21 Mart 2020 Cumartesi

Ütopya veya distopya


Bu yazıyı yaşadığı çağa tanıklık eden biri olarak hazırladım. Avrupa Türk toplumuna ilişkin distopik gözlemlerimi tahlillerimi ve biraz da beklentilerimi anlatmaya çalışacağım. Sizin de hiçbir ideolojik körlüğe saplanmadan okumanızı ve yaşam biçimi olarak görmenizi diliyorum. Distopya ütopya kavramının karşılığı olarak ortaya çıkmıştır. Ütopya gerçekte var olmayan, ileriye yönelik hayali kurulan ideal toplum biçimi anlamına gelir. Distopya ise ütopyanın tam tersi olan bir toplum şeklidir.

Hiçbirimiz bu topraklara keyfinden gelmedi. Her birimizin kendine göre haklı ve geçerli bir gerekçesi vardır. Bunlar ağırlıklı olarak toplumsal, sosyal veya ekonomik yetersizliklerdi. Bir kısmımız Avrupa’ya geldikten sonra banka kredisi ile zengin olunamayacağını anladı; bir kısmımız da yaşadığı çağın gerisinde kalan insanlara güvenerek çağın gerisinden geleceğe yönelik gerçekleşmesi imkânsız hayaller kurdu. Bir kısmımız da başkasının hayallerinin peşine takılıp, kendi gerçeklerinden uzaklaşıp gitti. Her nerede yaşanırsa yaşansın, insanların kendi hayatını yaşamaktan bir araya gelmeye fırsatları olmadı.

 “Gelişmiş toplumlar, örgütlü toplumlardır” sloganının albenisine kapılan bir avuç insan da kendini “çok kültürlülük” sloganının büyüsüne kaptırarak türlü derneklere bölündü. Oysa içinde yaşadıkları toplumun bireylerinin oluşturduğu derneklerinin, dini cemaatlerinin, sosyal gruplarının belli bir felsefi derinliği; köklü bir geçmişi, kültürel arka planı var. Bizim kurduğumuz dernekler sosyal yardımlaşma ve dayanışma görüntüsü altında daha çok dini, siyasi özellikli olup görüşleri ile ayrımcı ve tutumları ile ayrıştırıcı oldular. Oysa, insan olan şöyle bir düşünebilse, başını kaldırıp çevresinde olup biteni görebilse, kendini sömürenin Batı olmadığını; bölüp ayrıştıranın da kendi içindeki cehalet olduğunu görecek. Aklını kullanmayanları bağlayan sanal zincir, sahibinin duvarları aşmasına izin vermiyor. Sanki birilerinin çıkıp “Kral çıplak!” demesi, çağı, toplumsal ve sosyal hayatı onlarca yıl önceki kültürde takılı kalan kafayla değil, günün gerekliliklerine göre aklın ve bilimsel düşünceyi rehber edinen bir kafa yapısını gerektirdiğini söylemesi gerekiyor. Avrupa Türk toplumunun aydınlanması bu yolla mümkün olur.

Avrupa Türk toplumu içinde en çok rağbet gören unsurun din olduğu herkesçe malum. Birleştirici olması gereken din burada bu işlevini yitirmek üzer. İnsanlar adeta dipsiz kuyuya düşmüş; buradan çıkmak için akıl tuğlalarına tutunmaları gerektiğini bilmiyor gibi. Hesap günü geldiğinde aklını kullanmayanlara “Siz bize ibadet etmiyordunuz” (Yunus 10/28) diyecekler. Hal böyle olunca, toplumun zihinsel olarak aklı ve bilimi rehber edinmekten başka seçeneği yok. Bunun aksi durumlarda insanlara anakronik, yani içinde bulunduğu zamanın şartlarını görmezden gelen bir dünya görüşüne hapsolarak, güncel sorunlara çözüm üretemeyeceğini, aksine mevcut yapıyı daha da şizofrenik bir hale dönüştüreceğini anlatmak gerekiyor. Bu anakronik hayat; mikro düzeyde bireyin, makro düzeyde de toplumun davranışlarını, hareketlerini, gerçeği algılayış şeklini ve düşüncelerini çarpıtarak değiştirmekte, insanın ailesi ve sosyal çevresi ile ilişkilerini bozmakta, yaşam kültürünü geliştireceğine gün be gün geriye götürmektedir. Bu olgu ne yazık ki bazı kesimlerce kültür ve kimliği koruma adı altında teşvik edilerek istismar edilmektedir.

Bilindiği üzere, yaşama kültürü gelişmemiş toplumlardaki din algısı sosyal çevreye göre şekil değiştirmektedir. Avrupa Türk toplumu da dindarlık adına hem etnik hem de sosyolojik ve teolojik açıdan içe dönük bir süreç yaşamaktadır. Dışa yönelen her adım kendi içinden çıkan engellerle karşılanmakta, ötekileştirilmektedir. Bu arada bireysel menfaatler söz konusu olduğunda, ne dinin emrettiği kul hakkı ne örf ve hukukun yaptırımları hatırlanmaktadır. Bu kesim içinden bir grup para kazanmayı becermiş olsa bile zihni taşrada kalmış olduğundan yaşadığı çevreyi anlamaktan geri kalmış; zamanla melez bir kimlik oluşturmuştur. Bunların yaşadığı çevreye gevşek bir aidiyet duygusu vardır. Onlara sadece ait olduğu mensubiyet karşılığında emeksiz cennet vaat edilmesi yetmektedir. Cennet vaatleri, “hayırda yarışma” Ortaçağ Avrupa’sında kiliselerin yaptığı gibi maddiyata, bağışa endekslenmiş görünmektedir. Luther döneminde hayır sahiplerine verilen endüljanslar gibi Avrupa Türk toplumu içinde de yapılan hayırlara vesile olduğunu gösteren belgeler tanzim edilmeye başlanmış; ibadethanelerin duvarlarına çakılan plaketler sayesinde edilen dualarda kendine yer bulmak umuduyla amel defterlerinin kapanmayacağına inanan, modern hayatın yaşam biçiminden giderek uzaklaşan bir toplum modeli ortaya çıkmaktadır. Halbuki Menteş’in de dediği gibi (2014: 500) “Ergin akılla düşünmek insanı Rabbine götürür; her şey nihai olarak Rabbine varır. Nihai hesap rabbinin huzurunda (rabbikel münteha) görülür” (Necm 53/42).

Farabi’nin de değindiği üzere, “Erdemlerin en büyüğü bilimdir. İnsanlar erdem sahibi olmazsa, şehir ve yöneticiler de erdemli olmaz.” Bu gerçekten hareketle, taşralı insanlar ile şehirli insanları birbirine yaklaştıracak tedbirlerin alınması ve vakit geçirmeden hayata geçirilmesi gerekir. Bu tedbirleri alıp uygulaması gereken kültürün önderleri de ne yazık ki İslam kültür ve medeniyetinde “tekasür” olarak adlandırılan süreci yaşamaktadır. Ne yazık ki kendi içimizden çıkardıklarımızın önemli bir kısmı da bu modaya ayak uydurmuş görünmektedir. Tekasür, yani insanların birbirine karşı sahip olduğu malın çokluğu ve büyüklüğünden kaynaklanan, kibirle karışık “üstünlük” duygusudur. Orta Avrupalıların kültüründe bu duygu baskındır ve bu durum özellikle ekonomik ve sosyal kriz dönemlerinde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi ile daha belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Hâlbuki bunun yerine “hakikat, adalet, merhamet, ehliyet ve meşveret” ilkeleri benimsense, yönetim felsefesi olarak öne çıkarılsa, şehir halkını bir arada tutmak, ihtiyaçlarına çözüm üretmek daha da kolaylaşır. Moda deyişle “entegrasyon” sağlanır.

Ütopya veya distopya, hakikat veya gerçek, toplumu doğru bilgilendirmek, adalet, eşit davranmak, merhamet, insanların yaşam alanlarını Harun ile Karun misali ayrıştırmamak, ehliyet, emanetin ehil ellere verilmesi, meşveret…  Bütün bunlar toplumu yönetenlerin itibar edeceği, ortak akla ulaşmak için kullanacağı yöntemler olmalıdır. Bizim geleneksel değerlerimiz olan bu durum Batı kültüründe katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasinin aktörleri olabilmek için de sosyal, ekonomik olarak sınıf atlamayı sağlayan eğitim ve eğitilmiş insan gücü şarttır.

Avrupalı Türkler; bu devran böyle dönmez. Size söylenenleri değil söylenmeyenleri duymaya, gösterilenleri değil gösterilmeyenleri görmeye; nasıl bir kurmaca dünyada yaşadığınızı anlamaya, birlik ve dirliğinizi korumaya bakın. Bulunduğunuz çevreyi daha yaşanılabilir bir yurt yapmak için daha çok çalışmalı ve yaşadığınız olumsuzlukları olumluya dönüştürmek için toplumsal ve sosyal hayatın içinde katılımcı bir anlayışla yer almalısınız. Sizin hayranlıkla izlediğiniz ve gelişmiş medeniyetin temsilcileri olarak gördükleriniz, binlerce yıllık insanlık medeniyetinin ortak mirasıdır. Siz de sahip olduğunuz kadim kültürün taşıyıcısı olduğunuzu unutmadan, geçmişten aldığınız gücü geleceğe taşıyacak iradeyi ortaya koyun.

Şehir paylaşmayı bilenlerin mekânıdır. Paylaşabildiğiniz kadar şehirlisiniz. Topluma hizmet siyasi ikbal veya geleceğe yatırım aracı olarak görülmemeli, öncelikle insanlığın ahlaki sorumluluğu olarak değerlendirilmelidir. Paylaşırken, alan eli veren ele muhtaç hale getirmemeli, yardım faaliyetleriyle de yoksula yardım etmenin ötesinde yoksulluğun kaynağının ortadan kaldırılmasına çalışılmalıdır. Aslında “Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir”(Bakara 2/215).

Gelinen noktada, Avrupa Türk toplumu, varlığını sürdürmek ve yeni baştan var olmak için, büyük inanç, düşünce, bilim, sanat, edebiyat ve eylem kahramanlarını, toplumsal liderlerini ortaya çıkarmak ve bilinçli bir şekilde onların yanında durarak destek olmak zorundadır. İnsanın ve toplumun din yorumları, kavrayış ve uygulayışları değişse de din değişmez. Türklerin içinde bulunduğu anakronik durumdan İslam değil; onun ruhundan uzaklaşan İslam anlayışı sorumludur. Mesele anakronik hayattan geleceğe yönelik hayal kurmak değil, kalbi kalbin gerçek sahibinin sevgisiyle doldurmak, onun aşkıyla diri tutmak ve hayatın gerçeklerini görmezden gelmemektir.

Kaynak:
Melih Ümit MENTEŞ (2014). Mesnevideki Bilgelik: Hz. Mevlana’nın 18 Sırrı. İstanbul: Cinius.

Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır. Internetten de okunabilir. http://europa-journal.net/uetopya-veya-distopya/ (21.03.2020)

19 Mart 2020 Perşembe

Okulda Başarı

Uluslararası eğitim araştırmalarında yapılan başarı sıralamasında göçmen çocuklarının yeri görece olarak daha gerilerde görülüyor. Oysa bu çocukların ana babalarının da en büyük arzusu, onların kendilerinden daha iyi şartlarda yaşaması; okuyup hayatlarını kurtarması.

Hayatın içine baktığımızda başarılı olan gençlerin sayısı hiç de azımsanacak düzeyde değil. Bununla birlikte daha iyi olmaması için de bir neden yok. Bunun başarılabilmesi için ailelerin veya çocukların tek başına değil; okul, öğretmen, eğitim yöneticileri gibi diğer paydaşların hep birlikte çalışması gerekir. Yani Anadolu deyişi ile “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” misali, birlikte çalışmaya, dayanışmaya ve işbirliği yapmaya ihtiyaç vardır.

Çocuklarımızın devam ettikleri sınıflar çok dilli, çok kültürü yapılardan oluşuyor. Dolayısı ile üzerinde durulmayan, yeterince ilgi gösterilmeyen çocuklarda değerler eğitimi ve kültürel miras konularında zihin karışıklığı yaşanabiliyor. Bu çocuklara toplumdaki iyi örnekleri göstermek, onların motivasyonlarının yükselmesine yardımcı olacaktır. Örneğin çok dilli ve çok kültürlü bir sınıfta eğitim gören bir öğrencinin üzerindeki etkileri anlayabilen ve öğrencilerin kendileriyle özdeşleştirebilecekleri göçmen kökenli öğretmenlerin okullarda rol model olarak görev alması, öğrencinin okul başarısı üzerinde olumlu etki yapacaktır. Bu nedenle geleceğin meslek profilleri arasında öğretmenlik giderek önem kazanmaktadır.

Çok kültürlü sınıfa devam eden çocukların kendi kültürleriyle ilgili birikimi kazanması ile özgüvenleri de gelişmektedir.  Kendi dilini ve kültürünü tam olarak öğrenemeyen çocukların toplum tarafından belirlenmiş negatif grup kalıpları ile özdeşleştirdiklerinde, bu kalıbı kırarak başarılı olma ihtimalleri zayıftır. Böyle çocukların başarı şansı olsa bile “öğrenilmiş çaresizlik” ile başarısızlığı kabullenmesi daha ağır basmaktadır. Bilimsel araştırmalar, bazı çocukların olumsuz etkileşimler altında kaldıklarında, akran baskısına maruz kaldıklarında stres altına girdiklerini ve sınavlarına odaklanmakta zorluk çektiklerini ortaya koymaktadır. Stres sarmalına giren çocuklar yaşıtlarına göre daha düşük notlar almaktadır.   Düşük not alan öğrencinin içine düştüğü olumsuz ruh hali, hem çalışma motivasyonuna olumsuz yansımakta hem de mesleki hedeflerini düşürmekte ve giderek okuldan soğumasına neden olmaktadır. Bu durumdaki çocuklarımızın öz güvenini güçlendirecek müdahalelerde bulunulabilir. Bu süreçte çocukların sınavlarından önce değerlerinin ve kabiliyetlerin farkına varmaları sağlanmalıdır. Gerekiyorsa rehber öğretmenlerden, psikolog veya psikolojik danışmanlardan, öğrenci koçlukları gibi alan uzmanlarından profesyonel destek alınmalıdır. Türkçe ve Türk kültürü dersleri de bu bağlamda çocuğun kimlik gelişimine olumlu katkılar sağlayabilir.

Çocuklara “sen yapamazsın” veya “Sen Gymnasium’da başarılı olamazsın” gibi özgüvenlerini kıracak ifadelerden kaçınılması gerekir. Çocukların bütün eğitim basamaklarında takip edilmesi ve yeteneklerine göre yönlendirilerek yetiştirilmesi, onların okul başarısını artırmak için maddi ve manevi olarak desteklenmesi gerekir. İyi bir eğitim almanın bütün çocuklar gibi göçmen kökenli çocukların da hakkı olduğu ve bütün çocukların buna değer oldukları hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu ülke köken ayırımı yapmaksızın bütün çocuklara eğitim hakkını vermektedir. Bu fırsatı değerlendirmek de önce ailenin sorumluluğundadır.

Evde sakin bir ders çalışma ortamının oluşturulması gerekir. Bu mümkün değilse çocukları kütüphaneler gibi daha rahat ders çalışılabilecek mekânlara yönlendirmek doğru olacaktır. Gerekirse veliler çocuklarına eşlik edebilir, çocuklar ders çalışırken, yetişkinler başka kültürel çalışmalar yapabilirler. Bavyera şehir kütüphaneleri bu konuda gerekli altyapıya uygundur ve uzman kütüphaneciler istenen eğitim desteğini vermektedir.

Çocukları eve kapatmamalı, yaşlarına uygun sosyal ve kültürel ortamlara girmeleri için sunulan fırsatlar değerlendirilmelidir. Bu sırada çevrelerinde rol model olarak alabilecekleri başarılı insanları görmek, onların gelecek için büyük hedefler koymalarında yardımcı olacaktır.

Çocuklar evde tek başına öğreniyorsa ve anne-baba da onlara derslerinde, ödevlerinde yardımcı olamıyorsa, okullarda öğretmenler tarafından dersleri zayıf öğrencilere ücretsiz verilen ek ders (Förderunterricht) ya da gençlik kulüplerinde (Freizeit- und Jugendclub) pedagoglar tarafından sunulan ücretsiz ev ödevlerinde yardım imkânlarından yararlanılabilir. Bu konuda ekonomik yetersizliği olan ailelere mali destekler de sağlanmaktadır.

Veliler çocuklarının okul başarılarını takip edebilmek için düzenli olarak yapılan veli toplantılarına katılmalı, çocuklarının öğretmenleri ile irtibata geçerek onların okul başarısı ve kişisel gelişimleri hakkında bilgi edinmeli, çocuklarına zayıf ve gelişmeye açık olan hususlarda nasıl destek olabilecekleri konusunda fikir alış verişinde bulunmalıdır. Almanca bilmeyenlerin de bu toplantılara katılması; ama bu toplantılarda çocuğun tercüman olarak kullanılmaması, okul yönetiminden tercümen istenilmesi veya bir yetişkinden yardımcı olmasının rica edilmesi gerekir. Çocuğun okul başarısı ister iyi, ister düşük olsun, bütün anne babaların veli toplantılarına katılması önerilir. Bu toplantılarda alınacak geri bildirime bağlı olarak çocuğun eğitim geleceği planlanmalı; süreçteki önemli kararlarda çocuğun görüşüne de başvurulmalı, onunla birlikte araştırma yapılmalı, kararların birlikte alınması gerekmektedir.

Çocuğun eğitimine yapılan yatırım, geleceğe yapılan yatırımdır. Çocuklarını yaşıtlarının gerisinde bırakan aile ve toplumlar geri kalmaya, düşünü kurduğu hayatın uzağında yaşamaya mahkûmdur.

--------------------

Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Mart 2020 sayısında 9. sayfada yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2020). Okulda Başarı. Post Aktüel Gazetesi. Mart 2020, s.9.

18 Mart 2020 Çarşamba

Dün dünde kaldı

Cumhuriyet dönemimizin yetiştirdiği önemli filozoflardan Prof. Dr. Ionna Kuçuradi’nin bir konuşmasında sarf ettiği “Yaşamak, eylemde bulunmaktır; eylemde bulunmaksa kararlar vermek, değerlendirmeler yapmaktır” sözünden yola çıkarak Avrupalı Türklere ilişkin gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

Gördüğüm kadarı ile Avrupalı Türkler hayatlarını çatışan anlayışların, çarpışan menfaatlerin ve değer yargılarının örtük mücadelesi şeklinde sürdürüp gidiyor. Bu arada kadim kültürel değerleri hızlı bir erozyon uğrasa da yaraları kendi içinden çıkardığı bir avuç inşan tarafından sarılmaya çalışılıyor. Konuyu biraz açalım.

Bu şartlar altında ister genç, ister orta yaşlı olsun, hemen her Avrupalı Türk, çeşitli sorumluluklar üstlenmekte; bazen yüklendiği sorumluluğun altından kalkabilmek için “Bu kadarına da yürek dayanmaz” denilen bedellerin üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Bu grubu oluşturanlar, yaşanan her ana ayrı bir anlam yükleyip, her dem bu anlamın bıraktığı dayanılmaz gönül kırıklıkları ile başa çıkma azim ve gayreti içinde hayat sürmektedir.

Hemen her şehirde birbirinden habersiz, ıssız okyanusun ortasında varlığından bihaber olduğumuz küçük birer ada misali yaşayan ve kendini milletine adamış isimsiz kahramanları; bunların kısa, orta ve uzun vadeli gelecek planlarını görüyoruz. Başardıklarının gelecekte başaracakları için ışık verdiğine tanıklık ediyoruz.

Bazen de hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan bir yolda, günübirlik menfaatler peşinde, hazan yaprakları gibi oradan oraya savrulan, kırık bir aşk masalı gibi yarım kalan hikâyeleri, hayalleri ve dahi bunların sahiplerinin gökyüzünde kayan yıldızlar gibi meçhule yaptığı yolculuğa tanık oluyoruz.
Kendini toplum lideri olarak görenlerin arasında bir “adanmışlık” sözü almış başını gidiyor. Bu adanmışlık, bazen bir inanca, bazen bir düşünceye, bazen bir ideolojiye saplantı halinde bağlanmakla da kendini gösteriyor. Kendini adayanlara bakıyorum, bazıları “Halka hizmet, Hakk’a hizmet” diyor; hüsnüniyetle toplumun maruz kaldığı olumsuzluklara karşı bedenini, servetini siper etmeye çalışıyor. Yaşadığı olumsuzlukları başkalarının da yaşamaması için Akif’in  “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın” mesajının ruhuna uygun olarak yaşam biçimi olarak benimsiyor; uğradığı haksızlıklar karşısında, haklarını önemsemeyen veya haklarını aramaktan korkanların ürkek tutumu karşısında duydukları yürek yangınını Necip Fazıl’ın “…alın yazım, yokuşlarda susamak” diyerek Şevket Süreyya Aydemir gibi “suyu aramaya” çıkıyor ve nihayetinde buldukları ile yetinmeye çalışıyorlar. Kısa günün karı bazen yetiyor, bazen yeni başlangıçlar için motivasyon nedeni oluyor. Bunların içinde yaşadığı toplumdan beklentisi, Yavuz Sultan Selim Han'ın Divanında dediği gibi, "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"[1]. Bunlar, insan olmanın birinci unsuru olan vahdeti, adeta bu toplum hizmetinde arıyorlar.

Her insanın hür ve özgür olarak, insanca yaşayabilmesi için, önce insanın sahip olduğu farklılıkların görülmesi, her bir farkın değerlerinin farkına varılması gerekiyor. Bu değerlerin ayrıştırılması yerine, birleştirilmesi ve sahiplerine kol kanat gerilmesi arzu ediliyor. Bu değerleri anlayamayan, sıradanlaştırmaya çalışanlara karşı verilen mücadelenin zorluklarını bile bile yola çıkmak ve bu gerçeği bütün güçlükleri ile yenmek için de bir bedel ödemek gerekiyor.

Toplum içinde toplum liderliğine soyunanların da geçmişin başarıları ile avunmayı bırakıp, gelecek için neler yapılması gerektiği üzerinde kafa yorması gerekiyor. Öngörüleri olmayanların kör bir nostaljiyi inada dönüştürüp, bugünün gerçeklerini yok saymaya, görmezden gelmeye çalışması, “güneşin balçıkla sıvanmaya kalkışılması” gibidir. Bunların hayatın daha ilginç alanlarında yeni uğraşılar ve hobiler edinmesinin demini Nazım Hikmet şu sözüyle anlatıyor: “Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun.” Evet, bunların içi rahat olsun. Zaman kendi seyrinde akıp giderken, görüşler ve algılar da dönüşüyor; kendini yeniliyor.

İnsanlara, şu veya bu kökene ait olduğu için değil, sırf insan olduğu için, insan türüne ait en temel insan haklarını kazandırmak için gayret göstermek gerekir. Birleşerek yasal haklarını elde etmeye, mevcut kazanımlarını korumaya çalışan insanların taleplerine kulak vermek, bu insanlara karşı duyulan bir vicdan ve insanlık borcu olmalıdır. Öznel menfaatleri uğruna kişileri, kurumları harcayan, mağduriyetleri veya ihtiyaçları ticari kazanıma dönüştürmeye çalışanların toplumsal ve sosyal hayatın gerçekleriyle ilgili sorunları olabileceği göz ardı edilmemelidir. Aynı şekilde kişi, kendi gelişimini sosyal ve ekonomik olarak tamamlamış; günlük hayatın albenisine kapılmış bir şekilde gününü gün edip, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyorsa ve çevresindeki haksızlıklara sessiz kalıyor, yardım çağrılarına kulak kapatıyorsa, bu insanların savunduğu değerlerin de gözden geçirilmesi zaruri bir ihtiyaca dönüşüyor. Bu tutum, kişiler açısından doğru olsa bile, bireysel menfaatleri korumak amacıyla çıkılan yolda genel menfaatlerin korunamayacağının unutulmaması gerekiyor.   

Avrupa Türk toplumu içinde erdemden konuşan, ama sıra erdemli davranmaya gelince, ifadesi değişip menfaati karşı tarafa geçince duraklayan insanların tutumu da göz ardı edilmemelidir. Yaşanan olumsuzlukları kendi kişisel çıkarları da öyle gerektirdiği için önemsemeyen insanların tutumu karşısında rahatsızlık duyanların tek seçeneği, içinde yaşadığı şartlar ne olursa olsun, insanca ve insana yakışır bir şekilde yaşama tutunmaktır. İnsanca yaşamanın şartları ise insanın, daha doğrusu kişinin kayıtsız şartsız “ana değer” olduğunu kavramak ve bu durumu gözden kaçırmadan yaşam kurmaya çalışmak olmalıdır. Dünyadaki varlığımız; sorumluluklarımız, sabrımız ve gayretlerimiz kadardır.

Mevlana C. Rumi ile bitirelim; "Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!"

Not: Bu yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Şubat 2020 sayısı için hazırlanmış olup, https://www.yumpu.com/de/document/view/63100060/haber-avrupa-europa-journal-februar-2020 adresinden erişime açıktır.


[1] Yavuz Sultan Selim: “Fazl-u hakk u himmet-i cünd-î Ricalullah ile - Dil- sûhteri merg, Dilirân-ı merg-zâr eylemektir niyetim.”Yani; benim amacım, insanı verimli ağaç kadar hür, varlık sahiplerine de verimli bir orman hayatı yaşatmaktır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...