21 Mart 2020 Cumartesi

Ütopya veya distopya


Bu yazıyı yaşadığı çağa tanıklık eden biri olarak hazırladım. Avrupa Türk toplumuna ilişkin distopik gözlemlerimi tahlillerimi ve biraz da beklentilerimi anlatmaya çalışacağım. Sizin de hiçbir ideolojik körlüğe saplanmadan okumanızı ve yaşam biçimi olarak görmenizi diliyorum. Distopya ütopya kavramının karşılığı olarak ortaya çıkmıştır. Ütopya gerçekte var olmayan, ileriye yönelik hayali kurulan ideal toplum biçimi anlamına gelir. Distopya ise ütopyanın tam tersi olan bir toplum şeklidir.

Hiçbirimiz bu topraklara keyfinden gelmedi. Her birimizin kendine göre haklı ve geçerli bir gerekçesi vardır. Bunlar ağırlıklı olarak toplumsal, sosyal veya ekonomik yetersizliklerdi. Bir kısmımız Avrupa’ya geldikten sonra banka kredisi ile zengin olunamayacağını anladı; bir kısmımız da yaşadığı çağın gerisinde kalan insanlara güvenerek çağın gerisinden geleceğe yönelik gerçekleşmesi imkânsız hayaller kurdu. Bir kısmımız da başkasının hayallerinin peşine takılıp, kendi gerçeklerinden uzaklaşıp gitti. Her nerede yaşanırsa yaşansın, insanların kendi hayatını yaşamaktan bir araya gelmeye fırsatları olmadı.

 “Gelişmiş toplumlar, örgütlü toplumlardır” sloganının albenisine kapılan bir avuç insan da kendini “çok kültürlülük” sloganının büyüsüne kaptırarak türlü derneklere bölündü. Oysa içinde yaşadıkları toplumun bireylerinin oluşturduğu derneklerinin, dini cemaatlerinin, sosyal gruplarının belli bir felsefi derinliği; köklü bir geçmişi, kültürel arka planı var. Bizim kurduğumuz dernekler sosyal yardımlaşma ve dayanışma görüntüsü altında daha çok dini, siyasi özellikli olup görüşleri ile ayrımcı ve tutumları ile ayrıştırıcı oldular. Oysa, insan olan şöyle bir düşünebilse, başını kaldırıp çevresinde olup biteni görebilse, kendini sömürenin Batı olmadığını; bölüp ayrıştıranın da kendi içindeki cehalet olduğunu görecek. Aklını kullanmayanları bağlayan sanal zincir, sahibinin duvarları aşmasına izin vermiyor. Sanki birilerinin çıkıp “Kral çıplak!” demesi, çağı, toplumsal ve sosyal hayatı onlarca yıl önceki kültürde takılı kalan kafayla değil, günün gerekliliklerine göre aklın ve bilimsel düşünceyi rehber edinen bir kafa yapısını gerektirdiğini söylemesi gerekiyor. Avrupa Türk toplumunun aydınlanması bu yolla mümkün olur.

Avrupa Türk toplumu içinde en çok rağbet gören unsurun din olduğu herkesçe malum. Birleştirici olması gereken din burada bu işlevini yitirmek üzer. İnsanlar adeta dipsiz kuyuya düşmüş; buradan çıkmak için akıl tuğlalarına tutunmaları gerektiğini bilmiyor gibi. Hesap günü geldiğinde aklını kullanmayanlara “Siz bize ibadet etmiyordunuz” (Yunus 10/28) diyecekler. Hal böyle olunca, toplumun zihinsel olarak aklı ve bilimi rehber edinmekten başka seçeneği yok. Bunun aksi durumlarda insanlara anakronik, yani içinde bulunduğu zamanın şartlarını görmezden gelen bir dünya görüşüne hapsolarak, güncel sorunlara çözüm üretemeyeceğini, aksine mevcut yapıyı daha da şizofrenik bir hale dönüştüreceğini anlatmak gerekiyor. Bu anakronik hayat; mikro düzeyde bireyin, makro düzeyde de toplumun davranışlarını, hareketlerini, gerçeği algılayış şeklini ve düşüncelerini çarpıtarak değiştirmekte, insanın ailesi ve sosyal çevresi ile ilişkilerini bozmakta, yaşam kültürünü geliştireceğine gün be gün geriye götürmektedir. Bu olgu ne yazık ki bazı kesimlerce kültür ve kimliği koruma adı altında teşvik edilerek istismar edilmektedir.

Bilindiği üzere, yaşama kültürü gelişmemiş toplumlardaki din algısı sosyal çevreye göre şekil değiştirmektedir. Avrupa Türk toplumu da dindarlık adına hem etnik hem de sosyolojik ve teolojik açıdan içe dönük bir süreç yaşamaktadır. Dışa yönelen her adım kendi içinden çıkan engellerle karşılanmakta, ötekileştirilmektedir. Bu arada bireysel menfaatler söz konusu olduğunda, ne dinin emrettiği kul hakkı ne örf ve hukukun yaptırımları hatırlanmaktadır. Bu kesim içinden bir grup para kazanmayı becermiş olsa bile zihni taşrada kalmış olduğundan yaşadığı çevreyi anlamaktan geri kalmış; zamanla melez bir kimlik oluşturmuştur. Bunların yaşadığı çevreye gevşek bir aidiyet duygusu vardır. Onlara sadece ait olduğu mensubiyet karşılığında emeksiz cennet vaat edilmesi yetmektedir. Cennet vaatleri, “hayırda yarışma” Ortaçağ Avrupa’sında kiliselerin yaptığı gibi maddiyata, bağışa endekslenmiş görünmektedir. Luther döneminde hayır sahiplerine verilen endüljanslar gibi Avrupa Türk toplumu içinde de yapılan hayırlara vesile olduğunu gösteren belgeler tanzim edilmeye başlanmış; ibadethanelerin duvarlarına çakılan plaketler sayesinde edilen dualarda kendine yer bulmak umuduyla amel defterlerinin kapanmayacağına inanan, modern hayatın yaşam biçiminden giderek uzaklaşan bir toplum modeli ortaya çıkmaktadır. Halbuki Menteş’in de dediği gibi (2014: 500) “Ergin akılla düşünmek insanı Rabbine götürür; her şey nihai olarak Rabbine varır. Nihai hesap rabbinin huzurunda (rabbikel münteha) görülür” (Necm 53/42).

Farabi’nin de değindiği üzere, “Erdemlerin en büyüğü bilimdir. İnsanlar erdem sahibi olmazsa, şehir ve yöneticiler de erdemli olmaz.” Bu gerçekten hareketle, taşralı insanlar ile şehirli insanları birbirine yaklaştıracak tedbirlerin alınması ve vakit geçirmeden hayata geçirilmesi gerekir. Bu tedbirleri alıp uygulaması gereken kültürün önderleri de ne yazık ki İslam kültür ve medeniyetinde “tekasür” olarak adlandırılan süreci yaşamaktadır. Ne yazık ki kendi içimizden çıkardıklarımızın önemli bir kısmı da bu modaya ayak uydurmuş görünmektedir. Tekasür, yani insanların birbirine karşı sahip olduğu malın çokluğu ve büyüklüğünden kaynaklanan, kibirle karışık “üstünlük” duygusudur. Orta Avrupalıların kültüründe bu duygu baskındır ve bu durum özellikle ekonomik ve sosyal kriz dönemlerinde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi ile daha belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Hâlbuki bunun yerine “hakikat, adalet, merhamet, ehliyet ve meşveret” ilkeleri benimsense, yönetim felsefesi olarak öne çıkarılsa, şehir halkını bir arada tutmak, ihtiyaçlarına çözüm üretmek daha da kolaylaşır. Moda deyişle “entegrasyon” sağlanır.

Ütopya veya distopya, hakikat veya gerçek, toplumu doğru bilgilendirmek, adalet, eşit davranmak, merhamet, insanların yaşam alanlarını Harun ile Karun misali ayrıştırmamak, ehliyet, emanetin ehil ellere verilmesi, meşveret…  Bütün bunlar toplumu yönetenlerin itibar edeceği, ortak akla ulaşmak için kullanacağı yöntemler olmalıdır. Bizim geleneksel değerlerimiz olan bu durum Batı kültüründe katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasinin aktörleri olabilmek için de sosyal, ekonomik olarak sınıf atlamayı sağlayan eğitim ve eğitilmiş insan gücü şarttır.

Avrupalı Türkler; bu devran böyle dönmez. Size söylenenleri değil söylenmeyenleri duymaya, gösterilenleri değil gösterilmeyenleri görmeye; nasıl bir kurmaca dünyada yaşadığınızı anlamaya, birlik ve dirliğinizi korumaya bakın. Bulunduğunuz çevreyi daha yaşanılabilir bir yurt yapmak için daha çok çalışmalı ve yaşadığınız olumsuzlukları olumluya dönüştürmek için toplumsal ve sosyal hayatın içinde katılımcı bir anlayışla yer almalısınız. Sizin hayranlıkla izlediğiniz ve gelişmiş medeniyetin temsilcileri olarak gördükleriniz, binlerce yıllık insanlık medeniyetinin ortak mirasıdır. Siz de sahip olduğunuz kadim kültürün taşıyıcısı olduğunuzu unutmadan, geçmişten aldığınız gücü geleceğe taşıyacak iradeyi ortaya koyun.

Şehir paylaşmayı bilenlerin mekânıdır. Paylaşabildiğiniz kadar şehirlisiniz. Topluma hizmet siyasi ikbal veya geleceğe yatırım aracı olarak görülmemeli, öncelikle insanlığın ahlaki sorumluluğu olarak değerlendirilmelidir. Paylaşırken, alan eli veren ele muhtaç hale getirmemeli, yardım faaliyetleriyle de yoksula yardım etmenin ötesinde yoksulluğun kaynağının ortadan kaldırılmasına çalışılmalıdır. Aslında “Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir”(Bakara 2/215).

Gelinen noktada, Avrupa Türk toplumu, varlığını sürdürmek ve yeni baştan var olmak için, büyük inanç, düşünce, bilim, sanat, edebiyat ve eylem kahramanlarını, toplumsal liderlerini ortaya çıkarmak ve bilinçli bir şekilde onların yanında durarak destek olmak zorundadır. İnsanın ve toplumun din yorumları, kavrayış ve uygulayışları değişse de din değişmez. Türklerin içinde bulunduğu anakronik durumdan İslam değil; onun ruhundan uzaklaşan İslam anlayışı sorumludur. Mesele anakronik hayattan geleceğe yönelik hayal kurmak değil, kalbi kalbin gerçek sahibinin sevgisiyle doldurmak, onun aşkıyla diri tutmak ve hayatın gerçeklerini görmezden gelmemektir.

Kaynak:
Melih Ümit MENTEŞ (2014). Mesnevideki Bilgelik: Hz. Mevlana’nın 18 Sırrı. İstanbul: Cinius.

Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır. Internetten de okunabilir. http://europa-journal.net/uetopya-veya-distopya/ (21.03.2020)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...