Günlük hayatın koşuşturması
içinde zaman zaman birilerinin bilinçli olarak veya farkında olmadan yaptığı bazı
genellemeleri duyarız veya okuruz. Bunlara bazen güler geçer; bazen üzerinde
düşünür; bazen de duyduklarımız, gördüklerimiz, yaşadıklarımız, hasılıkelam bütün
olup bitenler nedeniyle canımızın acıdığını hissedebiliriz.
Genellemeler bazen bilinçli,
bazen de farkında olmadan yapılır. Şurası unutulmamalı ki insan olarak genelleme
yapmaya bayılıyoruz. Genellemeler bir anlamda insanın zihni faaliyetidir. Bu
özelliği ile öğrenme kolaylığı sağlar. Bununla birlikte her zaman doğru, arzu
edilen sonucu vermez.
Sokrates’in öğrencileri ile
konuşurken “İnsan, iki ayaklı tüysüz bir canlıdır” dediği ve bunu duyan birkaç
muzibin tüyü yolunmuş bir tavuğu getirip “İşte, sözünü ettiğiniz insanı
getirdik” dediği anekdot olarak anlatılır. Dolayısı ile bir konuda genelleme
yaparken, nesnelerin, olay ve olguların kendine has “biricik” veya “özgün”
durumlarının gözden kaçırılmaması gerekir. Aksi halde, bilinçsiz yapılan bir genelleme
yapanı mahcup duruma da düşürebilir. Alman filozof Friedrich W. Nietzsche (1844-1900)
de “Bütün genellemeler yanlıştır” diyerek, genellemelerdeki istisnaların göz
ardı edilmemesi gerektiğine dikkat çekmiştir.
Görev yaptığım bölgede çocukları okula
giden göçmen kökenli veliler ile yaptığım konuşmalarda gözlediğim durum, “baskın
kültürün taşıyıcılarının, aralarındaki azınlıkların dillerine ve kültürlerine karşı
örtülü bir engelleme politikasını uyguladığı” gibi bir algının yerleşmiş
olmasıdır. Bireysel deneyimler bazen doğru olsa da bunların genellemesi de o kadar
gereksiz bir yaklaşımdır. Duyduğum,
dinlediğim yakınmaları analiz ettiğimde, bazen “Tavşan dağa küsmüş dağın haberi
olmamış” misali durumlarla karşılaşıyorum. Toplumun içinde herkes aynı görüşte
olmayabilir. Karagöz ile Hacivat öykülerindeki gibi yanlış genellemeleri pekiştirmenin
çok gerekli ve anlamlı olmadığını görüyorum.
Okula giden bir öğrencinin dönem
içinde yapılan bütün sınavlarda bir aldığını, ama karnesine iki yazıldığını
gören bir annenin, çocuğuna “o öğretmen zaten…” diyerek, yangına körükle gitmek
yerine sorunun nedenini araştırması, öğretmen ve okul aile birliği temsilcileri
ile iletişime geçmesi daha doğru bir davranış olacaktır. Düşük not alan
öğrenciye arkadaşlarının “tembel” etiketini yapıştırmadan önce durup
düşünmesinde, empati kurmasında, onun halini anlamaya çalışmasında yarar
vardır. Gerek annenin, gerekse çocuğun arkadaş çevresinin yaptığı genelleme,
bireyin muhataplarıyla iletişiminin zarar görmesine, ilişkilerinin giderek
olumsuza dönmesine neden olur. Etiketleyen muhatabına güvensizlik duygusu verirken,
etiketlenen de özgüven yitimine uğrar. İki taraflı bir zarar ortaya çıkar.
“Herkes öyle diyor” şeklinde
yapılan genellemeler, bir bakıma kolaycılığa kaçmaktır; yapanın bilgisizliğini
ve kendine güvenin eksikliğini de yansıtır. Burada önerilen tutum; genelleme
yapmadan önce, karşılaşılan durumu mümkün olan bütün yönleri ile tarafsız
olarak anlamaya çalışmak ve elde edilen bilgiyi tarafsız gözle analiz edecek
zihinsel çabayı göstermek olmalıdır.
Yukarıda değinilen “dil ve
kültürün yaşatılması ile ilgili bir engelleme” olsa bile, bunun arkasındaki
nedeni “köken dilinin ikinci dilin öğrenilmesi sürecinde engel oluşturduğu” kanaatine
bağlamamak gerekir; bu genelleme bilim dışı varsayımıdır. Çünkü köken dili;
çocukların kimliklerinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır ve bu dil yok
sayıldığında, okula giden çocuk da kısmen yok sayılmaktadır. Bu yok sayma, çocuğa
“Dilini ve kimliğini okul dışında bırak!” mesajı olarak algılanıyorsa, çocuğun
toplum içinde özgüveni yüksek, çevresi ile sağlıklı ilişkiler kurabilen,
donanımlı bir birey olarak yetişmesi de engellenmiş olur. Bu tutum sadece
çocuğa değil, içinde yaşanılan toplama ve geleceğine zarar verir. Köken
kültürünün yok sayılması, bir minik kuştan kırık kanadıyla uçmasının istenmesi gibi
bir haldir. Çocuğun derdi ile dertlenen, onu anlamaya çalışan öğretmenler, çocuğun
içinde bulunduğu olumsuzlukları avantaja çevirirken, geleceği de inşa eden
öğretmenlerdir. Köken kültürü yok sayılan, saygı gösterilmeyen çocuğun özgüven
eksikliği hissetmesinin, derslere daha az katılmasının, kendini yaşıtları
arasında daha az değerli hissetmesinin, okula ve okul çevresine ait hissetmemesinin
ve sözün kısası; çocuğun kimlik gelişiminde sorunlar yaşamasının, akademik
gelişiminin istendik düzeyde gerçekleşmemesinin sorumlusu, ona bu duyguları
yaşatanlardır. Burada bir eksiklik söz konusuysa, bu eksikliği gidermek
öncelikle eğitim yöneticilerinin sonra da öğretmenlerin görevidir.
Göçmen kökenli çocukların topluma
daha kolay uyum sağlayabilmesi için Bielefeldli sosyolog Wilhelm Heitmeyer de dâhil
olmak üzere, çoğu bilim insanı “çocuğun bireysel özelliklerinin tanınması, ait
olduğu grubun özelliklerinin kabul edilmesi ve topluma aidiyet duygusunun,
“biz” hissiyatının pekiştirilmesi” gerektiğini söylüyor. Gerçekten de zaman
zaman suçlanan, aidiyet veya bağlılık duygularının zayıf olduğundan şikâyet
edilen kişileri suçlamak yerine, onları anlamaya çalışmak; toplumsal ve sosyal
hayatı yaşanılır kılmanın anahtar ilkesi olacaktır.
Okulda, çarşıda, pazarda
ötekileştirilen; tek kanatla uçmaya çalışan çocuğun sağlıklı gelişimi için
diline, inançlarına, kökenine gereken değer verilmeli, saygı gösterilmelidir. Heitmeyer
bu durumun eksik olması halinde görülebilecek şu sorunlarla dikkat çekiyor[1].
Tanıma açığının yoğun olduğu yerde ya hoşlanmama, ya geri çekilme, ya da içine
kapanma olur. Bulunduğu ortamda kabul görmeyen bireyler, kendilerini yargılamadan
oldukları gibi benimseyen başka gruplara yönelir. Bu gruplar her zaman toplumun
kabul ettiği legal çevrelerle sınırlı olmayabilir. Toplumun dışına itilen bireyler,
kendi varlıklarını bu gruplar içinde sürdürme ve bir çeşit kabul görme imkânını
bulur. Baskın kültür içinde yok sayılan bireyler, kendini ifade edebilmek, kabul
ettirmek istedikleri bazı durumlarda güç kullanma eğilimi gösterebilir. Böyle
bir kabul görme, kabul görmeyen açısından hiç kabul görmemekten daha fazla tercih
edilse de toplumsal ve sosyal açıdan sorun oluşturabilecek bir tehdittir.
Kendi köken diline ve kültürüne samimiyetle
bağlı olan bir öğrencinin, kendini bulunduğu ortamlarda ikinci dilde sorun
yaşamadan ifade etme becerisi olsa bile, baskın kültürün taşıyıcıları tarafından
kabul görmemesi, duygusal incinmelere neden olur. Toplumun içinde değil; yanı
başında, taşıyıcı kültüre paralel bir hayat sürmeye yönlendirilen çocuğun, beden
ve ruh sağlığını bozmadan yaşaması, kendini topluma, devam ettiği okula ait hissetmesi,
akademik başarıya odaklanarak yaşaması mümkün mü? Buna rağmen, adeta imkânsızı
başaranların başarı öyküleri içimizi ısıtmaya devam etmektedir.
İnsanlar sorunla doğrudan
yüzleşmek yerine bazen genellemenin arkasına sığınırlar. Zalimin yüzüne karşı
bir şey söyleyemese de “toplumda zulüm artmıştır” diye feryat eder. Yabancı bir
kültür çevresindeyse “Hocam, bunlar bizi sevmiyor” diye dertlenir. Yahut birine
bir şey söylemek isteyip, söyleyecek fırsatı bulamazsa, ortaya konuşur;
genelleme yapar. “Bana bir şey mi dedin?” şeklindeki çıkışa da “Ben havaya bir
taş attım; sen niye başını korumuyorsun!” şeklinde cevap verilir.
Bu yazıda genel geçer sözü
bırakıp, havaya atılan taşa, verilmek istenen mesaja bakalım. Göçmen kökenli
bir çocuğun okula bağlanması, içinde yaşadığı toplumun ortak değerlerine sahip
çıkması için devam ettiği okulda tek kanatla uçmaya zorlanmamalıdır. Kültürel
çeşitlilik bir zenginliktir ve ev sahibi ülkenin toplumsal, sosyal ve ekonomik
hayatına olumlu yansıyacağı gibi, geleceğin daha nitelikli bir yapıya
kavuşmasını sağlayacaktır.
Not: Bu yazı Europa Journal - Haber Avrupa Gazetesi Mart 2019 sayısı için hazırlanmıştır. Yazıya gazetenin http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/maerz2019/cakir032019.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
[1] Wilhelm
Heitmeyer: "Der Erfolg der AfD wundert mich nicht". Von Arno Widmann;
Berliner Zeitung. 22.10.16.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder