27 Kasım 2013 Çarşamba

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür

Başlıktaki ifadeyi yarım yüzyılı aşkın bir süre önce rahmetli Adnan Menderes dönemin CHP’sini eleştirirken kullanırmış; günümüzde de kullanıldığı oluyor. Bu ifadeyi genç okuyucularım için biraz daha belirginleştireyim: İnsanın belleği unutma özürlüdür. Günlük hayatta gençler bu durumu “Balık hafızası” diye tanımlıyor. Eskiler de “Ateh” ya da “Bunama” derlermiş. Kuşkusuz yaşlılık kişilere birçok şeyi unuttursa da bizim yaşımız ve işimiz gereği bu evrenin dışında olduğumuzu ve kimi konuları unutmadığımızı belirtmek isterim.

Bugün Anadolu Üniversitesi rektörlüğü için ikinci dönem için de aday olduğunu açıklayan rektör Prof. Dr. Davut Aydın fakültemizi ziyaret edip icraatlarını anlattı. O konuşurken daha önce yazdıklarımı hatırladım[1]; zihnimi kurcalayan pek çok soru oldu. Kendisine bir rektör nasıl ağırlanması gerekiyor ve nasıl hitap edilmesi gerekiyorsa, o ölçüde, yani lisan-ı münasiple, kimi konulardaki açıklamalarının gerçeği yansıtmadığını anlatmaya çalıştım. Rektör ile öğretim elemanının ilişkilerini, dinleyenlerin sabırlarını zorlamamak için de kimi hususları paylaşmadım. Bir akademisyen olarak kurum içinde yaşanan bazı hususların altını çizmek, toplantıda görüşülen konuları ve bu konularla ilişkili görüşlerimi okuyucularımla ayrıca paylaşmak istedim.

Döner sermaye katkı payı ödemelerinde adil bir sistem getirmişler

Rektör konuşmasının önemli bir kısmını kime, hangi pozisyondaki öğretim üyesine ne kadar; yüzde kaç oranında döner sermaye katkı payı ödediklerine ayırdı. Kendisinin ve yardımcılarının aldığı oranları örneklerle açıkladı. Bir diğer husus da Türkiye’deki öğretim üyelerinin aldığı maaşı Brezilya, Arjantin gibi ülkelerdeki akademik personel ile karşılaştırmalı olarak sunmasıydı. Burada ödedikleri döner sermaye katkı payı ile Anadolu Üniversitesi öğretim elemanlarının aldıkları aylık ücretleri bu ülkelerdeki eşdeğer öğretim elemanları düzeyine veya üzerine çıkardıkları hususuydu. Dikkat çeken diğer konu da kendilerinden önceki dönemde döner sermaye katkı payı ödemelerinde şeffaf ve adil bir uygulama olmadığı; yönetime yakın kimi öğretim elemanlarına kapalı zarflarla ödemeler yapıldığı; kendi dönemlerinde bu uygulamaya son verdikleri yönündeki ifadelerdi.

Soru cevap faslına geçildikten sonra, Anadolu Üniversitesi rektörünün göreve başladıktan sonra kimi üniversitelere model oluşturacak “arama konferansı” gibi uygulamaları gerçekleştirdikleri, buna karşın bir rektör adayının üniversitenin geçmişte yaptığı arama konferansında senatoca alınan kararların hangi oranda uygulanabildiğini, gelecek dönem için hangi akademik çalışmaların, uluslararası projelerin, altyapı projelerinin öngörüldüğünü açıklamak yerine toplantının öznesinin döner sermaye katkı payı ödemelerinin oluşturmasının yürek burkan, üniversiteye yakışmayan bir durum olduğu belirtildi. Ayrıca kendinden önceki dönemlerde de kapalı zarf usulü ödeme yapılmadığı, bu durumun olsa olsa ‘90’lı yılların başında, kendisinin vakıf şirketlerinde yöneticilik yaptığı dönemlerde kalan bir uygulama olabileceği hatırlatıldı.

Öğretim elemanlarının beklentilerinin, geçmiş yönetimlerin/yöneticilerin eksik veya hatalı uygulamalarını dinlemek yerine, mevcut yönetimin yaptığı icraatları anlatması, geleceğe ilişkin öngörülerini paylaşması doğrultusunda olduğu; bunun aksi tutumların gerçekleştirilen olumlu icraatların da gölgelenmesine neden olduğu görüşü paylaşıldı.

Üniversiteyi siyasallaştırmamış

Anadolu Üniversitesi Rektörü, görev yaptığı süre içinde üniversiteyi siyasallaştırmadığını, siyaset üstü bir tutum izlediğini, özellikle yerel siyasete mesafeli durduğunu söyledi.

Unutulmamalıdır ki sıradan bir eylemin söz ve davranışın muhataplarınca anlaşılır olması, benimsenerek içselleştirilmesi, onun makul, meşru ve ikna edici olmasına bağlıdır.[2] Rektör de kendisini meşrulaştıracak bir gerekçe bulmak ve bu gerekçeye dayanarak yeni dönem için oy istemeyi strateji olarak benimsemiş.

Üniversite ne kadar siyasallaştı konusuna değinirken şu durumu göz önüne almak lazım. Anadolu Üniversitesi bir devlet üniversitesidir. Çalışanlar kamu görevlisi, kamu adına işgören pozisyonundadır. Dolayısıyla siyasal erkin üniversitenin vizyon ve misyonu üzerinde söz söyleme, yol ve yön gösterme, beklentilerini dile getirme hakkı vardır; bu hakkın sahipleri de dört yıl önce yaşanan atama sürecinde, beklentilerini karşılayacağını umdukları aday lehine bir tercih hakkı kullanmıştır. Bu durum bile rektörün siyasetle ilgili görüşlerini izahtan vareste tutuyor.

Mevcut rektörün atanması, siyasal bir tercihtir. Kendisi dört yıl önce yapılan seçim kulislerini ve atama süreci sırasında yaşadığı olayların perde arkasını, atama sürecini yöneten ve yönlendirenler ile göreve başladıktan sonra siyasetçilerle kurduğu ilişkileri elbette bizlerden daha iyi biliyordur[3]. Anadolu Üniversitesi çalışanları, kurumun Türkiye’deki saygın konumu ve yükseköğretim sistemi içindeki ağırlığının bilinciyle, devlet terbiyesi içinde hareket etmiş; karar vericilerin tercihine karşı bir tutum ortaya koymamıştır. Bu duruş, kimsenin bir şeylerin farkında olmadığı şeklinde yorumlanmamalı; aksine devlet terbiyesi almış öğretim üyelerinin kamuoyuna karşı sorumluluğunun bilinci içinde hareket ettiği şeklinde değerlendirilmelidir.

Üniversitenin siyasallaştırılmamasına bir başka örnek de Anadolu Üniversitesi tarihinde ilk defa bir siyasetçiye, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Sayın Binali Yıldırım’a, Anadolu Üniversitesi Senatosu Kararı ile (08.02.2011 tarih ve 4/4 karar no ile) “ulaştırma hizmetleri ve ülke kalkınması için yaptığı hizmetlerden dolayı” Fahri Doktora unvanı verilmesi sağlandı[4]. Sayın Bakan icraatları ile bu unvanı fazlası ile hak ediyor. Bununla birlikte dönemin senato üyelerinden biri olarak “unvanın tevdi ediliş şekli ile zamanının uygun olup olmadığı konusuna dikkat çekmeye çalışan” sınırlı sayıdaki öğretim elemanlarından biriydim. Çekincemin, unvanın tevdi edildiği zaman dilimi ile üniversitede Ulusal Raylı Sistemler Mükemmeliyet Merkezi’nin (URAYSİM) kurulma ve planlama aşamasının aynı zaman dilimine denk gelmesi ve bu durumun zihinlerde istifham yaratacağı endişesinden kaynaklanmaktaydı. Nitekim TCDD, TÜLOMSAŞ, TÜDEMSAŞ, TÜVASAŞ ile TCDD demiryolu ağı üzerinde işletmecilik yapan şirketlere test ve akreditasyonunu sağlayacağı öngörülen bu merkezin faaliyetleri o dönemde gerçekleşmedi; ancak Prof. Dr. Ö. Mete Koçkar gibi deneyimli bir bilim insanın olaya müdahil olması ile ivme kazandı[5].

Rektör, Eğitim Fakültesi’ne geldiğinde, kendisine yöneltilen sorulardan biri de İngilizce Öğretmenliği Programı öğrencilerinden Ali İsmail Korkmaz’ın Eskişehir'deki Gezi Parkı Eylemleri sırasında aldığı darp sonucu hayatını kaybetmesinden sonraki suskunluğunun nedeni oldu. Konu, o günlerde yerel basında sıkça ele alınmış; Rektör’ün Ali İsmail’in ailesine bir taziye ziyaretini neden çok gördüğü sorulmuştu[6]. Rektör, Hatay kültürünü bildiğini, gerekli taziyede bulunduklarını ama kamuoyu ile paylaşmadıklarını belitti.

Kimse de “Sayın Rektör, siz Anadolu Üniversitesi Senatosu olarak, öğrencilerin final sınavları döneminde eğitim öğretim etkinliklerini aksatmamaları konusunda tedbir almak durumundayken, tam aksine onlara duyuru yapıp, final sınavlarına girmeyenlere mazeretsiz mazeret sınavı ve bütünleme sınavı hakkı kararı aldığınızı ilan ederken, üniversiteyi siyasallaştırdığınızın farkında değil miydiniz?” diye sormaya gerek duymadı.

Kimsenin özlük haklarına zarar verilmemiş

Kimsenin özlük haklarına zarar verilmediyse, haklı ve makul gerekçeleri olan okutmanlar hakkında yaz tatillerinde yıllık izin/hastalık/doğum/ölüm izinleri kullandırılmayıp, yüzlerce sınav sorusu hazırlamadı diye haklarında soruşturmalar açıldığı; bir kısmının Eskişehir dışındaki bürolarda görevlendirildiği, verilen cezaların YÖK tarafından “yok hükmünde sayıldığı” hatta kimi yöneticilerin maiyetinde çalışanlara “mobbing” uyguladığı mahkeme kararı ile tescil edilmesi birer şehir efsanesi mi?

Üniversitenin yurtdışı bürosunda görevlendirilen personelden birinin aile birleşimini sağlarken diğerinin makul ve mantıklı bir gerekçeye dayandırılmadan yurtdışı görevinin iptal edilerek derhal Eskişehir’e dönmesinin talep edilmesi ve bu kişinin yurtdışında uymak zorunda olduğu yerel mevzuat uyarınca yaptığı kimi tasarrufların Türk mevzuatına göre yorumlanıp, ilgiliye suç olarak rücu edildiği; geçmişe dönük ödemelerin maaşına haciz konulmak suretiyle tahsil edilmesi ve bu bağlamda iki çocuklu bir ailenin adeta açlık ve yoksulluğa mahkûm edildiğinin kulaktan kulağa aktarılması bir Alman masalı mı? Malum, Almanya Grimm Kardeşler’in masalları ve masal kahramanlarının çevirdiği entrikalar ile de ünlüdür.

Akademik kadrolarda herkesin kadro sorunu çözülmüş

Akademik kadrolarda yönetime yakın olanların atamaları sorunsuz bir şekilde yapılırken; kendilerine uzak duran, kendi halinde çalışmalarını sürdüren pek çok akademisyen için kadro sorunu çözülememiş; bu durum kimi öğretim elemanları ile kişisel hesaplaşma boyutuna getirilmiştir. Gerekçe ise “YÖK kadrolara vize vermiyor” şeklindedir. Bir diğer gerekçe de çalışan, proje üreten birimlere kadro verildiği, çalışmayanların ise beklediği yönündedir. Bu gerekçe ikna edici değildir.

Rektörün son sözleri

Sayın Rektör, son söz olarak gelecek dönem için “yeniden atanacağını” seçimden önce bütün aday adayları ile bir toplantı yapmak ve istişarelerde bulunmak istediğini, seçim günü sabah kahvaltısını birlikte yaptıktan sonra Anadolu Üniversitesi öğretim elemanlarına yakışan bir olgunlukta seçim salonuna geçeceklerini, seçim sürecinin de gerek internet gerekse diğer ortamlardan an be an takip edilebilmesi için gerekli teknolojik altyapının kurulması yönünde BAUM’a direktif verdiğini söyledi.  

Sayın Rektör geçmiş dönemde yürüttüğü kampanyada son söz olarak “Gelecek sefer buraya rektör olarak geleceğim demiştim. Dediğim çıktı. Artık beni tanıyorsunuz; ne yapacağı belirsiz bir adayın yerine tanıdığınız, bildiğiniz adayı tercih edin” deyip geçen dönemki sözünü tekrar etti. “Buraya yine rektör olarak geleceğim”. Geçmiş dönemde neden ve hangi gerekçelerle atandı veya kendisinin öne sürdüğü gibi yeniden atanacak mı? Bilemiyorum. Bu süreçleri yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim: İkinci defa atamayı yapacak olan erkin dayanağı, ilk dönemin icraatları ile bağlantılı olacaktır.

Toplantıda gündeme gelmeyen, ama insanların zihinlerini meşgul eden hususlar

Toplantıda gündeme gelmeyen, ama öğretim elemanlarının sıkça üzerinde görüş bildirdiği bazı konuları da gündeme getirmek istiyorum. Çünkü bunların da seçmenlerin karar verme sürecinde etkili olacağını ve dikkate alınmasında yarar olduğunu düşünüyorum.

Yabancı dil öğretimindeki başarısızlık: Yabancı Diller Yüksekokulunun kurulması, başarılı ve ülke genelinde farkındalık yaratan iletişim bilimleri, turizm ve otel işletmeciliği gibi alanlarda verilen eğitimin % 30, mühendislik ile iktisadi ve idari bilimler alanlarında % 100 yabancı dilde verilmesi için alınmış önemli bir karardı. Bu kararın uygulanması yükseköğretimde uluslararasılaşmanın sağlanabilmesi için atılan önemli bir adımdı; fakat uygulamada krize dönüştü. Yabancı Diller Yüksekokulu’nun kendi iç dinamikleri ile ilgili sorunları öğrencilere yansıdı. Üniversite tarihinde görülmedik öğrenci olayları bu dönemde yaşandı. Başta YÖK’ün forum sayfaları olmak üzere bütün sanal âlemde Anadolu Üniversitesi aleyhine yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Öğrenci başarısızlığı, sistemin sorgulanması, aksayan yönlerin revize edilmesi gibi çalışma yapmak yerine, her bir konu ayrı bir krize dönüştürüldü ve bu kriz yönetilemedi. Gelinen noktada, önce derslerin % 30’unun yabancı dilde verilmesi uygulaması kaldırıldı; ardından geriye doğru üç yıl başarısız olan öğrencilerin % 100 Türkçe eğitime dönüştürülen programlara geçişleri sağlandı. Yorgan gitti, kavga bitti misali; yabancı dil öğretimi ve yabancı dilde verilen dersler kaldırılıp öğrenciler de ilgili programlara geçirilince sorun da çözülmüş gibi oldu.

AB öğrenci ve öğretim elemanı değişim programları: Yabancı dilde öğretime ilişkin kararın alınıp uygulanmasından önce, Anadolu Üniversitesi AB öğrenci ve öğretim elemanı değişim programlarında en fazla hareketlilik yaşanan yükseköğretim kurumlarından biri olarak dikkati çekiyordu ve hemen her ortamda gerek üniversite yönetimleri gerekse de kamu kurum ve kuruluşlarındaki görevlilerce örnek gösteriliyordu. Alınan kararın, her ne kadar Erasmus öğrencileri için özel ders havuzu oluşturularak tedbir alınmaya çalışılsa da, seçkin üniversitelerden gelecek öğrenci sayısının zaman içinde daha da azalmasına yol açabilecek bir tehdit oluşturduğu söylenebilir.

Açıköğretim sisteminin yeniden yapılanması ve kredili ders geçme sistemine geçilmesi ile gerek sistemde çalışanların, gerekse öğrencilerin kimi algıları değişmek zorunda kaldı. Bu süreçten gelir temin eden üçüncü kişiler de sistemin değişmesiyle birlikte yeni yapıya uyum sağlamakta sıkıntı çekti. Öğrencilerin en büyük tepkisi akademik takvimde eskiden bir yılda yapılan işlemlerin şimdi iki döneme sıkıştırılması ve bütünleme sınavlarının kaldırılması üzerine oldu. Bütünleme sınavlarının kaldırılması öğrenci mağduriyetlerine (?) neden oldu; mezuniyet aşamasına gelenler için tek ders sınavı uygulaması ile sorunun kısmen ortadan kaldırılmasına çalışıldı. Burada sistemin geçmişiyle ilgili tartışmaları başlatmak yerine, gelecekte ne gibi iyileştirmeler yapılacağı üzerinde durulması gerekiyor.

Yüksekokulların fakülteye dönüştürülmesi, Türkiye genelinde görülen bir eğilim olarak dikkati çekiyor. Lisans düzeyinde eğitim verilen her bir yüksekokulun fakülteye dönüştürülmesi, bana çalışan memnuniyetini sağlama dışında doğru bir karar olarak görünmüyor[7]. Bu kararların alınması sırasında bilimsel önceliklerin, memleket ihtiyaçlarının analizinin yapılmasını gerekli görüyorum.

Bitirirken

Eğer “Hafıza-i beşer nisyan ile malul” ise, yaşananları hatırlatmak, dersler çıkarmak ve buna göre geleceğe yön vermek gerekir. Anadolu Üniversitesi’nin bütün paydaşlarına bu üniversitenin kimliğini otuz yılı aşkın bir süredir onurla taşıyan biri olarak şunu belirtmek isterim ki üniversitemiz yurt içindeki “öncü” ve “rol model” olma özelliğini uluslararası alana da taşımış; Türkiye’ye sorun oluşturmak yerine, Türkiye’nin çağdaş uygarlık yolunda karşısına çıkan eğitim sorunlarını tespit edip, kendine has çözüm ortaklığı uygulamaları ile “sorun çözme” gücü, bilgisi ve deneyimini kazanmıştır. Sahip olduğu iç dinamizmi ile karşılaşacağı günübirlik belirsizliklerin üstesinden gelecek güce ve özgüvene sahiptir. Geçiş dönemlerinde yaşanan kimi belirsizlikler, paydaşlarımızı karamsarlığa düşürmesin.

Yarım yüzyılı aşan mazisi ile Anadolu Üniversitesi, Anadolu’nun bağrında yüce bir bilim kalesi oluşturma yolundaki emin ve kararlı yürüyüşünü sürdürecektir.




[1] Mustafa Çakır. Seçim olsa n’olacak. http://m-cakir.blogspot.com/2013/11/secim-olsa-nolacak.html (27.11.2013).
[2] Bkz.: Hukuki Haber. Özel Röportaj: Hukukta gerekçe. http://www.hukukihaber.net/m/?id=21758 (26.11.2013).
[3] Bilmeyenler için hatırlatalım. 26.10.2009 tarihinde Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü aday adaylarını belirlemek için yapılan seçimin oy sayım işleminde saat 20:00’ itibarı ile açılan sandıklarda 778 oy kullanılmış olduğu; yapılan sayım sonucu oy dağılımının şu şekilde gerçekleştiği anlaşıldı:
Prof. Dr. Davut AYDIN 96
Prof. Dr. Hasan MANDAL 295
Prof. Dr. Fevzi SÜRMELİ 334
Prof. Dr. Ahmet TUNCAN 28
Prof. Dr. Mustafa Çakır, Prof. Dr. Ö. Zühtü Altan, Prof. Dr. Yılmaz Benligiray, Prof. Dr. Tuncay Döğeroğlu, Prof. Dr. Nazmi Ulutak, Prof. Dr. Nüvit Gerek birer oy aldı. Boş: 18, Hukuk Müşaviri Gülseren Haspullukçu’ya da bir oy çıktı. Dört aday adayından sonra, listeyi altıya tamamlamak üzere birer oy çıkan adaylar arasından kur’a çekimi yapıldı ve listeye girenler de zaten YÖK’e görüşmeye gitmedi. Prof. Dr. Davut Aydın'ın göreve başladıktan sonra siyasetçilerle kurduğu ilişkiler hakkında fikir verecek bir örnek: Mehmet Önel. "CHP Genel Başkanına mektup yazan bizim Davut Aydın mı?" 2Eylül Gazetesi (15 Nisan 2013).  http://www.2eylul.com.tr/chp-genel-baskanina-mektup-yazan-bizim-davut-aydin-mi-makale,2363.html (27.11.2013).
[4] Bkz. Anadolu Üniversitesi’nden Bakan Binali Yıldırım’a Fahri Doktora verilmesi ile ilgili senato kararı: http://www.anadolu.edu.tr/sites/default/files/Senato%204_0.pdf ve o güne ilişkin gazete haberlerinden biri. http://www.utikad.org.tr/haberler/?id=7687 (27.11.2013)
[5] Bkz. Avrupa çapında iki test merkezi. Dünya Gazetesi (14.11.2012). http://www.dunya.com/mobi/news_detail.php?id=171284 (27.11.2013).
[6] Murat Atikel. Bir taksi durağı kadar değeri yok mu? 2Eylül Gazetesi (18.07.2013). http://www.2eylul.com.tr/taksi-duragi-kadar-degeri-yok-mu-makale,3116.html (27.11.2013).
[7] Bu konuya ilişkin görüşlerimi daha önce okuyucularla paylaşmıştım: Mustafa Çakır (21 Kasım 2013). Yüksekokulların Fakülteye Dönüştürülmesi. http://m-cakir.blogspot.com/2013/11/yuksekokullarn-fakulteye-donusturulmesi.html. (27.11.2013).

25 Kasım 2013 Pazartesi

Eskişehirlilerin Trafik Sorunu


Bu yazımda bir süredir yazmayı düşündüğüm ama bir türlü elimin gitmediği trafik konusuna değinmek istiyorum. Daha önce trafik konusunda paylaştığım yazılar[1] aradan geçen onca süreye rağmen bir türlü güncelliğini yitirmiyor. Basın yayın organlarının yanı sıra, eş dost sohbetlerinde de kentin trafik sorunları ve çözüm önerileri üzerinde konuşuluyor.

Birilerinin “Bu konuya da mı el atmış” dediğini duyar gibiyim. Öncelikle, konunun benim için yeni olmadığını hatırlatmak isterim.  

Aydın olmanın yüklediği sorumluluk nedeniyle, kimilerinin baktığı ama görmediği pek çok sorunu tespit etmek, karınca kararınca çözüm önerileri sunmak, bilimsel tutum olmanın yanı sıra, hayat biçimi oldu. Bu anlayış içinde ülkemizin trafik sorunlarının çözümü için bugün olduğu gibi geçmişte de bir dizi faaliyetlerimiz oldu. Örneğin, Anadolu Üniversitesi ile Avusturya İstanbul Başkonsolosluğu Kültür Ofisi işbirliği ile 20-22.01.1993 tarihleri arasında III. Uluslararası Trafik Güvenliği ve Eğitimi Sempozyumu’nu[2] düzenledik. 1996-1998 yılları arasında Karayolu Trafik Güvenliği Kurulu üyeliği ve bu görevimizin gereği olarak IX. Ulaştırma Şurası (8-10 Haziran 1998): Karayolu Trafik Güvenliği Çalışma Grubu üyeliği[3] yaptık. Ülkemizde sivil vatandaşlarımızın trafik konusunda sorumluluk alması ve görevlilere yardımcı olması bakımından Fahri Trafik Müfettişliği uygulamasını başlatıp, görev ve sorumluluk üstlendik.

Bu girişten sonra, yaşadığımız çevreye sınırlı kalarak günlük tespitleri okuyucuyla paylaşmak, sorun olarak gördüğümüz hususlara ilişkin çözüm önerilerini sunmak isterim.

Trafik güvenliği konusundaki sorumluluk alanları

Eskişehirli hemşerilerimizin trafik güvenliği konusundaki bilinç düzeyi düşüktür ve kendilerini ilgilendirmediği sürece sorunlara ilgi gösterilmemektedir. Politikacılar ve diğer üst-düzey karar vericiler, trafik güvenliğine yeterli destek vermemekte; trafik sorununun çözümünün trafik zabıtasının görevi veya kendi sorumluluk alanı dışında kalan bir “öteki”nin görevidir. Bu bilinç düzeyinin yükseltilmediği ve “ötekileştirme” davranışlarının ölçüde değişmediği sürece sorunun çözümü bir yana, daha da artması riski bulunmaktadır.

Yol planlaması ve imar planları

Şehir içi ve banliyö alanlardaki imar planlamasının, trafik güvenliği açısından yeterli şekilde koordine edilmediği ve denetlenmediği görülmektedir. Özellikle yol kenarı gelişimini uygun olmayan işletmelere çalışma ruhsatı verildiği gözlenmektedir. Şehir içinde yeni açılan bulvar (?) yollarda doksan derece açılı dönemeçler (virajlar), her an kazaya davetiye çıkarmakta; kaza riskini azaltmak için alınan tedbirler ise yeterli görülmemektedir.

Örneğin, Atatürk Bulvarı’nın devamı niteliğinde olan dönemeç, Ulusal Egemenlik Bulvarı olarak mı devam ediyor? Bu dönemeçteki kaza sayısı sanırım Eskişehir Emniyeti’nde de kayıtlı olup, harita üzerine şehrin kara noktası olarak çoktan işaretlenmiştir.

Somut bir başka örnek ise Vali Ali Fuat Güven Caddesi üzerindeki yoğunluk. Cadde üzerinde faaliyet göstermesine izin verilen bir zincir marketten alış veriş yapanların bir kısmı, araçlarını cadde ve hatta kaldırım üzerine park etmekte; yaya ve araç trafiğini olumsuz etkilemektedir. Buraya ticari işletme açanların, müşterileri için de araç parkı oluşturması beklenir; ruhsatlar bu duruma bağlı olarak tanzim edilir.

Çevre yollarında bağlantı noktalarını ilgilendiren bir eksiklik ise yol planlaması. Yolun tasarımı sırasında trafik güvenliği açısından kimi konuların dikkate alınmamasıdır. Örneğin, yeterli hızlanma şeridi bulunmayan Polis Okulu önünde, çevre yolundan Kütahya Caddesi’ne çıkışta, köprü/kavşaktan hemen sonra hızın azami 50 km/h olarak ayarlanması, biraz ileride sağdan Bursa istikametinden gelip, Kütahya istikametine seyreden araçlara yol verilmesi ve hızın azami 50 km/h olması uyarısı bulunmaktadır. Buna karşın, çevre yolundan kavşaktan Kütahya istikametine yönelen sürücülerin azami hız limitine uymaması; yavaş seyreden araçların yakın takip, selektör vd. ile taciz etmesi gibi durumlar, trafik güvenliğini tehlikeye atmakta, zincirleme kazalara davetiye çıkarmaktadır (Görsel 2).  

Bir başka konu da yine İsmet İnönü 2 Caddesinden şehir istikametine seyrederken köprüden çevre yoluna sapmak isteyen sürücülerin yarattığı tehlikedir. Köprünün ayaklarına sonradan ilave edilen kavşak yolların hızlanma şeritleri yoktur ve bu yoldan gelen araçlar, çevre yolunda Bursa istikametinden gelen araçların önüne kontrolsüz bir şekilde çıkmaktadır. Bu araçlar çevre yolundan üniversite istikametine seyrederken, köprüyü geçip sağa kıvrıldıktan sonra İsmet İnönü 2 Caddesi yönüne seyretmek isteyen sürücüler için önemli tehlike arz etmektedir. Bu kavşakta çevre yolundaki trafiğe dâhil olmak isteyen sürücülerin yola çıkış sırasında geçiş üstünlüğü kuralına dikkat etmedikleri gözlenmektedir (Görsel 1).

Karayolu planlamasında trafik güvenliği, sistematik olarak dikkate alınmamaktadır. Örneğin, yatırım planlaması sürecinde mevcut yolların “trafik güvenliği üzerinde odaklaşan eksikliklerinin analizi” sistemli bir şekilde yapılmamaktadır. Aynı zamanda, bütün karayolu kullanıcılarının trafik güvenliği taleplerinin dikkate alınmadığı görülmektedir.

Bütün köprülü kavşaklar standart dışı planlanmış

Atatürk Bulvarı üzerinden gelip Ulusal Egemenlik Bulvarı olarak devam eden cadde de ayrı bir trafik eseri yer alıyor. Burada, Kütahya yönüne seyrederken, sağa sapıp Atatürk Bulvarı istikametine seyretmek isteyen araçlar, günün yoğun saatlerinde tek şerit olan yolu iki şerit olarak kullanmak zorunda kalmaktadır. Kavşağa girdikten sonra Ulusal Egemenlik Bulvarına devam edecekler, yolun sağından devam etmekte, sola sapacak olanlar, kavşağı kesen Ulusal Egemenlik Bulvarı önünde tek şerit yolda iki sıra oluşturup soldan gelen araç trafiğini kontrol ettikten sonra, yolun karşı şeridine geçmek zorunda. Sürücüler ayrıca sol tarafta, Atatürk Bulvarından gelip, Kütahya istikametine devam edecek araçlardan başka bir de kavşak içine dikili trafik yön levhalarını aşmak zorunda. Buradaki levhalar, küçük araçlar için yolun sol tarafla ilgili görüş açısını kapatmaktadır.

Aynı yolun Atatürk Bulvarından gelip Bursa istikametine devam etmek isteyenler için de günün yoğun saatlerinde yığılmalar olmaktadır. Atatürk Bulvarından gelip Kütahya istikametine seyredecek olanlar yolun sağından, Bursa istikametine seyredecek olanlar da yolun solundan itibaren sıra olmaktadır. Sol taraftan seyreden sürücüler, bir de kısa aralıklarla yanıp sönen trafik lambasını ve 10-15 aracın önünden kaynak yapmaya yeltenen kimi aceleci sürücüleri takip etmek durumunda kalmaktadır. Bu arada, kaynak yapan taksici esnafı ile uyanık geçinen sürücülere söylenecek söz olmadığını düşünüyorum.

Trafik lambaları ve yol düzenlemeleri hayatın/trafiğin gerçeğine uymuyor

İlk kez 1868 yılında, Londra'da kullanılmaya başlanan trafik lambaları Eskişehir’de yeni bir icat gibi kullanılıyor. Lambalar trafik akışını kolaylaştırmak yerine aksatma, yaya ve sürücüleri isyan ettirme mantığı üzerine kurulmuş sanki. Bu uygulamanın sadece tramvay hattı ile kesişen güzergâhlarda bir parça anlayışla karşılanabilse de diğer alanlarda anlaşılabilirliği bulunmamaktadır.

Bir güzel örnek vermek gerekirse, Gençlik Bulvarı’ndan Atatürk Bulvarı’na sola dönüşü düzenleyen dönel kavşakta üç ayrı trafik lambası var. Sağdan (Atatürk Bulvarı üzerinden) gelip kavşaktan sola dönüşler için 55 saniye, Gençlik Bulvarı’ndan sola (Atatürk Bulvarı yönüne) dönüşler için 14 saniye ayrılmış. Üç araçtan sonra kavşak içine giren sürücü ikinci lambayı da yeşilde geçmişse, üçüncü lambada kesin kırmızıya takılıyor.

Yine aynı cadde üzerinde örneğin Gençlik Bulvarı üzerinden gelip Osmangazi Üniversitesi’ne girmek isteyen veya yoluna devam etmek isteyen sürücüler için Millet Caddesi kavşağındaki yeşilin süresi o kadar kısa ki… Araç kuyruğu sabah akşam Fakülte Sokak girişine kadar uzuyor.

Yeri gelmişken, Fakülte Sokak da ayrı bir sorun. Bu sokak Kaplanlı Caddesi’ne kadar devam ediyor. Sokak girişinden Sırlar Sokak girişine kadar sağlı sollu araç parkı nedeniyle, arada kalan boşluktan iki aracın geçmesi neredeyse imkânsız hale geliyor. Bu sokak aynı zamanda Osmangazi Spor Kompleksi için de kullanılıyor. Spor ve benzeri etkinlikler sırasında yaşanan trafik sıkışıklığını anlatmaya gerek yok. Aynı durum Sırlar Sokak üzerinde açılan otel ve yanındaki sitelerde ikamet edenlerin araçlarını bu şekilde park etmeleri nedeniyle karşılıklı araç geçişi için sorun yaşanıyor. Bir de yaya kaldırımları, yaya yolunun ortasına dikilen ağaçlar nedeniyle işgal edilince, yayalar da araç yolunu kullanıyor. Sorunu Odunpazarı Belediyesi mi yoksa Büyükşehir Belediyesi mi çözecek artık meçhul. Bizce, henüz yapılaşma yokken, Fakülte Sokak ve Sırlar Sokak için genişletme çalışmaları yapılabilir.

Aynı şekilde birlikte Gençlik Bulvarı’nın yeniden düzenlenmesi ile üç şerit olan yol, iki şeride düştü. Millet Caddesi ile Fakülte Sokak arasında kalan sokakların Gençlik Bulvarına çıkışları kapatıldı. Hal böyle olunca, Millet Caddesi-Sırlar Sokak-Fakülte Sokak-Gençlik Bulvarı tarafından çevrelenen ada içinde kalan yirmi blok sakinleri evlerine giriş için sokakları turlamak zorunda kalıyor.

Millet Caddesi girişindeki düzenleme trafik akışını düzenlemek yerine daha sıkıştırdı. Sola dönüşlerde, sol şeritte yeşili bekleyen ve yeşil ile birlikte hareket eden araçların önü, sağ şeritten gelip öne geçmek isteyen sürücüler ile kesiliyor. Bununla kalmayıp, kavşak içine park eden ticari taksiler, özel araçlar Millet Caddesinin girişini tamamen kapatıyor. Bir de tramvay geliyorsa, arkadan gelen araçlar, önde tramvay nedeniyle hareket edemeyen araçlardan dolayı cadde üzerinde kalıyor. Bir diğer husus da Millet Caddesi üzerinde, Sırlar Sokak’tan kesişen tramvay yolu. Caddenin ortasından tramvay yolu geçiyor ve iki yol birbirinden ayrılmış; lastik tekerli araçların geçişine imkân vermiyor. Yolun sağında “durmak ve park etmek yasaktır” levhası ve aksine davranan araçların çekileceğine ilişkin uyarı levhasına rağmen, tek sıra araç parkı yapılıyor. Yol tek şeride düşüyor. Buna rağmen, indir-bindir yapılması bu caddede trafiğin iyice tıkanmasına neden oluyor.

Sürücülerin neden olduğu trafik İhlalleri

Eskişehir’deki lastik tekerli araçların sürücülerinin önemli bir kısmı trafik kurallarını ihlal etmeyi veya trafik kurallarına uymamayı adeta marifet gibi görüyor. Bu durum alışkanlık haline gelmiş. Bunlardan bir kısmını sıralamak isterim.

a) U dönüşü yapılmaması gereken pek çok noktadan U dönüşü yapılıyor. Örneğin, Kütahya Caddesi üzerinde Eti Köprülü Kavşağın altından U dönüşü yapılıyor. Bunun nedeni ise köprülü kavşağın Eskişehir’in 7 harikasından biri olarak yapılmış olması olabilir mi; bilemiyorum.

b) Katlı otopark alanlarının yeterli olmadığı malum. Bununla birlikte katlı otopark veya açık otopark alanlarının görece yeterli olduğu yerlerde bile, kimi sürücüler araçlarını yola, kaldırıma park etmekten rahatsızlık duymuyor. Hem de gönlünün istediği gibi. Hatta ana caddelerde, trafiğin en yoğun olduğu saatlerde bile Şair Fuzuli, Kızılcıklı Mahmut Pehlivan gibi ana arterlerde ikinci, üçüncü sıra park yapmanın (kısa süreliğine de olsa) doğru olmadığına, trafiği kilitlediğine inanmak istemiyorlar. Flaşörlerin yakılmasıyla sorun çözülmüyor...

c) Taksi esnafı, ne yazık ki içindeki trafik canavarlarını ayıklamakta yetersiz kalıyor. Kendilerini polis, itfaiye, cankurtaran gibi geçiş önceliği olan araç gibi görme huyunu bırakmıyor. Daha ayrıntıya girmek istemiyorum.

d) Sürücüler kavşak noktalarında geçiş üstünlüğü konusunu ka’ale almıyor. Sağdaki araç değil, kim önce geçerse kuralı işliyor. Sağdakinin soldakine göre geçiş üstünlüğü varmış vs. kimsenin umurunda değil. Bazı vatandaşların şişkin egolarının tatmini adeta direksiyon koltuğuna oturmaktan geçiyor.

e) Dolayısıyla otomobil ihtiyaç olmaktan çoktan çıkmış, toplumsal statü göstergesi olarak kullanılır olmuş. Herkes direksiyon başında, elinde cep telefonu veya sigara… Direksiyon koltuğunda yarım porsiyon oturmalar; çoluk çocuğu kucağına alıp, seyir talimleri yaptırmalar vs vs.

f) Şehir içinde Atatürk Bulvarı gibi ana arterler üzerinde yapılan hız kontrolleri, trafik akışını kolaylaştırmak yerine daha da tıkıyor, bu da ayrı bir tespit.

g) Alkollü ve uykulu araç kullanma, yeterli eğitimi almadan araç kullanma, aşırı hız yapma, fazla yük bindirme, emniyet kemeri takmama, toplu taşım araçlarının periyodik bakımlarını yaptırmama, yolların bakımsız ve güvensiz olması, raylı sistem taşımacılığın önceden öngörülmeyen caddelere yapılarak, lastik tekerli araç trafiğini aksatması vb. gibi nedenler.[4]

h) Toplu taşım araçlarının kural tanımazlığı ve şehir içinde estirdiği trafik terörü ise özel bir başlık altında ayrı bir araştırma konusu olarak incelenmeli[5].

Burada değinmek ve altını çizmek istediğim bir diğer husus da yollarda şerit çizgilerinin olmaması veya çabuk siliniyor olması. Mevcut şeritlere de uyulmaması; örneğin iki şerit yolun üç-dört şeride çıkarılması; sola dönüşleri düzenleyen tek şeritlerin iki şeride çıkarılması gibi…

Yayaların sorumluluğu

Günümüzde Eskişehir trafiğinin işleyişine baktığımız zaman anomik bir durumun olduğu tartışmasız kabul edilmektedir. Geleneksel yapıdan kurtulamayan hemşerilerimiz kent hayatıyla bütünleşememekte, trafik kurallarına uygun davranmayı bir yaşam biçimine dönüştürememektedir. Bu durum, geleneksel yapıdaki kuralsız yaşam tarzlarının kent hayatında dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Bu yüzdendir ki araçlar sağa dönerken sinyal yakmaya üşenir ve buna ihtiyaç duymaz, geçiş önceliğinin her zaman kendinde olduğu sanır; yayalar da sorsanız tamamı kırmızıda dur, yeşilde geç der; lakin kırmızı ışıkta bile salkım saçak vaziyetlerde yolun karşısına geçmeye can atarlar. Bunların arasında okumuşu da okumamışı da vardır; bilgi hamallığı yaparlar.

Yaya dostu üst/alt geçitler

Eskişehir trafiği yaya dostu değildir. Yayaların hayatını kolaylaştıracak, onlara öncelik tanıyacak düzenlemeler pek azdır. Yayalaştırılmış bölgeler bu ifade kapsamında kalmamakta olup, bu bölgelerde bile seyreden kamu/özel araçları, motorlu/elektrikli bisikletleri vs istisna kabilinden değil; tehlike sınırında seyreden araçlar olarak değerlendirmek gerekir.

Önemli miktarda can ve mal kaybı yaşanan çevre yolları üzerindeki üst geçitler, sanki yasak savuşturmak kabilinden, göstermelik olarak yapılmaktadır. Bu duruma en güzel örneklerden birini, Yunusemre Devlet Hastanesi ile Acıbadem Hastanesi arasındaki üst geçit oluşturabilir. Bu üstgeçitlerin hasta, yaşlı, hamile, küçük çocuğu olanların çocuk arabası ile karşıdan karşıya geçmesine imkân verecek şekilde tasarlanıp uygulanması gerekir. Gelişmiş şehirlerimizdeki yaya üst/alt geçitlerinin asansörlü, yürüyen merdivenli modellerini görmek mümkündür. Avrupa şehri savını öne süren Eskişehirlilerin yerel yöneticileri kendilerini içine düştükleri sarmaldan sıyırıp, konuyu ve görev tanımını ötekileştirmeden vatandaşların ihtiyaçlarını karşılayacak projelerle çözüme kavuşturmalıdır.

Sonuç olarak

Mevcut sistemden mutlu muyuz? Evet diyenler için sorun yok, ama bu durumu Modus vivendi (Latincede "yaşama biçimi")[6] olarak kabul edenlerin içine düştüğü uyku halinden bir an önce uyanması gerekir. Trafik sorun ve kazalarında temel nedenin kurallara uymamak olduğu belirtilmektedir. Gerekli altyapıyı sağladıktan sonra ister sürücü ister yaya ve yolcuların kural dışı davranışlarının önüne geçilmemesi için bir neden yoktur. Bilginin en büyük güç haline geldiği dünyada, hayatımızı kolaylaştıracak bilgilere ulaşıp, bunları hayatla ilişkilenme becerisi göstererek çocuklarımıza daha çağdaş bir yaşam biçimi kazandırmalıyız.



[1] Eskişehirli sürücülere yasak yok. http://m-cakir.blogspot.com/2009/10/eskisehirlilere-yasak-yok.html (07.10.2009)
[2] Sempozyum bildirileri bir yıl sonra manüskript olarak yayımlanmıştır. Mustafa Çakır, Ahmet Konrot (Yay.). III. Uluslararası Trafik Güvenliği ve Eğitimi Sempozyumu Bildirileri. Eskişehir: 1994.
[3] Bkz.: , IX. Ulaştırma Şurası (8-10 Haziran 1998): Karayolu Trafik Güvenliği Çalışma Grubu Raporu. http://www.ulastirmasurasi.gov.tr/assets/up/9_sura/karayolu_ulastirmasi_komisyonu.pdf, s. 46 (13.11.2013).
[4] Bu konudaki analizleri içeren şu yazıyı da okumanızı öneririm: Süleyman Erdoğan. Trafik Sorunları ve Çözüm Önerileri.  http://www.batmanpostasigazetesi.com/yazi/trafik-sorunlari-ve-cozum-onerileri-2134.htm (13.11.2013).
[5] İstanbul’daki durum için bkz.: Tunca Bengin. Sokaktaki İnsan: Minibüs Terörü Nasıl Önlenir? Milliyet Gazetesi (25.11.2013) http://gundem.milliyet.com.tr/minibus-teroru-nasil-onlenir-/gundem/ydetay/ 1797272/default.htm
[6] Wikipedia’ya göre, “uluslararası hukukta, uyuşmazlık içindeki iki devletin, temeldeki anlaşmazlığın çözümünü başka bir zamana bırakarak, geçici bir durumla yetinmeleri biçimindeki anlaşma” da bir nevi modus vivendi.

21 Kasım 2013 Perşembe

Yüksekokulların fakülteye dönüştürülmesi

Üniversite kavramının kökeni Latince “universitas” (lonca, birlik) sözüne dayanmaktadır. Yani bildiğimiz üniversitenin kökeni, "bilgeliklerini paylaşmak ve aktarmak için bir araya gelen bilgeler topluluğu!" Bugün bilimsel bilgi deyince, bilge deyince etrafına bakınanlar topluluğu değil…
Üniversitelerde görevli bilgeler topluluğuna “öğretim üyesi” deniyor. Yüksek makamlar, orunlar bahşediliyor. Kamuoyu beklentileri de o oranda yükseltiliyor. Hâlbuki bunlar, bilimsel bilgiyi üreten; ürettiklerini paydaşları ile paylaşan “ete kemiğe bürünmüş” sizin gibi, herkes gibi normal, hatta sıradan insandır.
Şimdi de üniversiteyi oluşturan birimlerden fakülte ve yüksekokul kavramlarını irdeleyelim. Fakülteler, yüksekokullar gibi üniversitelerin alt birimler olup, bir meslek edindirmekten çok bilimsel bilgi üreten, bilgelik edinilecek kurumlardır. Yüksekokullar ise mesleğe yönelik eğitim verilen, uygulama ağırlıklı birimlerdir.
Günümüzde kimi üniversite öğretim elemanları akademik statü, yöneticiler ise toplumsal ve siyasal yönlendirmeler ile yüksekokulları fakülteye dönüştürme eğilimi göstermekte ve başta fakülteler olmak üzere bilimsel bilgi üreten üniversiter birimleri “alma mater” (Lat. Bilimsel bilginin anası) yerine, “akademik birimler konglomerası” şeklinde bir yapıya dönüştürerek, lisans düzeyindeki birimlerin tamamını fakülte olarak adlandırmaya meyletmektedirler. Hâlbuki farkı fark edebilen üniversiteler, milletler arası platformlarda da fark yaratarak farkındalık yaratan önemli projelere imza atmaktadırlar. Bu ayırım iyi yapılmaz, roller karışırsa mühendislik programı öğrencilerine monte ettirilen araç, makinecilik programı öğrencilerinin monte ettiği bir araçla yarışamaz; yarıştırılırsa da yolda kalır. Tam tersi, mühendislere projelendirme, teknikerlere de montaj görevi verilirse, üretilen araç sahibini yolda bırakmak ne kelime, “Otomobil uçar gider…” şeklindeki şarkılar, türküler eşliğinde uçurur.
Bu ayırım için bir başka örnek vermek gerekirse: Bir üniversite mezununun mezuniyet sonrası istihdam alanında öğrenim gördüğü ana disiplinine yakın bir işe (çoğu zaman bunların dışındaki bir işe de) 3-6 ay gibi bir sürede uyum sağlaması beklenir. Bir yüksekokul mezununun ise çoğu kez çalışma arkadaşlarının adlarını ve işyerindeki temel ihtiyaçlarını karşılayacak birimlerin nerede olduğunu öğrenmesiyle işyeri uyumunu tamamlayacağı belirtilir. Örneği biraz açarsak, bir makine teknikerinin almış olduğu eğitim bütünüyle doğrudan bu disipline ve uygulamaya yönelik olduğundan, kendisine sunulan bir makine tezgâhını çalıştırması da verilen bir teknik resmi okuması da makine mühendisine göre daha az zaman alır. Hatta deneyimler göstermektedir ki çoğu makine mühendisinin işletmeye girdiğinde ürün ve eldeki ürünü işleyecek tezgâhı kullanmakta pratik ve özgüven eksikliği çekmektedir.
Mühendislik bilimlerinin dışında, söz gelimi yönetim ve organizasyon alanında lisans düzeyinde üniversite eğitimi alanlardan, örneğin turistik bir işletmenin servis ve bar sektöründe çalışmasını, mutfakta harika yemekler pişirmesini bekleyemezsiniz; en az öğretim etkinlikleri ve verilen öğretilen içerik kadar önemli olan bu yetkinlik, fakülte mezunlarında bu düzeyde gelişmemiştir; yüksekokul mezunlarında ise beceri düzeyi gelişmişken, akademik bilgi düzeyi daha sınırlıdır. Dolayısıyla, turizm sektöründe istihdam edilecek elemanların doğrudan bu mesleği icra eden yüksekokul mezunu olmaları (bu ciddî bir oranda mühendislik ile işletme, hukuk ve iletişim gibi üniversite branşı sayılmakta olan disiplinlerde de, ve hatta sanat ve edebiyat bölümlerinde de) tercih edilmektedir. Bu durumda, ne meslek okulları fakültelere, ne de fakültelerin meslek okullarına öykünmesi gerekir; her bir programın öğrenci ve toplum açısından sağlayacağı kazanımlar ayrıştırılarak kamuoyu bilincinin oluşması, eğitimin de bir yerde bu bilinçle verilmesi sağlanmalıdır. Devlet bareminde araştırmacı elemanlarla diğerleri arasında ciddî bir maddî destek farkı özendirici olabilir.[1]
Üniversitelerin lisans düzeyindeki yüksekokulları fakülteye dönüştürmesine bağlı olarak, bilimsel bilgiyi üretenler ile bilginin uygulayıcıları arasındaki fark ortadan kalkacak, bilimsel bilgi üretimi ve meslek eğitimi ile ilgili görev tanımlarında da belirsizlikler yaşanacaktır. Daha önemlisi "memleket meselesi" olarak görülen meslek eğitimi yükseköğretim düzeyinde sadece Meslek Yüksekokulları düzeyine indirilecektir.
Üniversiter yaşamın içinde olan hemen herkesin bildiği gibi, camianın içinde biraz “ileri gelenler” biraz da “ileri gidenler” sınıf vardır. İkinci sınıf, her şeyi bildiğinden ve danışma mekanizmasını işletmeye, ileri gelenlere sormaya gerek duymadığından, yeni yapılaşmanın yegâne sorumlusu olarak da Türk yükseköğretim tarihindeki yerini alacaktır.




[1] Bkz.: Ömür Akyüz. “Yükseköğretim?”. İçinde: Üniversite ve Toplum. http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=167 (29.11.2013).

Seçim olsa n’olacak?

Anadolu Üniversitesi rektörlüğü için yapılacak aday adaylarını belirleme seçimleri 12 Aralık 2013 günü yapılacakmış. Peki, sonra n’olacak? Pek çok öğretim elemanı açısından değişen bir şey olmayacak. Bir kısım peanut ve menfaatperverlerin dışında kalanlar, on bir aralık günü olduğu gibi, on üç aralıkta da işine gücüne bakacak; seçim sonucu umduğu gibi çıkmayan kimi öğretim elemanları, her zamanki gibi kullandıkları oyun zaten kaale alınmadığından dem vurup, kapalı kapılar ardında bolca “mugalata” yapacak; farz-ı misal, öğretim üyelerinin iradesine ters bir atama yapılsa bile, geçmişte pek çok örnekleri görüldüğü üzere, her hangi bir tepki vermeksizin, günlük hayatına devam edecektir.
 
Üniversite çalışanları açısından ha Ali’nin ha Veli’nin rektör olması, onların hayatında bir şeyi değiştirmeyecektir. Hemen bütün öğretim elemanları, gizli aşikâr, döner sermaye katkı payı ödemesinin devam edip etmeyeceğini, devam etse kime hangi kapsamda ne kadar ödeme yapılacağını/yapıldığını soracak, korktuğu veya çekindiği için de sorgulayamayacaktır. Türkiye’de uygulanan sistem istisnaları ayrı tutmak kaydı ile ne üniversite, ne de bilim insanı bırakmıştır. Giderek ağırlaşan ekonomik ve sosyal şartlarda herkes geçim derdine düşmüştür. Rektörlük makamını işgal edenler bile zaman zaman verdikleri demeçlerde üniversiteyi bir holding, kendilerini de ceo gibi gördüklerini açıklamakta bir sakınca görmemiştir; bu işte bir şeylerin aksadığını söylemek, şeytanın gör dediğini görüp, millete göstermek, herkesin harcı olmaktan çoktan çıkmıştır.
 
Ülkemizdeki bilim insanları yoksulluk sınırları düzeyinde maaş alan, evine ekmek götürme derdini aşamamış bordrolu çalışanlar durumuna indirgendiği için, gelecek kaygısı yaşayan akademisyenler, gördüklerini, bildiklerini yazıp söylemeye dahi çekinir olmuştur. Yani bordrolu çalışan durumundaki her akademisyen, yer yer kendi kişiliklerine saldırı düzeyine gelen eleştirilere bile, “Hadi oradan!” deme cesaretini gösteremeyen, üniversite ile bağı koptuğunda geçim sıkıntısı kaygısını atamayan “mesleksiz” çalışanlara dönüşmüştür. Ekonomik bağımsızlığı olmayanların bilimsel duruşu bir yaşam biçimi olarak sürdürmeye kalkması, önemli bir paradigma değişimini gerektirir ki bu da mevcut şartlarda insanın doğasına aykırı bir ütopya gibi görünmektedir.
 
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki üniversite öğretim elemanları, üniversite dışından olup üniversitenin tanımını dahi yapamayacak haldekilerin, uzak yakın çevrelerinde üniversitelerin içinde bulunduğu “yoksunluk” ve “çaresizlik” sorunlarını aşmak üzere üretilen geçici çözümlerin sonucu olarak öğretim elemanı yapılmış donanımsız bir kısmın ahvalini görüp oluşturduğu kanaatten veya üniversite tahsili yapamamanın içinde bıraktığı ukde ile üniversitelere ve öğretim elemanlarına yönelik eleştirilerde bulunmayı marifet saymaktadırlar. Bunlara bile “Hadi oradan!” diyememenin dayanılmaz ağırlığı altında yaşamaya devam etmektedir. Bu durumda kimi uçkuru gevşek, kimi sözünün ayarını bilmez medya yıldızı öğretim elemanlarının kamuoyunun bilincinde oluşturduğu öğretim elemanı tasavvurları da olumsuz yargıları pekiştirmektedir.
 
Ekonomik durumları görece olarak daha iyi olan öğretim elemanlarından bir kısmı ise kadim Anadolu kültürüne sırtını döneli çok olmuş; öykünmeye çalıştığı toplumlarca da kabul edilememiş olmanın, arada kalmışlığın ezikliğini oraya buraya saldırarak çıkarmak isterken; bir kısmı da bir iki satırla ülke dışında tanınır olmanın verdiği tarife hacet kalmayan duyguların dayanılmaz hafifliğine kendini kaptırmış; ne üniversite, ne de bilimle alakası kalmıştır.
 
Seçimden sonra asıl dikkat çekecek olanlar arasından “gemiyi yürütme” telaşına kapılanlar, her devrin, her dönemin, her yönetimin bir bileni olma iddiasını kimseye kaptırmadan öncü saflardaki yerini almaya çalışanlar olacaktır. Her yönetim döneminde olduğu gibi yeni dönemde de ortaya çıkacak “maskeli yüzler”, adeta “padişahım çok yaşa” diyerek yeni rektörün çevresi ile bağının kopmasını sağlayacaklar; yakın çevrelerindeki “kifayetsiz muhterisleri” ve onların yardakçılarını göklere çıkarıp; üniversitede yapıla gelen ve aslında rutin olan hemen her icraatı “büyük başarı” olarak paketleyip, basına servis etmeye devam edecektir.
Seçim sürecinden muzaffer bir komutan edası ile çıkan ve üniversite çalışanları, öğrenciler ve şehir halkının yanı sıra uzak yakın, tanıdık tanımadık pek çok kişinin âlâyı vâlâ ile karşılayıp uğurlayacağı rektör, kendini “kırmızı plakalı aracın sihrine” kaptırıp “şeyh uçmaz, müritler uçurur” moduna sokarsa işler yine karışacaktır. Bu durumda da ilk önce yanında bulunan ve kendini mütemadiyen: "Unutmayın efendim, siz tanrı değilsiniz!" diye uyaran yol arkadaşlarını “Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli” misali çevresinden uzaklaştırıp, muhtemelen bir başka bahara kadar yahut gelecek seçim dönemine kadar, daldan dala konup göçmeyi tercih edecektir.
Yeni yöneticilerin çok iyi bilim insanı olması değil, ama üniversitenin paydaşları ile çatışmayan, kendini kamuoyuna olduğundan daha yüksek gösterme kaygısı ile racon kesmeye kalkmayan, kısaca “Anadolu” adına yakışan mütevazı bir duruş sergilemesi ve insan kıymeti bilmesi yeter. Bilimsel çalışmalar mı? Nitelikli bilim insanları yaratılan uygun iklimde yetişen nadide, turfanda sebzeler gibi gerekli ortamı bulduğunda birbirinden lezzetli ürünleri kendiliğinden vermeye başlayacaktır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...