Cumhuriyet dönemimizin
yetiştirdiği önemli filozoflardan Prof. Dr. Ionna Kuçuradi’nin bir konuşmasında
sarf ettiği “Yaşamak, eylemde bulunmaktır; eylemde bulunmaksa kararlar vermek,
değerlendirmeler yapmaktır” sözünden yola çıkarak Avrupalı Türklere ilişkin
gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
Gördüğüm
kadarı ile Avrupalı Türkler hayatlarını çatışan anlayışların, çarpışan
menfaatlerin ve değer yargılarının örtük mücadelesi şeklinde sürdürüp gidiyor.
Bu arada kadim kültürel değerleri hızlı bir erozyon uğrasa da yaraları kendi
içinden çıkardığı bir avuç inşan tarafından sarılmaya çalışılıyor. Konuyu biraz açalım.
Bu şartlar altında ister genç,
ister orta yaşlı olsun, hemen her Avrupalı Türk, çeşitli sorumluluklar üstlenmekte;
bazen yüklendiği sorumluluğun altından kalkabilmek için “Bu kadarına da yürek
dayanmaz” denilen bedellerin üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Bu grubu
oluşturanlar, yaşanan her ana ayrı bir anlam yükleyip, her dem bu anlamın bıraktığı
dayanılmaz gönül kırıklıkları ile başa çıkma azim ve gayreti içinde hayat
sürmektedir.
Hemen her şehirde birbirinden habersiz,
ıssız okyanusun ortasında varlığından bihaber olduğumuz küçük birer ada misali
yaşayan ve kendini milletine adamış isimsiz kahramanları; bunların kısa, orta
ve uzun vadeli gelecek planlarını görüyoruz. Başardıklarının gelecekte
başaracakları için ışık verdiğine tanıklık ediyoruz.
Bazen de hangi amaca hizmet
ettiği belli olmayan bir yolda, günübirlik menfaatler peşinde, hazan yaprakları
gibi oradan oraya savrulan, kırık bir aşk masalı gibi yarım kalan hikâyeleri, hayalleri
ve dahi bunların sahiplerinin gökyüzünde kayan yıldızlar gibi meçhule yaptığı
yolculuğa tanık oluyoruz.
Kendini toplum lideri olarak
görenlerin arasında bir “adanmışlık” sözü almış başını gidiyor. Bu adanmışlık,
bazen bir inanca, bazen bir düşünceye, bazen bir ideolojiye saplantı halinde
bağlanmakla da kendini gösteriyor. Kendini adayanlara bakıyorum, bazıları “Halka
hizmet, Hakk’a hizmet” diyor; hüsnüniyetle toplumun maruz kaldığı
olumsuzluklara karşı bedenini, servetini siper etmeye çalışıyor. Yaşadığı
olumsuzlukları başkalarının da yaşamaması için Akif’in “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın” mesajının
ruhuna uygun olarak yaşam biçimi olarak benimsiyor; uğradığı haksızlıklar
karşısında, haklarını önemsemeyen veya haklarını aramaktan korkanların ürkek tutumu
karşısında duydukları yürek yangınını Necip Fazıl’ın “…alın yazım, yokuşlarda
susamak” diyerek Şevket Süreyya Aydemir gibi “suyu aramaya” çıkıyor ve
nihayetinde buldukları ile yetinmeye çalışıyorlar. Kısa günün karı bazen
yetiyor, bazen yeni başlangıçlar için motivasyon nedeni oluyor. Bunların içinde
yaşadığı toplumdan beklentisi, Yavuz Sultan Selim Han'ın Divanında dediği gibi, "Yaşamak bir ağaç
gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"[1].
Bunlar, insan olmanın birinci unsuru olan vahdeti, adeta bu toplum hizmetinde
arıyorlar.
Her insanın hür ve özgür olarak,
insanca yaşayabilmesi için, önce insanın sahip olduğu farklılıkların görülmesi,
her bir farkın değerlerinin farkına varılması gerekiyor. Bu değerlerin
ayrıştırılması yerine, birleştirilmesi ve sahiplerine kol kanat gerilmesi arzu
ediliyor. Bu değerleri anlayamayan, sıradanlaştırmaya çalışanlara karşı verilen
mücadelenin zorluklarını bile bile yola çıkmak ve bu gerçeği bütün güçlükleri
ile yenmek için de bir bedel ödemek gerekiyor.
Toplum içinde toplum liderliğine
soyunanların da geçmişin başarıları ile avunmayı bırakıp, gelecek için neler
yapılması gerektiği üzerinde kafa yorması gerekiyor. Öngörüleri olmayanların
kör bir nostaljiyi inada dönüştürüp, bugünün gerçeklerini yok saymaya,
görmezden gelmeye çalışması, “güneşin balçıkla sıvanmaya kalkışılması” gibidir.
Bunların hayatın daha ilginç alanlarında yeni uğraşılar ve hobiler edinmesinin
demini Nazım Hikmet şu sözüyle anlatıyor: “Bir aşk için yapabileceğin her şeyi
yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun.” Evet,
bunların içi rahat olsun. Zaman kendi seyrinde akıp giderken, görüşler ve
algılar da dönüşüyor; kendini yeniliyor.
İnsanlara, şu veya bu kökene ait
olduğu için değil, sırf insan olduğu için, insan türüne ait en temel insan haklarını
kazandırmak için gayret göstermek gerekir. Birleşerek yasal haklarını elde
etmeye, mevcut kazanımlarını korumaya çalışan insanların taleplerine kulak vermek,
bu insanlara karşı duyulan bir vicdan ve insanlık borcu olmalıdır. Öznel
menfaatleri uğruna kişileri, kurumları harcayan, mağduriyetleri veya
ihtiyaçları ticari kazanıma dönüştürmeye çalışanların toplumsal ve sosyal
hayatın gerçekleriyle ilgili sorunları olabileceği göz ardı edilmemelidir. Aynı
şekilde kişi, kendi gelişimini sosyal ve ekonomik olarak tamamlamış; günlük
hayatın albenisine kapılmış bir şekilde gününü gün edip, “Bana dokunmayan yılan
bin yaşasın” diyorsa ve çevresindeki haksızlıklara sessiz kalıyor, yardım çağrılarına
kulak kapatıyorsa, bu insanların savunduğu değerlerin de gözden geçirilmesi zaruri
bir ihtiyaca dönüşüyor. Bu tutum, kişiler açısından doğru olsa bile, bireysel
menfaatleri korumak amacıyla çıkılan yolda genel menfaatlerin korunamayacağının
unutulmaması gerekiyor.
Avrupa Türk toplumu içinde erdemden
konuşan, ama sıra erdemli davranmaya gelince, ifadesi değişip menfaati karşı
tarafa geçince duraklayan insanların tutumu da göz ardı edilmemelidir. Yaşanan
olumsuzlukları kendi kişisel çıkarları da öyle gerektirdiği için önemsemeyen
insanların tutumu karşısında rahatsızlık duyanların tek seçeneği, içinde
yaşadığı şartlar ne olursa olsun, insanca ve insana yakışır bir şekilde yaşama
tutunmaktır. İnsanca yaşamanın şartları ise insanın, daha doğrusu kişinin
kayıtsız şartsız “ana değer” olduğunu kavramak ve bu durumu gözden kaçırmadan yaşam
kurmaya çalışmak olmalıdır. Dünyadaki varlığımız; sorumluluklarımız, sabrımız
ve gayretlerimiz kadardır.
Mevlana C. Rumi ile bitirelim; "Dün
dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!"
Not: Bu
yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Şubat 2020 sayısı için hazırlanmış olup, https://www.yumpu.com/de/document/view/63100060/haber-avrupa-europa-journal-februar-2020 adresinden erişime açıktır.
[1] Yavuz
Sultan Selim: “Fazl-u hakk u himmet-i cünd-î Ricalullah ile - Dil- sûhteri
merg, Dilirân-ı merg-zâr eylemektir niyetim.”Yani; benim amacım, insanı verimli
ağaç kadar hür, varlık sahiplerine de verimli bir orman hayatı yaşatmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder