Bu yazıyı yaşadığı çağa tanıklık
eden biri olarak hazırladım. Avrupa Türk toplumuna ilişkin distopik
gözlemlerimi tahlillerimi ve biraz da beklentilerimi anlatmaya çalışacağım. Sizin
de hiçbir ideolojik körlüğe saplanmadan okumanızı ve yaşam biçimi olarak
görmenizi diliyorum. Distopya ütopya kavramının karşılığı olarak ortaya
çıkmıştır. Ütopya gerçekte var olmayan, ileriye yönelik hayali kurulan ideal
toplum biçimi anlamına gelir. Distopya ise ütopyanın tam tersi olan bir toplum
şeklidir.
Hiçbirimiz bu topraklara keyfinden
gelmedi. Her birimizin kendine göre haklı ve geçerli bir gerekçesi vardır. Bunlar
ağırlıklı olarak toplumsal, sosyal veya ekonomik yetersizliklerdi. Bir kısmımız
Avrupa’ya geldikten sonra banka kredisi ile zengin olunamayacağını anladı; bir
kısmımız da yaşadığı çağın gerisinde kalan insanlara güvenerek çağın gerisinden
geleceğe yönelik gerçekleşmesi imkânsız hayaller kurdu. Bir kısmımız da
başkasının hayallerinin peşine takılıp, kendi gerçeklerinden uzaklaşıp gitti. Her
nerede yaşanırsa yaşansın, insanların kendi hayatını yaşamaktan bir araya
gelmeye fırsatları olmadı.
“Gelişmiş toplumlar, örgütlü toplumlardır”
sloganının albenisine kapılan bir avuç insan da kendini “çok kültürlülük” sloganının
büyüsüne kaptırarak türlü derneklere bölündü. Oysa içinde yaşadıkları toplumun
bireylerinin oluşturduğu derneklerinin, dini cemaatlerinin, sosyal gruplarının
belli bir felsefi derinliği; köklü bir geçmişi, kültürel arka planı var. Bizim kurduğumuz
dernekler sosyal yardımlaşma ve dayanışma görüntüsü altında daha çok dini,
siyasi özellikli olup görüşleri ile ayrımcı ve tutumları ile ayrıştırıcı oldular.
Oysa, insan olan şöyle bir düşünebilse, başını kaldırıp çevresinde olup biteni
görebilse, kendini sömürenin Batı olmadığını; bölüp ayrıştıranın da kendi içindeki
cehalet olduğunu görecek. Aklını kullanmayanları bağlayan sanal zincir, sahibinin
duvarları aşmasına izin vermiyor. Sanki birilerinin çıkıp “Kral çıplak!”
demesi, çağı, toplumsal ve sosyal hayatı onlarca yıl önceki kültürde takılı
kalan kafayla değil, günün gerekliliklerine göre aklın ve bilimsel düşünceyi rehber
edinen bir kafa yapısını gerektirdiğini söylemesi gerekiyor. Avrupa Türk
toplumunun aydınlanması bu yolla mümkün olur.
Avrupa Türk toplumu içinde en çok
rağbet gören unsurun din olduğu herkesçe malum. Birleştirici olması gereken din
burada bu işlevini yitirmek üzer. İnsanlar adeta dipsiz kuyuya düşmüş; buradan
çıkmak için akıl tuğlalarına tutunmaları gerektiğini bilmiyor gibi. Hesap günü
geldiğinde aklını kullanmayanlara “Siz bize ibadet etmiyordunuz” (Yunus 10/28)
diyecekler. Hal böyle olunca, toplumun zihinsel olarak aklı ve bilimi rehber
edinmekten başka seçeneği yok. Bunun aksi durumlarda insanlara anakronik, yani
içinde bulunduğu zamanın şartlarını görmezden gelen bir dünya görüşüne hapsolarak,
güncel sorunlara çözüm üretemeyeceğini, aksine mevcut yapıyı daha da şizofrenik
bir hale dönüştüreceğini anlatmak gerekiyor. Bu anakronik hayat; mikro düzeyde
bireyin, makro düzeyde de toplumun davranışlarını, hareketlerini, gerçeği
algılayış şeklini ve düşüncelerini çarpıtarak değiştirmekte, insanın ailesi ve
sosyal çevresi ile ilişkilerini bozmakta, yaşam kültürünü geliştireceğine gün
be gün geriye götürmektedir. Bu olgu ne yazık ki bazı kesimlerce kültür ve
kimliği koruma adı altında teşvik edilerek istismar edilmektedir.
Bilindiği üzere, yaşama kültürü
gelişmemiş toplumlardaki din algısı sosyal çevreye göre şekil değiştirmektedir.
Avrupa Türk toplumu da dindarlık adına hem etnik hem de sosyolojik ve teolojik
açıdan içe dönük bir süreç yaşamaktadır. Dışa yönelen her adım kendi içinden çıkan
engellerle karşılanmakta, ötekileştirilmektedir. Bu arada bireysel menfaatler
söz konusu olduğunda, ne dinin emrettiği kul hakkı ne örf ve hukukun
yaptırımları hatırlanmaktadır. Bu kesim içinden bir grup para kazanmayı becermiş
olsa bile zihni taşrada kalmış olduğundan yaşadığı çevreyi anlamaktan geri
kalmış; zamanla melez bir kimlik oluşturmuştur. Bunların yaşadığı çevreye
gevşek bir aidiyet duygusu vardır. Onlara sadece ait olduğu mensubiyet
karşılığında emeksiz cennet vaat edilmesi yetmektedir. Cennet vaatleri,
“hayırda yarışma” Ortaçağ Avrupa’sında kiliselerin yaptığı gibi maddiyata,
bağışa endekslenmiş görünmektedir. Luther döneminde hayır sahiplerine verilen endüljanslar
gibi Avrupa Türk toplumu içinde de yapılan hayırlara vesile olduğunu gösteren belgeler
tanzim edilmeye başlanmış; ibadethanelerin duvarlarına çakılan plaketler
sayesinde edilen dualarda kendine yer bulmak umuduyla amel defterlerinin
kapanmayacağına inanan, modern hayatın yaşam biçiminden giderek uzaklaşan bir
toplum modeli ortaya çıkmaktadır. Halbuki Menteş’in de dediği gibi (2014: 500)
“Ergin akılla düşünmek insanı Rabbine götürür; her şey nihai olarak Rabbine
varır. Nihai hesap rabbinin huzurunda (rabbikel münteha) görülür” (Necm 53/42).
Farabi’nin de değindiği üzere,
“Erdemlerin en büyüğü bilimdir. İnsanlar erdem sahibi olmazsa, şehir ve
yöneticiler de erdemli olmaz.” Bu gerçekten hareketle, taşralı insanlar ile
şehirli insanları birbirine yaklaştıracak tedbirlerin alınması ve vakit
geçirmeden hayata geçirilmesi gerekir. Bu tedbirleri alıp uygulaması gereken
kültürün önderleri de ne yazık ki İslam kültür ve medeniyetinde “tekasür” olarak
adlandırılan süreci yaşamaktadır. Ne yazık ki kendi içimizden çıkardıklarımızın
önemli bir kısmı da bu modaya ayak uydurmuş görünmektedir. Tekasür, yani
insanların birbirine karşı sahip olduğu malın çokluğu ve büyüklüğünden
kaynaklanan, kibirle karışık “üstünlük” duygusudur. Orta Avrupalıların
kültüründe bu duygu baskındır ve bu durum özellikle ekonomik ve sosyal kriz
dönemlerinde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi ile daha belirgin bir
şekilde kendini göstermektedir. Hâlbuki bunun yerine “hakikat, adalet,
merhamet, ehliyet ve meşveret” ilkeleri benimsense, yönetim felsefesi olarak öne
çıkarılsa, şehir halkını bir arada tutmak, ihtiyaçlarına çözüm üretmek daha da kolaylaşır.
Moda deyişle “entegrasyon” sağlanır.
Ütopya veya distopya, hakikat
veya gerçek, toplumu doğru bilgilendirmek, adalet, eşit davranmak, merhamet,
insanların yaşam alanlarını Harun ile Karun misali ayrıştırmamak, ehliyet,
emanetin ehil ellere verilmesi, meşveret…
Bütün bunlar toplumu yönetenlerin itibar edeceği, ortak akla ulaşmak
için kullanacağı yöntemler olmalıdır. Bizim geleneksel değerlerimiz olan bu
durum Batı kültüründe katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasinin aktörleri
olabilmek için de sosyal, ekonomik olarak sınıf atlamayı sağlayan eğitim ve
eğitilmiş insan gücü şarttır.
Avrupalı Türkler; bu devran böyle
dönmez. Size söylenenleri değil söylenmeyenleri duymaya, gösterilenleri değil
gösterilmeyenleri görmeye; nasıl bir kurmaca dünyada yaşadığınızı anlamaya,
birlik ve dirliğinizi korumaya bakın. Bulunduğunuz çevreyi daha yaşanılabilir
bir yurt yapmak için daha çok çalışmalı ve yaşadığınız olumsuzlukları olumluya dönüştürmek
için toplumsal ve sosyal hayatın içinde katılımcı bir anlayışla yer almalısınız.
Sizin hayranlıkla izlediğiniz ve gelişmiş medeniyetin temsilcileri olarak
gördükleriniz, binlerce yıllık insanlık medeniyetinin ortak mirasıdır. Siz de
sahip olduğunuz kadim kültürün taşıyıcısı olduğunuzu unutmadan, geçmişten aldığınız
gücü geleceğe taşıyacak iradeyi ortaya koyun.
Şehir paylaşmayı bilenlerin
mekânıdır. Paylaşabildiğiniz kadar şehirlisiniz. Topluma hizmet siyasi ikbal
veya geleceğe yatırım aracı olarak görülmemeli, öncelikle insanlığın ahlaki sorumluluğu
olarak değerlendirilmelidir. Paylaşırken, alan eli veren ele muhtaç hale
getirmemeli, yardım faaliyetleriyle de yoksula yardım etmenin ötesinde
yoksulluğun kaynağının ortadan kaldırılmasına çalışılmalıdır. Aslında “Hayır
olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir”(Bakara 2/215).
Gelinen noktada, Avrupa Türk
toplumu, varlığını sürdürmek ve yeni baştan var olmak için, büyük inanç,
düşünce, bilim, sanat, edebiyat ve eylem kahramanlarını, toplumsal liderlerini
ortaya çıkarmak ve bilinçli bir şekilde onların yanında durarak destek olmak zorundadır.
İnsanın ve toplumun din yorumları, kavrayış ve uygulayışları değişse de din değişmez.
Türklerin içinde bulunduğu anakronik durumdan İslam değil; onun ruhundan
uzaklaşan İslam anlayışı sorumludur. Mesele anakronik hayattan geleceğe yönelik
hayal kurmak değil, kalbi kalbin gerçek sahibinin sevgisiyle doldurmak, onun
aşkıyla diri tutmak ve hayatın gerçeklerini görmezden gelmemektir.
Kaynak:
Melih Ümit MENTEŞ (2014). Mesnevideki Bilgelik: Hz. Mevlana’nın 18 Sırrı. İstanbul: Cinius.
Melih Ümit MENTEŞ (2014). Mesnevideki Bilgelik: Hz. Mevlana’nın 18 Sırrı. İstanbul: Cinius.
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır. Internetten de okunabilir. http://europa-journal.net/uetopya-veya-distopya/ (21.03.2020)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder