27 Eylül 2013 Cuma

Almanya’daki parlamento seçimleri üzerine

2011 yılında yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre, 80,2 milyon nüfusu olan Almanya’da yaklaşık 2,7 milyon Türkiye kökenli vatandaş yaşıyor. Bu rakam, Almanya’nın göçmen kökenli vatandaşlarının yaklaşık beşte birine karşılık geliyor. 2,7 milyon kişinin yaklaşık 1,1 milyonu Almanya vatandaşı. Bunlardan oy kullanma hakkına sahip Türkiye kökenli Almanya vatandaşlarının sayısının 700 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.  
 
Türkiye kökenli milletvekilleri
 
22 Eylül 2013 Pazar günü yapılan parlamento seçimlerine 34 parti katıldı ve toplam 4 bin 451 milletvekili adayı gösterdi. Aralarında küçük partilerin adayları ve bağımsızların da bulunduğu 60'tan fazla Türkiye kökenli Alman vatandaşı da aday oldu. Seçim barajını aşması muhtemel 5 partiden 30'dan fazla aday Türkiye kökenliydi ve bunlardan 11’i parlamentoya girmeyi başardı[1].
 
Hristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) ilk Türkiye ve Müslüman kökenli adayı Cemile Giousouf'un meclise girmesi, Almanya'nın göçmen ülkesi olduğunu bile kabul etmeyen CDU'nun geleneksel politikalarında yaptığı değişikliğinin işareti olarak algılanırken, Alman siyasi partilerinde Türkiye kökenlilerin partilerinin yönetim organlarında da görev alması dikkati çekiyor. Örneğin, Emine Demirbüken-Wegner, Hrıstiyan Demokrat Birlik (CDU) Merkez Karar Yürütme Kurulu Üyesi. Aydan Özoğuz, SPD genel başkan yardımcısı. Cem Özdemir de seçim sonuçları açıklanana kadar Yeşiller Partisi eşbaşkanı olarak görev yapıyordu. Özdemir, seçim sonunda bu görevinden istifa ettiğini açıkladı.
 
Bayan Merkel muhafazakâr görüşü destekleyen sosyal ve ekonomik politikalarının sonucunu almış görünüyor ki, yeniden seçiliyor. Seçim sonucunu değerlendirirken yaptığı konuşmada öne çıkan iki husus dikkati çekiyor. Bunlardan ilki Birlik Partilerinin “halk partisi” hüviyeti kazandığı, diğeri ise Hür Demokrat Partinin (FDP) seçimi kaybetmesinden duyduğu üzüntü.
 
Seçim sonucu Alman siyaset sahnesindeki milliyetçi muhafazakâr görüş sahiplerinin yeni zaferi; Merkel gibilerin eğitimini aldığı eski doğu bloğu içinde şekillenmiş dünya görüşünün, olayları kendi bütünlüğü içinde görememenin, konuları birbirinden ayırıp olgulara tek tek bakamamanın ve tarihsel gerçekleri değerlendiremeyecek bir entelektüel donanımın göstergesi olarak değerlendirilebilir.
 

Koalisyon seçenekleri

Geçmiş dönemlerde Türkiye karşıtı katı tutumları ile tanınan Şansölye Angela Merkel, Muhafazakârların oy patlaması yaşadığı seçimlerde önemli bir başarı sağlamasına karşın hükümeti tek başına kuracak çoğunluğu elde edemedi.

Angela Merkel’in liderliğini yaptığı Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) seçimlerden büyük bir başarı ile çıkarken, koalisyon ortağı Hür Demokrat Parti’nin (FDP) yüzde 4,8 oranında oy alarak seçim barajına takıldığı görüldü. Aynı şekilde Yeşiller de oy hatırı sayılır bir kaybına uğradı. Bu oy kaybında Nasyonal Demokrat Parti (NPD) dışında yeni kurulan Almanya için Alternatif Partisi (AfD) ve Korsanlar Partisi’nin seçimin kaderini etkilediği konuşuluyor. Özellikle Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Hür Demokrat Parti’nin (FDP) iki puan farkla baraja takılmasını kendi oylarındaki artışa bağlıyor.

Seçim sonuçları açıklandıktan sonra Almanya Birinci Televizyonu (ARD) tarafından yaptırılan kamuoyu araştırmasına göre, halkın % 64’lük bir kısmı büyük koalisyon (CDU/CSU-SPD koalisyonu) isteğini gündeme getirdi. Bununla birlikte Sosyal Demokrat Parti (SPD) yetkilileri kendilerine muhalefet görevi verildiğini ve büyük koalisyonun meclisin %80’ini oluşturacağı için bu durumun mümkün olmadığını belirtmelerine rağmen, en azından önümüzdeki günlerde yapılacak parti kongresinde durumun değerlendirileceğini söyleyerek koalisyona açık kapı bıraktılar.

Koalisyon için başka alternatifler de yok değil. Söz gelimi, pek gerçekçi bulunmayan Yeşiller-Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) koalisyonu halkın %32’si tarafından benimseniyor. Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) ile Sol Parti'den oluşan bir ikili koalisyon gündemde bile değil. Sol Parti, ilke olarak birlik partileri ile koalisyon yapmak yerine Yeşiller, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Sol Parti'den oluşan bir üçlü koalisyon kurulması konusunda görüş bildiriyor. Kamuoyu araştırmasına göre bu koalisyona verilen destek % 25 oranında (Kaynak: Westdeutscher Rundfunk, www.wdr.de).

Beklenti, Hristiyan Birlik partileri ile Sosyal Demokrat Parti (SPD) ortaklığındaki büyük koalisyon ya da Birlik partileri ile Yeşillerin kuracağı bir hükümet kurulması ve yeni Şansölyenin Bayan Angela Merkel olacağı yönünde.

 
Türklerin yeni döneme ilişkin beklentileri

Yeni dönemin Türk Alman ilişkileri için yeni işbirliklerine ve aydınlık günlere başlangıç olması herkesin ortak dileği. Bilindiği üzere, Merkel geçmiş iktidar dönemlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye yerine ayrıcalıklı üye yapılarak birliğe üye değil, sanki köle olmasını önermişti[2]. Merkel’in bilmediği özelliklerimizin de olduğunun farkındaki sağduyulu politikacılar ilk başlarda bu öneriye pek itibar etmediler ve Türkiye, tam üyelik için tarih aldı, ama zamanla rüzgâr tersten esmeye başladı.

Alman Hıristiyan birlik partileri lideri Bayan Merkel, kadı kalben rüşvet almaya karar vermişse, zalimi mazlumdan ayırt edemez[3] misali Avrupa Birliği içinde Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturma çabalarına devam etti. Türkiye müzakerelerde ucu açık ve müzakere başlıklarının açılmasına karşı değilim şeklindeki karşı duruşlara pes etmeyince, yeni başlıkların açılması geciktirilmeye başlandı. Süreç bitmeyen senfoniye dönüştü.

Bunu gören ve Türk mevkidaşının ve Avrupalı Türk lobisinin sitemiyle karşı karşıya kalan Merkel, son seçim kampanyasında daha dürüst davrandı ve Hristiyan Birlik Partileri’nin (CDU/CSU) görüşünü açık ve net bir şekilde ifade ederek Türkiye'nin büyüklüğü ve ekonomik yapısı AB'ya yük getirecektir dedi. AB ile Türkiye arasında güçlü işbirliği hedefleniyor. Dış konular ve güvenlik konusunda yakın stratejik işbirliği geliştirilmeli diyerek ayrıcalıklı üye tartışmalarına da noktayı koydu. Onun Türkiye’ye ilişkin siyasi öngörüleri, uygulamaya geçirdiği bazı politikalar, kimi zaman sağduyunun, akıl ve mantığın önüne geçiyor ve bizi rahatsız ediyorsa da en azından oyalamıyor. Tarih bilgimiz bize Şansölye Otto von Bismarck’ın Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasına ilişkin uyguladığı siyaseti hatırlatıyor[4].

Bayan Merkel’in Türkiye’yi ve Türkleri sevme gibi bir zorunluluğu yok. Bununla birlikte, ülkesinde yaşayan ve sayıca önemli bir kısmının Alman vatandaşı olduğunu çok iyi bildiği yaklaşık üç milyon Türkiye kökenli insana, sadece Türkiye’den geldikleri için değil ama insan oldukları için saygı göstermesi; bunların onurlarının, Alman toplumu içindeki geleceklerinin kişilerin siyasi ikballerinden daha önemli olduğunu unutmaması gerekir.

Öte yandan deneyimli bir politikacı olarak ülkedeki yoksunluk ve yoksulluk nedeniyle sürekli ötekileştirilen ve hedef gösterilen yabancıların, göçmenleri maruz kaldığı saldırgan politikalara tepkisiz kalmamalı; geçen dönem başlatılan meclis araştırma komisyonu çalışmalarını devam ettirerek somut sonuçlara ulaştırmalıdır.

Almanya’nın son yıllarda verdiği mesaj, işbirliğine açık değil. Hâlbuki Alman toplumu aldığı göçle hızlı bir şekilde çoğulcu bir topluma dönüşüyor ve bu durum birlikte yaşamanın asgari ölçütü olan ötekileştirmemeyi gerekli kılıyor. Ülkede bulunan göçmenlerin de aynı gök kubbe altında yaşadığı ve kader birliği ettiği diğer vatandaşlar gibi siyasetin kirlenmeden, mevcut sorunlara çözüm üretmesini beklediğini düşünmesi; yeni dönemde daha sorumlu bir politika izleyerek “insanları işkembeleri yoluyla avlamayı”[5] amaçlayan halkçı politikalardan vazgeçmesi gerektiğini uygulamaları ile göstermesi gerekir.

Bir diğer husus da ülkedeki göç ve uyum tartışmalarında hemen her taşın altından çıkan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın konuya ilişkin politikalar belirlenip uygulanırken yer alacağı pozisyonu belirlemesi ve çoğulcu toplum anlayışını sınırlayan “yabancılara en yabancı ülke” imajını ortadan kaldırması gerekir. Bunun için de İslamcılık korkusuyla Müslümanların mercek altına alınması, dini gereksinimlerini yerine getirmeleri konusunda gerekli kolaylıkların sürdürülmesi ve sünnetin yasaklanması yönündeki tartışmaların Müslümanlar ve Yahudiler tarafından nasıl algılandığının iyi analiz edilmesi, hatta hiç tartışmaya açılmamasında yarar vardır. Siyaseti siyaset, dini din olarak kabul etmek gerekir. Eğer bu durum günlük hayatta pratiğe geçirilebilirse, halklar arasındaki işbirliği de dün olduğu gibi, bugün de, yarın da siyaset üstü huzur ve güven bağlamında tesis edilir. Bu durum, iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri hem de halklar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlar. Kaldı ki bu tür popülist politikaların tarihte Almanlara nelere mal olduğunu bütün dünya gibi Alman dostlarımız da gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle, popülizmin bulaşıcı illetinin yaşandığı Fransa’daki Pujadizm veya Löpenizm’e bakarak Almanya’yı bu illetten bir an önce kurtarmaya bakmalılar.

 
Bitirirken

Bayan Merkel; iktidar nimetlerinin yokluğunu yaşadığı geçmiş yıllarda modası geçmiş, eskimeye yüz tutmuş ceketinin iki yakasını bir araya getirirken ülkesindeki insanları sıcacık sarıp sarmalayan bir devlet ana gibi ihtişamlıydı; güven veriyordu. Ceketini sırtına geçirip işe koyulduğunda, günümüz burjuvasının yarattığı kadına göre gövdesi daha dik, kadınlığı daha duyarlıydı.

Geçmişte yaşadığı kimi olumsuzluklara rağmen Almanya’yı hala bir hayal ülkesi, “dost ve “müttefik” olarak gören kadim Anadolu’nun evlatları “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını” ayırt eden bir kültürel mirasın bekçisidir. Her iş iyi niyetle, güzel düşüncelerle yapılınca amacına ulaşır, yeter ki niyetler iyi, hedefler belirgin olsun.



[1] WRD'in haberine göre, Sosyal Demokratlardan Cansel Kızıltepe, Gülistan Yüksel, Metin Hakverdi ve Mahmut Özdemir ilk kez milletvekili olurken, SPD'nin Genel Başkan Yardımcılarından Aydan Özoğuz tekrar seçilmeyi başardı. Hristiyan Demokrat CDU'nun ilk Türkiye ve Müslüman kökenli adayı Cemile Giousouf'un yanı sıra, Sol Parti'den Sevim Dağdelen, Azize Tank, Yeşiller'den Ekin Deligöz'ün yanısıra, partinin Eşbaşkanı Cem Özdemir, Özcan Mutlu bu dönemde meclise girdi.
[2] Bu benzetme Ümit ZİLELİ’ye aittir. Bkz.: Ü. Zileli. “Düz Çizgi: ‘Soykırım’ Saldırısı Başladı!”. Cumhuriyet Gazetesi. 3 Mart 2005, s. 17.
[3] Mevlana’dan: Ziya Elitez (Derl.). Mevlana’dan Öğütler. İstanbul: Kozmik Kitaplar, 2004, s. 110.
[4] Bilindiği üzere Alman ulusal birliğinin kurulmasında, belki de en önemli rolü oynamış; 13 Haziran 1878’de Berlin’de düzenlenen konferansa ev sahipliği ve başkanlık yapmış; 13 Temmuz 1878’de Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, İtalya ve Almanya arasında Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasını öngören Berlin Anlaşmasının imzalanmasını sağlamıştır.
[5] Popülizm ile ilgili olarak bkz.: Umberto Eco (Çev. Cemal Karaağaçlı). “Avrupa Popülizmin Tehdidinde” Türk Edebiyatı. 369, 112471/2004/07, s. 19.

19 Eylül 2013 Perşembe

Üniversitemizden insan manzaraları

Üniversitemizde oldukça yoğun geçeceği anlaşılan bir eğim öğretim yılına giriyoruz. Bir yandan kayıt yenileme işlemleri sürerken, öte yandan rektörlük için “hizmete talip olan” öğretim üyeleri de birimleri dolaşarak kendilerini anlatmaya, neden aday olduklarını açıklamaya çalışıyor. Öncelikle sağlanan bu demokratik ortamdan duyduğum memnuniyeti belirtmeyi ve sürecin öğretim üyelerinin öteden beri sözünü ettiği “akademik tutuma uygun” geçmesini diliyorum. Sonra da bugüne değin yaşadığım seçim süreçlerine ilişkin kimi gözlemlerimi, izlenimlerimi paylaşmak istiyorum; istiyorum ki bazı genç arkadaşlarım yazdığımı kıssadan hisseler çıkararak okusun...

Hüseyin Hoca geçtiğimiz günlerde Sakarya Gazetesi için yazdığı köşede güzel bir yazı kaleme almış (3 Eylül 2013). "Rektör adaylarından ricalar" başlığı altında yaptığı değerlendirmeler daha çok aday adaylarını ilgilendiriyordu. Oku(ya)mayanlar için özetle, “öğretim elemanlarını boşuna meşgul etmeyin. Söyleyecek sözü olan, oda oda dolaşmak yerine, çıkıp herkese anlatsın. Polemiklerden uzak durun, meslektaşlarınızı da zor duruma düşürmeyin” diyor... Doğru söze ne demeli.

Madalyonun bir de öbür yüzü var. Yıllarını bu üniversitede geçirmiş, dostluklar kurmuş bizler için sıkıntılı bir süreç daha başlıyor. Önümüzde koskoca bir dönem başlıyor. Buna rağmen, üniversiteyi yaz ortasında seçim havasına sokup enerjimizi öğrencilerimizi yetiştirmeye, araştırmalarımıza yoğunlaşmaya harcamak yerine kapalı kapılar ardında kulis yaparak harcatmaya bayılıyoruz sanki... ... Gördüklerimiz, yaşadıklarımız Ziya Paşa’nın (1825-1880) “İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı / Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı” (Yüksek mevkilere erişebilmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı; önceden bilmezdik, bu türden hüner ve beceri yeni çıktı.) derken ne kadar da haklı olduğunu gösteriyor.


Tekrar ediyorum. Üniversitede yıllarını bir arada geçirmiş, saçlarını ağartmış/seyreltmiş, geçmişe dayalı belli hukuku olan insanların birbiri ile kurduğu son derece medeni ilişkilerden anlam çıkarmaya yeltenenler, kim kiminle nerede ne konuşuyor gibi hezeyanlarla o, orada; bu, burada; şu, şurada diye oraya buraya seğirtmeler; laf yetiştirmeye, niyet okumaya çalışmalar... Geçmişte olduğu gibi, kuşkusuz bu dönemde de yaşanacak. Hele Rektörlük için aday adaylığını deklare edenler bile birbirleri ile kurdukları ilişkileri medeni çerçeve içinde sürdürüyor, düzeyi düşürmemeye çalışıyorken...  Bedensel gelişimleri ile kişisel gelişimi arasında sorunu olanlar veya kendi olamayıp, birilerinin adamı olmaya gayret edenler, bu dönemde de oradan oraya parazit gibi bulaşmaya çalışacaklar. 

Demedi demeyin... Adayların geçmişte olduğu gibi bu seçim sürecinde veya seçimden sonra da yüz yüze bakacağı ve değişik birimlerden edindiği çalışma arkadaşları ile günün her hangi bir saatinde, her hangi bir yerlerde oturup çay kahve içmesinden, hasbıhal etmesinden anlamlar çıkarmaya çalışanlar; iki üç kişinin bir arada görülmesinden sosyal ilişki ağı kurup niyet okumaya yeltenenler, birinin bir anlık fotoğrafını öbür tarafa taşımayı adeta alışkanlık haline getirenler, bu süreçte de görülecek mutlaka... Bu durumda görev yine deneyimli hocalara düşüyor. Onlar da her zaman olduğu gibi, bunlara yüz vermeyecek; birleştirici ve uzlaşmacı olmayı tercih edecek; seçimden sonra da bir arada yaşayacağımızı hatırlatacaklar...

Düşünüyorum da... Adayım diye ortaya çıkan birbirinden seçkin akademisyenlerin her birinin 25-30 yıllık ortak geçmişleri var ve bir kaç ay süren seçim rüzgarının gücü köklü ilişkilerin zedelenmesine yetmez. Dolayısıyla seçimin nabzını tutmaya çalışıp kendilerine pozisyon belirlemeye çalışan arkadaşlarımızın bu ortak geçmişin, yaşanmışlıkların bir kalemde silinip atılacak ilişkiler olmadığını, Anadolu Üniversitesi kurum kültürün buna uygun olmadığını görmelerinde, öğrenmelerinde yarar var. İnsana verilen akıl denen zenginlik hırs, menfaatperestlik gibi hislerle beslenirse, sahibine saadet yerine keder verir. Bu nedenle de durduk yerde birilerinin kapılarını aşındırmadan önce durup düşünmelerinde yarar var. Şarkılara yansıdığı gibi “kapıldım gidiyorum, gönlümün rüzgarına” deyip havalanacak yerde, aklın egemenliğine izin vermelerinde yarar var. Duyduklarını kalp ve akıl süzgecinden geçirip, verecekleri kararın yaşadıkları çevreye, kendi kariyerlerine sağlayacağı artı ve eksi değerlerini iyi hesaplamaları, sürü psikolojisiyle her denileni kabullenmemeleri, çok okumalı ve çok dinlemeli; ama mümkün olduğunca az konuşmayı tercih etmeliler. Doğruyu birileri gözümüzün içine sokabilir; fakat doğru, kişinin aklının algılayabildiği ettiği kadardır. Geçmiş yer yer sükût-u hayal ile doludur. Latin atasözünde denildiği gibi "insan, insanın kurdu" (Homo homini lupus) olduğu unutulmamalıdır.

Birileri, “bizim ekip” bunu yapacak/yaptı, şunu edecek/etti deyince Ziya Paşa bir daha aklıma geliyor, “Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”. Lakin, “mani oluyor halimi takrire hicabım” misali, içimde yükselen ses, otur oturduğun yerde, misafire saygısızlık etme diyor. Heyecanına veya sabrına egemen olamayan gençlerin aksine, susup dinliyoruz... Sonuçta, rektör de olsan, devletin verdiği bütçe ve yönetmeliklerle ve bütün paydaşların çepeçevre sarıp sarmaladığı kontrol edilebilir, kontrol edilemez nice değişkenlerin çizdiği yol haritasını uyguluyorsun. Dolayısıyla nice nice ortak yaşanmışlıklar, geçmiş seçim dönemlerinde verilip de tutulmuş/tutulmamış sözler zihnimizi sarıyor. “Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman  / Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde” sözüyle yeniden kendimize geliyoruz.

Hiç kimse kul hakkından, hukuktan/hukuksuzluktan söz etmiyor; -mış gibi yapanlar da nalıncı keseri gibi kendine yontuyor. Nasıl olsa, hafıza-i beşer nisyan ile malulmüş; ama gerçek öyle görünmüyor. Bu sözüm sadece adaylar için değil, ortalıkta dolanıp duran, oradan oraya laf yetiştirip kulis yaptığını sanan tatlı su kurnazları için de geçerli. Yalan, hile, haset, hırsızlık, gıybet, iftira, başkalarıyla alay etmek, ad takmak, küçük görmek, kötü zanda bulunmak, kötü sözler söylemek, bu yolla insanların arasını bozmak, verdiği sözde durmamak vb. Bunların hepsi belli değerlere inanan ve inancını içselleştirmiş kişiler için kul hakkı kapsamına giriyor.  Bir toplumun huzur ve barış içinde yaşaması için, insanların birbirlerini sevmese de karşılıklı haklarına saygılı davranması gerekir. Modern zaman insanını aldatma telaşı ile yanıp tutuşturan nefsimize karşı da sorumlu olmalı, istekleri sınırlandırabilmeliyiz. Bu durumu kendilerine seçim hakkı verilen, verdiği oyun sonuca çok da yansımadığını görerek deneyim sahibi olmuş öğretim elemanlarının daha iyi değerlendirmesi, gençlere model olması lazım. Unutmayalım, “İlim yerli yerinde kullanılmazsa zulüm, yerli yerinde kullanılırsa adalet olur; adaletle donanmış ilim ise fazilettir”.


Yeni dönemde de herkesin birbirine saygı duyup, birbirinin hak ve hukukuna riayet ederek huzur içinde yaşaması dileğiyle…

7 Eylül 2013 Cumartesi

İnsan ilişkileri üzerine

Etrafa baktığınızda kendine benzemeyene hoyratlık yaparak, oraya buraya sataşıp, saygısızlık ederek, hatta şiddet uygulayarak var olmaya çalışan; bireysel farklılıkları törpüleyerek kendine benzetmeye çalışıp “ötekini” ortadan kaldırmaya yeltenen birilerinin varlığını görmek her daim mümkündür. Bunun altında yatan nedenler üzerinde saatlerce konuşup, sayfalarca yazabilirsiniz. Önemli olan öteki ile ilişkilerimizde bıraktığımız izlenim ve karşımızdakinin kendini nasıl hissettiğidir.

İnsanlar ebediyete irtihal etseler de hayatta kalan sevdiklerine ışık tutacak, yol gösterecek pek çok değerli anı bırakır. Bu anılar bazen insanın yolunu aydınlatırken, bazen de içine bir hüzün çökmesine neden olur. İyiler iyi, kötüler de çevrelerindeki insanlara yaptıkları olumsuzluklar ile anılır. Her ne olursa olsun, kültürümüzde insanları hayır ile yad etmek esastır. 

İnsan hayatı pek çok iyiye ve olumsuzluğa gebedir. Onun için bazı insanlar hayatta aradığı ilgiyi bulamamak, sosyal ve ailevi sorunlar yaşamak, her hangi bir nedenle kötü muamele görmek, kandırılmak, hakarete uğramak, aldatılmak, şiddete maruz kalmak, hak ettiğini alamamak gibi daha pek çok nedenle mazlum ve mağdur duruma düşebilir. Bu durum hayatın akışında çok da arzu edilmemesine karşın, medya haberlerinde, çevrede sıkça görülen durumlardandır. Mazlum ve mağdurun, maruz kaldığı olumsuz davranışlarla hak arama çabasına yönelmemesi gerekir; aksi davranışlar, bu defa onun pozisyonunu değiştirir ve onu zalim yapar. Yalanı yalanla, aldatmayı aldatmayla, haksızlığı hırsızlıkla tedavi etmek mümkün değildir. Karşı karşıya kalınan olumsuz davranışlar, bu davranışlara maruz kalanları da aynını yapmaya yöneltmemelidir. İntikam zehri insanı için için kavurup yakan bir ateştir. İntikam ateşiyle yanıp tutuşanlar da kaybedenlerden olur, kendini haklı zannederken haksızlığını göremeyecek kadar elim bir duruma düşer de düştüğünü bile anlayamaz.

Olumsuz davranışları alışkanlık haline getirenler; onları sürdürmekte ısrar edenler, “Canım, ben kızınca aklıma geleni söylerim; sonra da unuturum” deyip, etrafa gülücükler dağıtmaya yeltenmemeli; hoyratlık yaptıkları insanlarla yeni ilişkiler kurmaya çalışmak yerine hatalarını tamir etmenin yolunu aramalıdır. Bu davranışın bir özeleştirisi, bir vicdan muhasebesi olmalıdır. Dolayısıyla akla hayale gelmeyen hoyratlıkları hayatın akışında sıradan bir davranış gibi yaşam biçimi haline getirenler ile kalıcı dostlukların kurulması zor, hatta mümkün değildir. Bir noktadan sonra bırakın dostluğu, beşeri ilişkileriniz bile biter. Bitmemesi de anlamsızdır.
Günümüzde itibar yönetimi diye bir alan gelişti; alan uzmanları böyle bir durumda, unutkanlığa sığınılamayacağını, sığınılmaması gerektiğini belirtiyorlar. Hele her sözünün sorumluluğunu taşıyan insanların, sözünün nereye varacağını kestirmesi gerekir. Anadolu deyişiyle, kafasını kaldırmadan dağın ardını görecek; sözünü söylemeden sonunun nereye varacağını kestirecek olgunlukta olmalıdır. Bir noktadan sonra, sözü söyleyen de söz söylenen de yaşanmış olanı yaşanmamış sayamaz. “Yanılmışım” diyemez; söz gelir gırtlakta düğümlenir.

Gerçek aydın olmak, kendini aşabilmeyi, bireycilikten sıyrılmayı gerektirir. Aydın, kendine sunulan her veriyi peşin hükümle doğru kabul etmez; doğruluğunu ve gerçeğe uygunluğunu sınayacak çevresel koşulları düzenleyecek donanımı, adam gibi dik durabilme becerisini gerektirir; zira eğriler arasından doğruları bulmak, onun için yanmak güçtür, herkesin harcı da değildir… Şair “sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” yakıştırmasını boşuna yapmamış… Bize sadece aydın olmak değil; erdemli, münevver, beyefendi/hanımefendi olmak yakışır.

Konfüçyüs’ün ifadesiyle "Erdemli kişi, ne kadar zor olursa olsun, hizmeti öne koyar, ondan ne fayda temin edileceği daha sonra düşünülecek bir meseledir." Yoksa hemen her gün yakinen gözlediğimiz gibi, kimi editörlüğünü yaptığı bir iki kitaptan, kimi de koordinatörlüğü verilen bir programdan aldığı üç kuruşun sağladığı düşsel avuntulara kapılıp, hayat şartlarının dayattığı maddi sorunları fazlaca hissetmezse kendini gönenmiş görür. Kimi de dünya nimetlerinden nemalanma yerine Hakk’ın rızasını kazanmış olmanın verdiği huzuru her türlü maddenin üzerinde tutar. Bunların hepsi izafidir; asıl olan, kulun hakkını yemeden Hakk’ın rızasını kazanmaktır.

Hâlbuki parçası olmaya çalıştığımız hayatın içinde ayakta kalabilmemiz, varlığımızı sürdürebilmemiz çokluk içinde birliği başarabilmemize, birbirimize gösterdiğimiz anlayış ve hoşgörüye bağlıdır. Gökkuşağını çekici kılan çoklu renkleri bünyesinde barındırmasıdır. Michel Foucault (1926-1984) da yılların ötesinden insanın zihnini aydınlatan bir ifade ile "Herkesin birbirine benzediği yerde hiç kimse yoktur" diyor, duyabilene...


* Bu yazıda bir süredir yaptığım okumalardan aktardıklarım içinde kalemi nasihten sehiv vaki olmuşsa, ilgili münevverlerden yazının müellifi olarak af dilemek vazifem; lakin anlattıklarımdan alınganlık gösterip, kelimelerden kişilerle bağ kurmaya yeltenenlere de abesle iştigal etmenin lüzumu dışında bir sözüm ol(a)maz.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Yabancı dilde eğitim için hazırlık sınıfı uygulaması

Üniversitelerde kayıtlar başladı ve hazırlık sınıfları ile ilgili soruların neredeyse ardı arkası kesilmiyor. Bu nedenle, bu defa hazırlık sınıfları ile ilgili görüşlerimi bir blog yazısı sınırlılıkları içinde paylaşmak istiyorum.
 
Üniversite eğitimi hayata hazırlar
 
Üniversite eğitimi bireyi hayata hazırlar. Sınıf geçip diploma almak için ders seçilmez. Hele hazırlık sınıfı “lise son sınıfta çok yoğun bir çalışma temposu geçirdik, bir yıl dinlenip kendimi toparladıktan sonra bölüme geçerim” düşüncesinin hayata geçirileceği yer hiç değildir.
 
Ülkemizde üniversite düzeyindeki eğitim-öğretim etkinliklerinin bir yabancı dilde yapılması, verilen alan eğitiminin standardının da küresel düzeyde olduğu algısı yerleşmiştir. Bu nedenle de altyapı sorunlarının çözülüp çözülmediğine bakılmaksızın pek çok üniversitede yabancı dilde eğitime geçilmekte ve burada öğrenim görecek öğrenciler için de yabancı dilde eğitim için hazırlık sınıfı uygulamasına geçilmektedir.
 
Pek çok üniversitede hazırlık sınıfı uygulaması bulunmasına karşın, uygulanan yönetmeliklerin birbirinden ayrıştığı; kimi programlarda verilen eğitimin yüzde yüz yabancı dilde, kimi programlardaki eğitimin de yüzde otuz yabancı dilde verildiği belirtilmektedir. Ailelerin cevabını aradığı bir diğer husus da, zorunlu hazırlık sınıfı uygulamasını tercih etmeyip, doğrudan öğrenime başlayanlar için İngilizce/Türkçe derslerin her iki dilde karşılıklı olarak muadili verilip verilmediği yönündedir…
 
Hazırlık sınıfı uygulamalarında, yabancı dil öğretiminden istendik sonuç alınamazsa, öğrenciler dönem veya yıl tekrar etmek zorunda kalmakta, her bir program için öngörülen hazırlık sınıfındaki öğrenci sayısı yıldan yıla artarak ilgili programın lisans düzeyinde öğrenim gören öğrenci sayısı ile yarışır hale gelmektedir. Hal böyle olunca yaşanan olumsuzluklar gazetelere, sosyal medyaya veya yönetim kademelerinde bulunan ilgili ilgisiz kişilere aktarılmakta; yaşanan sorunların bir an önce çözüme kavuşturulması istenmektedir.
 
Sorunun çözümü için hazırlık sınıflarının toptan kaldırılması veya Yükseköğretim Kurulu tarafından merkezi bir yönetmelik hazırlanarak yurt çapında uygulaması gibi öneriler de dikkati çekmektedir.
 
Hazırlık sınıfları iyi mi, kötü mü ya da kaldırılmalı mı, kaldırılmamalı mı konusuna girmek istemiyorum. Yabancı dil bilmenin, programın tamamının olmasa bile ilgili bölümün bölüm kurullarınca belirlenecek kimi derslerin bir yabancı dilde verilmesinin sağlayacağı pek çok yararın olduğunu biliyorum. Bunlardan Avrupa ortak yükseköğretim alanı oluşturulması ve yükseköğretim sistemi içindeki öğrenci ve öğretim elemanlarının yurtdışındaki üniversitelerle karşılıklı değişim yaparak (ERASMUS gibi) bilginin üretilmesi ve paylaşımına katkı sağlaması ilk akla gelen somut örnekler olarak sayılabilir. Ülkemizde yerleştirilmeye çalışılan bilimsel düşünce sistematiğinin, Avrupa ve dünya üniversiteleri ile uyumun sağlaması, bu ve benzeri çabalarla gerçekleştirilebilir. 
 
Sondan başlayarak planlama
 
Türkçe sorununu çözemediği için üniversitelerde bile zorunlu Türk dili dersi okutulan bir sistemden söz edildiği gerçeğinden yola çıkılırsa, ilk ve ortaöğretim düzeyinde en azından bir yabancı dili neden öğretemediğimiz ve üniversite önünde biriken yüzbinlerce aday öğrenci arasından sıyrılıp bir programa yerleştirilebilme başarısı gösteren gençlere bir yıl boyunca yabancı dil hazırlık eğitimi verilmesi konusunu sorgulamak da anlamını yitirmektedir. İşe önce Türkçe öğretiminden başlamak lazım. Türkçeyi öğrenenlerin ikinci dil olarak yabancı dil öğrenme süreci kolaylaşmaktadır.
Hazırlık sınıfları ile dershanelerde istihdam edilen öğretim elemanı kadrosunda önemli ölçüde benzerlikler bulunmaktadır. Örneğin, dershanelerde istihdam edilen öğretmen kadrosunun MEB kontenjanları dışında kalan gençlerden oluştuğu, Yabancı diller yüksekokulları bünyesinde oluşturulan hazırlık sınıflarındaki öğretim kadrosunun da görece olarak daha deneyimsiz gençlerden oluşturulduğu görülmektedir. O halde, yabancı dil hazırlık sınıflarının veya okullarının bu birimlerde öğretilen yabancı dil müfredatından veya ölçme ve değerlendirme sisteminden daha öncelikli olarak, burada istihdam edilen yetişmiş insan değerleri ile ilgili sorunların gözden geçirilmesinde yarar olduğu düşünülmektedir.
Öğretim planlamayı gerektirir
Eğitim ciddi bir iş olup, öğretim süreçleri de aynı önemde bir planlamayı gerektirir. Öğretim etkinlikleri de önceden öngörülen hedeflere ulaşmak için koyulur. Hazırlık sınıflarında öğrenim gören öğrencilerin ulaşacağı son nokta açık ve nettir. Bu durum örneğin üniversitemizin hazırlık sınıflarıyla ilgili yönetmeliğinde şu şekilde belirtilmiştir (Md. 5/1):
 
Yabancı dil hazırlık eğitim-öğretiminin amacı; /…/ ön lisans ve lisans programı öğrencilerinin yabancı dil yeterliklerini ölçmek, hazırlık eğitimine alınan öğrencilerin Avrupa Birliği Ortak Dil Ölçütü Çerçevesince belirtilen B2 düzeyindeki yabancı dil bilgi ve becerilerini yerine getirecek yeterlilikte olmalarını sağlamaktır.
Yukarıda da değinildiği üzere, hedeflerin aynı olmasına karşın, gerçekleştirilen öğretim etkinlikleri ve uygulanan yönetmelikler üniversiteden üniversiteye ayrışmakta ve uygulayıcıların “Nasıl bir öğrenci yetiştiriyorsunuz?” sorularına verdikleri cevaplar farklılık göstermektedir.
 
Üniversiteye kayıt yaptıran öğrenciler, Yeterlik Sınavına girip başarılı olursa kayıt yaptırdıkları programın birinci sınıfına; başarısız olursa Seviye Tespit Sınavı sonucunda belirlenen düzeylerine göre eğitimlerine devam etmekte (Md. 6/4), yani hedef önceden belirlenmektedir. Bununla birlikte pek çok akademik birim tek bir hedefe odaklanma konusunda sorun yaşamakta ve zayıflayan hedef, çalışılması gereken odak noktasına ulaşılmasını engellemektedir. Öğrenciler sistemin doğasından kaynaklanan kurallar nedeniyle eğitim öğretim etkinliğinden kopmakta veya öğrenmeye ilişkin isteklerinin zayıflaması nedeniyle sınıf içinde yapılan etkinliklerin verimliliği dönem başına göre giderek düşmektedir. Eğitim öğretim etkinliğinin dışında bir de yönetsel sorunlar ortaya çıkmakta, öğrenci ve öğretim elemanı sonu nereye, hangi başarı düzeyine varacağı öngörülemeyen bir sarmalın tuzağına kapılmakta, tekrara kalan öğrenciler aynı ders malzemesi ve belki de aynı öğretim elemanıyla yeniden kur tekrarı yapmak zorunda kalmaktadır.
Konuya öğrencilerin penceresinden bakıldığında, öğrenci dili öğrendiğini; öğretim elemanı açısından bakıldığında da öğretim materyallerindeki konuların işlendiğini söylemek mümkündür. Üçüncü kişiler tarafından yapılan sınavda ise öngörülen hedeflerin tutturulamadığı, öğrencilerin öngörülen ölçülebilir hedefler düzeyinde dil becerisine sahip olmadığı için bir önceki kuru tekrar etmeleri gerektiği sonucu çıkabilmekte; bu durum bütün paydaşlar açısından (okul, öğrenci, aile vd. gibi) ciddi sorunların yaşanmasına neden olabilmektedir.
Grupları baştan ayrıştırmakta fayda var
Hazırlık sınıflarını daha sene başından itibaren isteğe bağlı ve zorunlu yabancı dil grupları olarak iki grupta yapılandırmak gerekir.
Öğretim etkinliğinin oluşturulan gruplardaki öğrencilerin başta ve takip eden dönemlerdeki izleme sınavlarında ulaştığı düzeylere göre ayrı kurlara göre yapılandırarak öğrenim süreci içinde yeni grup dinamikleri oluşturulabilir ve öğrenme etkinliklerinin öğrencilerin öğrenme hızlarına göre yapılması sağlanabilir. Böylece süreç içinde öğrenciler kendi gelişimlerini de görerek öngörülen hedefe ne kadar yaklaştıklarını veya bu hedeften ne kadar uzaklaştıklarını kendileri kestirebilirler. Dönem sonunda da cevabı bilinen anlamsız sorularla ve yönetsel tartışmalarla zaman geçirilmez.
 
Ölçme ve değerlendirme, eğitimin önemli bir parçasıdır
Hedef baştan belirlendiğine göre, etkinlikler de buna uygun düzenlenmelidir. Hedefler herkes tarafından benzer sonuçların alınabileceği, açık bir sistematik içinde ölçülebilir olmalıdır. Yapılan veya yapılacak dönemsel izleme sınavlarında öğrencilerin öngörülen hedefe ne kadar yaklaştıkları sınanmalı; her bir öğrencinin öğrenme etkinliğinden aldığı sonuçlar karşılaştırmalı olarak analiz edilmeli ve bu yolla her bir öğrencinin öğrenme süreci içinde güçlü olduğu ve/veya öğrenme eksiklerinin olduğu konular (dilbilgisi, sözcük bilgisi gibi) çıkarılmalı, bu sonuçlara göre bireysel etüt programları (tutorial system) düzenlenmelidir. Bunun için de her bir hazırlık okulunda ilgili dilde verilen yabancı dil eğitim öğretim etkinliklerinin yanı sıra ayrı bir ölçme ve değerlendirme birimi kurulmalıdır. Bu birimde alan bilgisinin yanı sıra, ölçme teknikleriyle ilgili altyapısı sağlam, deneyimli öğretim elemanlarından oluşan ayrı bir ölçme ve değerlendirme uzmanları görev yapmalıdır.
Özetle, aylık izleme sınavları düzenli olarak yapılmalıdır. Yapılan izleme sınavlarına bağlı olarak, hangi öğrencinin öngörülen hedefe ne kadar yaklaştığı takip edilebileceği için de iş işten geçmeden tedbir alınır. Öğrenme güçlüğü çeken öğrencilere öğrenmeyi öğretme, psikolojik sorunları olan öğrencilere de psikolojik danışman ve rehberler tarafından profesyonel destek sağlanır. Tekrara ihtiyacı olan öğrencilere de özel öğrenme grupları oluşturularak ilave öğrenme etkinlikleri düzenlenebilir. Yani destek hizmetleri birimi oluşturulmalıdır.
Ölçme ve değerlendirme destek hizmetleri
Ölçme etkinlikleri haftalık, aylık ve dönemlik aralıklarda düzenli olarak haberli ve habersiz formatlarda yapılmalı, hedefe giden süreçte geri kalan öğrenciler tespit edilerek, bunlara gerekli ilave derslerle destek olunmalıdır.
Düzenli izleme yapılmayan, öğrenci gelişimi izlenmeyen kurumlarda öğrencinin eksikleri zamanında fark edilmeyeceği gibi, bu birimlerde çalışan öğretim elemanlarının mesleki gelişimi ve işe vuruk çalışmaları da takip edilemez.
Yapılan izleme sınavlarının sonuçları da aynı şekilde öğrencilerle paylaşıldığında öğrenci dönem veya yılsonunda öngörülen hedefe ne kadar yaklaştığını kestirebilir. Bunlar ihmal edildiğinde öğrenci kendini değerlendiremediği gibi, söz gelimi “İletişim becerin veya sözcük bilgisi gelişimin ne durumda?” diye sorulan soruya da tatmin edici cevap veremez.
Öğrenciye hazırlık sınıfını bitirip bölüme geçen öğrencinin genel dil bilgisi dışında, alan bilgisini de öğrendiği yabancı dilde alması gerektiği, bu nedenle temel dil becerilerine ilişkin sorunları hazırlık sınıfı aşamasında çözmüş olması gerektiği bilinci verilmelidir.
Öğrencilere öğrenmenin yaşam biçimi olduğu, öğrenme etkinliklerinin yaşam boyu sürdüğü, derslik dışında da kesintisiz şekilde devam etmesi gerektiği bilinci aşılanmalıdır.
Öğrenme süreci boyunca yeni kurların oluşturulması
Öğrencinin yabancı dil düzeyi aylık izleme sınavları ile belirleneceği için, her ay yapılan sınav sonuçlarına veya son iki sınavın aritmetik ortalamasına göre göre yeni gruplar oluşturulmalıdır. Böylece bir yandan öğrencilerin düzeylerine göre ders anlatılırken, öte yandan grup içi dinamiklerin yeniden düzenlenmesi, öğretim materyallerinin değiştirilmesi sağlanabilir. Bu süreçte, anlatılan ders öğrencinin bilgi düzeyinin üzerindeyse ve öğrencinin durumu verilen destek hizmetleriyle de değişmiyorsa, yer aldığı grup yeniden düzenlenerek farklı düzeydeki öğrencilerin tek bir grupta toplanmasının önüne geçilmelidir.
Öğrenci düzeylerinin ayrıştırılmadığı ve öğretim etkinliklerinin bireysel gereksinimler dikkate alınmadan yapıldığı, ayrıştırılmamış eğitim veriliyorsa, seviyesi düşük olanlar dil öğrenmeden soğurken yüksek olanlar da derse devam etmekten sıkılırlar ve ders için ayrılan sürenin başka etkinliklerle geçirilmesine çalışırlar. Bu durum ise eğitim öğretim sorunlarının dışında başka yönetsel sorunların ortaya çıkmasına da zemin oluşturabilir.
Sonuçları Paylaşma
Öğrencilerle kurulan iletişim, hangi derse kaç kere geç kaldığı veya kaç saat devamsızlığının olduğu noktasından ileri taşınarak, öğrenme etkinliği için koyulan hedefe ulaşma konusunda karşılaştığı güçlükler ve sınav sonuçları karşılaştırmalı olarak analiz edilmeli; yaşanan sorunlara birlikte çözüm üretmeye çalışılmalıdır.
Hazırlık sınıfı uygulanan birimlerde öğrenciler için görevlendirilen akademik danışmanın yanı sıra bir de yaşam koçu atanmalı, öğrenciler bu kişilerle eğitim öğretim etkinliklerinin dışında kalan yaşam alanlarıyla ilgili hayata ve insana dair ipuçlarını da paylaşabilmelidir.  Psikolojik danışma ve rehberlik birimi uzmanları, öğrencileri sorun çıkmadan önce tedbiren bilgilendirmeli, her hangi bir sorun gözlediklerinde de ilgili öğretim elemanı, akademik danışman ve yaşam koçu ile işbirliği yaparak gerekli destek hizmetini vermek üzere devreye girmelidir.
 
Peki hazırlık sınıfına devam etmeli mi?
 
Gelelim can alıcı soruya. "Hazırlık sınıfına devam edelim mi?" Yazının başında da belirtildiği üzere hazırlık sınıfı “lise son sınıfta çok yoğun bir çalışma temposu geçirdik, bir yıl dinlenip kendimi toparladıktan sonra bölüme geçerim” düşüncesinin hayata geçirileceği akademik dinlenme alanı değildir. Sadece yabancı dil öğrenmek, yoğun tempoda disiplinli bir şekilde çalışarak başarıya ulaşmak isteyenlerin hazırlık sınıfına devam etmesinde yarar vardır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...