Yeryüzünde medeniyeti yaymış olan Türklerin tarihi Milattan önce 2500’lü yıllara kadar geri götürülebilmektedir. Bu milletin gerek sözlü gerekse yazılı eserler verdiği güçlü bir de dili vardır. Bu dil aynı zamanda çok eskiye dayanan, kadim bir kültürün taşıyıcısıdır. Bu kültür bizim kuşaktan kuşağa aktarılan kültürümüzdür. Yazdığım hemen her yazıda, gittiğim her toplantıda “Dilimizi, kimliğimizi unutmayalım; ayrışmayalım; bir olup, güçlü olalım” diyorum. Bu sözler kuru hamasetin yansıması değil; içten, samimi ve güçlü bir çağrı olarak değerlendirilmeli, toplumun bütün kesimleri tarafından dikkate alınmalı; tarihin derinliklerinden getirilen Türk dilinin ve kültürünün gelecek kuşaklara aktarılması için küçük, anlamlı bir çağrı olarak değerlendirilmelidir. “Bir hayalim var” diyen Martin Luther King (1929-1968)’in “Zaman gelir sessizlik ihanet olur” deyişini veya Cahit Zarifoğlu (1940-1987)’nun “Bir duruşu olmalı insanın; bir bakışı, bir anlayışı, bir aşkı, bir davası olmalı…” sözünü hatırlatmak isterim.
Avrupalı Türklerin yaşadıkları çevrede ayrışması, toplumsal veya sosyal
hayatın getirdiği farklılıkları zenginlik olarak görmek yerine birbirlerini ötekileştirmek
için toplumsal veya siyasal bahaneler üretmesi her geçen gün daha belirgin bir
hal alıyor. Toplum bir bütün olarak değerlendirildiğinde ayrıştırıcı tutumların
Avrupa Türk toplumu lehine bir kazanım olmadığını herkesin görmesi, buna göre
pozisyon alması lazım. İnsanların ayrışması, ayrıştıkça oluşan zıt kutuplara yönelmesi
bu toplumun öncelikle bertaraf etmesi gereken öncelikli sorunlardan biri olarak
görülmesi ve bu ayrışmayı ortaya çıkaran nedenlerin üzerine gidilerek çözüm
üretilmesi gerekir. Aksi halde baskın kültürün içinde çok kültürlülük
anlayışıyla birbirinden kopuk şekilde var olmaya çalışan Avrupa Türk toplumunu
bu ayrışma eritecek, bitirecektir.
Bu ayrışmada Avrupalı Türklerin içinden toplum lideri olma iddiası ile
ortaya çıkmasına rağmen geleceğe dair umut taşımayan, sorunları tespit edip
çözüm üretemeyen, nitelikli kişileri kendilerine potansiyel rakip olarak görüp
kapsam dışı bırakmaya çalışanlar da önemli bir pay ve sorumluluk sahibidir. Paydaşların
birbirleriyle çatışmak, toplumsal ve sosyal olarak ayrışmak yerine birlikte
hareket ederek bütün Türklerin okulda, iş yerinde, günlük hayatta maruz kaldığı
demokrasi, hukuk ve insan hakları konularındaki ihlallerle mücadele etmesi
beklenir.
Şüpheniz olmasın ki toplumu ayıranlar, bölenler onu bitirirken kendilerini
de bitirmektedir. İçinde yaşanılan toplumda bireylerin ayrı ayrı gruplarda, farklı
ortamlarda, birbirinden bağımsız hareket etmesi, toplumsal ve sosyal olarak
elde edilebilecek kazanımlardan da uzaklaşılmasına neden olmaktadır. Toplumun azınlıkta
kalan bir kesimi kısa dönemde kazanan olarak görülse bile, orta ve uzun vadede herkesle
birlikte onlar da kaybeden olacaktır. Avrupalı Türklerin demografik değişimi ve
Türkiye ile olan çok yönlü ilişkileri sosyal ve kültürel açıdan da ele alınmalı;
toplum kangrene dönüşen bu ayrışmanın, kimi uyum projelerine paralel bir toplum
mühendisliğine evrilmemesine dikkat edilmelidir.
Toplum o hale gelmiş ki bırakın siyasi ve sosyal ayrışmayı, tek bir dine
mensup farklı inanç grupları bile birbirine selam verip, selam alırken düşünüyor.
Anadolu’da “İnadın gözü kördür; meleği şeytan gösterir” derler; bırakın şu
inatlaşmayı, ayrışmayı. Bu inatlaşma ve ayrışma Türkiye’yi olduğu kadar,
Avrupalı Türklerin yaşadıkları çevreleri de yakından ilgilendirmeli; sonuçla,
zahirle uğraşmak yerine, sorunu ortadan kaldıracak nedenler üzerine yoğunlaşarak
çözüm yolları araştırılmalıdır.
Avrupa’nın değişik ülkelerinde akşam, sabah çarşıda pazarda konu komşuyla
karşılaştığımızda, tanışsak da tanışmasak da birbirimize “iyi günler” temennisinde
bulunurken, kendi soydaşımızla selamlaşmaktan imtina eder duruma düşmeyelim.
Nedenini herkes biliyor; çözümünü, bilemiyor, bilse de fikrini hayata
geçirebilmek için üretime dönüştüremiyor. Kaldı ki inancımıza göre “selam
vermek sünnet, almak farzdır”.
Şimdi burada sormak isterim; Avrupa’ya gelince ne değişti de insanlar
birbirinden selamı sabahı kesti? Birlikte yaşayan, sosyal ve beşeri ilişkiler
kurulanlar hangi milletten olursa olsun dili, dini, rengi ne olursa olsun
insan. Unuttuk mu? Bu coğrafyada insanlar sokağa çıktığında büyük küçük,
birbirini tanısın tanımasın, kendi dillerinde “Günaydın!”(Guten Morgen!) veya
“Allah’ın selamı üzerinize olsun!” (Grüß Gott!) diye selam verip selam alıyor;
kimse kimseyi yadırgamıyor. Anadolu’dan Avrupa’ya gelip, buralarda yerleşik
düzene geçenlere ne oluyor da birbirlerine selam verip, selam alma konusunda bile
çekimser davranıyor? Önceleri “münevver”, sonraları “aydın” diye adlandırılan
kesim kendi “entelektüel” eksikliklerini kapatabilmek veya mevcut ayrışmada taraf
olmamak için topluma ve özellikle dindar kesime arkasını dönüyor; toplumsal ve
sosyal hayatta inançları ve inanç sahiplerini ilgi alanı dışında tutuyor;
toplumsal ve sosyal hayatın içine girmiyor. Toplumsal öncü, lider olabilecek
imkânlar varken hemen hiçbir STK faaliyetlerine katılmıyor. Bunlara karşı
herkese ayar vermeye çalışan, donanımı ve vizyonu sınırlı bir grup ortaya
çıkıyor. Her şeyi bilen, ama neyi ne kadar bildiğini bilmeyenler anlık, orta ve
uzun vadeli planlaması olmayan faaliyetler ile topluma yön vermeye, hedef
göstermeye çalışıyor. Toplumun dinamiklerini harekete geçirmek için türdeş
yaşam tarzlarını bir yana bırakıp, uç noktalara gitmenin sorunların çözümüne
bir katkı sağlamayacağı, günün şartlarına göre davranma gerekliliği
unutulmamalıdır. Sosyal ve beşeri ilişkilerdeki başarı; toplumun dertleri ile
dertlenmede; içinde yaşanılan toplumun bütün paydaşları ile kederde, sevinçte
birlikte hareket ederken sorunlara ortak çözümler üretebilme becerisi ve
iradesini ortaya koymakta yatar; görsel düzenlemelerle vakit geçirme zamanı geride
kalmıştır. Erdemli bir toplum düşü kuranlardan beklenmesi gereken de budur.
Muhammed İkbal (1877-1938); “Bu asrın felaketi şudur: İnsanların kalpleri
var fakat bu kalple neyi seveceklerini bilmiyorlar.” diyor. Yunus Emre (1238-1328)
ise asırlar öncesinden “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, Sevelim
sevilelim, dünya kimseye kalmaz!” sözüyle, dünya hayatının gelip geçici
olduğuna ve insanlar arasındaki sevgi ve saygının önemine dikkat çekiyor. Kalpler
sevilenler için birer yuvadır ve insanlar dünya hayatında birbirlerine verilmiş
birer emanettir; emanete sahip çıkınız ki yarın bu günümüzü aramayalım. Merhum
Abdürrahim Karakoç (1932-2012)’un deyişi ile “Bırakın dönsün dönme dolaplar; haktan
hakikatten yana bakın siz.”
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Şubat 2022’de yayımlanmıştır. Gazeteye http://www.europa-journal.net/yarin-buguenue-aramayalim/ adresinden erişilebilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder