Geçenlerde gzt.com sosyal medya
platformundan Nuriye Çakmak Çelik'in M. Doğan
Cüceloğlu ile yaptığı uzunca bir söyleşiyi* keyifle dinledim. Hoca o
kadar içten anlatıyordu ki onun anlattıkları ile kendi yaşadıklarım arasında benzerlikler gördüm
ve sizinle paylaşmak üzere notlar tutmaya başladım. Aşağıda okuyacağınız cümleleri
ben yazmış olsam da içerik olarak Doğan Hoca’nın görüşleri olduğunu, benim onu size
takdimim olduğunu bilmenizi isterim. Söyleşide beni can evimden
yakalayan “Canın büyüğü küçüğü olmaz. Hepimiz aynı evrenin parçalarıyız.” sözü oldu.
Ona da küçücük bir çocukken sapanla kuş avlamaya çalıştığı bir anda analığı söylemiş.
“Yapma yavrum; onun da canı var.” demiş. Buna itiraz eden küçük Doğan’ı “Canın
büyüğü küçüğü olmaz” diye uyarmış. Anadolu insanının yüreğinin sesi duyuluyor.
Burada insanın insana duyduğu ünsiyet
görülüyor. Hoca da bu nokta çağımızın hastalığı olan iletişim eksikliğine
teşhisi koyuyor. “İnsan birbirinin farkına varınca iletişim başlar. Ailede,
okulda iki insan birbirinin farkına vardığında iletişim içinde olacaktır ve
bundan sorumluluk alacaktır.” diyor ve henüz bu alanda bir bilincin tam
gelişmiş ve oturmuş olmadığına dikkat çekiyor.
Ona göre; toplumumuzda “İnsanlar okumuşlar
ama eğitilmemişler.” Örf adetlerimizde karşılıklı iletişim içinde olmanın bir
sorumluluğu, bir adabı vardı. “Konuşurken konuştuğunuz kişinin farkına
varacaksınız.” yani onu adam yerine koyacaksınız demek istiyordu.
Toplumumuzdaki insanların iletişimsizlikle ilgili sorunun kaynağını ise “Bu
insanlar özde kötü insanlar değiller; akılsız da değiller. Sadece
eğitilmemişler.” diye tanımlıyordu. Eğitim gerçekten çok önemli. Anadolu’da “beşikten
mezara kadar” eğitim öneriliyor; dinimizde “İlim Çin’de de olsa öğreniniz” diye
tavsiye edilmiyor mu?
İnsanlarla karşılıklı iletişim kurmanın
da bir toplumsal ve sosyal sorumluluğu var; o sorumluluğun farkına varacaksınız.
Bir kimseyle sık sık aynı ortamdaysanız, zaten ilişkiniz başlıyor. Bu durumda,
ilişki içindeki insanlar, birbirinin tanığı oluyor; birbirine tanıklık
yapıyorlar. Bu tanıklığın, tanışıklığın getirdiği bir sorumluluk var.
İlişki içindeki insanın iki
özelliği vardır; bunlardan biri sosyal kimlik, sosyal kimliğin içindeki ben.
İkinci özellik de insanın öz kimliğidir. İnsanoğlu sürekli yolculuk içinde olan
bir yaratıktır. Yunus Emre “Bir ben var benden içeri” dediği zaman insanın
içinde bulunduğu evrene doğru yolculuk yapmış oluyorsunuz. Hayatın anlamı da
orada oluşuyor. İnsanın ilk sosyal kimliği bir kabuk ise onun hayatına anlam
veren de bu öz. Bütün yolculuğun anlamı da bu özde gizlidir. Öznur Özdoğan ise
bu özü bu durumu akademik olarak “Üst benliğimiz sürekli olarak bize en güzel
olan yolu izlememiz için, değerli ipuçları yollamaktadır. Bu noktada “sezgisel
akıl” önem kazanmaktadır.” diye açıklıyor**. Mesaj doğrudan değil;
sezdirme yoluyla veriliyor. “İnsanları ve olayları kontrol etme ihtiyacımız alt
benlikten kaynaklanmaktadır. Alt benlik dünyasında, karşımıza çıkan sorunlarla
mücadele etme gücüne sahip olmadığımızı düşündüğümüzden, gelecek her zaman
korku vericidir. Üst benlik seviyesine sıçradığımızda, aradığımız güvenceyi
bulmanın büyük rahatlığı içinde oluruz. Bu güvence; “Hayatta karşıma ne çıkarsa
çıksın, onunla başa çıkabilirim” anlayışıdır. Üst benliğimiz sürekli olarak
bize en güzel olan yolu izlememiz için, değerli ipuçları yollamaktadır. Bu
noktada “sezgisel akıl” önem kazanmaktadır. Bağımlılıklarımızın büyük bir
bölümü, neşemizin kaynağının yer aldığı benliğimizin derinliklerine
ulaşamamaktan ve bu neşeyi gündelik yaşantımıza taşıyamamaktan kaynaklanmakta.
Umutsuzluk içinde, kendi kendimizi tahrip etmemize yol açsa da, geçici
çarelerin peşine düşmekteyiz.”
Doğan Cüceloğlu, bu öze “olmak”
diyor. Burada “insan olmak” insanın dış kabuğu ise “yapmak” insanın özünü
oluşturuyor. Bunlar öğretmenlik yapmak ile öğretmen olmak gibi farklı iki
kavramı açıklıyor. Öğretmenlik yapan kişi sınıfa girdiği zaman karşısında
öğrenci görür; ama öğretmen olmuş olan, canlar görür. Peki, bu durumu öğrenci
bilir mi? Yaratan öyle yaratmış ki 6 aylık bebek bile biliyor. Bunun farkına
varmak ve farkına vardırmak çok önemlidir. Bu durumu da ilkokul yıllarına geri
dönerek açıklıyor. Okulu sevmediğini hatırlıyor. Nasıl sevsin? İlk gün iğneci
gelmiş, hem de hasta olmasına neden olmuş. Yeni gelen öğretmeni ise başını okşamış.
Hayatına dokunmuş.
Toplumumuzda herkes sosyal
kimliğe önem veriyor. Günümüzde bir takım unvanlar, toplumsal statüler kişinin
adının önüne geçiyor. Anne babalar, bu süreçte ne yapacaklar? Acaba
çocuklarının can kimliğine mi yoksa sosyal kimliğine mi yönelecekler? Toplum
can kimliğinden ziyade sosyal kimliğe odaklanıyor. Doğan Hoca bu nokta şunu anlatıyor;
“Bir yere gittiğimde insanlar bana kendini takdim ediyor. Hakim, genel müdür
vb. ama adını söylemiyor. Gülümsüyorum; adın da var değil mi? Adın da vardır
herhalde. Veya adam yanındakini tanıtıyor. ‘Bizim büyük oğlan.’ ‘Adı var mı
bunun?’ diyorum. Şaşırıyor. Farkında bile değil. Onlar sosyal kimlik. Ondan
dolayı, bizim halkımızın farkında olduğu öz meselesini eğitime, yaşama almak
istiyorum.”
Verilen bu örnekte değerler
bilinci öne çıkıyor. Doğan Hoca; “Değerler
anlamını bulursa kurallar ve kanun anlamını bulur. Ama değerler bir anlam ifade
etmiyorsa o zaman kurallar bir işe yaramaz. Lafta kalır.” diyor ve ilave
ediyor. “Ben bir toplumun geleceğini ailede ve eğitim ortamında yaşayan
değerlerde buluyorum. Konuşulan değerler değil, yaşayan değerler önemlidir.
Eğer siz bu değerleri ailede, eğitim
ortamında, toplumda yaşatırsanız, ben şuna kesinlikle inanıyorum; bilim,
teknoloji, ekonomik refah gelir kapını çalar. Önemli olan, doğru değerlerdir.”
Kesinlikle doğan ve doğacak olan
çocukların olabileceklerinin en iyisi olması yolunda anne babalara,
öğretmenlere önemli görevler düşüyor. “Her çocuk, insanlığa verilmiş kutsal bir
emanettir. Bu emanetin farkına vardığınız zaman, bu çocukların müthiş bir
potansiyel olduğunu görürsünüz. Bu
potansiyelin farkına vardığınız zaman, vebalinin de farkına varıp, elinizden
geleni yaparsınız.” Bu durum insana yük getirmez, aksine hayatına şükür duygusu
getirir. Anne baba olarak sorumluluklarınızın farkına vardığınız andan
itibaren, dersiniz ki “Şükürler olsun!”. Her türlü eziyeti çekerim ama iyi ki
varlar. Elimizden gelenin en iyisini yapacağız dersiniz. Bu da evlat sevgisi
olsa gerek.
Doğan Hoca, insan hayatını bir
yolculuğa benzetiyor. “Bu yolculukta iki türlü yaşam tarzı görüyorum. Bir
tanesi ‘dış odaklı’ tanıklığın önemli olduğu; “Annem ne diyecek? Babam,
öğretmenim ne diyecek, otoriteler ne diyecek?” türünden bir bakış tarzı.
Böylelikle sürekli bir dışarıya hesap verme durumu var. Bir de ‘iç tanıklığa”
önem veren bir yolculuk. Yani bu dış tanıklık hep bir denetlemeye dayalı oluyor.
İç tanıklık ise gelişime dayalı oluyor. Burada altı tane tanıklık boyutu var.
Ben var mıyım, olduğum gibi kabul ediliyor muyum yoksa ötekileştiriliyor muyum?
Ben tekliğim içinde görülüyor muyum, değerli miyim? Potansiyelime güveniliyor
mu; emek ve zamana değer miyim? Sevilmeye layık mıyım? Ekipten miyim? Bana
saygı duyuluyor mu? Dış tanıklıkta, “ben var mıyım?’ diyor, göze bakıyor.
“Kabul ediyor musun beni?” diyor gözüne bakıyor. Yani senin kabul edebileceğin
hale nasıl gelebilirim? Şöyle giyineceksin, böyle yapacaksın şeklinde. Değerli
miyim? Bana nasıl değer verebilirsin? Hep böyle dışarıya bakma durumu var.”
Hoca burada çocukların belli yaş gruplarındaki marka tutkusuna da açıklık
getirmiş oluyor. Bu yolculuk her yaşta her dönemde şekil değiştirerek devam
ediyor.
İç tanıklıkta anne, baba eğitim
diyor ki “Bak evladım hiç kimse olmasa dahi senin hayatında sen varsın. Unutma,
unutma bunu sakın. Kendi tanıklığın senin en önemli tanıklığındır. Kendi
gözünde var mısın? Kendini olduğun gibi kabul ediyor musun? Kendinle
ilişkilerini değerli görüyor musun? Kendi potansiyeline güveniyor musun,
yapabileceğine? Kendi kendini, kendine emek ve zaman vermeye değer görüyor
musun? Kendine saygın var mı? Ekibini keşfettin mi? İçindeki bizi keşfedip
sorumluluğunu aldığın zaman hayatına anlam girer. Böylelikle kendi tanıklığını
keşfetmiş birisi güvenilir bir insan olur. Dış tanıklığa göre oluşan ahlakta ‘kimse
görmüyor ki istediğini yap’ dersin. Böylelikle tamamıyla dıştan denetimli bir
ahlak girer. Ama iç tanıklığı keşfetmiş birisi kimse görmese de yapama. İşte
tasavvuf burada devreye girer. O can, aslında senin özün, evrenin özü ve o
tanıklık yapıyor.” Dış tanıklık günlük hayatta “Elalem ne der?” iç tanıklık da “Allah
korkusu” olarak öğretiliyor. Halil Cibran’ın dediği gibi; “Bu kâinatın gerçek
sahibi var. Siz bir araçsınız.”
Toparlayacak olursak; toplumun
iyi yetişmiş vatandaşlara ihtiyacı var. “Uzun vadede her toplumun olduğu gibi,
Türkiye’nin de sorunlarını çözecek olan, Türk vatandaşlarıdır. Onun için
vatandaşın bilinçlenmesi, vatandaşın sorumluluğunun farkına varması, vatandaşın
kendi iç dünyasında o sorumluluğun farkına varıp, dürüstçe kabul edip, kolları
sıvaması meselesi var. Ondan dolayı vatandaş olmadan vatanın geleceği ile
ilgili garanti içinde olamazsın. Onun için o vatandaşımızı olabileceğinin en
iyisi olmasına hizmet etmesi meselesi var”.
Gönülden söylenen sözler diğer
gönüle yol buluk akarken, dilden söylenenler kulaktan öteye geçmezmiş. Çok
şükür ki gönülden gönüle köprüler kurmaya devam ediyoruz ve bence iyi de
yapıyoruz. Önümüz gönüllerimizi bir arada tutan; ortak değerlerimiz, yeni
yetişen nesillerimizin sağlam zeminlerde kalmasına vesile oluşturan bayram.
Bayramınız kutlu olsun!
* Doğan Cüceloğlu: Okulun ilk günü
sarhoş iğneci nedeniyle topal oldum. https://www.youtube.com/watch?v=lTkGjTkbZAw
(17.05.2020).
**.Öznur Özdoğan. Bir ben
vardır bende benden içeri. Gazete Vatan. 05 Haziran 2018 Salı http://www.gazetevatan.com/prof-dr-oznur-ozdogan-1172202-yazar-yazisi-bir-ben-var-bende-benden-iceri/
(17.05.2020).
-----------------
Bu yazı Europa-Journal / Haber Avrupa/ Mayıs 2020 sayısı için hazırlanmış olup, http://europa-journal.net/canin-bueyuegue-kuecuegue-olmaz/ (22.05.2020) adresinden ulaşılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder