“İnsan
hayrı/iyiliği istediği gibi, şerri/kötülüğü de ister. İnsan çok acelecidir!”
(İsra,17/11)
Bu sefer Avusturya’da çıkarılan
İslam Yasası hakkındaki görüşlerimi, Avusturyalıların bakış açıları ile
anlatacağım. Bunu yaparken de akademik yansızlığımı korumaya, duygularımı aklın
gerisine atmaya, iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı neden önce kendimize batırmamız gerektiğini açıklamaya çalışacağım.
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi
(SPÖ) ile Avusturya Halk Partisi (ÖVP) tarafından oluşturulan koalisyon hükümeti
bu yasa üzerinde uzun bir süreden bu yana çalışıyordu. Onlara göre bu yasa
çoktan çıkması gereken, hatta biraz da gecikmiş bir yasaydı. Yasa tasarısı
taraflara iletildikten sonra uzun bir süre ses çıkmadı; tasarının
kanunlaşacağını anladıktan sonra yapılan alelacele açıklamalar ve yasaya
ilişkin göstermelik endişeler, karşı görüşler ortaya koyulmaya çalışıldı.
Tasarı komisyonlardan geçip
meclise geldikten sonra, Yeşiller Partisi, eşitlik ilkesinin zedelendiğine
vurgu yapmış; yurtdışından yapılan mali yardımlar konusunda şeffaflık talep
etmiş. Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Başkanı Heinz Christian Strache de yasaya
toptan karşı çıkmış. Bu karşı çıkış, Müslümanların yanında olduğu için değil, “tasarının
radikal İslamcılara karşı olmadığı” içinmiş. Ona göre İslam Avusturya’ya ait
değilmiş ve bu haliyle eksikmiş. Minare
ve burka yasağı da getirilmeliymiş. Şimdi bu konular üzerinde duralım:
Avusturya, insana olan saygısını
göstererek daha 1912’de İslam dinini resmi din olarak kabul etti. İbrahim’in
soyundan gelenlerin dinlerinin ortak özelliği İnsanı odak noktasına almasıdır. Uzak
doğunun bilgeliği gibi. Konuya bu açıdan bakıldığında, Avusturya yurttaşlar
topluluğu farklı dinlerden oluşan bir mozayıktır ve bu anlamda Müslüman
Avusturya vatandaşları da diğer dinlere inanan öteki Avusturyalılar gibi
dinleri ile birlikte bu ülkenin bir parçasıdır.
“Bu arada Avrupalı kim?” diye
sorarsak, durum değişir. Avrupa tarihine bakıldığında, coğrafyanın kuzeyinde,
ortasında, güneyinde; doğusunda, batısında bağnazlığın neden olduğu ve onlarca
yıl süren savaşlar yapmış; kanlar dökülmüştür. Bütün bunlar, temeli acılarla ve
kanlarla yoğrulmuş olan Avrupa kültürü, hoşgörüyü ve insana saygıyı doğu
kültüründen almıştır. Bu kültürü çıkardığınızda, geriye kalan Avrupalının
bağnazlığı olacaktır.
İslam yasası ile ülkedeki
Müslümanlar için merkezi bir yönetim geliyor. Kısmen doğru bir teşhis. Bundan
böyle Avusturya’da bulunan bütün cami dernekleri Avusturya İslam Cemaati
(İGGiÖ) çatısı altında toplanacak ve tek bir merkezden yönetilecek.
Müslümanların dini bayramları tanınacak ve tatil günü olarak benimsenecek.
Ayrıca Viyana Üniversitesi bünyesinde açılacak olan ilahiyat fakültesinde
ülkede ihtiyaç duyulan din görevlileri yetiştirilecek. Ülkede Müslüman
mezarlıkları açılması, dini (helal) kesim yapılması da bu yasa ile düzenlenen konular
arasında. Öte yandan Avusturya İslam Cemaati ile birlikte Alevi İslam Cemaati
de ayrı bir çatı örgütü olarak kuruldu ve muhatap olarak kabul görüyor. İGGiÖ, gerekli
çalışmalara geç katıldığından ve yeterli istişarelerde bulunmadığından olsa
gerek, yasayı çekincelerle kabul ederken, AİC yasayı desteklediğini açıkladı.
Ülkede 12 büyük cami
derneklerinden en büyüğü olan Avusturya Türk İslam Birliği (ATİB) ve dolayısı
ile Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bu yasayı beğenmedi. ATİB anayasa
mahkemesine başvuracağını açıklarken, DİB da bu yasa ile Avusturya’nın yüz yıl
geriye gideceği görüşünü öne sürdü.
Yasaya ilişkin olarak ortaya
koyulan çekinceleri sıralarken, yapılan düzenlemelerin gerekçeleri üzerinde de
akıl yürütelim.
Yasada Müslümanlara yönelik şüphe
varmış: Avusturyalıların hoşgörülerini zorlayan, sokaklarda şalvarla, sarıkla,
burka ile gezen; İslamiyet’i tebliğ adına sokaktaki insanlara musallat olan;
radikal gruplarla bağlantısı olduğu izlenimi uyandıran pejmürde kıyafetli
insanların kendilerini Müslümanların temsilcisi diye tanıtmaya çalışırken,
ülkedeki mütedeyyinler şu veya bu gerekçelerle sesini çıkarmadı. Aşırı
gidenleri uyarmadı. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığı bu defa işlemedi.
Bazı dernek veya cemaat temsilcileri hazırlanan tasarıyla başlarına geleceği
anladığında da “Atı alan Üsküdar’ı
geçmişti”. Şimdi “Yandı gülüm keten helva!” Avusturya Türk toplumu, bundan
sonra yasaya tepki göstermek yerine, geçmişten ders veya dersler çıkarmaya
çalışmalı.
Avrupa ülkelerinde yaygın bir
örgüt ağı bulunan Türkiye kökenli bir Müslüman teşkilatı, bütün bu yaşananların
üzerine tuz, biber eker gibi “Buyurun, ben Müslümanım!” sloganı ile bütün Avrupa
ülkelerinde bir dizi etkinlik düzenleyeceğini duyuruyor. Bu ay sonu itibarı ile
başlayacağı belirtilen bu etkinlikler için seçilen zaman dilimi ve öngörülen
etkinlik türü ne derece doğru? Bu girişimler kültürler arasında sağlıklı ilişki
kurulması için atılan tek yönlü adımlar; yetersiz ve belirli stratejilerden
uzak tek yönlü bir çaba. Oysa iletişim çift yönlü bir etkinliktir. Dilini ve
kültürünü bildiğin insanla aynı dilde, eşit pozisyonda konuşmak ve bu esnada
aynı mental havayı teneffüs etmek gerekir. Dolayısı ile “öteki” olarak
görülenlerin kendini anlatmak için başka stratejileri uygulaması gerekir. Kabul
görmek ve benimsenmek istemek doğaldır, ama “Buyurun, ben Müslümanım!” dersen,
“N’olmuş yani!” diyenlerin tepkilerine önceden hazırlıklı olunması, yaşanması
ihtimal dâhilinde olan hayal kırıklıklarının hesaba katılması yararlı
olacaktır.
Yasa, yurt dışından imam getirilmesi
uygulamasına son veriyormuş. Avusturya İslamiyeti
resmi din olarak tanımış. Ülkesinde yaşayan Müslümanları hoş görmüş; kendi
vatandaşları ile dinsel olarak eş tutmuş. Yıllar içinde yasanın gözden
geçirilmesi, günün ihtiyaçlarını karşılayabilir hale getirilmesi için de
düzenlenmesi, yenilenmesi gerekmiş. Son derece doğal bir süreç ve ortada yadırganacak
bir durum yok.
Türkiye, yurtdışına işgücü
gönderirken, vatandaşlarının sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması
konularında özel taleplerde bulunmuş da yerine getirilmemiş mi? Aksine, Türkiye’deki
uygulamayı orada da sürdürmüş. Devlet cami yapmaz, ama yapılan camiye imam
atar. Seküler bir ülkeyiz deyip yurt dışındaki vatandaşlarımızın dini
gereksinimlerini karşılama konusunda gereken sorumluluklar yerine getirilmemiş.
Hal böyle olunca, Türkiye’de devletin kurduğu sistem içinde yer alamayanlar,
soluğu yurt dışında almışlar; Türkiye’den giden vatandaşların arasında kabul
görmüşler; kendi dinsel yorumlarını, dünya görüşlerini vatandaşlar arasında yaymaya,
taraftar toplamaya gayret etmişler. Hatta bunların arasından Almanya’da
Türkiye’ye karşı “sürgünde devlet” kurmaya yeltenenler bile çıkmış. Yani bazı
gruplar vatandaşın inancını sömürmüş; ihtiyaçlarını gelir kapısına dönüştürmüş.
Vatandaşları istismar eden yine vatandaşın kendisi olurken, devlet uzun süre müdahalede bulunmamış. Bir
süre sonra Diyanet İşleri Başkanlığı duruma müdahil olup, yerel mevzuatlara
göre Almanya’da DİTİB, Avusturya’da ATİB gibi cami dernekleri ve federasyonlarının
kurulmasına yardımcı olmuş. Kurulan sivil toplum kuruluşlarının
başına da atama yoluyla memur, diplomat göndermiş.
İster mahalden görevlendirilen,
isterse de Türk devletinin gönderdiği din görevlileri, görevli olarak
gönderildikleri ülkelerde yurtdışı ödeneğini alırken, hizmet yerine Türkiye’deki
yatırımlarının hesabını öncelemişler; kimi bölgelerde asgari geçim şartlarında
yaşam mücadelesi vermeye çalışan vatandaşları adeta haraca bağlamışlar. Yok
imamın ev kirası, yok caminin kirası, genel giderleri. Bütün bunların üzerine “minareli
cami” tartışmaları... Bazı görevlilerin adeta “karınları doysa, gözleri
doymamış”. Birinci kuşak, Türkiye’den getirdikleri adetlerini yaşatmaya
çalışırken, Türkiye’den gelen din görevlilerinin taassubundan kaçan ikinci,
üçüncü kuşak gençler, cami derneklerinden kaçar olmuş.
Avusturyalıların veya bir başka
ülkede, bir başka makam sahiplerinin bunları görmediğini, bilmediğini düşünmek saflık
olur. Anadolu insanı cami derneğine gelen sarışın genç kızın veya yağız
delikanlının Müslüman olduğu masalına inanırken, Avusturyalılar yeni yasa ile Ziya
Paşa’nın sözünü kulaklara adeta yeniden küpe yapıyor: “En ummadığın keşf eder
esrâr-ı derûnun; sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın!”
Cami derneklerine verilen
faaliyetleri iptal etme yetkisine gelince; Başbakan veya bakanlar kurulunun
“cami” adı altında kurulan, bir süre sonra menfaat çetelerinin eline geçen ve
artık din dışında her türlü faaliyete zemin oluşturan kimi sözde cami
derneğinin faaliyetlerini engellemesi, radikalleşen cemaatin faaliyet iznini iptal
etme yetkisini kullanması son derece doğrudur. Avusturyalılar artık uyanmış,
sorunun kaynağına inmeye çalışmaktadır.
Bu satırların yazarı Türkiye’den Avusturya’ya
gelip kendilerini filanca hocanın irşat öğrencisiyiz diye tanıtan; kültür ve
yardımlaşma amacıyla kurulan pek çok derneğin yönetimine giren ve daha sonra bu
derneklerin İslam Kültür Merkezi’ne çevrilmesine tanık olmuştur. Kültür ve
yardımlaşma derneklerinin İslam Kültür Merkezleri olarak yapılandırıldığı süreç
içinde İran İslam Devrimine duydukları sempatiyi açıkça dile getiren bir başka
grup din adamı daha Avusturya’ya gelmiştir. Bunlar vatandaşlara Anadolu
insanının bilmediği yeni bir İslam anlayışı ve yorumunu anlatmaya gayret ederken,
diğer derneklerin yöneticileri ile ciddi tartışmalar ve çatışmalar
yaşamışlardır. Bugün belki en fazla ses çıkaranların o dönemdeki sessizliğinin,
boş vermişliğinin ve bu nedenle de Avusturya’daki Türklerin dini cemaatlere bölünmelerinin
tanığıdır. Her bir cemaatin ileri gelenlerinin ötekini din kardeşi değil de
adeta düşman gibi gördüğü günleri de bizzat yaşamıştır. O günden bu güne dini
siyasete alet edenlerin, vatandaşın inançlarını, gereksinimlerini ekonomik
gelir kaynağı olarak görüp, türlü yolsuzluklara bulaşanları Avrupalı Türkler
gibi, Türkiye’de yaşayanlar da tanımıştır. Buralarda kurulan “cami”
derneklerinin topladıkları paraları ikinci, üçüncü ülkelere transfer etmediklerini,
bu işin getirisinin iyi olduğunu gören ve aslında Türkiye’de yaşayan her bir dini
cemaat önderinin, siyasi parti liderinin kendi din anlayışını, siyasal ideolojisini
yaymak ve kendilerine gelir kaynağı yaratmak amacıyla kültür veya cami
dernekleri kurmadıklarını kim söyleyebilir?
Camilerin kapatılması: Yasada
camilerin kapatılması diye bir husus açıkça yer almıyor. Yasa ile radikal
İslamcıların cami adı altında dernek kurması ve buralarda propaganda yapmasının;
Avusturya dışındaki ülkelerin yerel politikacılarının buraları arka bahçesi
gibi görmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Bizim anlayışımıza göre okulda,
kışlada ve camide siyaset yapılmazdı. Bu anlayış, Avusturya’da da
yerleştirilmeye çalışılıyor.
Dini etkinliklerin iptali:
Vatandaşlar cami dernekleri veya şu bu cemaatin, görüşün taraftarı, sempatizanı
dernekler tarafından düzenlenen etkinliklere katılıp katılmama konusunda ciddi
bir ikilem yaşıyor. Bu derneklerin düzenlediği etkinliklerden elde edilen kayıt
dışı gelirlerin hesabının dini hassasiyetlerden dolayı sorul(a)madığı, ancak bu
etkinliklerin mevsimlere göre sınırlandırılmasının talep edildiği de bir gerçek.
Bu yasa ile “kermes yorgunu” vatandaş ile “bağış yüzsüzü” dernekçilerin ortaya
koyduğu ortaoyunu bitecek. Herkes oyunu kuralına göre oynayacak. Yoksa biri
kalkıp ben filan camide Kur’an okutacağım diyecek de vatandaşın bu istediğine
hayır mı denecek? Sanmıyorum.
Cemaatin sorumluluğu: Avusturya
İslam Cemaati bu yasa ile kendi ihtiyaçlarını tespit eden, kararlarını alan,
bağımsız bir kuruluş olarak yetki ve sorumluluk üstlenecek. Avusturya’nın
Avrupa Birliği, Dışişleri ve Yabancıların Uyumundan sorumlu Bakanı Sebastian
Kurz’un benzetmesine göre, Angela Merkel’in maaşını ödediği bir papaz nasıl
Avusturya’da çalışamıyorsa, üçüncü ülkelerin memurları da Avusturya’daki sivil
toplum kuruluşlarında imam olarak çalışmayacaklar. Üçüncü ülkelerden gelen
diplomatlar Avusturya yerel mevzuatına göre oluşturulan sivil toplum
kuruluşlarında “sivil toplum temsilcisi” olarak çalış(a)mayacak. Avusturya kendi
din görevlilerini yetiştirecek ve Müslüman cemaat de din hizmetlerini maaşını
ülkede oluşturulacak fondan karşılayan Avusturyalı din görevlilerinden alacak.
İslam coğrafyasının içinde
bulunduğu karmaşık durum ve bu durumdan etkilenen Avrupalıların sayısında
giderek görülen bir artış elbette var. Bununla birlikte, Avusturya’nın
çıkardığı bu yasayı, her hangi bir korkunun ürünü olarak görmek veya islamofobi
rüzgârının etkisiyle çıkarıldı demek doğru değil. Bu yasa bir ülkenin kendini
ve hangi kökenden olursa olsun, yurttaşlarını koruma refleksidir. Bu yasa,
köken ülkeleri tarafından yeterince desteklenmeyen, sahip çıkılmayan, her türlü
dış etkileşime açık ikinci, üçüncü kuşak eğitimsiz gençlerin kimlik arayışları
sürecinde radikalleşmelerinin önüne geçilmesi için atılan adımlardan, yaşanan
onca sorun karşısında alınan önlemlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Bu
değerlendirmeye yasal olarak Avusturyalı mental olarak yabancı olanların
güvenliğinin ve ülkeye uyumlarının kolaylaştırılması da dâhil edilebilir.
Bu süreçte dikkatlerin sadece
İslam yasasına değil, motorlu araçların plakalarında yer alan ve Nazileri
çağrıştıran unsurların yasaklanması gibi diğer alanlara da kaydırılırsa,
ülkedeki radikalleşmenin önüne geçilmek üzere başka alanlarda da düzenlemeler
yapıldığı görülecektir.
Son olarak şunu belirtmek
isterim: Bu saatten sonra hiç kimse kalkıp şunu yapalım, bunu yapalım diye Müslümanları
tahrik etmesin! Mütedeyyin Müslümanları ve onların inançlarını kendi
çıkarlarına alet etmesin. Türkiye ile Avusturya arasındaki ilişkilerde verdiği
sağduyulu açıklamalarla sorunun değil, çözümün bir parçası olmaya çalışsın. Sakin,
sükûnet içinde ve itidali elden bırakmadan, herkes üzerine düşen görev ve
sorumluluğun bilinciyle hareket etsin. Kimse kimseyi sokağa davet etmesin.
Bunun yerine Müslümanları ve onların derneklerini yöneten kimi sorumsuz sorumlulardan,
vatandaşları çözüm vaatleri ile oyalayanlardan, dernek yöneticiliği sıfatını
aldıktan bir süre sonra ekonomik durumlarını alışılmadık şekilde düzeltenlerden
hesap sorsunlar.
Not: Bu yazı Europa-Journal Mart 2015 sayısı için hazırlanmış olup, gazete yayımlanmadığından burada paylaşılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder