanda
acayip korkak! Bunlar, kendisi gibi kompleksleri paçalarından akan ve dedikodu
şehvetinin hazzına ve yalakalık yapmaya dayanamadığı için hoca bozuntusunun yanından ayrılmayan avanelerle güruh halinde gezmeyi de seviyorlar.” deyiveriyordu.
Gerçekten de bu tipler üstlerine yaranmak, şirin görünmek için üzerinde sakil mi sakil
duran bir mağdur sokak çocuğu pozu takınıyor; nezaketten nasibini almamış haleti ruhiye içinde etrafa iltifatlar
yağdırıyorlardı. Önceden tezgahladıkları kavuklu ile pişekar rollerini bayağı dalaşmalar şeklinde icra ederken, bulundukları ortamı panayır
yerine çevirip, sergiledikleri tuhaflığı kendileri lehine popülarite oluşturmak için kullanmakta beis görmüyorlardı.
Rüyamda başrolü oynayan zat ortalıkta, hiç
olmadığı ama olduğunu zannettiği bir 'şımarık, kerameti kendinden menkul akademisyen' pozlarında "Yaşasın
kötülük!" diye dolanırken; "Banane, banane işte! Söylüycem!" diye,
pantolon askılarını çekiştirerek söyleniyordu. Bir aydan beri kesilmemiş sakalının kirlettiği, yağlı, kepekli saçlarının indiği alnındaki terle birleştiği manzarayı suratındaki müstehzi gülümsemeyle geçiştirmeye çalışsa da kirden sararmış dişleri arasından
akan salyasını elinin tersiyle silerken, haftalarca kesilmemiş tırnaklarını zaten
gizleyemiyordu...
Şuursuzluğun bu
kadar çok boyutlusuna gerçek hayatta rastlamak mümkün değil elbette. Bu tür insanlar gerçek hayatta olmamaları gereken yerde bulunuyor olmaları durumunda, kendileri dışında herkesin
farkında olduğu derin bir travma yaşayıp; serbest salınım halinde bir oraya bir buraya toslayabilirler. Böylelerine "Siz yerlerden yer beğenin. O yer yarılsın da içine girin. Cehennemin gayya kuyusuna, mesela... Gidin, gittiğiniz yerde de utanmayı, edebi öğrenin" demek az gelir.
Rüya hali ya, iş öyle bir sarpa sardi ki birisi benden habersiz dövecek onları diye bakıyorum... Bunlar böylesine iğrenç, adi, başı bozuk herifler yani. Korkunç tipler... Biri bir vursa, elinde kalacak. "Acaba ben onlardan önce mi davranmalıyım?" diye hamle ediyorum...
Üzerimde bir
ağırlık, eşim sesleniyor; yastığımı çekiştiriyor. Uyan, hey uyan!
Uyandım; uyanmasına da beynim nasıl zonkluyor… “Heeeey kendine gel, derse geç kalacaksın!” diye söyleniyor. Yatağın üzerinde oturup, bizleri yaratana, bu günleri gösterene sonsuz şükürler ediyorum... Üniversitelerimizde bu tür saçmalıkları bizlere göstermediği için hamd-u senalar ediyorum...
Uyandım; uyanmasına da beynim nasıl zonkluyor… “Heeeey kendine gel, derse geç kalacaksın!” diye söyleniyor. Yatağın üzerinde oturup, bizleri yaratana, bu günleri gösterene sonsuz şükürler ediyorum... Üniversitelerimizde bu tür saçmalıkları bizlere göstermediği için hamd-u senalar ediyorum...
Yatmadan önce okuduğum satırları zihnimde tekrar ediyorum: “İnsan yağmur gibi
olmalı…, herkesi ıslatabilmeli… Rahmeti kuşanıp herkese, her şeye merhamet
etmeli.. İnsan sözünü; yağmur gibi yumuşakça indirmeli kulaklara; kırıp
dökmemeli, damla damla söylemeli, ince ince sevmeli… Şevkatli olup kimseyi
küçümsememeli, hor görmemeli, kimsenin dalını kırmamalı.. İnsan yağmur gibi,
bir görünmeli bir saklanmalı… Öyle ince olmalı ki, ihtiyaç duyan onu dizi
dibinde bulmalı, ihtiyaç bittiğinde hiç şikayetsiz ortalıktan kaybolmalı…”,
Bu defa da yavrum, iki gözüm evladım “Hadi baba, acele et. Okula geç kalacağız!” diye sesleniyor. Kendimi
lavabonun önünde buluyorum... Yüzüme çarptığım buz gibi su kendime gelmeme vesile oluyor. Aynadaki silüetime bakıp, verdiği nimete bir kere daha şükürler ediyorum.
Not:
Grip gibi ateşli hastalıklar, bazen kabuslara neden olabilirmiş. Bunun dışında gün içinde ne kadar yağlı, acılı veya baharatlı yiyecek yenilirse, geceleri kabus görme olasılığı da o kadar artıyormuş.
Not:
Grip gibi ateşli hastalıklar, bazen kabuslara neden olabilirmiş. Bunun dışında gün içinde ne kadar yağlı, acılı veya baharatlı yiyecek yenilirse, geceleri kabus görme olasılığı da o kadar artıyormuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder