6 Kasım 2014 Perşembe

Futbolmania

Geçtiğimiz gün, bir dost meclisinden dağılırken, eve gidip maç izleyeceğimizi konuştuk ve kendi aramızda hoş espriler yaptık. Şampiyonlar liginde oynayan GS, bu defa da “DÖRTmund” ile oynayacaktı ve her türlü sonuca hazırlıklı olmalıydım. Çünkü bu sezün Avrupa’da gidişat iyi değildi ve bir önce maçta da dört yemişti…

Maçı evde izledim; izlemez olaydım. Hayatımda bir futbol maçı izlerken bu kadar utandığımı, içimin daraldığını hatırlamıyorum. Bu durum maçın skoruna bağlı değil. Daha iki hafta önce Bayern München İtalya’da karşılaştığı Roma’ya bir düzine gol atıp döndü. Bunlar olur, sporda yenmek de yenilmek de var. Olmadı berabere kalırsın. Maç sonu takılmalarda, esprilerde de işi tadında bırakır; “Bu defa olmadı, önümüzdeki maçlara bakalım!” der, “için kan ağlasa da” güler geçersin.

Ben profesyonel futbolu, spordan ziyade bir temaşa, olmadı batılı deyişiyle bir entertainment olarak görüyorum. Bana göre ortada spor filan yok. Pek çok paydaşı olan çok büyük bir ticaret, hatta hatırı sayılır bir endüstri var. Ekmeğinin peşinde olan bir avuç emekçi, parayla oradan oraya alınıp satılan, örgütsüz, sahipsiz, her türlü hakarete maruz, bir grup insan, kitleleri eğlendirirken, paydaşlarını da zengin etmeye çalışıyor. Gün geliyor, insanlıktan çıkıyorlar, hayatlarının en sıkıntılı günlerinde “kan kusup, kızılcık şerbeti içtim” diyorlar… İçlerinde iyi niyetlileri olduğu kadar, feleğin çemberinden geçmiş, kenar mahalle kültürünü sokak aralarında attığı röveşata ile geçmiş; bu süreçte eğitimden, insanlıktan nasibini alamamış, cebinde üç kuruş parayı görünce popüler kültürün esaretine girenler de var. Bunların bir kısmının isyanını küfrün en galizi, hatta en bağrı açılmadık tumturaklısı ile bir çırpıda kusarken görürsünüz, duyarsınız. İçlerinde en masumları olduğu kadar utanmayanları, ar damarı çatlayanları da yok değil; ararsan istemediğin kadar… Bunlar mı çoluk çocuğa rol model olacak demekten kendimi alamadıklarımız da cabası; ama endüstri böyle…

Milyon dolarların döndüğü, kiminin ekmek, kiminin getirim peşinde koştuğu bu piyasada hemen herkes kendine göre bir rol tutturmuş, gidiyor... Racon keseninden, sosyal sorumluluk projelerine katılarak toplumsal rol model olmaya soyunana kadar geniş bir yelpazede ne ararsan var. Lakin spordan ve sportif ahlaktan söz etmenin gereği ve lüzumu yok.  

İster Türkiye'de isterse yurt dışında tribünleri dolduranların her biri ayrı bir âlem. Tam bir futbol-mania olayı var. Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımızın pek çoğu bu sportif etkinliğe gereğinden fazla bir anlam yükleyip, olayı vatan-millet savunması durumuna getirirler. Ertesi günü iş yerindeki arkadaşlarına "dün maça gittim" havası atacaklardır. Hele bir de maç kazanılmışsa, değme keyfine Mehmet'imin... Kaybedilen maçta ise ne oyun anlatılır, ne de oyuncuların esamesi okunur. Herkesin süngüsü düşmüştür. Söz tesadüfen maça gelirse, çalışma arkadaşlarından biri "nasıldı ama?" diyecek olsa, konu bir an önce kapatılmaya çalışılır. Kazanılan maçlar gurbetçilerin moral kaynağı olur, alınan bir galibiyet; gururlarını okşar.

"Türkiye'de durum daha başka!" diye düşünenler haklı mı bilemiyorum, ama hangi ülkede olursa olsun, maça gidenlerin bir kısmı “hoş vakit geçireyim” diye düşünüyor ki bunların sayısı giderek azalıyor; nitekim tribünlerdeki seyirci sayısı bu durumu gayet iyi ortaya koyuyor. Çoğunluk, takımdaş olarak manevi tatmin duygularını bastırıyor. Bağırıp çağırıp rahatladığını söylüyor. Sahada mücadele edenler ve onları sahaya süren paydaşları, yani “elin adamı” malı götürmüş; bizimki kâh ekran karşısında, kâh tribünde kendini parçalıyor; adeta insanlıktan çıkıyor. Rekabet zaman zaman ne arkadaşlık, ne de dostluk tanıyor; kanlar akıyor, canlar gidiyor. Bu da mı spor? Alakası yok. Temelinde sevgi, dostluk, barış olduğu söylenen sporla bu anlatılanların bağdaştırılması mümkün değil. Hem sen seyirci olarak tribünleri dolduracaksın, ağza alınmayacak galiz küfürleri kadın kız, çoluk çocuk demeden tezahürat kılıfı altında milletin ortasında utanmadan öküz gibi böğürüp kusacaksın… Sonra sahada oyun oynamaya çalışan, ortaya koyulan oyunun seyir zevkini göstermeye gayret eden bir avuç emekçinin alın terini, emeğini görmezden gelip, en ufak hatasında insanlıktan çıkıp saldırıya geçeceksin… Yok, olmaz böyle fair play; olmaz böyle dostluk, sevgi, barış ve kardeşlik. Zaten olamıyor da…

Kendine seyirci yaftasını yakıştıracak; taraftarı olduğun takımın tesadüfen veya planlı bir gol attığını görünce, insanlığından çıkıp her türlü yanıcı ve patlayıcıyı havaya, sahaya, bilumum seyircinin üzerine fora edeceksin; ortalık yangın yerine dönecek; işler ters gidip maçı kaybettiğini anlayınca da oturman, rahat edip insan gibi maç izlemen için koyulan koltukları parçalayıp, rast gele oraya buraya atacak, tribünü yakıp yıkacaksın.  Sonra bunun adı mı takıma destek? Hadi ordan!

Basın Muslera dün akşam başarılı bir itfaiyeciydi (!) diyor.
Önceki akşam oynanan Dotmund-Galatasaray maçına dönmek istiyorum. GS, ufak tefek hatalarına karşın maça iyi başlamış; iyi de götürüyor;  ikinci yarıda dengeyi biraz kurmaya başlamış; bir gol atmış. Olan bu golden sonra oluyor. Kural tanımayan tribün vandalları ortaya çıkıyor, holiganizm tribünleri ele geçiriyor, maç tatil edilme tehlikesi geçiriyor. Yaşananlar, aklı başındaki insanlar için utanç olurken, kim bilir belki vandallar için iftihar vesilesi. Bakıyorsun, tribünler alev alev yanıyor. Hakem maçı durdurmuş, soyunma odasına gitmek üzere. Futbol emekçileri tribünlere dönmüş, rica minnet, sükûnete davet ediyor; seyirciler "Oynasana ulan!" diye karşılık veriyor. Bir önceki maça, Arsenal-Galatasaray maçına bakıyorum, yine tribün olayı; tribünler, yeşil saha yangın yerine dönmüş. UEFA ceza vermiş.

N’oluyoruz? Bu hoyratlık, azgınlık niye?! Sevinmenin de yerinmenin de haddi hesabı, yolu yordamı, usulü erkânı var. Bu gördüklerimiz ise hadsizliğin, densizliğin daniskası, dik alası! Dediğim gibi, takım bir önceki maçtaki sorumsuz seyirciler, holiganlar nedeniyle zaten ceza almış; borç dersen bini aşmış; haddi hesabı kalmamış… Sen, seyirci olarak hala takımının ceza alması pahasına ortalığı yangın yerine çevirip tribünleri ateşe veriyor; var olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor; kulübe de ağır faturasını çıkartıyorsun. Kulüp başkanı maçtan sonra açıklama yapıyor; UEFA bizi kupalardan men edebilir. Öfkem, “etmese hatırım kalsın!” derken, aklımdan başka yorumlar geçiyor.

Tribün liderliğine soyunanlar, güvenlik görevlilerinin yaptığı sert müdahalelerden, Türklere kötü muamele edildiğinden şikâyet ediyor; “e biz bunu hak ediyoruz” diyor musunuz? Kendine seyirci yakıştırması yapan gereksizlere bu sözüm… Basın yayın organlarında çıkan onca olumsuz haberin sadece size değil, kulübe, ülkeye olumsuz yansımasına gönlünüz razı mı? Bazılarının tribünlerde sergilediği davranışları medeni ülkelerin insan türü dışındaki en eğitimsiz canlıları yapmıyorsa, orada, bir yerlerde sorun var demektir.

Tribünlerde gördüğümüz vandalizmin kurbanı olan masum seyircilerin maruz kaldığı insanlık dışı muameleye ve çektikleri onca sıkıntıya ne demeli? Bu insanların ne kabahati var!? Kulübe onca ceza ödetmeye ne hakkınız var?! Etrafınızın polis kordonuna alınmasından; bir gün sonra yayımlanan olumsuz gazete haberlerinden zevk mi alıyorsunuz?!

Tribüne Nazi selamı veren sporcular
En acısı da Almanya’daki maçta seyircinin ve rakip takımın maçı bırakıp, sürenin dolmasını beklemesi oldu.  Adamlar ek süreyi oynatmak verilen ek süreye itiraz edip, neden bitirmedin diye sordular. Maçı tamamlamak için kendi aralarında top dolaştırmaya başladılar. Bitsin, temaşa son bulsun diye… Bu arada tribünler “Sieg! Sieg!” diye çınlarken, anlamını bilenlerin, kültürel arka planın farkında olanların yüreği sızlıyor, gamsız vandallar, holiganlar kendilerine ne dendiğinin farkına bile varmıyordu; kim bilir…

Yeri gelmişken şu konuyu da ilave etmek istiyorum: Takımlarımızdan biri sezon açılışından önce yurtdışında bir ülkeye kampa gidiyor. Sanki Türkiye’nin suyu çıktı, o ayrı bir hikâye... Maliyet muhasebesi filan, anlıyorum… Sonra alt küme takımlarından biriyle bilmem ne köyünde bilmem ne kupası maçı yapıyor; teknik-taktik maçı filan… Kamp maliyeti malum, “biraz seyirci alalım, maliyeti düşürelim” görüşü ağır basıyor ve tribüne, saha kenarına bir kısım seyirci, holigan, vandal ne ararsanız artık dolduruluyor.  Sonra…  sonra n’oluyor? Kazara bir gol atılsa, yenilse, hakem bir hata yapsa veya maç bitmiş, emekçiler soyunma odasına gidecekler… Bir bakıyorsun ki bunlar yine sahaya doluşmuş. El insaf. Ya Hu! İnsan biraz utanır. Biraz haddini, sınırlarını bilir… Bunların yüzünüzden Almanya gibi ülkeler, takımlarımızın ülkelerinde ciddi anlamda yapacakları hazırlık maçlarına bile artık izin vermiyor; ekonomik getirisi olmasa belki kamplara da izin vermeyecek. Hem neden versin ki…

Bu yazıyı okuyan ve “ne yani, bu olaylar sadece bizde mi oluyor?!” diye iç geçirenlere Anadolu insanının şu sözü ile cevap vermek isterim: Elbette oluyor; lakin sui misal emsal olmaz!

Son söz olarak ne diyebilirim? Mevla, encamımızı hayreylesin!

---------------
Sieg-Heil, Nazilerin Nürnberg'de yaptığı önemli beyin yıkama mitinginde kullandıkları slogandır.  Bkz.: Darwinizm'in Karanlık Yüzü. (http://onemligercekler.wordpress.com/ 08.11.2014)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...