20 Aralık 2022 Salı

İnsan insanın yurdudur

 


İnsanoğlu, her şeyden önce, kendi varlığını ayakta tutmaya, koruyup sürdürmeye çalışır; bu onun doğuştan getirdiği özelliklerinden biridir. Bu özellik; insanı doğa nimetlerinden mümkün olduğunca fazla yararlanmaya yöneltir. Bu nedenle de insan ister istemez bazen “birinin düşmanı”, bir diğerinin “rakibi” olur. Kimi zaman da “birini diğerinin alternatifi” gibi görür. Bu karmaşık anlayışla birlikte “herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) başlar. Bu savaş Batılı kültür anlayışında “insan, insanın kurdudur” (homo homini lupus) şeklinde tanımlanmıştır (Gökberk 1993: 285).

Doğu insanı ise, bu durumu daha yumuşak, esnek bir ifade ile dışa vurmuş; “insan, insanın yurdudur” şeklinde söylemiş. Her hâlükârda “İnsanoğlu doğayı iradesiyle dönüştürerek ondan bir dünya kurar” (Korkmaz, 2005, s. 139). İnsanın bu dünya içinde birey olmak, kendine bir yer edinmek için çalışması, ise onun insan olmasının gereğidir. Dünya hayatı bu durumda cennete döner. Dünyanın cennet olması da iyilik ve güzelliklerin insan hayatına egemen olması, insanların huzur içinde karşılıklı hoşgörü ve anlayış birliğinde yaşaması, hayatı paylaşması anlamına gelir. Zaten bütün İbrani dinlerde cennet; dünyadaki bağ, bahçe gibi “huzur veren alan” anlamına gelir (Şahin, 1993: 374).

Dünyamızın cennete dönebilmesi için kişinin dil gelişimini tamamlaması, sosyal çevresini oluşturması, etkili iletişim becerisini kazanarak eğitsel ve sosyal olarak kültürlenme sürecini tamamlamasıyla mümkün olabilir. Zaten çevresini ve çevresindeki insanları tanımayan kendini tanıyamaz. Kişinin kendi benliğinin özüne varabilmesi, kendini tanıyabilmesi için başka insanlara yönelmesi ve kendi iç dünyasından dışarı çıkması gerekir. İnsan; insan olduğunu hissedebilmek için her zaman bir başka insana ihtiyaç duyar. Thomas Hobbes'ın “insan insanın kurdudur” şeklinde özetlediği savaş halinin önüne geçilebilmesi için insanlar arasındaki olumlu iletişimde ısrarcı olunması, insanların birbirinin derdini dinleyerek hemdert olması, halini anlamaya çalışarak birbirleriyle hemhal olması gerekir. Aksi halde kimsenin kimsenin derdini dinlemek istemediği bu materyalist çağda insanlar arasında dur durak bilmeyen yok olma korkusu ve tehlikesi bütün insanlığı esir alır; “insan yaşamı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısadır” (Bkz.: Özmakas 2020) algısı pekişir. Bu duygu durum bozukluğu da insanlığı sürekli daha etkili, daha güçlü “savunma” araçları geliştirmeye, öteki olarak görüleni ortadan kaldırma arayışına sevk eder. Halbuki bu uğurda yapılan harcamalar eğitime, geri kalmışlığın ortadan kaldırılmasına harcansa, insanlığın geride bıraktığı tarih çok daha farklı olur, gelecekten beklentiler de hayal edilemeyecek yeni ufuklar açardı.

İmam-ı Gazzâlî (1058-1111) “Her şey zıddıyla kaimdir” derken her şeyin var olmasını, farklı olanı, öteki olanın varlığına bağlar. Ona göre; alemdeki her olumsuz örnek, güzel örneklerin daha kolay anlaşılmasına vesile olur.  Siyah, siyahlığını beyaz olmadan bilemez; gece, gün bitmeden geceliğini giyemez. İngiliz şair, ressam ve düşünür William Blake (1757 - 1827) veya  Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) de “her şeyin karşıtıyla anlam kazandığını” diyalektik olarak anlatmışlardır. Herkesin birbirine benzediği yerde değişme ve gelişme söz konusu olmaz. Farklı bakış açıları insandan insana ve insandan topluma açılan birer penceredir. (Bkz.: Uyar, 2012: 15).  Bilimsel yayın ve kuram üreten üniversitelerde de öğrenci, asistan, öğretim elemanı bağlamında oluşan döngünün kırılması, herkesin birbirine benzemesinin önüne geçmek için bir dizi tedbirler alınmış, hayata geçirilmiştir. Yaratılan hiçbir şey, nedensiz değildir.

Kültürel ve tarihsel psikoloji çalışan Sovyet psikolog, Lev Vygotsky; insanların bilişsel gelişimlerinin yaklaşık iki yaşından itibaren başladığını, dilin ve düşüncenin birbirinden bağımsız olarak gelişmeye başladığını, konuşmaya başlamadan önce de bir dil gelişimi evresinin olduğunu söylemektedir. Ona göre dil; sosyo kültürel çevre ile bireyin zihinsel süreçleri arasında köprü işlevi görür (1988). Dolayısı ile sözler insanın kendini ifade edebilmesi için kullandığı en güçlü sosyal araçlardan biridir. Çocuğun konuşması geliştikçe eylemlerinin kontrolü ve planlaması da artmaktadır. Bu süreçte paraya tahvil edilemeyen değerlerin yaşatılmasından ziyade, günümüzde artık nostaljik bir değer olarak görülmeye başlanan, mahalle kültürümüzü yaşatmak, yardımlaşma duygusunu kaybetmemek gerekir. Toplumsal değerlerimizi yaşattıkça, Batılı anlayışın aksine, insan insanın kurdu değil, insan insanın yurdu olmaya devam edecek; toplumsal ve sosyal hayatın, birlik ve beraberliğin etkisi M. Akif Ersoy’un dediği gibi “Toplu attıkça yürekler, onu top sindiremez” hale gelecektir.

Toplumsal ve sosyal hayatın içinde Ben ve Öteki arasında kurulan ilişki birbirini tamamlayan bir ilişkidir. Ötekinin tehdit olarak algılandığı yerde bir arada yaşamak, aile olmak, huzur bulmak mümkün değildir. Öteki bir tehdit unsuru değil, aksine Ben’in sınırlarını aşmasına ve kişinin kendini daha iyi bir şekilde ortaya koymasına imkân veren bir varlıktır  (Bkz.: Uyar, 2012: 17). Bunu somutlaştıracak olursak; ana-baba olmak fedakârlık gerektirir. “İnsanın çocuk yetiştirmek için kariyerini feda etmesi gerekiyor” düşüncesiyle doğurganlık düşüyor. İnsanlar maddi menfaatleri olmayan hiçbir şeyi bir başkasına vermez haline geliyor. Toplumsal ve sosyal dayanışma ortadan kalkıyor, en ufak bir konuda bilgi almak için profesyonellere başvurmak gerekiyor. Bilgi ticarileşiyor, danışanın ekonomik gücü zayıfsa, bilgiye ulaşması zorlaşıyor.

Hiç şüphesiz; birey var olabilmek için ancak bir başka bireyin karşısında kendini bulur ve birey olarak vücut bulur. Bireysel ve toplumsal gelişim için her bir bireyin meydana getirdiği toplumun farklı dinamiklerinin uyum içinde çalışması beklenir. İnsanların kapitalizmin güdümlü oyuncağı olmaktan çıkarılması ve içinde bulunduğu kısır döngüyü kırması gerekir. Bu da ancak giderek unutulmaya yüz tutan olumlu özelliklerimizi harekete geçirmekle mümkün olabilir.

Unutmayalım ki her insan biriciktir, tektir. Her insan dünyayı kendi Ben’inin deneyimlerine göre öznel olarak algılar. Kendini iyi hissedebilmesi, mutlu olabilmesi için insanın iç huzurunun temin edilmesi, mutluluk peşinden koşmak yerine hayatın içinde “sevme”, “haz alma” ve “emek verme” dengelerini iyi kurması gerekir. Burada söz konusu edilen iç huzuru mutluluktan ayrı bir duygudur (Bkz.: Sayar 2013). Söz gelimi yüz insanın her birinden bir ağaç resmi çizmesi istense, herkes kendine göre bir ağaç resmeder. Dolayısı ile resmedilen her bir ağaç, çizenin zihnindeki görüntüye denk düşen bir ağacın yansıması olacaktır.

İnsanlar endişeli olduğunda, sıkıntılı duygu ve düşünceler yoğunlaştığında, yalnızlıklar, çaresizlikler arttığında, mutsuzluklar ortaya çıkıyor. Her insan kendi dünyasını, deneyimleri, algıladığı ruhsal durumu ve diğer bireylerle etkileşim durumuna göre oluşturduğu için, kendi varlığının farkına varabilmesi de başka bireylerle iletişime geçmesi ile mümkün oluyor (Sayar 2013).

Huzur ve mutluluğunuzun yanı sıra elem ve kederlerinizi de paylaşacak, sizlere kurt değil, yurt olacak insanlarla olmanızı dilerim.

 

Kaynakça

Gökberk, Macit (1993). Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Korkmaz, Ramazan. (2005). Yurtsuzluk İtkisi ve Anayurt Oteli. İlmi Araştırmalar, Sayı 20, 139-148 . URL https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/73551 (Son erişim: 29.11.2022).

“Jung, Carl Gustav. Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi (Çev. Engin Büyükinal), İstanbul: Say yayınları, 1997” Uygun, 2012, s. 15’deki alıntı. 

Özmakas, Utku (2020). ‘Homo Homini Lupus’ Sözü Üzerine, Kaygı, Sayı 19 (1)/2020:  200-219. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1004268 (Son erişim 06.12.2022).

Sayar, Kemal (2013). Gerçeğe Doğru Zafer: Bilim, Araştırma, Kültür Sanat Dergisi. 441. Sayı. https://www.zaferdergisi.com/ (Son erişim 06.12.2022).

Şahin, M. Süreyya (1993). Cennet. TDV İslam Ansiklopedisi. Cilt 7, ss 374-376. https://islamansiklopedisi.org.tr/cennet (Son erişim 06.12.2022).

Uygun, Özge Başak (2012). Ben’likten Birlik’e Bir Yol: Dil. Bekir Günay (Ed.). Genç Akademisyenlerin Perspektifinden Birlikte Yaşama. İstanbul: Da Yayıncılık: 40, İnceleme Dizisi: 17. ISBN: 978-9944-5273-7-8.

Vygotsky, L. S. (1998). Düşünce ve Dil. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları. ISBN 975-8269-35-6


Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Aralık 2022 sayısı için hazırlanmıştır. (http://avrupa.at/insan-insanin-yurdudur/)

29 Kasım 2022 Salı

Okul Başarısı


Toplumumuzda bir öğrencinin derslerinden yüksek not alması, sınıfını yüksek notlarla geçmesi, üst eğitim basamakları için yapılan yarışma veya sıralama sınavlarında yüksek bir puan elde ederek önceden belirlenen hedeflere ulaşması başarı olarak değerlendirilmektedir. Oysa okul başarısı hayattaki başarı için tek ölçüt olarak görülmemelidir. Asıl başarı, öğrenilen veya edinilen bilginin hayata aktarılabilmesi ve olumlu sonuç alınmasıyla ilişkilidir. Bu yazıda başarıyı etkileyen unsurların bir kısmı anlatılacaktır.

Öncelikle öğrencilerin iyi bir başarı çizgisine ulaşabilmesi için, çocuğun okula gitmeden önce gideceği okulu farklı özellikleri ile tanıması, okul açılıp derslere başlandıktan sonra da her gün işlenecek konular hakkında ön bilgi edinilmesi ve bu yolla öğrenmeye hazır olarak okula gidilmesi, okul dönüşünde de elde edilen günlük kazanımların kısa bir tekrarının yapılması tavsiye edilmektedir. Bu süreçte öğrenciler için ilave ödev verilmesine de gerek kalmamaktadır. Okuldan verilen ödevler de aslında günün tekrarı ve öğrenilen bilginin kalıcı olmasını sağlamaya yöneliktir.

Öğrencilerin bir kısmının devam ettiği okul türünde arzu edilen başarıya ulaşamadığı, karne notlarının akranlarına göre daha düşük olması nedeniyle eğitimlerine devam etmedikleri görülüyor. Bu öğrencilerin meslek eğitimine başladıktan sonra çıraklık, kalfalık ve nihayetinde ustalık derecelerinden birini bile almadan eğitimlerine son verdikleri de gözlenebiliyor.

Bu süreçte belirleyici olan birinci faktör veli, ikinci önemli faktör öğretmendir. Mesleğini seven, öğrencisine bir şeyler öğretmek için gayret sarf eden, kendisini sürekli yenileyen, işini ve öğrencilerini seven ve mesleğine adanmışlıkla çalışan bir öğretmen, aynı zamanda öğrencileri için de iyi bir rol model olur ve öğrenciler de öğretmeninin desteğini almak, onun gözüne girebilmek için daha çok çaba gösterir.

Öğrencilerin düşük başarılarının altında öncelikle öğrencilerin öğrenme güçlüğü aranır. Bu süreçte öğretme güçlüğü çeken öğretmen ve çocuğu ile ilgilenmeyen veli de hesaba katılmalıdır. Sorunların önüne geçilmesi amacıyla okul psikoloğu veya okuldaki rehber öğretmenle ve öğrencinin ders aldığı öğretmenle işbirliği yapılmasında yarar vardır. Okul profesyonellerinin, yani ister sınıf isterse alan öğretmeni, rehber veya okul psikoloğu olsun, her birinin aynı zamanda iyi birer öğretmen olması beklenir. Okulda öğretmen, okul idaresi ve veli arasında yakın işbirliği sağlanabilirse, eğitimdeki düşük başarının kaynaklarının tespit edilmesi ve zamanında tedbir alınması kolaylaşır.

Öğrencilerin performans düşüklüğünün kaynağı dört temel noktada aranmalıdır. Bunlar;

1. Bireysel sorunlar: Burada öğrencinin öğrenme sorunları, dil bariyerleri, öğrenme güçlükleri, duygusal bozukluklar sıralanabilir. Ayrıca öğrenciye okulunu, öğretmenini, dersleri, eğitim faaliyetlerini sevdirmek; eğitimin önemini anlatmak gerekir.

2. Sosyal faktörler: Evde stres ya da uygun yaşam alanı bulamayan, anne ve babasının sevgisini, ilgisini ve desteğini hissetmeyen, evde katı disiplin altında, psikolojik baskılar gören, huzurlu ve mutlu bir aile ortamı olmayan çocukların başarısızlıklarında sayılan hususlar önemli birer etken olarak değerlendirilmelidir.

3. Etiketleme: Sınıfta öğrencinin akranları arasında ayrıştırılması, kendisine “aptal” gibi yakıştırmalar yapılması, türlü anlamlara gelen lakaplar takılması da öğrencinin kendini değersiz hissetmesine ve okul başarısının düşmesine neden olabilir. Buna kısaca okul ya da akran zorbalığı da ilave edilebilir. Bu zorbalık, fiziksel şiddet ve tehditten başlayarak hemen dikkat çekmeyen ama öğrencilerin duygusal travmalar yaşamasına neden olan sözlü tacizlere, ayrımcılığa ve dışlanmaya kadar çeşitlilik gösterebilir. Bu olumsuzluklardan etkilenenler bireyler olmasına rağmen, bu bireylerin psikolojik olarak taşımakta güçlük çekeceği grup içi özdeşleşme gibi sosyal ve psikolojik faktörler tarafından desteklenirse, sorun bireysel olmaktan çıkıp kurumsal bir hüviyete dönüşür. Türkiye kökenli öğrencilerin okulda kimi derslerde Türkiye karşıtı konularla yüz yüze bırakılması da sorunu bireysel veya kurumsal olmaktan çıkarıp eğitim politikalarına kadar uzanan bir dizi sorun yumağına dönüştürür.

4. Toplumsal faktörler: Bu bağlamda öğrencinin yaşadığı toplumsal ve sosyal çevreyle ilgili faktörler dikkate alınmalıdır. Bazı ailelerde çocuğun cinsiyet ayrımına tabi tutulması, bazı sosyal ortamlarda ırkçılık ve sosyal ayrımcılığa maruz kalınması öğrencinin okul başarısını olumsuz yönde etkileyebilir. Öğrencilerin ayrımcılığa maruz kaldıkları dönemlerde veli, okul psikoloğu ve okul yönetimi bu konuyu birlikte ele almalı; uygun bir çözüm üretmeye çalışmalıdır. Eğitim hizmetlerinin aksayan zincirlerinde veliler okul idaresi ile işbirliği imkânı bulamadıkları durumlarda hukuk desteği alabilirler ve öğrencilerin okul başarısının istendik düzeyden daha düşük olmasının önüne geçebilirler.

Öğretmen, veli ve uzman işbirliğinde öğrencinin özel gereksinimlerinin belirlenmesi, değerlendirilmesi ve elde edilen çıktıların yardımı ile ortaya koyulan olumsuzluklar ile baş edilebilmesi için uygun yöntem ve tekniklerin önerilmesi, hayata geçirilmesi mümkün olabilir. Bu yolla kendini okulda yabancı hisseden öğrencinin gerek dil engelinin kaldırılması gerekse sosyal çevreye uyum sağlamasının yolu açılabilir. Buna ek olarak yukarıda sözü edilen diğer hususların ortadan kaldırılmasına yönelik çabalarla “sıcak öğrenme ortamları” oluşturulabilir. Ortak çalışmalar fiziksel engeli olan çocukların okuldaki yaşantısını kolaylaştırıcı tedbirler alınmasına da yardımcı olur. Zihinsel engeli olan veya disleksi vb. gibi nedenlerden dolayı öğrenme güçlüğü çeken çocukların durumlarının tespit edilmesi, üstün yetenekli çocukların yaşıtları arasındaki farkındalıklarının ortaya koyulması sağlanarak, öğrencilerin öğrenme performanslarına uygun grupların içinde özel eğitim almaları sağlanabilir.

Öğrencilerin okul başarısını artırmak için onlarda sorumluluk duygusunun geliştirilmesi, kendilerine yaşlarına uygun görev ve ödevler verilerek öğrenmeye yönelik motivasyonlarının yükseltilmesi, başarılı olan rol modellerin tanıtılması sağlanabilir. Öğrencilerin bu yolla kendisine güvenmesi ve okul arkadaşları ile yakın ilişki kurabilecek ortamların oluşturulmasına imkân sağlanabilir. Çocukların sosyal ve kültürel ortamlara katılarak sosyalleşmesinin sağlanmasına, okul arkadaşını rakip olarak değil, akran ve arkadaş olarak değerlendirilmesine uygun ortamlar oluşturmak gerekir. Öğrencileri birbirleriyle yarıştırmak, mukayese etmek yerine her birinin yetenek ve kabiliyetlerine, yaş ve gelişim özelliklerine uygun çalışmalar yapmak, onları kapasitelerinin üzerinde bir hedef uğruna yarıştırarak gerçekçi olmayan beklentiye sokmak ve veli olarak kendi ideallerini çocuk üzerinde gerçekleştirmeye kalkıp hayal kırıklıkları yaşamaktan uzak durmakta yarar görülmektedir.

 

Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Kasım 2022 sayısı için hazırlanmıştır. (http://avrupa.at/okul-basarisi/ )

14 Kasım 2022 Pazartesi

Normal anormal

 

Günlük hayatımızda farkında olmadan kullanılan kavramları merak edip, sözlükteki karşılıklarına bakınca değişik anlamları olduğunu görüyor, bazen şaşırıyoruz. Söz gelimi, “normal” ya da “anormal” kelimelerini söylerken, bu kelimelerin gerçekte neyi ifade ettiğinin bile farkına varmıyoruz. İnsanın “normal” derken neyi kastettiğinin sınırlarını çizmek de her zaman kolay olmuyor. İnsanların farklı çevrelerde yetişmesi, farklı kültürel geçmişlerinin olması, bireysel özelliklerinin birbiriyle uyuşmaması, normal olanın hangisi olduğunun veya neyin kime göre normal olduğunun açıklanmasını zorlaştırıyor. Bazen anormal olanın normal, normal olanın da anormal olduğu kanaati ortaya çıkabiliyor.

Dünyanın adeta yeniden kurulduğu, toplumsal ve siyasal olumsuzluklar nedeniyle insanların ülkeler, kıtalar arası yolculuğa çıktığı yeni dünya düzeninin yol açtığı göçler,  Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik sorunlar ve giderek artan ekonomik krizler ve buna bağlı işsizlikle birlikte İslamofobinin de artması; yerli halkın kendini koruma refleksi geliştirmesine neden oluyor. Bu refleks ile aşırı sağ partilerin prim yaptığı ve oylarının yükseldiği, sosyal hayatta ayrımcılık ve dışlanma konularının görece olarak daha yoğun şekilde gündeme gelmesine neden oluyor.

Normalin sosyal bir yargı olduğu belirtiliyor. Batı kültürünün egemen olduğu coğrafyada algılanan normal ile Doğu kültürünün egemen olduğu coğrafyadaki normal, yargılar ve değerler bakımından örtüşmüyor. Normal, ister Doğu isterse Batı coğrafyasında olsun, insanların alışkın olduğu yaşam biçimlerine bağlıdır ve günlük hayatın rutinidir. Medya üzerinden verilen normal algısı ise çoğu zaman sun’idir, manipülatiftir, zorlayıcıdır. Anormallik ise normal olarak algılanan değerlerden, yargı veya olgulardan sapmaya yapılan yakıştırmadır. Günlük hayatta neyin normal, neyin anormal olduğunun ölçütü de bir davranışın toplumsal veya sosyal hayatta sorun çıkarıp çıkarmamasıyla ilgilidir. Sorun yoksa normaldir.

Çok kültürlü toplumlarda yaşayan ve sayıca azınlık durumunda olanlar, kendileri gibi olmayan baskın kültürün taşıyıcıları tarafından öteki olarak değerlendirilir ve öteki olarak tanımlananlar bir şey yapmasa bile kendileri açısından “ötekinin bakışının nesnesi” durumuna düşer; baskın kültürün davranışlarını olduğu gibi kabul etmezlerse toplum içinde sorunlu ya da uyumsuz birey/grup olarak değerlendirilirler. Bu durum kültürler arası iletişimin basmakalıplaştırdığı bir “egemen kültür anlayışının” doğmasına yol açar.

“Bu durumda ötekinin ne yapması gerekir?” sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Ötekileştirme ve ayrımcılık, bireyin doğuştan sahip olduğu özellikler üzerinden öngörülen eşitliğin bozulması ile ortaya çıkmakta ve bunun sonucunda ayrımcılığa uğrayan bireyin, kendini bağlı bulunduğu topluluktan dışlanmış, ötekileştirilmiş hissettiği düşünülmektedir. 

Ötekileştirilen gruplar içinde, kendini ötekileştirilenlerden değil baskın kültüre daha yakın gören, Şanlıurfalıların deyimi ile "yellehçiler” ortaya çıkar. Bunlar baskın kültürün taşıyıcılarına yellehçilik, yani bir tür dalkavukluk yaparlar. Bu yellehçileri hemen her meslek grubuna ait kişiler arasında görmek mümkündür ve bunlar sıkça ortalıkta bulunur, kendilerine kendilerince misyonlar yükler. Dalkavuk sözlüklerde; “kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, huluskâr, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı. Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse” olarak tanımlanmaktadır. Bu konuya burada nokta koyalım ve devam edelim.

Normal veya anormal ikilemi arasında ötekileştirilen Avrupalı Türklere ve öğrencilerimize devam ettikleri okullarda yapılan “kademeli ayrımcılığa” dikkat çekelim. Özellikle göçmen çocuklarının toplumun işgücü gerektiren meslek alanlarına yönlendirilip üst eğitim basamaklarına erişimleri örtük şekilde engellenmekte, bu da çocukların yetişkin hayata geçince siyasal, sosyal alanlara erişimlerinin kısmen engellenmesi anlamına gelmektedir. Kademeli ayrımcılık uygulamalarına bağlı olarak, örneğin Almanya’daki göçmenler birçok haktan mahrum kalarak etnik azınlıklara dönüşmekte, Alman vatandaşlığına geçmiş olsalar da toplum içinde Almanlar kadar ülkenin bir bireyi, eşit yurttaşı olarak değil; öteki olarak görülmeye devam edilmekte, kazanımlarının “ne olduğundan çok ne olmadığı” üzerine vurgu yapılmaktadır (Bkz.: Beyazyüz 2017).

Bir Türk çocuğu Almanya’da doğmuş ve orada büyümüş, orada okula gitmiş olsa ve hatta etnik bir Almandan daha iyi, aksansız bir Almanca konuşsa da zaman zaman ırksal olarak ayrımcılığa uğramaya devam etmektedir. Almanya’da anayasal değişiklik yapılmış olsa da kan bağı ilkesi Alman ulusçuluğunun temelini oluşturmakta ve Almanya’da yaşayan biri pratikte Alman kanından gelmediği veya farklı inanç grubuna ait olduğu için Alman olarak kabul edilmemektedir. Bu durum Almanya’nın ulus devlet olarak geç bir zaman diliminde ortaya çıkmasının sonucu olarak değerlendirilmektedir.

Avrupa’da ırkçı fikirler, mizah kisvesi altında güç kazanıyor ve giderek dozu artıp ve tahammül sınırlarını zorlayınca, duruma karşı çıkanlar, konunun mizah unsuru dışına çıktığını söyleyenler ötekileştiriliyor. Almanya’nın Bavyera Eyaletinde 2020 yılında ilkokul öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmada (Bkz.: Yeşil 2020) birebir görüşülen öğrencilerin %72’sinin kendisini sosyal ve kültürel açıdan dışlanmış hissettikleri tespit edilmiştir. Burada Irkçılığın, ayrımcılığın gücü, kısmen ırkçılığı algılayan ama aynı zamanda hiçbir şey söylemeyen, tepki göstermeyip kabuğuna çekilen vatandaşlarımızın suskunluğundan da kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile ayrımcılığa, ırkçılığa maruz kalanların sessiz kalmak yerine, seslerini yükseltmeleri ve ilgili makamlara müracaat ederek kullanmakta zorlandıkları haklarını aramaları, ayrımcılıkla mücadele etmeleri ve sosyal, hukuki dayanışma ağı oluşturmaları gerekmektedir.

Gelgelelim Türkiye’ye. Türkiye’den Avrupalının medeniyeti nasıl görülüyor, ya da ötekiler nasıl değerlendiriliyor? Oktay Sinanoğlu (1935-2015) durumu şöyle özetliyor:

Bir millet her nesilde yeniden doğar. Bir milleti yaşatan kendi binlerce yıllık gelenekleri, süzülerek gelmiş kültürüdür. Kültür; Hakkâri’de bale gösterisi yapmak değildir. Kültür; arada bir konsere gidip hava atmak değildir. Çağdaşlık; Moda’nın ara sokaklarında köpek gezdirmek değildir. Bizde böyle çağdaş, sahte aydın sınıfı yetiştirilmiştir. Her sömürgede böyle sahte çağdaş, aydın sınıfı yetiştirilmiştir. Bunlar kendi kültüründen kopuk, kendi milletinden, halkından aslında tiksinen, kendi kültürüne yabancı, arada halkçılık edebiyatı yapan tipler yetişmiştir. Türkiye’nin başına da bunlar bela edilmiştir.

Alman Filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), ötekinin tanımlanmasını bir bireyin, ırkın veya ulusun özbilincinin gelişmesinde hayati bir aşama olarak değerlendirmiştir. Ona göre öteki olarak yaşamak, bir öznenin özgürlüğüne sınır koyma girişimine meydan okumayı gerektirir. Bu meydan okuma veya egemen olan ile mücadele sürecinde yaşanabilecek gerilimler ve buna bağlı dönüşümlerle bireysel, toplumsal sınırlar belirlenir. Bu dönüşümler de karşılıklı olarak ortak tanıma ve özbilincin oluşmasına zemin hazırlar (Bkz.: Southwell  2021).  

Biz Türkler hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, çokluk içinde birlik; birlik içinde çokluk felsefesine inanmış; bu inancı hayatın günlük pratiğine aktarmış, yaşadığı toplumsal ve sosyal çevreye uyumu ve insanlığa saygısı ile örnek olmuş bir medeniyetin çocuklarıyız. Hem toplumsal ve sosyal hayatın getirdiği kültürel çoğulculuğumuzu, herkese olan hoşgörümüzü gösteriyor hem de ait olduğumuz kültüre, ait olduğumuz dine sadakatle bağlı kalıp bundan, bizi öteki olarak gösterene karşı farklı olarak, farkımızı fark ettirmekten onur duyuyoruz. Bizim sorunumuz Avrupa’ya uyum sağlamak değil; özgüven eksikliği nedeniyle sahip olduğumuz değerleri gerektiği gibi anlatamamak ve egemen toplum tarafından gerekli saygıyı yeterince görmemektir.

 

Önerilen Kaynaklar:

Beyazyüz, Selim. (2017). Oryantalizm, Batıcılık ve Modernleşme Kavramları Üzerinden Türk Sinemasına Bir Bakış. Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (AKSOS). Güz: 2017/2. 125-151.

Çakır, Mustafa (2010). Kültürlerarası İletişimin Bir Yönü: Özün Ötekileştirilerek Yabancılaştırılması. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, Cilt 21, Sayı 1, Bahar: 75-84.

Kartarı, Asker (2019). Kültürlerarası İletişim. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, URL: https://ets.anadolu.edu.tr/storage/nfs/ILT204U/ebook/ILT204U-13V4S1-8-0-1-SV1-ebook.pdf (07.10.2022).

Sinanoğlu, Oktay. Savunan Adam. https://www.youtube.com/watch?v=w15cRAfLPTU (15.09.2022).

Southwell, Gareth (2021). Bir Bakışta Felsefe (Çev. Ecem Yıldız). İstanbul: Nova Kitap 24. ISBN: 978-625-8489-12-5,

Yeşil, Asaf Ekin (2020). Almanya’da Yaşayan Türk Öğrencilerin Ayrımcılık ve Dışlanmışlık Algıları. Eğitim Kuram ve Uygulama Araştırmaları Dergisi, Cilt 6, Sayı 3, 337-351. DOI: 10.38089/ekuad.2020.32

19 Eylül 2022 Pazartesi

Artık ‘ben’ yok, ‘biz’ varız


Dünya hızla değişiyor. Değişime direnenler bile ister istemez değişiyor.  Değişime ayak uyduramayanlar tarih sahnesinden silinip gidiyor. Efesli ünlü filozof Herakles (MÖ 535? - 475)’in dediği gibi  “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir”. Varoluşun ve sürdürülebilirliğin temel şartlarından biri değişime ayak uydurmak ve değişimin bir parçası olmaktır.

Herakles değişimi “Bir çayda iki defa yıkanılmaz” özdeyişi ile anlatmaktadır. Akan bir suya tekrar girildiğinde her şey değişmiş olur. Yıkanılan ilk su akıp gitmiş; yıkanan kişi ikinci sefer yeni bir suya girmiş olur. Mekânsal olgularda mekân değişmese de zaman değişir.

Eskiden insanlar hayatın normal seyri içinde planlar yapar, öngörülebilen hedefler koyar, hayatlarını yönetebilirdi. Doksanlı yılların ikinci yarısından sonra internet dünyasındaki hızlı gelişim ve iletişim alanındaki değişime bağlı olarak önceden kestirilemeyen, karmaşık, oynak ve belirsiz bir dünya düzeni ortaya çıktı. Hayatın kontrol edilebilir, öngörülebilir olmaktan çıktığı, insanların karşılaştığı beklenmedik durumlara karşı farklı stratejiler geliştirmesinin gerektiği dünya düzenini ünlü yazar Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı romanında şöyle anlatıyor: “Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara. Bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. Şu dünyanın yaşaması müşkül hali ilen. Bin iyiyi bir kötüye kul eden? Yapayalnız kimsesiz. Hem de çaresiz. Yalnızlığı, çaresizliği yüreğinin başında ağılı bir hançer yarası gibi? Çaresizlik hem de boşluk. Yanıyor yüreğim.

Kurumların, insanların uyum sağlamaya çalıştığı bu yeni dünya düzeni Amerika’da vuca diye adlandırıldı. Vuca; İngilizce dört ayrı kelimenin ilk harflerinden oluşturulmuş bir kısaltma aslında. Bu kelimeler; volatility (istikrarsızlık), uncertainty (kararsızlık), complexity (karmaşıklık), ambiguity (ikirciklik) olarak kayda geçirildi.

Yaşar Kemal (1923 – 2015)’in “Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok” karamsarlığına karşı; yeni düzene uyum sağlamak amacıyla karşı stratejiler geliştirilmeye başlandı. Hayatın belirsizliğini anlatan ve vuca olarak adlandırılan karamsar duruma inat, yeni bir vuca stratejisi öneriliyor. Buna göre insanlar alışılagelen kurumsal stratejik planlamanın dışında daha esnek bir çalışma biçimini tercih etmeye başladı. Gerek özel hayatlarında gerekse kurumsal düzlemde yeni yönetim ve organizasyon planları oluşturup uygulamaya başladı. Tıpkı Mercedes Benz’in korona döneminde uygulamaya başladığı esnek çalışma sistemini kalıcı hale getirmesi; yüz yüze yapılan seminer, sempozyum, kolokyum veya eğitim öğretim etkinliklerinin sanal boyuta taşınarak eklektik bir şekil alması gibi. Bu yeni ve karşı stratejide istikrarsızlık (volatility) yerini öngörülebilire (vision), kararsızlık (uncertainty) yerini anlaşılabilire (understanding), karmaşık olan (complex) yerini açıklığa (clarity), ikircikli olan (abiguity) yerini beceriye (agility) bıraktı. Böylece insanların özel hayatlarına daha fazla vakit ayırması, iş verimlerinin artırılması imkânı doğdu.

Kurumlar ise kaçınılmaz olan değişime uygun yeni stratejiler geliştirip uygulayarak varlıklarını sürdürebiliyor, ayakta kalabiliyorlar. Ayakta kalamayan kurumların işsiz kalan çalışanları da yeni şartlara uygun biçimde istihdam edilebilmek için yeni meslekleri öğreniyor, kendilerini geliştiriyorlar. Meslek içi eğitim seminerlerine, kurslara veya yeni meslek eğitimi programlarına katılarak yeni şartlara, değişime uyum sağlamaya gayret ediyorlar.

Değişim süreçleriyle ilgili iş analizi yapılırken belli standartların, yapılan iş ve işlemlerin birbiriyle uyumlanması, alınan veya alınması gerekli önemli kararların geciktirilmemesi ve en uygun zaman dilimi içinde hayata geçirilmesi, yani karar mekanizmasında bulunanların hızlı bir şekilde karar vermesi önem kazanıyor.

Kriz dönemlerindeki değişim yönetimiyle ilgili süreçlerde verilerin şeffaf paylaşımı da önem kazanıyor. Böylece çalışanların büyük manzarayı görmesi ve kurumlar, birimler arası iş birliğinin geliştirilmesine zemin hazırlıyor ve başarının altyapısını oluşturuyor. Bu da iş verimliliğinin artırılması ve kalite güvence sisteminin olağanüstü şartlarda da korunabilmesini ve kalitenin ileri safhalara taşınabilmesini sağlıyor.

Artık vuca sistemini anlamaya çalışmak veya değişen hayat şartlarından şikâyet etmek yerine değişen şartlara uyum sağlamak ve içinde bulunulan olumsuz durumları fırsata çevirmeye çalışmak, süreçleri bu anlayışla yönetmek gerekiyor. Unutulmamalı ki Allâh (CC), bu âlemde hem lütfunu hem de kahrını tecelli ettirir. Şartlar değişir, insan değişir. Bütün değişim ve dönüşümler insanlara karanlıktan hidayete kavuşmayı ve artık ‘ben’ yok, ‘biz’ varız demeyi, çalışanları ile ortak akıl yürütmeyi ve ekip olmayı öğretiyor.

Not:

Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa adlı gazete ve internet haber sitesinin Eylül 2022 sayısında http://avrupa.at/artik-ben-yok-biz-variz/ adresinde yayımlanmıştır.

24 Haziran 2022 Cuma

NC Puanınız VPD Notunuz Kaç?

 


Bu yazıda son dönemde Türkiye’den Almanya’ya yüksek lisans (master) veya lisans (bachelor) düzeyinde öğrenim görmek üzere gelen veya gelmek isteyenlerden alınan “NC Puanınız VPD Notunuz Kaç?” şeklindeki sorulara cevap verilecektir.

Lisansüstü eğitim basamaklarına öğrenci alımında adayların geçmiş dönemlerde aldığı eğitim ve eğitim başarıları dikkate alınmaktadır. Burada en belirleyici unsurlardan biri de başvuran adayların mezuniyet notudur.

Almanya’da genel liseyi (Abitur, allgemeine Hochschulreife) veya meslek lisesini bitirenlerin (Fachabitur, Fachhochschulreife) lisans başvurularında, lise bitirme dereceleri  veya bitirdikleri lise türü ile devam edilmek istenilen yükseköğretim kurumu (Hochschule) arasında yakın bir ilişki vardır. Meslek lisesi mezunları mesleki ve teknik eğitim verilen programların yer aldığı yükseköğretim programlarına devam edebilirken, genel lise mezunları hem mesleki ve teknik eğitim kurumlarına hem de üniversitelere devam edebilmektedir.

Almanya’daki uygulamalı bilimler alanında eğitim verilen yükseköğretim kurumları Fachhochschule (FH), Hochschule (HS), Hochschule für angewandte Wissenschaften (HAW) veya İngilizcesi University of Applied Sciences, Technische Hochschule (TH) veya İngilizcesi  Institute of Technology-UAS) şeklinde adlandırılmaktadır. Bologna-Süreci ile başlayan ve Avrupa Ortak Yükseköğrenim Alanı oluşturulması ile ilgili çalışmalara bağlı olarak üniversiteler ve teknik eğitim verilen yükseköğretim kurumları arasındaki alana özgü eğitim şartları dışında verilen unvan ve bitirme dereceleri  (örn. Diplom-Ingenieur (Fachhochschule), Dipl.-Ing. (FH)) de bazı yerel uygulamalar dışında değişmiştir ve lisans, yükseklisans ve doktora olmak üzere üç basamaklı standart eğitim modeline geçilmiştir.

Dünyanın diğer ülkelerinden ve Türkiye’den gelen adaylardan Alman lise veya meslek lisesi diploma denkliği olmayanlardan öncelikle Almanca dil bilgisi istenmektedir. Almanca programlarda DSH 2, telc B2 veya C1 düzeyinde, İngilizce programlarda ise TOEFL (iBT) 72-94 arası puan, IELTS 5,5-6,5 arası puan istenmektedir. Bu sınavların yanı sıra TestDaF asgari 12/15 puan istenmektedir.

Yüksek lisans başvuru işlemleri sırasında istenen bir diğer husus da öğrencinin lisans düzeyinde aldığı dersler ve mezuniyet not ortalamasıdır. Bazı üniversiteler başvuran adayın yeterliliğini ölçmek için VPD notunu yeterli görürken, bazı üniversiteler de yabancı öğrenciler için üniversite giriş yeterlik sınavı TestAS (Test für ausländische Studierende) yapmaktadır. Bu sınavdan yüksek puan alan öğrenciler NC ( Numerus Clausus ) puanını 0,6 puan kadar yükseltebiliyor.  Hangi üniversitenin TestAS istediği konusu ilgili üniversitelerin başvuru şartları arasında yer almakta olup, adayların bu konuyla ilgili ön araştırma yapmasında yarar vardır.

VPD’ye gelince; VP (Vorprüfungsdokumentation) öğrencinin kaynak ülkede, örneğin Türkiye’de aldığı mezuniyet notunun Alman sistemindeki karşılığını gösteren bir belgedir. Bu belge Türk veya bir başka ülke not sistemi ile Alman not sisteminin karşılaştırılabilmesi için yapılan çeviri işleminin sonunda verilmektedir. Bir anlamda diploma doğrulama veya Almanya’da üniversite öğrenimi görecek diplomayı (Hochschulzugangsberechtigung) sorgulama diye düşünülebilir. Lisans öğrenimine başlayacaklar için HZB, Türkiye’de ÖSYM tarafından yapılan YKS ve/veya benzeri üniversite sınavı sonunda yapılan tercih işleminde öğrencinin bir bölüme yerleştirildiğini gösteren yerleştirme belgedir.

VDP isteyen üniversiteler için Uni-Assist sistemi kullanılır. Buradan yaklaşık sekiz haftada alınan bu belge düzenlenirken, notlar çevirilirken Bavyera Formülü adı verilen bir çevirme formülü kullanılmaktadır. Almanya’daki not sitemi Türkiye‘dekinin tersi şekilde olup, en yüksek notun 1 en düşük notun 4 olarak sıralandığı 4‘lü bir not sistemi kullanılmaktadır.

Gerek TestAS gerekse NC notunun yükseltilmesi gerekse TestAS sınavı hakkında bilgiye ve VPD sisteminin hesaplanması ile ilgili formüle internette ilgili üniversitelerin siteleri üzerinden ulaşılabilir.

Not: Bu yazı Bavyera Yeni Post Aktüel Gazetesi'nin Haziran 2022 sayısında yayımlanmıştır. Gazeteye https://en.calameo.com/read/00493334049b0ad56c469?authid=VHEuXdQ1f3y1 adresinden erişilebilmektedir.

Eğitim

 

Her ay kaleme alıp sizinle paylaştığım görüşlerimin muhtemelen sonuncusu olan bu yazıdan sonra Türkiye’ye döneceğim. Artık vakit bulabilirsem ve gazete yönetimi de uygun görürse Türkiye’den yazmaya çalışırım. Bugüne kadar Avrupalı Türklerin hayatlarına dokunmaya, onlara bazı noktalarda ayna tutmaya gayret ettim. Yazdıklarımdan kendini muhatap olarak gören ve alınan varsa, onlardan da bu vesile ile helallik istiyorum.


Avrupalı Türklerin gördüğüm öncelikli sorunları arasında eğitim geliyor. Eğitim; genel olarak bir insanın; duygusal, bedensel, zihinsel bakımdan sahip olduğu yeteneklerini yaşantısı yoluyla önceden belirlenen amaçlar doğrultusunda kasıtlı ve isteyerek geliştirmesi, değiştirmesi sürecidir. İnsanın bilgi edinme, davranışlarını geliştirme yolunda attığı adımların hepsi eğitim olarak tanımlanıyor. O nedenle donanımı ne olursa olsun, hemen herkesin eğitim söz konusu olunca söyleyecek bir sözü oluyor; kendinde cesaret buluyor. Hâlbuki eğitim ciddi bir konu, eğitmenlik de bir o kadar meşakkatli bir meslektir. Burada isteyerek ve kasıtlı olarak kavramlarının altı çizilmelidir ki kişilerin yaşantısı yoluyla toplumsal ve sosyal hayatın akışı içinde kendilerinden beklenen ve arzu edilen yönde değişimler geçirmesi, eğitimin bizzat kendisi olarak tanımlanmaktadır.  Burada en belirleyici unsur birey ve onun kendi yaşantılarıdır. Bireyin yaşantısı yoluyla istendik davranışları değiştirmek ise öncelikle öğrenciye inanmak, güvenmek ve ona kendisini önemli hissettirebilmekten geçer.

“Eğitim bir süreçtir” derken de aslında hayatın içinden gelenler ile kitapta yer alanların birleştirilmesi, hazmedilmesi söz konusudur. Sıralamada, kitaptaki bilgilerin yeri her faninin ruhuna üflenecek duadan sonra gelir. Bu süreçte kişilerin davranışlarını bilerek ve isteyerek veya ona verilen gizli aşikar mesajlarla hissettirmeden değiştirmesi sağlanırken, öğrenen ile öğreten arasında kurulan ilişkide, öğrenene öğrendikleriyle fark yaratabilecek özgüvenin verilmesi de lüzumludur. Bu davranış değişikliği birinin yüreğini ısıtmadan olmaz. Örse koyulacak demir ısındıktan sonra tavında dövülür, insan ise insan olana güvendikten sonra yüreğiyle, yüreğindekiyle fark yaratır. Bu fark toplumsal ve sosyal hayatın içinde kültürleme denen toplumsal değişim veya gelişim olarak görülür. Bir anlamda eğitim, bireyin içine doğduğu toplumdan başlayarak, ona önce yaşadığı toplumun kurallarına uymasını, sonra toplumsal ve sosyal hayatta üreten birey olmayı öğretir. İleri eğitim alanlar toplumun öz kaynaklarından beslenerek, fırsat bulmaları halinde topluma liderlik yaparlar ve en nihayetinde liderlik yaptığı toplumu daha ileri düzeylere taşıyacak çalışmaların paydaşı, sürükleyicisi olurlar. Bütün bunlar için gerekli donanım ve birikim eğitimle olur.

Eğitim belli bir amaca yönelikse ve önceden hazırlanan bir program çerçevesinde planlı bir şekilde yürütülüyorsa formal eğitim adını alır. Bu süreçte okullardaki öğretim etkinlikleri ön plana çıkar. Çocuklarımızın iyi eğitim imkânlarından yararlanabilmesi için çokça okuması ve dil engelinin bulunmaması gerekir. Yabancı bir ülkede, farklı bir kültür içinde yaşayan çocukların o ülkenin eğitim basamaklarını çıkabilmesi için önce köken dilini sonra da içinde yaşadığı kültürün dilini öğrenmesi gerekir. Okullarda verilen ve formal eğitim adı verilen eğitim imkânlarından yararlanılabilmesi için dil öğrenimi öncelikli konu olmalıdır. Okullarda verilen eğitimin içeriği; eğitim politikalarını belirleyenler tarafından devlet adına tasarlanır, öğretmenler tarafından uygulanır; eğitim denetimi yoluyla da denetlenir. Bu denetim öngörülen hedeflere, amaçlara ne ölçüde erişilebildiğini sınayan sınavlarla da değerlendirilebilir. Dolayısı ile formal eğitim okul öncesi, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim basamaklarından oluşur.

Eğitim sadece okullarda değil, okul dışında, günlük hayatın akışında da verilmektedir. Eğitimin bir başka boyutu ise informal eğitimdir. Bu eğitim günlük hayatın içinde rastlantısal, rast gele ve gelişigüzel bir eğitimdir. Kişiler bilerek isteyerek olduğu kadar, istemese de hayatın içinde bir şeyler öğrenmektedir. Bu öğrenme süreci toplumsal ve sosyal hayatın içinde ve toplumun her kesiminde gerçekleşmektedir. Aile, akran grubu, iş yeri ve sokakta, günlük hayatın olağan akışı içinde ve kendiliğinden bu tip öğrenmeler gerçekleşmektedir. Dolayısı ile olumlu davranış değişikliği olduğu kadar, sigara içme, alkol veya madde bağımlılığı gibi istenmeyen davranış değişiklikleri de gözlenebilir. Formal eğitim, informal eğitimin istenmeyen yönlerinin önüne geçilebilmesi ve toplumsal hayatın sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla tesis edilmiş bir eğitimdir.

Eğitimin bir süreç olarak görüldüğünden bahisle, bu süreci üç aşamada ele almak mümkündür. Bunlar amaç, öğretme ve öğrenme etkinlikleri ile değerlendirmedir.

Eğitimin amacı belirlenirken toplumun ihtiyaçları, istekleri ve beklentileri de göz önüne alınır. İkinci aşamada, yani öğrenme ve öğretme aşamasında örgütlü ve planlı bir çaba söz konusudur. Öğrenme, kişide ortaya çıkan kalıcı değişmeler olarak tanımlanır iken öğretme, öğrenmenin gerçekleşmesini sağlayan her türlü etkinliktir. Değerlendirme ise eğitim süreçlerinde ve sonunda yapılır. Bireyin başladığı nokta ile geldiği nokta arasındaki gelişim ve değişim düzeyi ölçülür. Bu ölçüm yazılı, sözlü yoklama ve gözlemlerle yapılır.

Eğitim, çocuğun ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayan ve insanlara özgü, kapsamlı bir süreçtir. Onu okulla sınırlandırmak, evin dışında üçüncü kişilerin sorumluluğuna bırakmak yerine okul öncesinden başlatmak gerekir. İnformal eğitim sürecinde sözden ziyade davranışlarla rol model olmaya çalışılması, söylenceler veya duyulanlardan ziyade bilimsel bilgilerden yararlanılması, hem milli ve manevi değerlere bağlı olması, hem de uluslar arası özelliklere uygun şekilde belli zaman ve mekân sınırlandırması yapmadan doğrudan hayatın içinden örneklerle verilmesi beklenir.

Eğitim milli olması, milletin yapısına, gelecek kuşakların gelişimine de olumlu yansır. Kişilerin toplumsal ve sosyal hayatın içinde nezaketi, üslubu, tarzı, tavrı, çalışkanlığı, fedakârlığı gibi erdemli yönleriyle eskilerin tabiriyle “nevi şahsına münhasır” farkındalık oluşturmasını ve hayırla yâd edilmesini sağlar.

Ne çare ki “Herkes hayatı kalbinin renginde yaşayıp, etrafındakilere de kalbinin rengini bulaştırırmış.” Anadolu’dan bir sözle bağlayalım; “Akıl fukara olunca, dil ukala olurmuş!” Yazılarımızda her ne kadar sürç-i lisan eylediysek af ola.

Not: Bu yazı Haber Avrupa Journal 2022 Haziran sayısında yayımlanmıştır. http://avrupa.at/egitim/ 

20 Mayıs 2022 Cuma

Afara

 


Geçenlerde Afara adlı bir programa denk geldim. Sunuculuğunu Uğur Aslan’ın yaptığı programda Neşet Ertaş’tan söylenen türkü de bizi, Avrupalı Türkleri anlatıyordu. “İnsan ölür ama ruhu ölmez”.

Türküyü dinlerken malihulyalara daldım; kopup uzaklara gittim. Bir süre sonra programa adı verilen kelimenin anlamına baktım, lügatlerde "Harman yerinde toprağa karışıp kalan taneler" diye yazıyordu. Bir başka yerde de “bahçe ve bostanlardaki kalıntı, bir şeyin en son kalan döküntüsü” diye açıklanıyor.

Kurcaladıkça, kullanıma göre özel anlamlar yüklendiğini gördüm. Eskiden makine ile değil de döven ile harman yapıldığı zamanlarda, harman yerindeki hububatın taş ve toprak ile karışık kalıntısına da afara derlermiş.

Sigara tiryakileri, sigarayı saranlar veya bir zamanlar tütün tarımı ile uğraşanlar da kurutulmuş tütünün tozuna, yani ufalanan tütüne de afara derlermiş. Hatırladığım kadarı ile annem de köy yerinde beslediğimiz hayvanların kışlık yiyeceği, saman, ot, mısır sapı v.b. olan alaftan geri kalanlara da afara derdi.

Edebiyatta ise ”uzun da olsa iki yakamızın bir araya gelemediği, gizli sevdalara tutulduğumuz, yokluğun içinde doyduğumuz, mutlu olmak için bolluğa ihtiyaç duymadığımız, hayatı ıskalamadığımız, hayatın geniş paçalarına tutunduğumuz bir dönemi” anlatmak için kullanılıyormuş afara.

Program ise şimdilerde artık afara olan Türk musikisinin klasikleşmiş parçaları ile biraz da arabesk yanı ağır basan, afara kalan ahlak, afara kalan gazino kültürü, afara kalmış bir nostaljik döneme selam gönderiyor.

Afara; gurbeti yurt edinenleri Türkiye ile bağını koparmamakta ısrar edenleri de ne güzel anlatıyor. Beti benzi solmuşları, evinde-ocağında beti bereketi olanları, hayatın anlamını Türk dilinde, kültüründe arayan bir avuç insanı anlatıyor.

Bu insanların vatan edindikleri yerde birlikte yaşadıkları toplum içinde dile getirdikleri haklı talepleri, dilini, kültürünü, örfünü yaşatmak için ortaya koydukları duruş, baskın kültürün taşıyıcıları tarafından ne yazık ki tek bir kelime ile “kontraproduktiv” (ters etki yapan) olarak değerlendirilebiliyor ve baskın kültürün temsilcileriyle olan diyalog girişimleri kesilebiliyor, sonuçsuz kalabiliyor. Türkçe dersi talepleri bu duruma bir örnek teşkil ediyor desek yanılır mıyız, bilemiyorum.

Avrupalının tarihinde varız, ama kültüründe yokuz. Bunun bilincindeyim. Farklı bir coğrafyadan geldik ve ödünç alınan gök kubbenin altında kalıcı bir yaşam kurmaya çalışırken de yapılan bir tercihin sonuçlarını yaşıyoruz. Aklın yerini duygular, hizmetin yerini politik kaygılar alınca ilişkiler tersine dönebiliyor. Baskın kültürün içinde sürekli eleştiren, düşüncelerini, yaptıklarını karşısındakine empoze etmeye çalışan, çenesi kapanmak bilmeyen bir sevgili durumuna düşülebiliyor. Haklı iken haksız muamele görülebiliyor. Din görevlileri ile ilgili uygulama da bu duruma bir örnek sanırım.

Toplum içinde afara durumuna düşen topluluğun ileri gelenleri hakkını, hukukunu talep ettiğinde adeta zanlı durumuna düşebiliyor.  Diyelim ki yapılan kimi uygulamalarda hatalar tespit edildi… Bu durumda hukukun evrensel ilkesi “in dubio pro reo” yani şüpheden sanık yararlanır ilkesi kabul görmeli. Ahmet Hamdi Tanpınar boşuna dememiş; “Zulmü her kabul ediş, daha büyüğünü doğurur.” diye. O halde suskun kalmak yerine, çözüm üretmeye bakmalı.

Benim önerim; toplum liderlerinin, politikacıların durum değerlendirmesi yapması; bütün paydaşların muhatapları ile ilişkilerine bakıp yeniden pozisyon alması. Türk toplumu da “Çevrenizde Müslümanlığınıza özenen, sizi örnek alan kimseler yoksa imanınızı gözden geçirin” sözünün anlamına uygun davranışlar ortaya koymaya bakmalı. Özüne dönmeli, uyanmalı. Bu öze dönüş de “Türkçülük adı altında, aşırı ve takıntılı bir milliyetçilik” veya dindarlık adı altında “katı bir bağnazlık” olmamalı. Uyanmak ise kişinin birey olduğunun, yaşadığı toplum içinde hak ve yükümlülükler açısından bilinçli bir yurttaş olduğunun farkına varması şeklinde değerlendirilmeli.

“O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı.” (Secde-7) hükmünü doğrularcasına harman yerinde kalan afaralar, bir süre sonra rahmet yağmurunun etkisi ile yeşerir, harman yerinde tadına doyum olmayan bir manzaraya dönüşür. Ortaya çıkan yeni mahsulün kimi otundan, kimi buğdayından, ürününden nasiplenir de herkes gönlünce, ihtiyacına göre istifade eder.

Bugün göz olup dağın ardını görme vakti, akıl olup başa geleceği bilme ve insanı insan olarak görmenin vakti. Ertelenen her şey insana daha büyük bir maliyetle geri döner.

Büyük ustanın dediği gibi; “İnsan ölür, ama ruhu ölmez. Cehennem azabı zordur, çekilmez”

12 Mayıs 2022 Perşembe

Hüvelbâki

 


Bir Ramazan ayını daha gurbeti yurt edinenler ile beraber geçiriyor; katıldığım her iftarda her sahurda inanılmaz gözlem yapma imkânım oluyor. Özellikle birinci ve ikinci kuşak Avrupalı Türkler, hayatın onlardan aldıklarına inatla kafa tutmuş, yeni bir yaşam biçimi ortaya koymuş, hayatın bir yönünün bittiği yerde yeni bir sayfa açmayı başarmış, inanılmaz başarı öyküleri yazmışlar.

Yeni vatanda insanların sadece ekonomileri gelişmiyor, yaşam biçimleri ve dilleri de yeni şekil alıyor, dini inançları yeniden ruh ve anlam kazanıyor. Türkiye’de çok da üzerinde durmadıkları kimi somut olmayan kültürel mirasımız yeniden anlamlandırılıyor; gurbet illerinde aşkın, sevdanın ve kardeşliğin türküsünü yeniden yazıyorlar. Artık kiliselerde, tenis kortlarında, spor salonlarında veya kullanılmayan binaların bodrum katlarında ibadet etme, Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmenin alabildiğine zor olduğu zamanlar çoktan geride kalmış. Göçün üzerinden onlarca yıl geçmiş, bir yanda vatan bir yanda yurt edinilen yeni topraklar. Göç, yahut hicret de Allah’a kulluk etmenin araçlarından biri olarak doğal bir süreç olduğuna göre insanlar istikballerini yeni yurtlarında kazanıp geriye, ana yurtlarına dönebilenler dönmüş, dönemeyenler Kundeyt Şurdum’un dediği gibi, “ödünç alınan gök Kubbenin altında” burada yeni bir gelecek kurmuş.

Geçenlerde bir iftar buluşmasında yerel politikacılardan birinin akıl almaz çalışmaları neticesinde defin işlemlerinin artık İslami usullere göre tabutsuz yapılmaya başlandığından söz açılınca, bu ayki yazımı kadim kültürümüzün sembolleri olan mezar taşları ve onun üzerindeki yazıya, hüvelbaki konusuna ayırmaya karar verdim.

Gençler pek bilmez belki, ama görece olarak daha yaşlı olanlarımız veya yaşıtlarımız gayet iyi hatırlar. Mezarlık ziyaretlerine gidildiğine eski mezarların taşlarına هو الباقي (hüvelbâki) yazılmış olduğu görülür. Arap İslam kültüründe böyle bir gelenek yoktur. Bu gelenek bize özgüdür ve İstanbul’un fethinden sonra giderek yerleşen bir uygulama ile günümüze kadar gelmiştir. Bundan kasıt mezar ziyaretine gidenlere dünya hayatının geçici olduğunu ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini anlatmaktır. Hüvelbaki, bir yandan ölümsüz ve ebedî olanın yalnız Allah olduğunu anlatıyor, öte yandan dünya hayatının geçici olduğunu hatırlatarak mezar ziyaretine gelenlerin acılarının hafifletilmesini sağlıyor.

Aklıselim olanlar için her mezarlık ziyareti, insanın kendisi ile iç hesaplaşmasına da vesile olur. Dünya hayatındaki anlamsız ve gereksiz sürtüşmelerin, Batılı deyişle birbirinin kurdu olan insanların (Lat. homo homini lupus), bizim kültürümüzde “can” olduğunu hatırlatır. İnsan insanın canıdır. Gereksiz kırgınlıkların ve insan olmanın değerini, insanın onur ve şahsiyetini sıradanlaştıran durumları bir yana bırakılıp, ihtimal o ki bu ziyaret vesilesi ile insanın kendi payına dersler çıkararak refaha, gönül huzuruna erişmesine fırsat verilir.

Siz bakmayın pek çok yerde bakımsız, hal-i pürmelal mezarlıklara, Türkler mezar taşlarına tarihin her döneminde ayrı bir önem vermiştir. Bitlis’in Ahlat ilçesindeki 11-12. yüzyıldan kalan ve UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde olan dünyanın en büyük tarihi Türk İslam mezarlığı buna en güzel örneklerden biridir. Bu Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı aynı zamanda Selçukluların Anadolu’da yüzlerce yıl öncesinden bıraktığı Türk yurdunun tapu senedi olduğunun açık bir göstergesi olarak da kabul edilmektedir. Buradaki taş işlemeciliği döneminin altın çağını yansıtır. Burada hattat, nakkaş ve mermer/taş oyma ustası maharetini göstermiştir. Her bir mezar taşı aslında Mervani, Selçuklulara bağlı Ahlatşahlar, Eyyubiler, İlhanlılar, Akkoyunlular, Karakoyunlar ve Celayirliler gibi kültürlere ışık tutmakta ve sanat tarihi açısından önemli bir belge niteliği taşır. Mezar taşlarında oraya defnedilmiş kişilerin künyesi bulunur; kişilerin cinsiyetleri, toplumsal ve sosyal konumları buradan tespit edilebilir. İsmi unutulmuş, nesli tükenmiş nice değerlerin varlığı da yine mezar taşlarındaki kayıtlardan, kitabelerden öğrenilebilmektedir.

Kültürümüzde bir kısmı süslü, bir kısmı sade, bir kısmı düz ve yazısız olmak üzere türlü mezar taşları vardır. Süslü mezar taşlarına musanna (sonradan yapılmış sanatkârane) mezar taşları denilmektedir. Süslemeler usta sanatçılar tarafından taşa oyularak yapılır, yazılar özenle hazırlanır ve çıkarılan kalıplar, yapılan tasarımlar taşa veya mermere özenle işlenir.

Anadolu’da yazısız mezar taşları görülür. Bunlar daha çok Allah dostlarının, O’ndan başka her şeyi gönülden çıkaran ve başkasına değer vermeyenlerin kendilerini gizlemek için tercih ettiği taşlardır. O mezarların sahipleri “Ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinir”. Tam da Yunus Emre’nin dediği gibi “Ne varlığa sevinirim, Ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile avunurum, Bana seni gerek seni!”

Düz yazılı mezar taşlarında ise camilerimizin çevresinde bulunan musalla taşlarında olduğu gibi, ’’Küllü nefsin za-ikatü’l-mevt sümme ileyna turce'un” (Ankebut 57) ayeti kerimesi yazılıdır. Yani “Her can ölümü tadacaktır. Sonra Bize döndürüleceksiniz" denilerek, sözün başında değinilen “hüvelbaki” yani kalıcı olan Allah’tır ifadesi desteklenmekte ve insanlara ölümün hakikati, insanın çaresizliği hatırlatılmakta ve kim bilir belki de geride kalan yakınlarının acılarına merhem olunmaya çalışılmaktadır. Bu mezar taşlarının ayakuçlarındaki taşlar düz, yazısız ve süslemesizdir. Sanki Kur’an’ın mesajının yalın ve açık olduğunu anlatır gibi.

Bir de yazısız ve muntazam olmayan, doğal dikme taşlı mezar taşları vardır ki bunlar fakir, fukaranın defnedildiği yerin bir süreliğine de olsa işaretlenmesi için dikilir ve mezarın kısa sürede kaybolmaması amacını taşır. Bu mezarlardaki mevta da bir süre sonra pek çok kişi gibi unutulanlar safındaki yerlerini alırlar. Bunlarla bir gün belki bir yerlerden gelip bir testinin kulpunda buluşacağız. Kim bilir?

Mezar taşına kazınan güzel yazıya, yani hüsnühata “Kitabe-i senk-i mezar” denir.  Hani, şu Orhan Veli’nin Süleyman Efendi tiplemesinde modern insanı trajik hale sokan dünyanın telaşesi içindeki umutsuz, çaresiz insanı anlattığı insan gibi... Taşın üzerine mevtanın adı, doğum ve ölüm tarihi yazılır. Bazen bir şiir veya birkaç satır süslü cümle konur. Bazen de Ahlat mezarlığındaki mezar taşlarında görülen kufi veya nesih, sülük ve dahi talik, birbirinin simetrisi, karşılıklı yazılmış, sağdan sola ve soldan sağa yazılar vardır.

Mezar taşları ölenin cinsiyetine göre de dikilir. Kadın mezar taşlarında serpuş (erkek şapkası, başlık) olmadığı gibi erkek mezarlarında da ölenin mensubu olduğu tarikat veya toplumsal işaretlere yer verilirdi. Dolayısı ile mezara bakıldığında içindekinin kadın mı erkek mi olduğu kolaylıkla anlaşılırdı. Hatta mezardaki kadın evlenmemiş, genç bir kız ise mezarı gül motifleri ile bezenirdi.

İnsanoğlu bu durur mu hiç; hem gündüz hem gece her daim pamuk şekeri gibi bulutları görmek istiyor, ama insan karanlık gecede mehtap yoksa neyi görebilir ki… Mezarlıklar bazen karanlık gecelerde hayale dalmış bazen de hayal kırıklığından yorgun düşen insanın, Çukurova’nın tarlalarında çift süren traktörlerin römorklarında türkü söylemeden eve dönen tarım işçilerinin akşamın alaca karanlığında ev yolunda aç biilaç eve dönerken, kirli avuçlarında tuttukları azık çantalarındaki bir parça kuru ekmek gibi gerçek hayata dair hayaller kurduran mekânlardır. O mekânlar insanlara Allah’ın sonsuz kudretini anlatırken dünyanın faniliğini ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini “Ondan geldik, ona döneceğiz” gerçeğini hatırlatır.

Velhasılı kelam; söyleyenin vebali boynuna. Gönlü göç eyleyenlerin canı tutsak kalırmış. Bu güzel günlerde gözünüz, gönlünüz şen; canınız cananına yoldaş olsun. "Bilesiniz ki,kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." [Rad Suresi: 28]


Bu yazı Haber Avrupa için hazırlanmış, gazete baskısının yanı sıra YouTube üzerinden sesli makale olarak da yayımlanmıştır. 

(Gazete: http://avrupa.at/huevelbaki/) 

(YouTube: https://www.youtube.com/watch?v=zU1v_4qz9DU&t=496s)

28 Mart 2022 Pazartesi

Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı (YÖS)

 

Yabancı uyruklu öğrenciler için 2022 yılı başvuruları başlamıştır. Bu yazımızda hem sınav hakkında bilgi verilecek, hem de başvurularla ilgili bilgiler verilecektir.

Sınavlar; Nisan, Mayıs, Haziran 2022 aylarında yapılacaktır. Üniversiteler yurt içinde veya yurt dışında yaptıkları bu sınavları eşzamanlı gerçekleştirmektedir. Sınav başvuruları öğrenim görülmek istenen üniversitenin resmi web siteleri üzerinden yapılmaktadır. Dolayısı ile Türkiye’deki bir üniversitede YÖS sınavı sonucu ile yükseköğrenim görmek isteyenlerin öncelikle hangi alanda öğrenim görmek istediklerine karar vermesi gerekmektedir. Ardından öğrenim görülmek istenen programların hangi üniversitelerde olduğu Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından hazırlanan Yükseköğretim Program Atlası (https://yokatlas.yok.gov.tr/) üzerinden öğrenilebilir.  Buradan alınacak liste üzerinden ilgili üniversitenin resmi internet sayfasındaki YÖS sekmesi üzerinden sınav başvuru şartları ve başvuru zaman aralığı, sınav merkezleri ve sınav tarihi gibi gerekli bilgiler alınır (Örneğin 11 Haziran 2022 tarihinde Köln ve Münih’te de yapılacak İstanbul Üniversitesi Uluslararası Öğrenci Sınavı (İÜYÖS) ile ilgili bilgiler https://yos.istanbul.edu.tr/tr/ adresinden erişilebilmektedir). İstanbul Üniversitesi, 19 Mayıs Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi gibi üniversitelerin yaptığı sınavlar, yurt dışı sınav organizasyon performansı görece olarak daha az gelişmiş üniversiteler dekimi üniversitelerin yaptığı sınavların sonuçları ile öğrenci kabul etmektedir.

Adaylar YÖS Sınavından aldıkları sonuçlar ile Devlet ve Vakıf Üniversitelerinin tüm bölümlerine başvuru yapabilirler. Üniversiteler bölümlere göre Yabancı Uyruklu öğrenci kontenjanlarını resmi web sitelerinde yayınlamaktadırlar. Bazı üniversitelerin Güzel Sanatlar ve Müzik alanında eğitim veren bölümlerine Özel Yetenek Sınavı ile kabul yapılmaktadır. Askeri ve Polis Akademilerine: Öğrenci, bu kurumların özel şartlarını yerine getiren adaylar kabul edilir.

Anadolu Üniversitesi Batı Avrupa Açık Yükseköğretim Programları başvuruları ise YÖS dışında ayrı bir sınav organizasyonu ile yapılmaktadır. Başvurular üniversitenin Batı Avrupa Programları (https://bap.anadolu.edu.tr/) tarafından alınmaktadır.

YÖS başvuru şartları

YÖS başvurusu için lise son sınıfta veya mezun durumunda olma şartı ile birlikte, başvuran adayların yabancı uyruklu/mavi kartlı, çift uyruklu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmakla birlikte lise öğrenimini asgari üç sene yabancı bir ülkede görmüş olması, yabancı bir ülkedeki Türk okulundan (Açık Öğretim Lisesi, Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi gibi) mezun olunması veya öğrenim görülmesi, lise öğreniminin tamamını Türkiye’de gören yabancı uyruklu öğrenciler YÖS başvuru şartlarını yerine getirmiş sayılırlar.

Almanya’da Abitur (Allgemeine Hochschulreife) yapmış olanların, Türkiye’de devlet üniversitelerinde Tıp, Psikoloji, Mühendislik, Mimarlık, Hukuk gibi bölümleri okuyabilmek için YÖS sınavına girmeleri gerekmektedir. Almanya’da yapılmış olan Abitur Türkiye’de lise mezuniyeti olarak sayılmaktadır.

Fachabitur yapmış öğrenciler, Türkiye’de okuyabilmek için ‘Fachhochschulreife’ mezuniyeti için gereken ‘praktischer Teil’ yani stajlarını da yapmış olması gerekmektedir. Fachabitur yapmış olanların da Türkiye’de devlet üniversitelerinde okuyabilmek için YÖS sınavına girmesi gerekmektedir.

Realschulabschluss ve Hauptschulabschluss belgelerine sahip olanlar Türkiye’de lise mezunu sayılmamaktadırlar. Bu gruptaki adaylar ilk önce Açık Öğretim Lisesi (AÖL) veya Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi Batı Avrupa Programına katılarak, Almanya’dan Türkiye Lise mezuniyeti derecesini alabilirler. Bu okulların diplomaları Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından verilen diplomalarla eşdeğerdedir.

Alman vatandaşlarının YÖS başvurusu; Fachabitur (Fachhochschulreife - Meslek Lisesi Mezunu) ve lise hayatınızın tümünü Almanya’da tamamlayanlar (Abitur, Allgemeine Hochschulreife), T.C. vatandaşı veya çifte vatandaş olarak da başvurulabilir. Sadece Alman vatandaşı olarak başvuru yapılması da mümkündür. Eğer lisenin belli bir kısmı Türkiye’de okunmuş ve sonradan Almanya’ya yerleşip, Fachabitur diploması alınmışsa, YÖS sınavına girebilmek için Türk vatandaşlığından çıkılması ve isteğe göre mavi kart alınması gerekiyor.

YÖS başvuru süreçlerinde dikkat edilmesi gereken hususlar; öğrenim görülmek istenen programın başvuru yapılan üniversitede olması, sınav başvurusunun zamanında yapılması ve sınav ücretinin ilgili üniversitenin banka hesabına yatırılıp ilgili üniversiteye vaktinde gönderilmesi ve sınav ücreti ile başvuru süreçlerinde sınava girilecek sınav merkezinin belirlenmesi gerekmektedir. Eksik belge ile veya başvuru tarihini geçirdikten sonra başvuruda bulunulması mümkün değildir.

Türkiye’deki yabancı uyruklular: Yükseköğretim Kurulunca yurt dışından Türk üniversitelerine öğrenci kabulü için 2023'ten itibaren "Türkiye Yurt Dışından Öğrenci Kabul Sınavı (TR-YÖS)" yapılacak. TR-YÖS’ün ilki, Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından Ocak 2023'te düzenlenecek. TR-YÖS, Türkçe, Almanca, Arapça, Fransızca, İngilizce ve Rusça dillerinde yapılacak bu sınav yurt dışından öğrenci alan üniversitelere de tavsiye edilecek. Bu karar yürürlüğe girene değin, yurt dışından öğrenci alan üniversiteler kendi sınavlarını kendileri yapmaya devam etmektedir.

Üniversitelerin Yabancı Uyruklu Öğrenci veya YÖS Sınav ölçütü olarak bazı üniversitelerde ‘Orta öğretim mezuniyet not ortalaması’ veya Lise Diploma Notu’nun minimum 40 ve ya 60 olması gerektiğini görebilirsiniz. Tıp Fakültesi / Diş Hekimliği gibi bölümlerde diploma mezuniyet notu baremi üniversiteden üniversiteye değişlik gösterebilir.

Türkiye’deki liselerden mezun olacak veya mezun olmuş öğrencilerin Anadolu Lisesi Diploması, Meslek Lisesi Diploması olması önem taşımamaktadır. Yurtdışında Lise bitirmiş olan Yabancı Uyruklu öğrencilerin – YÖS adaylarının Lise Diploma Notu ve Diploma Türü önem taşımaktadır.

Uluslararası diploma almış veya alacak YÖS adayları için en önemli ölçüt ise Türkiye’deki liselerimize denk bir liseden mezun olmalarıdır. Bu öğrencilerin Denklik Belgesi alarak Diploma notunun Türkiye’de ki Liselere denk bir diploma aldıklarını belirtmeleri gerekir.

Denklik belgesi, yurt dışında öğrenim görülen ülkelerdeki eğitim müşavirlikleri ve ataşelikleri, Türkiye’de ise il veya ilçe Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından yapılmaktadır.

Almanya’da Fachabitur Yapanların Durumu

Fachabitur (Fachhochschulreife / Fachgebundenen Hochschulreife / Zeugnis der Fachhochschulreife, Zeugnis der Fachgebundene Hochschulreife) belgesini almış olan veya alacak olan öğrenciler Türkiye’de Meslek Lisesini bitirenler derecesinde öğrenim görmüş sayılırlar.

Fachabitur; Türkiye’de Meslek Lisesi – lise mezunu olarak sayıldığı için, Fachhochschulreife (Fachabitur) almış olan öğrenciler Türkiye’de diploma denklik belgesi ile veya YÖS Sınavı ile üniversite başvuruları yapabilirler.

YÖS Başvurusu kabul edilmeyen durumlar

Aşağıda belirtilenlerin yabancı uyruklu öğrenci sınavı hakkından yararlanması mümkün değildir:

·         Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşı olup, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’de lise mezuniyeti veya mezun olacak durumda olan öğrenciler

·         Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşı ve aynı zamanda başka bir yabancı ülke vatandaşlığı taşıyan ve Türkiye’de liseyi bitiren öğrenciler

·         Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) uyruklu çifte vatandaşlar

·         Türkiye sınırları içerisinde bulunan Yabancı Liselerde okuyan çifte uyruklu

öğrenciler YÖS şartlarını yerine getirmemiş sayılmaktadır. Bu öğrenciler YÖS sınavına alınmazlar.

Türkçe bildiğinizi belgelendirmek YÖS Şartları’ndan biri midir?

Türkçe bilmeniz ve ya Türkçeyi bildiğinizi belgelendirmeniz YÖS Şartlarından biri değildir. Üniversite kabullerinde sizlere zorunlu kılınmayacaktır.

YÖS Sınav sonuçları ile üniversitelere kayıt yaptırdıktan sonra, seviye belirlenme amaçlı Yabancı Öğrenciler İçin Türkçe Seviye Belirleme Sınavları yapılır. Sınav sonuçları değerlendirmelerinde öğrenciler A, B ya da C gruplarına ayırılmaktadır. Eğer öğrenci YÖS Türkçe Sınavından:

  •     A grubuna atanırsa yükseköğrenim hayatında Türkçe bariyeri ile karşılaşmıyacaktır.
  •    B grubuna atanırsa lisans dersleri devam ederken, ders planına ek ders olarak Yabancı Öğrenciler İçin Türkçe Dersi eklenmektedir.
  •  C grubuna atanırsa öğrenci Türkçe Hazırlık okuması gerekiyor ve ya TÖMER’den Türkçe sertifikası alması gerekiyor.

YÖS Başvuru İşlemi

Yabancı Öğrencilerin YÖS Sınavına girebilmeleri için belirli YÖS Şartları ve koşullarını yerine getirmeleri gerekmektedir. YÖS kabul eden üniversiteler kontenjanları kendileri açıklamaktadır. YÖS sınav sonuçları ise üniversiteler tarafından açıklanmaktadır.

YÖS Sınavı’na başvuru yapmak için Üniversitelerin resmi web sitelerinden başvurularınızı gerçekleştirebilirsiniz. YÖS Başvuru ve Sınav Tarihlerini takip etmeniz bu süreçte çok önemlidir. Genellikle YÖS Başvuruları Şubat ve Mart aylarında başlamaktadır. Üniversiteler Mayıs ve Haziran aylarına kadar YÖS Başvuru kabul etmektedir. Başvuru yapmadan önce YÖS Şartları‘nı kontrol ederek koşulları yerine getirdiğinize emin olunuz.

Tercihlerinizde vakıf / özel üniversiteler var ise: Yabancı Uyruklu Öğrenci kabul eden Vakıf Üniversiteleri linkinden bilgi alabilir, yabancı Uyruklu öğrenci başvurularınızı yapabilirsiniz.

İstanbul Üniversitesi YÖS sınavı ve önemi

İstanbul Üniversitesi YÖS Sınavı yabancı uyruklu öğrenci sınavları arasındaki en önemli sınavıdır. Bu sınava en çok öğrenci katılmaktadır. İÜYÖS sınav sonuçları genellikle tüm üniversitelerde geçerli olmaktadır. İstanbul Üniversitesi’nin YÖS sınavı Almanya, Fransa, Hollanda, Amerika, Türkmenistan, Azerbaycan ve diğer ülkelerin çeşitli kentlerine yapılmaktadır. Başvurular: 31 Ocak 2022 Pazartesi- 02 Mayıs 2022 Pazartesi arasındadır. Ayrıntılı bilgi için https://yos.istanbul.edu.tr/tr/_ adresine bakınız.

19 Mayıs Üniversitesi YÖS sınavı ve önemi

OMÜ-YÖS Ofisi, Ondokuz Mayıs Üniversitesinde (OMÜ) öğrenim görmek isteyen uluslararası öğrencilerin girecekleri ve sonuçlarını Ondokuz Mayıs Üniversitesi ile birlikte Türkiye’deki birçok üniversiteye kabul için başvururken kullanacakları Uluslararası Öğrenci Giriş Sınavının (OMÜ-YÖS) organizasyonunu OMÜ-Uzaktan Eğitim Merkezi (UZEM) ile beraber gerçekleştirmektedir. Başvurular: 10 Ocak 2022 Pazartesi- 15 Mayıs 2022 Cuma tarihleri arasındadır. Ayrıntılı bilgi https://yos.omu.edu.tr/tr adresinden alınabilir.

YÖS Sınavına En Fazla Hangi Ülkeler Başvurmaktadır?

YÖS Sınavı ile Türkiye’de ki üniversitelere en çok başvuru yapan öğrencilerin vatandaşlıkları Azerbeycan, Türkmenistan, Iran, Türkiye, Suriye, Almanya, Bulgaristan, Afganistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afrika ülkeleri (Tanzanya, Kenya, Malavi, Mısır, Tunus) olarak tespit edilmiştir. YÖS ile Devlet Üniversitelerine kayıt yapmış olan öğrenciler ise aynı ülkelerden gelmektedirler.

YÖS’e Girebilmek İçin Türk Vatandaşlığından Çıkmak Gerekiyor Mu?

Çifte vatandaşlığı olup, liseyi yurt dışında bitirenlerin Türk vatandaşlığından çıkmasına gerek yoktur. Çünkü çifte vatandaşlar yurt liseyi yurt dışında bitirmişlerse, YÖS’e girebiliyorlar.

Öte yandan, liseyi yabancı bir ülkede bitirenler ve bu ülkede eğitim süresince (en az 3 yıl) ikamet etmişlerse, Türk vatandaşı olsalar da bu haktan faydalanıyor. Dolayısı ile vatandaşlıktan çıkılmasına gerek bulunmamaktadır.

Liseyi Türkiye’de çifte vatandaş olarak bitirdiniz ise, mutlaka Türk vatandaşlığından çıkınız. Çıkmazsanız; kazansanız bile kayıt yaptırma olanağınız yoktur.

Vatandaşlıktan çıkma işlemini İçisleri Bakanlığına başvurarak başlatabilirsiniz.

YÖS Sınavına katılabilmek ve Mavi Kart alabilmek için İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Müdürlüğü – Vatandaşlıktan Çıkma Şubesinden ve ya Yurtdışında bulunan Konsolosluklardan yapabilirsiniz.

Mavi Kartlıların Durumu

Türkiye’de lise eğitimini tamamlayacak veya tamamlamış olan çift uyruklu öğrenciler Yabancı Uyruklu / YÖS kontenjanlarından faydalanabilmeleri için Mavi Kart almak zorundadırlar. Mavi Kart, doğumla Türk vatandaşı olup, Türk vatandaşlığından çıkma izni ile vatandaşlıktan çıkmış olan ve Türk kanunlarının yabancı uyruklulara tanımış olduğu haklardan yararlanabilmelerini sağlayan bir karttır. (5901 sayılı Türk vatandaşlığı kanunun 28. maddesi).

Tıp Fakültesi, Diş Hekimliği, Hukuk ve Öğretmenlik bölümlerine başvuru yapacak olan öğrencilere YÖK tarafından 23 Temmuz 2019 tarihinde alınmış karara göre %10 kontenjan kısıtlaması getirilmiştir. Mavi Kart’a sahip olan yabancı uyruklu öğrenciler bu bölümlerin tüm kontenjanının sadece %10’luk kısmına başvuru yapabilmektedir.

Yükseköğretim Kurulu’nun 22.12.2021 tarihli bir diğer açıklamasına göre; Türkiye’deki ortaöğretim kurumlarına 2022-2023 eğitim ve öğretim yılından itibaren kayıt yaptıracak Mavi Kartlılar, KKTC vatandaşları ve yabancı uyruklular (elçilik okulları ve MOBİS sisteminde yer alan Milletlerarası özel öğretim kurumlarındakiler hariç), yükseköğretim kurumlarına sadece Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) ile girebileceklerdir.

YÖS Sınav Soruları

YÖS (Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı) Soruları Oransal Dağılımı

YÖS Sınavı genellikle 80 sorudan oluşmaktadır. Bu soruların dağılımı 45 YÖS IQ – Genel Yetenek (IQ), 30-32 Matematik, 3-5 Geometri sorularından oluşmaktadır.

Matematik ve geometri soruları genel lise düzeyinde olan sorulardan oluşmaktadır. Soru yapıları LYS ve ya YGS Sınavından farklılıklar göstermektedir.

Önlisans, Lisans ve Lisansüstü Eğitimler

Türkiye’de iki yıllık önlisans programlarına girebilmek için de YÖS sınavına girmek zorunludur. Türkiye’de Yüksek Lisans ve Doktora başvuruları için üniversiteler tarafından değişik yönetmelikler bulunmaktadır. Yüksek Lisans ve Doktora kabul şartları ve başvuru tarihleri farklılıklar göstermektedir. İlgililerin ilgili üniversitelerin lisansüstü eğitim verilen enstitülerine (Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Sağlık Bilimleri Enstitüsü) başvuruda bulunması gerekir.

Türkiye’den Alman Üniversitelerine Nakil

YÖS Sınavı sonucu ile Türkiye’deki bir yükseköğretim programına kayıt yaptırmış olan öğrencilerin Alman üniversitelerinin öğrenci kabul şartlarını taşımalarının yanı sıra, Türkiye’de yerleştirildiği programda iki dönem okumuş ve asgari 60 ECTS kredilik ders alarak başarılı olduğunu gösteren ve Genel Not Ortalaması 2.00 olan transkripti ile belgelendirmesi gerekmektedir. Yatay geçişler Türkiye’de öğrenim görülen alan dışında bir alana yapılamamaktadır.

Türk yükseköğretim sisteminde açık ve uzaktan öğretim sistemiyle eğitim verilen bir programdan Alman yükseköğretim kurumlarına yatay geçiş yapılabilmesi için de iki sene, önlisans düzeyinde eğitim alınmış ve başarılı olunmuş olması gerekmektedir.

Almanya’dan YÖS sistemi ile Türkiye’deki bir yükseköğretim programına yerleştirildikten sonra Türkiye’de değil de Almanya’da yükseköğrenim görmek isteyenlerin, Türkiye’de yerleştirildikleri programların eşdeğeri programlara kayıtları ancak üniversitenin koyduğu kesin kayıt kurallarının yerine getirilmesi, mezun olunan lisenin açık öğretim sistemiyle eğitim veriyor olması halinde bir sene bilimsel hazırlık (Studienkolleg) okunması zorunluluğu bulunmaktadır.

19 Mart 2022 Cumartesi

Aile Bağları

 


Bugün; dışarıda alacalı renkleri kadar güzel bitkilerin uyandığı, türlü kokuların, sevdalı yüreklere muştulandığı bir ilkbahar havası var. İnsanlık ateşle, yoklukla, kanla ve can güvenliği ile sınandığı, zor bir dönemden geçiyor. Milletimiz fırtına içinde sessizliğini korumaya, mazlumun yanında olmaya, zalimin karşısında umut olmaya çalışıyor. Bu şartlar altında uzaklara dalıyor; bir an insanlığı bekleyen geleceğin hülyalarını, daha doğrusu suç ve günahlarını oluşturan malihülyalarını düşünüyorum. Sizinle neyi paylaşayım derken de daha önce bir yerlerde yayımladığım ve insanların dayanışmasını, aile olmanın önemini anlatan notlarımı gözden geçirip paylaşmaya karar veriyorum. Biliyorum ki aile sadece benim için değil, hepimiz için her daim kutsal, her daim vaz geçilmezdir.

Toplumun çekirdeğini oluşturan huzurlu bir aile ortamında büyüyen çocuklar özgüvenlerini ailenin önemini ve aile olmanın değerini hissederek pekiştirir. Aile bir öğün yemek yerken bile hayatı paylaşmaya ve yaşanmışlıklardan dersler çıkarılan anlamlı birliktelikler oluşturmaya, kişiye yaşama sevinci vermeye yarar. Sağlam aileler toplumsal dayanışma konusunda da toplumun ayakta kalmasını sağlar; dini, milli ve insani değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasına aracılık eder. Sağlam toplumları sağlam aileler inşa eder.

Aile bağları kuvvetli olan bir millet olumsuz dış etkenlere karşı da güçlü olur. Aile içi bağlar ne kadar güçlü olursa, aileyi oluşturan kişiler de zor zamanlarda o kadar güçlü olur. İnsan aile içinde kendini bağımsız, özgür hissederken yalnız olmadığını da bilir. O kadar ki zor zamanlarında kendini ait hissettiği, güvendiği birilerinin olduğuna inanır, onlara güvenir. Bu güven duygusu varlığında kıymeti bilinmeyen, yokluğunda ise bıraktığı boşluğa dayanılması zor olan aile bireyine duyulan güvenden kaynaklanır.

Gençler arasında “Seni seven bir ailen varsa korkma” denir. Sevginin en güçlü hali ailede vücut bulur ama aile olmanın da olmazsa olmaz kuralları vardır. Bunlardan ilki saygı, ikincisi de koşulsuz sevgidir. Türk aile yapısında saygı aşağıdan yukarıya bir hiyerarşi gösterirken, saygı gösteren de sevilir. Bu saygı ve sevgi ilişkisi kişilerin aile içindeki konumlarını göstermekle birlikte, kişilerin aile içinde var olmasıyla daha da anlam kazanır.

Bir diğer husus ise aile bireyleri arasındaki ilişkinin iletişim şeklidir. İletişimde aile bireyleri birbirine açık davranır. Bu açıklık samimiyet ve anlama çabası ile kendini gösterir. Aileyi oluşturan herkes kendini ifade etme hakkına sahipken, aileyi oluşturan bireylerin kendini ifade etmek isteyeni gerçekten anlama niyetiyle dinlemesi, anlatanın da düşüncelerini sansürlemeden, özgürce ifade edebilmesi; bütün bunları yaparken de kendini aile içinde güvende hissedebilmesi gerekir.

Aile içi ilişkilerde eşitlik ve hakkaniyet ilkesi göz ardı edilmemelidir. Eşitlik; öncelikle zaman ile paranın ekonomik ve verimli kullanılması, ailenin sahip olduğu fırsatların eşit değerlendirilmesi, kişilere eşit şekilde kullandırılması anlamına gelir. Hakkaniyet ise hakkın sahibine teslim edilmesidir; yani aile içinde bireylerin kişisel haklarının kullanımında adaletli davranılması kaçınılmazdır.

Aile içinde işbölümü deyince, sorumluluk ilkesi anlaşılır. Herkesin kendi rolüne uygun şekilde üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi uygun olandır. Okula gitmek, ödev yapmak, evin yemeğini pişirmek, evin temizliğini yapmak, aileye gelir sağlamak, geçimini temin etmek gibi sorumlulukların paylaşılması, rollerin benimsenmesi, içselleştirilmesi ve daha da önemlisi kişilerin kendi varlıklarının farkına varması ve kendini bu yolla gerçekleştirmesi, rollerini benimsemesidir. Böylece aile bireyleri arasında hizmet eden veya hizmet alan duygusu oluşturulmamalı; paylaşımcı olmalıdır. Bu paylaşımcılık; kazanımların hakça paylaşılması, insanların bir yandan birbirlerinin kişilik haklarına saygı göstermesi, öte yandan birbirlerinin lehine olmak üzere bazı kişisel haklarından vaz geçebilecek etik anlayışa sahip olmasıdır. Kimse kimsenin mecburi istikameti, kimse de kimsenin çıkmaz sokağı değildir.

Sıcak yaz gününde hararetten içi yanan insan içini rahatlatacak serin bir su arar. Yolda yürürken gölgesinde dinleneceği bir çınar… O çınar bazen baba, bazen anne, bazen kardeştir. Bunlar yoksa yakın arkadaştır. Aileyi oluşturan bireyler bir arada mutlu olmalı ve gerek kendi kişisel alanlarında gerekse bütün aileyi ilgilendiren durumlarda karar verme ve verilen kararlara katılma hakkını kullanmalıdır. Bu da karşı karşıya kalınan sorunların birlikte değerlendirilerek çözümlenebilmesi için istişare edilmesi, karşılıklı fikir alış verişi yapılmasını, aile içi dayanışmayı gerektirir. Napoleon Bonaparte’ın dediği gibi “İnsanın evi, gönlünün bağlı olduğu yerdir.”

Toplumun özünü oluşturan ailenin bireyleri dünyevi kazanımlarını paylaşır. Bu paylaşıma maddi varlıklar, şöhretler, statüler, toplumsal konumlar dâhildir; bütün aile bireyleri tarafından paylaşılır ve bu özellikler aile bireylerine ve değerlerine katkı sağlar. Bir baba evladına iş ve aş sağlamaya çalışırken, evlat babasının imkânlarını değerlendirirken, bunları kendine yük olarak görmez. Paylaşmak; sadece bir malı değil, duyguları da kapsar. Zorlukları aşmak, acılara dayanmak paylaşmakla mümkündür. Bizim kültürümüzde paylaşmak; huzurdur, cömertliktir, yardımseverliktir, kardeşliktir. Sağ elin verdiğini sol elin görmemesi, sağ kulağın duyduğunu sol kulağın bilmemesidir. Paylaşmak; berekettir.

Wilhelm Stekel’in ifadesi ile “Aile, her türlü iyilik ve kötülüğün öğretildiği bir okuldur.” Aile bireylerini birbirlerine yaklaştıran bir diğer husus da toplumun manevi kazanımları olan inanç ve ahlâkî değerlere bağlılıktan doğan dayanışma gücüdür. Ailenin karşılaştığı olağan dışı durumlarda sabırlı ve bilinçli davranması, ölüme tevekkül ile yaklaşması, yaratılışı yaratanın insanlığa sunduğu yenilenme imkânı olarak görmesi, yaratan ilahi güce bakışı; ailenin kriz anlarında bir arada kalmasında, sıkıntılı ve acılı anlarda yaşanan duygu yoğunluğunun dağıtılmasında, teselliyi bulmasında belirleyici olur. Huzuru ve teselliyi aile dışında aramak, ailenin ortadan kalkmasına, dağılmasına neden olur.

Toplumsal ve sosyal hayatın evrilmesiyle birlikte aile modelleri de değişti ve çekirdek aile dediğimiz ebeveyn ve çocuklardan oluşan aile modelleri oluştu. Çekirdek ailenin ebeveynleri, anne ve babaları, kendi yaşam felsefesini, değerlerini ve ailenin sınırlılıklarını birlikte belirlemeli ve bunları çocukları ile açıkça paylaşmalı; kendi ilişkilerinde de bu değerlere uygun hareket etmelidir. Bir babanın çocuğuna vereceği en güzel hediye, onun annesini sevmek olurken en mükemmel kadın da J. Wolfgang von Goethe’nin deyişiyle “çocuklarına; babalarının yokluğunda baba olabilecek olgunluğa sahip olandır. Peki, çocukların ebeveynlerine karşı görev ve sorumlulukları yok mu? Baba her şeye muktedir mi yahut mecbur mu? Elbette… Evlat olmanın sorumluluklarını bir başka yazının konusu yapalım.

Bitirirken şunun altını çizelim ki aile bir çatı altında barınan, günlük ihtiyaçlarını karşılayan, birlikte hayat geçiren insanlar topluluğu değil, o çatı altında hayatı paylaşan insanlardan oluşur. Vatanımız için kan, arkadaşımız için gözyaşı dökebiliriz; ama aile olabilmek için ter dökmemiz, emek harcamamız gerektiğini unuturuz. Kurulan yuvada kadın şefkatin ve güzelliğin, erkek de doğruluk ve Hakk’ın temsilcisi olursa, o evde huzur ve mutluluk olur. Maneviyatın, sevgi, saygı ve güvenin olmadığı yerde; zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafalarıyla dönerken saygının yerini hakaret, sevginin yerini nefret, güvenin yerini ihanet alır. Siz siz olun; erdemli (doğru olanı yapıp yanlıştan sakınan), düzgün karakterli, adaletli olun.

Gün gelip, ölümün ne kadar yakın olduğunu fark ettiğinizde anlaşmazlıklarınızı unutup yaralarınızı sarmaya çalışın. Birbirinizi öyle sevin ki sizi kaybetmek bir yana, incitmekten bile korkan, birbirine güçlü sevgi bağları ile bağlı güzel bir ailede huzur ve mutluluk bulun. İyi günde sevinci, zor günde üzüntüyü, ihtiyaç anında da derdi, tasayı paylaşacak ailenize sahip çıkın. Doğan Cüceloğlu’nun anlattığı ve her bir kelimesinde insanlık, sabır ve değerbilirlik örneği barındıran hikâyedeki “yaşlı, kör eşeği” unutmayın ve onlara olan yükümlülüklerinizi ihmal etmeyin.

Paylaşmanın mutluluğu, sevgilerin en güzeli sizinle olsun.

 Not: Bu yazının ilk hali Post Aktüel Gazetesi Ocak 2021 sayısında Aile Değerleri başlığıyla yayımlanmıştır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...