Yurt dışında yaşayan Türkler zaman zaman yaşadıkları ülkeye
ne kadar bağlı oldukları, bu ülkeyi ne kadar sevdikleri konusundaki sorulara
muhatap oluyorlar. Hazırlıksız yakalananlar, kendilerini eve gelen misafirlerin
“Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun?” türünden yönelttiği sorulara
muhatap olan çocuklar gibi hissediyorlar.
Böyle sorulara cevap vermek her babayiğidin harcı değil.
Çünkü sevgi ve güven duygularının gelişimi, karmaşık ve uzun bir süreç içinde
oluşur. Örneğin sokağa çıkan bir kimse kendini ne kadar güvende hissederse;
okula giden bir çocuk kendine ve kültürel değerlerine ne ölçüde saygı
duyulduğunu deneyimlerse, yaşadığı çevreyi benimser, deneyimlerini
içselleştirir ve orayı kendine yurt olarak görür. Sevgi dili kendini yeniden
üreten insansal bir varoluş biçiminin dışa vurumudur. Güven ise bu süreci
deneyimleyen insanın varoluşunun doğal sonucudur. Bu bağlamda baskın kültürün
taşıyıcılarının yabancılarla ilgili olarak hemen her fırsatta dile getirdiği sevgi,
sadakat ve aidiyet ile ilgili sorularına cevap ararken, aralarında yaşayan ötekiler
ile kurdukları sosyal iletişimin insani boyutlarını da samimiyetle gözden
geçirmelidir. Sosyalleşme bir süreçtir; insanın beklenti ve gereksinimlerine dönük
olduğu ölçüde olumlu seyreder. Karşılıklı ilişki içindeki bireyler birbirlerini
tanımak, bir yere ait olmak, bağlanmak vb. gereksinimlerinin giderilmesi ile karşılıklı
güven duygusu gelişir; bu duygu zamanla bir sevgi katalizörü haline gelir.
Bu duyguların geliştirilmesi, güvene dayalı karşılıklı ilişkilerin
sürdürülebilmesi için okulda öğretmen sınıf ortamının; siyasetçi ise toplumun
psikolojik dokusunu oluşturan sevgi ve güven duygularının mimarı olmalıdır.
Özellikle seçim dönemlerinde sıkça başvurulan ötekileştirme söylemleri,
özellikle burada sözü edilen güven duygusunu zayıflatmakta, köken kültürüne duyulan
özlemi ve kaynak ülkeyle olan bağı pekiştirmektedir. Yani “öldürmeyen
güçlendirir”.
Sevgi ve güven duygusunun gelişmesi için ilişkilerin karşılıklı
sevgi ve güvene dayalı olması, kurulan
ilişkilerin, kazanılan olumlu deneyimlerin, bireyin yaşadığı çevreye aidiyet
duygularını da geliştirip, pekiştirmesi yadırganmamalıdır. Bu bağlamda eğitim, toplumu
oluşturan bütün paydaşların birinci önceliği olmalıdır. Eğitilmiş insan; insanı
ve hayatı sever; sevgi ve dostluğu bir armağan gibi algılar; üretkendir.
Üretkenliğe gelince; bu kavram zihinsel ve duygusal
süreçlerin özgürleşmesini tanımlar. Yaşamı dönüştürmeyi ve iyileştirmeyi amaçlayan
bütün insansal çabaların en soylusu, eğitimdir. Bu yüzden, hem öğretmen hem de
politik hayata yön verenler, eğitimin sınırsız imkânlarından yararlanarak, hayatı
uygarca yorumlama ve toplumu geleceğe hazırlama yeteneğine sahip olmalıdır.
Öğretmenin bir rol model olabilme yeteneği ise yaşamı yorumlama ve yansıtmada
göstereceği tutarlılığa, kararlılığa bağlıdır. Başarılı bir öğretmen, kendini
sürekli geliştirmeyi amaçlamalıdır. Yalnız bu gelişme süreci, sadece kuramsal
bilgileri değil, günlük yaşamın psikolojik gerçekliğini de kapsayan, özgün ve
doğal bir duyarlılığı içermelidir (Aydın 2013, s. 9).
Burada sözü edilen siyasetçi kavramına gelince, bu kavramın toplumsal
hizmet üretimini gerçekleştirmek için doğal kaynak, sermaye, emek gibi üretim
faktörlerini bir araya getirip faaliyete geçiren ve girişimlerinin sonucu doğabilecek
tüm riskleri üstlenen kişi olarak tanımlanması gerekir.
Alman filozof Nietzsche “Derisini değiştiremeyen yılanlar
ölmeye mahkûmdur” der ve ekler “Bu durum, düşüncelerini değiştiremeyen zihinler
için de geçerlidir.” Zaman ayrışmanın, ötekileştirmenin değil; birlik ve
beraberlikle ortak geleceğe hazırlık yapmanın zamanıdır.
---------------
Ayhan AYDIN (2013). Sınıf Yönetimi. 16. Baskı. Ankara: Pegem
Akademi. ISBN 978-605-5885-08-3
Not:
Bu yazı HABER AVRUPA - EUROPA JOURNAL NOVEMBER / ARALIK 2019
sayısı için hazırlanmıştır. Yazının tamamına http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/
dezember2019/ cakir122019.jpg adresinden ulaşılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder