30 Mart 2015 Pazartesi

Aşk ve sevgiyle yoğrulmayan hamur maya tutmaz!

Hayatım boyunca karşılaştığım toplumsal sorunlara somut çözüm üretmeye çalıştım. Sırf bu nedenle germanistik okudum. Uluslararası kariyer, saha araştırmaları yaptım. Almanca konuşulan ülkelerde yaşayan Türklerin sorunlarını kendi kişisel sorunum gibi görüp, onların sorunlarına çözüm üretmeye çalıştım. Örgün eğitimin yanı sıra uzaktan eğitim modelleri uyguladım.

Öğrencilerim soruyor. Yaptığınız işi seviyor musunuz? Elbette. Ben eşime olduğu kadar işime de aşığım. Gençlere şunu söylüyorum: Aşk ve sevgiyle yoğrulmayan hamur maya tutmaz!

Uzak yakın çevremdekilere akademik çalışmaların kütüphane raflarında saklanmak, akademik terfi almak için değil, topluma hizmet amacıyla ortaya çıkanlara yol göstermesi gerektiğini bir türlü anlatamadım; anlatamıyorum. Bazı vasatlar hala iki satır buradan, üç satır şuradan yaptıkları kolajlarla bilim yaptıklarına inanıyor; parayla yaptıkları uluslararası yayınlarla oraya buraya hava basıyor. Bir kısım uyanıklar ise bilimsel araştırmacı pozlarında kimi kurum ve kuruluşlardan fonlama yapıyor.

Bundan yıllar önce, bir ulusal kongrede doktorasını henüz bitirmiş birinin sunduğu bildiriyi dinledikten sonra "Peki bu çalışmayla gündeme getirdiğin soruna hangi çözümü ürettin?" diye sorunca, alanda profesör olan ve aslında defteri kitabı yıllar önce kapatmış, yeniliklerden bi' haber bir hocasının yanında kendi özgün görüşlerini açıklamaya çekinmiş "Bir öneri sunmak ne haddime, ben literatüre ne kadar hâkim olduğumu ortaya koydum" diyen pısırık, özgüvenleri törpülenmiş sıradan, bilimsel bilgi üretmekten ziyade itina ile çanta taşıyan gençleri gördüm. O gençlerin arasından çıkan bazıları bugün her hangi bir ölçeği uygulamak veya bir iki bilgisayar satın almak için sıradan talep yazısı yazmak yerine altyapı projesi yazmak ve bunun için alanyazın taraması isteyenlerin mantığını anlamakta zorlanıyorum. Hele uluslararası ölçekte planlanmış, kimi ülkelerde hayata geçirilmiş bazı araştırmaların Türkiye’de “etik” (?) bulunmamasına ne diyeceğimi bilemiyorum. 

Artık üniversiteden de üniversiteliden de ümidimi kesmeye başladım; bu ülkede bilim yok, bilim isteyene zulüm var!

Sözünü ettiğim araştırmalarla ilgilenenler için kaynaklar: Pew Research Center «The Future of the Global Muslim Population» Quelle für die Schweiz: Bundesamt für Statistik «Eidgenössische Strukturerhebung 2010»; Eidg. Kommission für Migrationsfragen «Muslime in der Schweiz 2010»; Yearbook of Muslims in Europe 2014; Universität Luzern «Muslime in der Schweiz 2010»; Schlussbericht der National Congerations Study Switzerland. 

Vaktim yok diyenler için kısa bilgi:
Th. Bigliel und E. Keller. (05 Şubat 2015). Elf Fakten über Muslime in der Schweiz: Wie viele Muslime leben in der Schweiz? Woher kommen sie? Wie gläubig sind sie? 20 Minuten. http://www.20min.ch/schweiz/news/story/Elf-Fakten-ueber-Muslime-in-der-Schweiz-12178273 (son erişim: 30.03.2015)

26 Mart 2015 Perşembe

Eğer herkes çıldırmış seni suçlarken...

Aşağıda 1895 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Britanyalı şair Rudyard Kipling (1865-1936) tarafından yazılıp çeşitli dillere çevrilmiş bir şiiri paylaşıyorum. Çevirenlerini ne yazık ki tam olarak bilemediğim, aşağıdaki çeviriye kısmen katkıda bulunduğum ve ilk kez ortaokul sıralarında defterime not ettiğim bu şiir If you can meet with Triumph and Disaster and treat those two impostors just the same dizeleri ile Wimbledon Tenis Turnuvası'na katılan sporculara rehber niteliğindedir ve her dem güncelliğini korumaktadır. 

eğer,
herkes çıldırmış seni suçlarken
başını dik tutmayı,
herkes senden kuşkulanırken
kendine güvenmeyi,
ama bu kuşkuları da hoşgörüyle karşılamayı,
beklemeyi ve beklemekten bıkmamayı,
veya hakkında yalan söylenirken
yalan söylememeyi,
ya da senden nefret edilirken
nefret etmemeyi,
ve yine de insanlara tepeden bakmamayı
çokbilmişlik taslamamayı
başarabiliyorsan

düş kurmayı
düşlerine tutsak olmamayı,
düşünmeyi
ve düşüncelerini ihtiras haline getirmemeyi;
hem zaferi hem de felaketi göğüslemeyi
ve bu iki sahtekâra da eşit davranmayı;
söylediğin gerçeklerin üçkâğıtçılar tarafından
aptalları tuzağa düşürmek için çarpıtıldığını duymaya dayanmayı,
ya da yaşamını adadığın eserlerin yıkıldığını gördüğünde
eğilip, kırık dökük araç gereçlerinle onları yeniden inşa etmeyi
gerçekleştirebiliyorsan:

bütün kazanımlarını bir yere toplamaya
ve hepsini bir yazı-turayla riske atmaya,
ve kaybettiğinde yeniden baştan başlamaya
ve kayıpların hakkında tek bir söz etmemeye;
yüreğin, sinirlerin ve kasların…
yok olduktan sonra bile
onları yeniden dönüşün için zorlamaya,
ve içinde onlara “dayan!” diyen…
iradenden başka hiçbir şey kalmamışken dayanmaya…
gücün yetiyorsa

erdemlerini koruyarak kalabalıklarla konuşmayı,
ya da insanlığını unutmadan krallarla birlikte yürümeyi becerebiliyorsan,
ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitebiliyorsa;
herkes sana güveniyor ama yapamayacağın şeyleri beklemiyorsa,
acımasızca geçen her dakikanın her saniyesini…
bir uzun mesafe koşucusu gibi hakkını vererek yaşayabiliyorsan,
işte o zaman dünya ve içindeki her şey senin olur,
ve daha da önemlisi...
sen artık adam olmuşsundur oğlum.


Şiirin özgün şekli:

If you can keep your head when all about you
  Are losing theirs and blaming it on you,
If you can trust yourself when all men doubt you,
  But make allowance for their doubting too;
If you can wait and not be tired by waiting,
  Or being lied about, don’t deal in lies,
Or being hated, don’t give way to hating,
  And yet don’t look too good, nor talk too wise:

If you can dream—and not make dreams your master;
  If you can think—and not make thoughts your aim;
If you can meet with Triumph and Disaster
  And treat those two impostors just the same;
If you can bear to hear the truth you've spoken
  Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
  And stoop and build ’em up with worn-out tools:

If you can make one heap of all your winnings
  And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings
  And never breathe a word about your loss;
If you can force your heart and nerve and sinew
  To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
  Except the Will which says to them: “Hold on!”

If you can talk with crowds and keep your virtue,
  Or walk with Kings—nor lose the common touch,
If neither foes nor loving friends can hurt you,
  If all men count with you, but none too much;
If you can fill the unforgiving minute
  With sixty seconds’ worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that’s in it,
  And—which is more—you’ll be a Man, my son. 

Bu da "adam olmak" başlığı ile Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlarından Bülent Ecevit (1925-2006) tarafından yapılmış bir başka çeviri:
Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana
Düşlere kapılmadan düş kurabilir
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
İkisine de vermeyebilirsen değer
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
Koyulabilirsen işe yeniden
Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı-turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek
Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
Her saatin her dakkasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum adam oldun demektir

24 Mart 2015 Salı

Etno kültürel pazarlama ve değerlere saygı

Aklımın erdiği dilimin döndüğü kadarı ile çevremde sorun olarak gördüğüm konularla ilgili görüş ve önerilerimi paylaşmaya çalışıyorum.

Son dönemde dikkatimi çeken bir pazarlama stratejisi var. Buna göre toplumun belli kesimlerini hedef alan ve bireylerin özelliklerine göre, onları tabiri caiz ise “can damarından” vuran söylemlerle pazarlama yapılmaya çalışılıyor. İnsanlar bu pazarlama sırasında belli bir etnik gruba yönelebiliyorlar. Buna da “etnik pazarlama” stratejisi adı veriliyor. Her ne kadar ayrımcılıkla mücadelede bu konuya müsamaha gösterilmemesi öneriliyorsa da iş dönüp dolaşıp para kazanmaya gelince, sanki her yol mubahmış gibi görünüyor. Ben buna "meşrebe göre pazarlama" diyorum.

Söz gelimi, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin yaşam tarzlarının, ki onlar buna tüketici profili adını veriyorlar, tüketim alışkanlıklarının, dünya görüşlerinin yerli halka göre farklı olduğunu keşfeden pazarlamacılar, “etnik pazarlama” stratejisi adıyla bir konsept geliştirdiler. Bu konsepte dayalı olarak da özellikle göçmenlere hitap eden reklam ve pazarlama kampanyaları düzenlemeye başladılar.

Almanya özeline bakınca, önce Almanya’da Türk medyası ortaya çıktı. Tercüman, Hürriyet, Türkiye, Sabah, Milliyet, Cumhuriyet, Dünya gibi gazeteler hedef kitle olarak Türklere yönelikti ve dolayısıyla içerdikleri reklamlar da Türkleri hedef alıyordu. Zamanla radyo ve televizyon yayınları da başlayınca, hedef kitle daha da dikkati çeker oldu.

Türklerin kendilerine ait market zincirleri, medya sistemleri ve ajansları var. Bu kanallar üzerinden, Türkçe ve Türk kültüründe yapılan tanıtım ve pazarlama etkinliklerinde dil ve kültür farklılıkları da göz önünde bulunduruluyor. Burada sadece Türkçe yeterli değil, Türkçe aslında bir araç. Bu araç üzerinden etkin ve kültürel detaylar da kullanılıyor.

Etnik pazarlamanın bir sonraki aşamasını ise “helal” sertifikalı ürünlerle ilgili pazarlama stratejisi oluşturdu. Buna göre helal kesim etler, domuz eti veya jelatini içermeyen ürünler, hayvan enzimleri içermeyen peynirler ve alkol içermeyen ürünler... Almanlar da bunun farkına vardı ve ürünlerinde helal sertifikası kullanmaya başladılar. Pazar giderek büyüyor.

Bu pazarlama stratejisi Türkiye’de de kullanılmaya başlandı. Helal sertifikalı ürünlerin satışına ilişkin özel bir satış ve pazarlama stratejisi geliştirilmeye çalışılıyor. Bu uygulama Almanya veya baskın kültürün Müslümanlar tarafından oluşturulmadığı ülkelerde olağan olarak görülürken, Türkiye’de de böyle bir uygulamaya geçilmeye çalışılması “Müslüman mahallesinde salyangoz satışı” gibi bir durumu çağrıştırıyor. Öte yandan toplumsal ayrışmaya da neden oluyor.

Benim Türkiye’deki gözlemim, pazarlama stratejilerinde müşteri odaklı ve agresif bir pazarlama ilkesi uygulandığı yönünde. Bir telefon almak istediğinizde, bir internet servis sağlayıcı ile irtibata geçtiğinizde neredeyse “aldatılmışlık” duygusunu yaşamadan işleminizi tamamlamanız mümkün olmuyor. Size önerilen paketlerin kısa süre sonra özelliklerini yitirdiğini, önemli olan sizin müşteri portföyüne kazandırılmanız olduğu görülüyor. Ne  kadar çok “müşteri” o kadar çok “prim”. Neredeyse insanlığımızdan çıkıyoruz.

Düşünüyorum, onlar da haklı sanki. Pazar gittikçe daralıyor, ürünler çeşitleniyor; küçük ve unutulan grupların ekonomik ve sosyal olarak gelişmesi, yeni alanların arayışı ve keşfedilmesine neden oluyor.

Etnik pazarlama, Türkiye’de kültürel pazarlamaya dönüşmüş durumda. Toplumun içinde genel nüfusa oranla belli bir gelir kaynağı olarak görülen, giyim kuşamı, dili, dini görüşü, ahlak anlayışı ve topyekün yaşam tarzı ile mevcut baskın kimliklerden farklı olduğu yeme -içme alışkanlıkları ile de görülen, geçmişi ve gelecek öngörüleri ile sosyal ve ekonomik habitatı “farklı” olan “öteki” gruba yönelik bir pazarlama şekli bu.

Bu pazarlamada anlaşılacağı üzere demografik değişkenler öne çıkıyor. Bütün stratejiler yukarıda anlattığım yapı üzerine kuruluyor. Herkese tek bir mesajla ulaşılamayacağına göre, “öteki” olana ulaşmak ve üretilen ürünün veya sunulan hizmetin bu grubu merkeze alacak şekilde pazarlanması öne çıkıyor. Nihai amaç, satıcının kar ederek maddi tatmine ulaşması.

Farklı mesajlar, farklı insanlar ve farklı ürünler dikkati çekiyor. Evrensel motifler yerini yerel değerlere bırakıyor. Aynı ülkede iki farklı kültüre sahip insanlara yönelik pazarlama faaliyeti gerçekleştiriliyor. Dolayısı ile aynı söylem, hedef kitleye göre farklı ifade edilebiliyor. Tanık olduğum bir telefonla pazarlama çalışmasını örnek vereyim:

Pazarlamacı        Selamün aleyküm ... Abi!
Müşteri              Kem.. küm... Aleykümselam?
Pazarlamacı        Nasılsın abi, iyi misin?
Müşteri              Affedersiniz, çıkaramadım. Kimsiniz?
Pazarlamacı        Abi, biz hayır işi yapıyoruz. Bir hayır işi için aradık da sizi...
Müşteri              Anlamadım.
Pazarlamacı        Abi bizde ... Hoca Efendinin kitapları var. Adresinize gönderelim mi?
Müşteri              Hayır!
Pazarlamacı        Abi, Kur’an kursu yaptıracağız; hayırlara vesile olun. Kaç takım gönderelim?
Müşteri              Göndermeyin. Hem siz tanımadığınız insanlara nasıl hitap ediyorsunuz öyle!
Pazarlamacı        N’olmuş yani?
Müşteri              Hanımefendi, tanımadığınız birine abi/abla diye hitap edilir mi?
Pazarlamacı        Ne diyeceğiz?
Müşteri              Hanımefendi veya Beyefendi diye hitap edeceksiniz!
Pazarlamacı        Benim için fark etmez. Benden büyükse “abi” veya “abla” küçükse de ...
Müşteri             Teşekkür ederim; size iyi çalışmalar dilerim!

Konuşma burada bitmiş, sinirler iyice gerilmiştir. Pazarlamacı “Adama bak yahu!” derken, telefonu kapatan müşteri de “Mütedeyyin insanları böyle sömürüyorlar!” diye söylenmektedir. Gelişmiş ülkelerde bu tür pazarlama stratejileri etik bulunmaz. Bir ürün toplumun bir kesimine böyle, bir başka kesimine de başka şekilde tanıtılır ve satılmaya çalışılırsa, bu strateji olmaktan çıkar ve ayrımcılığa girer. Pazarlama stratejisini uygulayan şirketler de yüklü tazminatlar öder.

Bu pazarlamada üç unsur dikkati çekiyormuş. Buna göre etnik grubun özellikleri iyi değerlendirilmeliymiş (mütedeyyin Müslüman mı, belli bir cemaatin mensubu mu vs). Sonra bu hedef kitlenin ana kütleden hangi özellikleri ile ne kadar uzakta veya yakında olduğu, bir başka ifade ile bu grupların belirgin özelliklerinin tespit edilmesi ve nihayet etnik pazarlama uygulaması.

Türkiye’de insanı canından bezdiren saldırgan pazarlama stratejilerinde bir ürün için üretilen mesajı toplumun her kesimine aynı şekilde verilmemesini ve değişen ve daralan Pazar payı nedeniyle yeni arayışlara gidilmesini anlarım. Ama burası Türkiye ve yurt dışından ithal edilen bu etno-kültürel pazarlama stratejilerinin tek bir dil ve tek bir strateji kullanılarak rehberden seçilen insanlara uygulanmasını doğru ve dikkate değer bulmam, aksine itici görürüm. Ayrıştırıcı bulurum; arama mesafe koymayı tercih ederim. Pazarlamacıları da pazarlama gurusu değil, “tilkisi” olarak görür; dolandırılmamak için karşı stratejiler geliştirmeye gayret ederim. En akıllı olduğunu sanan, aslında en aptal kesime aittir. Kendinden daha akıllı olabilecekleri hesaba katan da daha akıllılar sınıfındadır ve saygı görmeyi hak eder. Bu ilke pazarlamacılar için de geçerlidir.

Yukarıdaki telefon konuşmasına geri dönelim. Burada insanların her birinin gözü kapalı olarak “Hayır işine vesile olmasını” beklemek hatadır. İnançlar söz konusu olduğunda, kimin kimden daha fazla inançlı olduğunu sorgulamak mümkün olmayacağına göre, arayanın veya arananın kendini nasıl konumlandırdığı da önemlidir. Bir kesim “hanif” bir Müslüman olabilir; arayan bir “cemaat” mensubu olabilir veya tam tersi. Bu durumlarda verilen dini içerikli mesaj yanlış anlaşılabilir. Zira dinimiz “Hayır işlerinde yarışın!” derken, “Önce yakınlarınızdan başlayın!” diye de öneride bulunuyor. En uzaktakine değil, en yakındakine el uzatmak daha mantıklı olduğunda, telefonla dini içerikli bir pazarlama stratejisi yanlış anlaşılmalara neden olabilir; hatta yetersiz kalabilir.

Dolayısı ile hedef kitlenin iyi belirlenmesi; ; Yaldızlı-süslü laflarla aldatma, aldanma (En’am, 112) diye öneren Kur'an hükümlerine saygı gösterilmesinde, vatandaşların inançlarına saygılı olunmasında, pazarlama stratejilerinin de toplumsal değerler göz önünde bulundurularak yapılmasında yarar görmekteyim.

Verilen örnekte yapılan işlemi incelersek:

Hedef kitle: Mütedeyyin, kendi halinde, işinde gücünde olan vatandaşlar.

Hedef kitlenin özellikleri: Belli bir cemaate bağlı olduğu varsayılıyor veya bu insanlar kendilerini “dini değerlerine bağlı” olduğu “hayır işlerinden kaçınmayacakları” öngörülüyor.

Pazarlama stratejisi: Öngörülen hedef kitleye varsayılan özellikler üzerinden bazen saldırgan, bazen duygusal, bazen de inanç sömürüsüne dayalı bir satış ve pazarlama stratejisi uygulanıyor. Onlara dini içerikli mesaj verilerek yaklaşmak ve bu yolla hem ürünü satın almalarını hem de “hayır işine vesile oldukları” duygusunu vermek. Aslında inançlar kullanılarak, değerler sömürülerek para kazanmak! Ne kadar da ahlaki?

Ürünü satın alıyorsan karşılıklı dayanışma duygusu yaşıyorsun; hedef kitleye yalnız olmadığı duygusunu iletiyorsun; bu arada toplumda motif olarak kullanılan “kanaat önderleri” ile aranda bağ kuruyorsun. Ürünü satın almayı ret ediyorsan, yaygın olarak kullanılan metaforla “ötekisin” öteki!

Halbuki sen ne öteki, ne de beriki olmak istiyorsun. Sadece ürünü veya pazarlama stratejisini benimsemiyorsun; o kadar. Ama pazarlamacı (niyeti gerçekten pazarlama ise) öyle düşünmüyor. Bunların gelip geçici sorunlar olduğunu düşünüyor; zamanla buna da alışırlar diyor ya da "öteki" imiş diye yaftalıyor (!?).

Burada kamuya bazı görevlerin düştüğünü düşünüyorum. Söz gelimi “pazarlama” stratejileri kapsamında bireyin özel iletişim bilgilerinin güvenliğinin sağlanması ve ticari amaçlı kişi veya kurumlara satışının, devrinin önüne geçilmesi; negatif iletişim ortamlarının oluşabileceğinin öngörülmesi; toplumsal huzur ve güvenin zedelenmesi ihtimalinin hesaba katılması. Bilmiyorum, belki de vardır. Varsa ve ben bilmiyorsam, o da benim cehaletim olsun!

Türkiye’de bu tür telefonla pazarlama yöntemlerinin yaygınlığı malum. Öyle ki nitelikli dolandırıcılıktan, en masum kampanya haberlerine kadar geniş bir yelpaze var. Ben uzmanlık alanım dışına çıkarak pazarlama stratejileri konusunda ne yapılması gerektiğini anlatmaya yeltenmeyeceğim. O alan uzmanlarının işi. Ama Türkiye’de kanayan bu yaranın bir an önce pansuman edilmesi gerektiğini görüyor ve buradan bir kültür bilimci olarak soruna dikkat çekmek istiyorum. Kur’an’daki “Allah ile aldatılmayın” ihtarına rağmen, Türk halkı dinine olan derin saygısı yüzünden Allah ile aldatılıyor. Hem de Allah ile aldatma, aldanma (Lukman, 33; Fatır, 5; Hadid, 14) hükmüne rağmen.

Not:
Yukarıda anlattığım pazarlama stratejisi değil de haber alma stratejisi ise, benimle ilgili bilgiyi dolambaçlı yol aramadan doğrudan şu adresten alabilir:
https://drive.google.com/file/d/0B5FMsQuFHyrpaXJFWEJPLTV0VEU/view

18 Mart 2015 Çarşamba

Avusturya İslam Yasası

“İnsan hayrı/iyiliği istediği gibi, şerri/kötülüğü de ister. İnsan çok acelecidir!”
(İsra,17/11)

Bu sefer Avusturya’da çıkarılan İslam Yasası hakkındaki görüşlerimi, Avusturyalıların bakış açıları ile anlatacağım. Bunu yaparken de akademik yansızlığımı korumaya, duygularımı aklın gerisine atmaya, iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı neden önce kendimize batırmamız gerektiğini açıklamaya çalışacağım. 

Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ile Avusturya Halk Partisi (ÖVP) tarafından oluşturulan koalisyon hükümeti bu yasa üzerinde uzun bir süreden bu yana çalışıyordu. Onlara göre bu yasa çoktan çıkması gereken, hatta biraz da gecikmiş bir yasaydı. Yasa tasarısı taraflara iletildikten sonra uzun bir süre ses çıkmadı; tasarının kanunlaşacağını anladıktan sonra yapılan alelacele açıklamalar ve yasaya ilişkin göstermelik endişeler, karşı görüşler ortaya koyulmaya çalışıldı.

Tasarı komisyonlardan geçip meclise geldikten sonra, Yeşiller Partisi, eşitlik ilkesinin zedelendiğine vurgu yapmış; yurtdışından yapılan mali yardımlar konusunda şeffaflık talep etmiş. Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Başkanı Heinz Christian Strache de yasaya toptan karşı çıkmış. Bu karşı çıkış, Müslümanların yanında olduğu için değil, “tasarının radikal İslamcılara karşı olmadığı” içinmiş. Ona göre İslam Avusturya’ya ait değilmiş ve bu haliyle eksikmiş.  Minare ve burka yasağı da getirilmeliymiş. Şimdi bu konular üzerinde duralım:

Avusturya, insana olan saygısını göstererek daha 1912’de İslam dinini resmi din olarak kabul etti. İbrahim’in soyundan gelenlerin dinlerinin ortak özelliği İnsanı odak noktasına almasıdır. Uzak doğunun bilgeliği gibi. Konuya bu açıdan bakıldığında, Avusturya yurttaşlar topluluğu farklı dinlerden oluşan bir mozayıktır ve bu anlamda Müslüman Avusturya vatandaşları da diğer dinlere inanan öteki Avusturyalılar gibi dinleri ile birlikte bu ülkenin bir parçasıdır.

“Bu arada Avrupalı kim?” diye sorarsak, durum değişir. Avrupa tarihine bakıldığında, coğrafyanın kuzeyinde, ortasında, güneyinde; doğusunda, batısında bağnazlığın neden olduğu ve onlarca yıl süren savaşlar yapmış; kanlar dökülmüştür. Bütün bunlar, temeli acılarla ve kanlarla yoğrulmuş olan Avrupa kültürü, hoşgörüyü ve insana saygıyı doğu kültüründen almıştır. Bu kültürü çıkardığınızda, geriye kalan Avrupalının bağnazlığı olacaktır.

İslam yasası ile ülkedeki Müslümanlar için merkezi bir yönetim geliyor. Kısmen doğru bir teşhis. Bundan böyle Avusturya’da bulunan bütün cami dernekleri Avusturya İslam Cemaati (İGGiÖ) çatısı altında toplanacak ve tek bir merkezden yönetilecek. Müslümanların dini bayramları tanınacak ve tatil günü olarak benimsenecek. Ayrıca Viyana Üniversitesi bünyesinde açılacak olan ilahiyat fakültesinde ülkede ihtiyaç duyulan din görevlileri yetiştirilecek. Ülkede Müslüman mezarlıkları açılması, dini (helal) kesim yapılması da bu yasa ile düzenlenen konular arasında. Öte yandan Avusturya İslam Cemaati ile birlikte Alevi İslam Cemaati de ayrı bir çatı örgütü olarak kuruldu ve muhatap olarak kabul görüyor. İGGiÖ, gerekli çalışmalara geç katıldığından ve yeterli istişarelerde bulunmadığından olsa gerek, yasayı çekincelerle kabul ederken, AİC yasayı desteklediğini açıkladı.

Ülkede 12 büyük cami derneklerinden en büyüğü olan Avusturya Türk İslam Birliği (ATİB) ve dolayısı ile Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bu yasayı beğenmedi. ATİB anayasa mahkemesine başvuracağını açıklarken, DİB da bu yasa ile Avusturya’nın yüz yıl geriye gideceği görüşünü öne sürdü.

Yasaya ilişkin olarak ortaya koyulan çekinceleri sıralarken, yapılan düzenlemelerin gerekçeleri üzerinde de akıl yürütelim. 

Yasada Müslümanlara yönelik şüphe varmış: Avusturyalıların hoşgörülerini zorlayan, sokaklarda şalvarla, sarıkla, burka ile gezen; İslamiyet’i tebliğ adına sokaktaki insanlara musallat olan; radikal gruplarla bağlantısı olduğu izlenimi uyandıran pejmürde kıyafetli insanların kendilerini Müslümanların temsilcisi diye tanıtmaya çalışırken, ülkedeki mütedeyyinler şu veya bu gerekçelerle sesini çıkarmadı. Aşırı gidenleri uyarmadı. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığı bu defa işlemedi. Bazı dernek veya cemaat temsilcileri hazırlanan tasarıyla başlarına geleceği anladığında da  “Atı alan Üsküdar’ı geçmişti”. Şimdi “Yandı gülüm keten helva!” Avusturya Türk toplumu, bundan sonra yasaya tepki göstermek yerine, geçmişten ders veya dersler çıkarmaya çalışmalı.

Avrupa ülkelerinde yaygın bir örgüt ağı bulunan Türkiye kökenli bir Müslüman teşkilatı, bütün bu yaşananların üzerine tuz, biber eker gibi “Buyurun, ben Müslümanım!” sloganı ile bütün Avrupa ülkelerinde bir dizi etkinlik düzenleyeceğini duyuruyor. Bu ay sonu itibarı ile başlayacağı belirtilen bu etkinlikler için seçilen zaman dilimi ve öngörülen etkinlik türü ne derece doğru? Bu girişimler kültürler arasında sağlıklı ilişki kurulması için atılan tek yönlü adımlar; yetersiz ve belirli stratejilerden uzak tek yönlü bir çaba. Oysa iletişim çift yönlü bir etkinliktir. Dilini ve kültürünü bildiğin insanla aynı dilde, eşit pozisyonda konuşmak ve bu esnada aynı mental havayı teneffüs etmek gerekir. Dolayısı ile “öteki” olarak görülenlerin kendini anlatmak için başka stratejileri uygulaması gerekir. Kabul görmek ve benimsenmek istemek doğaldır, ama “Buyurun, ben Müslümanım!” dersen, “N’olmuş yani!” diyenlerin tepkilerine önceden hazırlıklı olunması, yaşanması ihtimal dâhilinde olan hayal kırıklıklarının hesaba katılması yararlı olacaktır.

Yasa, yurt dışından imam getirilmesi uygulamasına son veriyormuş.  Avusturya İslamiyeti resmi din olarak tanımış. Ülkesinde yaşayan Müslümanları hoş görmüş; kendi vatandaşları ile dinsel olarak eş tutmuş. Yıllar içinde yasanın gözden geçirilmesi, günün ihtiyaçlarını karşılayabilir hale getirilmesi için de düzenlenmesi, yenilenmesi gerekmiş. Son derece doğal bir süreç ve ortada yadırganacak bir durum yok.

Türkiye, yurtdışına işgücü gönderirken, vatandaşlarının sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması konularında özel taleplerde bulunmuş da yerine getirilmemiş mi? Aksine, Türkiye’deki uygulamayı orada da sürdürmüş. Devlet cami yapmaz, ama yapılan camiye imam atar. Seküler bir ülkeyiz deyip yurt dışındaki vatandaşlarımızın dini gereksinimlerini karşılama konusunda gereken sorumluluklar yerine getirilmemiş. Hal böyle olunca, Türkiye’de devletin kurduğu sistem içinde yer alamayanlar, soluğu yurt dışında almışlar; Türkiye’den giden vatandaşların arasında kabul görmüşler; kendi dinsel yorumlarını, dünya görüşlerini vatandaşlar arasında yaymaya, taraftar toplamaya gayret etmişler. Hatta bunların arasından Almanya’da Türkiye’ye karşı “sürgünde devlet” kurmaya yeltenenler bile çıkmış. Yani bazı gruplar vatandaşın inancını sömürmüş; ihtiyaçlarını gelir kapısına dönüştürmüş. Vatandaşları istismar eden yine vatandaşın kendisi olurken, devlet uzun süre müdahalede bulunmamış. Bir süre sonra Diyanet İşleri Başkanlığı duruma müdahil olup, yerel mevzuatlara göre Almanya’da DİTİB, Avusturya’da ATİB gibi cami dernekleri ve federasyonlarının kurulmasına yardımcı olmuş. Kurulan sivil toplum kuruluşlarının başına da atama yoluyla memur, diplomat göndermiş.

İster mahalden görevlendirilen, isterse de Türk devletinin gönderdiği din görevlileri, görevli olarak gönderildikleri ülkelerde yurtdışı ödeneğini alırken, hizmet yerine Türkiye’deki yatırımlarının hesabını öncelemişler; kimi bölgelerde asgari geçim şartlarında yaşam mücadelesi vermeye çalışan vatandaşları adeta haraca bağlamışlar. Yok imamın ev kirası, yok caminin kirası, genel giderleri. Bütün bunların üzerine “minareli cami” tartışmaları... Bazı görevlilerin adeta “karınları doysa, gözleri doymamış”. Birinci kuşak, Türkiye’den getirdikleri adetlerini yaşatmaya çalışırken, Türkiye’den gelen din görevlilerinin taassubundan kaçan ikinci, üçüncü kuşak gençler, cami derneklerinden kaçar olmuş.

Avusturyalıların veya bir başka ülkede, bir başka makam sahiplerinin bunları görmediğini, bilmediğini düşünmek saflık olur. Anadolu insanı cami derneğine gelen sarışın genç kızın veya yağız delikanlının Müslüman olduğu masalına inanırken, Avusturyalılar yeni yasa ile Ziya Paşa’nın sözünü kulaklara adeta yeniden küpe yapıyor: “En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun; sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın!”

Cami derneklerine verilen faaliyetleri iptal etme yetkisine gelince; Başbakan veya bakanlar kurulunun “cami” adı altında kurulan, bir süre sonra menfaat çetelerinin eline geçen ve artık din dışında her türlü faaliyete zemin oluşturan kimi sözde cami derneğinin faaliyetlerini engellemesi, radikalleşen cemaatin faaliyet iznini iptal etme yetkisini kullanması son derece doğrudur. Avusturyalılar artık uyanmış, sorunun kaynağına inmeye çalışmaktadır.

Bu satırların yazarı Türkiye’den Avusturya’ya gelip kendilerini filanca hocanın irşat öğrencisiyiz diye tanıtan; kültür ve yardımlaşma amacıyla kurulan pek çok derneğin yönetimine giren ve daha sonra bu derneklerin İslam Kültür Merkezi’ne çevrilmesine tanık olmuştur. Kültür ve yardımlaşma derneklerinin İslam Kültür Merkezleri olarak yapılandırıldığı süreç içinde İran İslam Devrimine duydukları sempatiyi açıkça dile getiren bir başka grup din adamı daha Avusturya’ya gelmiştir. Bunlar vatandaşlara Anadolu insanının bilmediği yeni bir İslam anlayışı ve yorumunu anlatmaya gayret ederken, diğer derneklerin yöneticileri ile ciddi tartışmalar ve çatışmalar yaşamışlardır. Bugün belki en fazla ses çıkaranların o dönemdeki sessizliğinin, boş vermişliğinin ve bu nedenle de Avusturya’daki Türklerin dini cemaatlere bölünmelerinin tanığıdır. Her bir cemaatin ileri gelenlerinin ötekini din kardeşi değil de adeta düşman gibi gördüğü günleri de bizzat yaşamıştır. O günden bu güne dini siyasete alet edenlerin, vatandaşın inançlarını, gereksinimlerini ekonomik gelir kaynağı olarak görüp, türlü yolsuzluklara bulaşanları Avrupalı Türkler gibi, Türkiye’de yaşayanlar da tanımıştır. Buralarda kurulan “cami” derneklerinin topladıkları paraları ikinci, üçüncü ülkelere transfer etmediklerini, bu işin getirisinin iyi olduğunu gören ve aslında Türkiye’de yaşayan her bir dini cemaat önderinin, siyasi parti liderinin kendi din anlayışını, siyasal ideolojisini yaymak ve kendilerine gelir kaynağı yaratmak amacıyla kültür veya cami dernekleri kurmadıklarını kim söyleyebilir?

Camilerin kapatılması: Yasada camilerin kapatılması diye bir husus açıkça yer almıyor. Yasa ile radikal İslamcıların cami adı altında dernek kurması ve buralarda propaganda yapmasının; Avusturya dışındaki ülkelerin yerel politikacılarının buraları arka bahçesi gibi görmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Bizim anlayışımıza göre okulda, kışlada ve camide siyaset yapılmazdı. Bu anlayış, Avusturya’da da yerleştirilmeye çalışılıyor.

Dini etkinliklerin iptali: Vatandaşlar cami dernekleri veya şu bu cemaatin, görüşün taraftarı, sempatizanı dernekler tarafından düzenlenen etkinliklere katılıp katılmama konusunda ciddi bir ikilem yaşıyor. Bu derneklerin düzenlediği etkinliklerden elde edilen kayıt dışı gelirlerin hesabının dini hassasiyetlerden dolayı sorul(a)madığı, ancak bu etkinliklerin mevsimlere göre sınırlandırılmasının talep edildiği de bir gerçek. Bu yasa ile “kermes yorgunu” vatandaş ile “bağış yüzsüzü” dernekçilerin ortaya koyduğu ortaoyunu bitecek. Herkes oyunu kuralına göre oynayacak. Yoksa biri kalkıp ben filan camide Kur’an okutacağım diyecek de vatandaşın bu istediğine hayır mı denecek? Sanmıyorum.

Cemaatin sorumluluğu: Avusturya İslam Cemaati bu yasa ile kendi ihtiyaçlarını tespit eden, kararlarını alan, bağımsız bir kuruluş olarak yetki ve sorumluluk üstlenecek. Avusturya’nın Avrupa Birliği, Dışişleri ve Yabancıların Uyumundan sorumlu Bakanı Sebastian Kurz’un benzetmesine göre, Angela Merkel’in maaşını ödediği bir papaz nasıl Avusturya’da çalışamıyorsa, üçüncü ülkelerin memurları da Avusturya’daki sivil toplum kuruluşlarında imam olarak çalışmayacaklar. Üçüncü ülkelerden gelen diplomatlar Avusturya yerel mevzuatına göre oluşturulan sivil toplum kuruluşlarında “sivil toplum temsilcisi” olarak çalış(a)mayacak. Avusturya kendi din görevlilerini yetiştirecek ve Müslüman cemaat de din hizmetlerini maaşını ülkede oluşturulacak fondan karşılayan Avusturyalı din görevlilerinden alacak.
İslam coğrafyasının içinde bulunduğu karmaşık durum ve bu durumdan etkilenen Avrupalıların sayısında giderek görülen bir artış elbette var. Bununla birlikte, Avusturya’nın çıkardığı bu yasayı, her hangi bir korkunun ürünü olarak görmek veya islamofobi rüzgârının etkisiyle çıkarıldı demek doğru değil. Bu yasa bir ülkenin kendini ve hangi kökenden olursa olsun, yurttaşlarını koruma refleksidir. Bu yasa, köken ülkeleri tarafından yeterince desteklenmeyen, sahip çıkılmayan, her türlü dış etkileşime açık ikinci, üçüncü kuşak eğitimsiz gençlerin kimlik arayışları sürecinde radikalleşmelerinin önüne geçilmesi için atılan adımlardan, yaşanan onca sorun karşısında alınan önlemlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmeye yasal olarak Avusturyalı mental olarak yabancı olanların güvenliğinin ve ülkeye uyumlarının kolaylaştırılması da dâhil edilebilir.

Bu süreçte dikkatlerin sadece İslam yasasına değil, motorlu araçların plakalarında yer alan ve Nazileri çağrıştıran unsurların yasaklanması gibi diğer alanlara da kaydırılırsa, ülkedeki radikalleşmenin önüne geçilmek üzere başka alanlarda da düzenlemeler yapıldığı görülecektir.

Son olarak şunu belirtmek isterim: Bu saatten sonra hiç kimse kalkıp şunu yapalım, bunu yapalım diye Müslümanları tahrik etmesin! Mütedeyyin Müslümanları ve onların inançlarını kendi çıkarlarına alet etmesin. Türkiye ile Avusturya arasındaki ilişkilerde verdiği sağduyulu açıklamalarla sorunun değil, çözümün bir parçası olmaya çalışsın. Sakin, sükûnet içinde ve itidali elden bırakmadan, herkes üzerine düşen görev ve sorumluluğun bilinciyle hareket etsin. Kimse kimseyi sokağa davet etmesin. Bunun yerine Müslümanları ve onların derneklerini yöneten kimi sorumsuz sorumlulardan, vatandaşları çözüm vaatleri ile oyalayanlardan, dernek yöneticiliği sıfatını aldıktan bir süre sonra ekonomik durumlarını alışılmadık şekilde düzeltenlerden hesap sorsunlar.

Yeni yasa herkese hayırlı olsun!

Not: Bu yazı Europa-Journal Mart 2015 sayısı için hazırlanmış olup, gazete yayımlanmadığından burada paylaşılmıştır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...