18 Aralık 2023 Pazartesi

Türk Kimliği

 

Tarih kolektif bir hafızadır. Toplumların ortak hafızasıdır. Milletler yaşadıkları anı, sahip oldukları kazanımları ve geleceğe ilişkin tasarımlarını, öngörülerini yaşadıklarına, edindikleri deneyimlere borçludur. Geçmişini, yaşadıklarını bilmeyen, geleceği için hedef belirlemeyen milletler, açık denizde pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi rüzgarın kuvvetli estiği yöne doğru sürüklenmeye mecbur kalır.

Avrupanın değişik ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli gençlere taşıdıkları „Avrupalı Türk“ kimliğinin, doğup büyüdükleri, eğitim ve kültürel süreçlerde sosyalleştikleri ortama ve bunlara bağlı olarak oluşturdukları melez bir kültürün ortaya çıkma aşamasında verildiği; Türk kimliğini tamlayan Avrupalı ibaresi kaldırıldığında geriye kalan Türk sözünün kadim bir milleti ve onun kültürünü tanımladığı unutulmamalıdır. Anthony Simith (1994, s. 32) milleti „Tarihsel bir toprağı, ülkeyi, ortak mitleri ve tarihsel belleği, kitabeyi, bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan insan topluluğu“ olarak tanımlıyor.

Bu yazıda kimi kimliklerden verilecek örneklerden hareketle, Cumhuriyet döneminde yeniden hatırlatılan Türk kimliği üzerinde durulacaktır.

Tarih boyunca Ortodoks Ruslar ile Katolik Almanlar arasında kalan, her iki millete de „öteki“ duygusu besleyen Leh milleti Katolikliğe bağlanarak benliğini korumuş; „acı çeken İsa“ ve Mesihçi „kefaret“ anlayışı ile Polonya fikrini oluşturmuştur. Acı çekme ve kefaret bu milletin ideoloji, dil ve sembolizminin ekseni konumundadır (Bozkurt, 2014, s. 399).

Ruslar; 18. yüzyıla kadar Hunlar, Avarlar, Hazarlar, Kumanlar ve daha yakın dönemlerde Moğollar ve Tatarların egemen olduğu Karadeniz’in kuzeyindeki coğrafyada uzun süre birbirinden ayrı, kendi başına bir iş yapamayan, iş yapmaya kalkanların da ağır şekilde cezalandırıldığı dağınık bir hayat sürdürdüler. Bin yıl öncesinde kuzeyin orman kuşağına yayılmış dinsiz, şehirsiz, devletsiz, hiçbir gelecek vaat etmeyen bir orman halkı olarak bilindiler. Slav kimliğinin özgün özelliği acı, düşünce, vurdumduymazlıktır (Bozkurt, 2014, s. 400)

Fransız kimliği dil, edebiyat ve kültürde düğümlenir. Fransızlar kendi dili ve kültürü üzerine dil ve kültür tanımazlar. Türkiye’deki kimi tatlı su aydınlarının da hararetle savunduğu gibi; „Bütün insanlık sanat, kültür, özgürlük, insan hakları gibi kavramları Fransızlardan öğrenmiştir. İnsanlığın evrimi Fransa’dan geçer.“

İsviçreliler; ortak vatan kavramı etrafında birleşirler. Ayrı dil, ayrı mezheplerden oluşan halkı bir arada tutan ortak duygu, aynı toprakları paylaşıyor olmaktır. Bu ülkenin günümüzdeki belirgin özelliği ise refah düzeyinin yüksek olması, dil birliği olmasa da menfaat birliği bulunmasıdır.

Avusturya’yı Almanya’dan ayıran en belirgin özellik ise; Katolik mezhebi, köklü devlet ve bürokrasi geleneği, sanat, edebiyat ve kültürdür. Avusturyalılık ruhunu ayakta tutan ise Viyana başta olmak üzere, ülkenin dünyanın sayılı kültür şehirlerine sahip olmasıdır. Avusturyalılık duygusunda Almanca belirleyici birincil öge değildir.

Türklere gelince; Türk sözü, ilk defa, Göktürk Devleti’ni kuran ve bu devletin temelini oluşturan topluluğun adı olarak Göktürk Yazıtlarında kullanılmıştır (Koca, 2013).

19. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’ya gönderilen ve Jön Türkler olarak adlandırılan gençler hangi milletten oldukları sorusuna ne cevap vereceklerini bilememişler.  „Müslüman“ olduklarını söylemişler. „Bu sizin dininizdir; milliyetiniz ne?“ diye üstelenince, „Biz Osmanlıyız“ diye cevap vermişler. Soru „Bu sizin tabiyetiniz, yani uyruğunuzdur, milletiniz nedir?“ diye tekrar edilince, gençlerin verecek cevabı kalmamış. Anılarında „Bakın, şu karşıda oturan gençler, Ermeni olduklarını, şurada oturan genç ise Rum olduğunu söyledi. Siz Rum veya Ermeni olmadığınıza göre, milliyetiniz nedir?“ diye açıklamalı bir soruya muhatap olduğunu yazan Jön Türk, „İşte o gün Türk olduğumuz aklımıza geldi“ diye itirafta bulunmuş (Berkes, 1975, s. 205). Bu durum muhtemelen Osmanlı Devletinin (Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye) son dönemlerinde, Türk kimliğinin diğer kimliklerden aşağı görülmesi, Türklerin kendilerini Türk olarak tanıtmaktan kaçınmalarından kaynaklanmaktaydı. O zamanlardaki anlayışa göre Müslüman olmak, bu yolla Kavm-i Necib-i Araba (kutsal Arap kavmine) yakınlaşmak ve hatta soyunu Arap kavmiyle bağdaştırmak için uydurma kütük oluşturmak adettenmiş.

Okula devam eden öğrenciler, kendilerini Arapsa Arap, Arnavutsa Arnavut, Rum ise Rum olarak tanıtırken, Türk öğrenciler kendini Osmanlı olarak tanıtırmış. Padişahın nöbetçileri, bekçileri, korucuları Arnavut; ağaları siyahi; haremi Çerkez’di. Türkler toplum içinde aşağılandıkları için soylarını bir Arap soyuna bağlama çabası içindeydiler. Örneğin; Şam’da Arap milliyetçisi olan Azimzadeler, Konya’dan gelen Kemik Hüseyin’in torunlarıydı. Halep’in köklü ailelerinin kökeni de Türktü. Osmanlı İmparatorluğu’nda saygınlık azınlığa tanınmış bir ayrıcalıktı ve herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha üstün tutuluyordu (Atay, 1953, s. 132).

Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde İstanbul’da yaşayan Türk’ün durumunu şu şekilde anlatıyor (1963, s. 17): „Beyoğlu’nda bir İstanbul’lu Türk ‘Yerli’liğini kolayca hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçe konuşana cevap vermez, ancak ‘tenezzül’ eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızcadır ve Fransızca yazılmıştır. Türklerin Türkçe konuştukları pek duyulmaz… Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan biri ‘Alafranga’dır! Kendimize Türk demezdik.“ (Öndeş, 2023) diye yazıyor.  

Atatürk vatandaşlarla yaptığı bir sohbette şunları anlatıyordu: „Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının 'Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir“ (M.E. Bozkurt, 1955, s. 95).

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, yeni kurulan devlette teba olmanın yerini birey olma „yurttaş“ olma bilinci geliştirilmeye, Türklük bilincinin oluşturulmasına çalışılmıştır. „Ezik Osmanlı kimliğine karşı, isyancı bir kimlik özelliği“ (Bozkurt, 2017; s. 421) olarak Türk kimliği kabul edilmiştir. Bu yeni kimlik Bozkurt’a göre „Türk kimliğinin yabancı baskılarına ve kimlik ezilmesine karşı dirilişidir“ (2014: s. 421). „Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına „Türk Milleti“ denir. „Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bu damarlar, birbirini tanısın. Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelik çabalar boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir.“ (Şehirli, 2000, s. 122) ifadeleri de bu Türk kimliğinin canlandırılması, özgüvenin pekiştirilmesi yönünde atılan adımların yansıması olarak değerlendirilebilir. Türklük; bir ideal, bir ülkü, bir dünya görüşü ve nihayetinde toplumsal ve sosyal hayatı düzenleyen bir değerler dizgesidir.

Dünyanın neresinde, hangi şartlar altında olursa olsun, hiçbir Türk evladı Akdeniz’den başlayarak, yalnız Orta Asya’da Altay Dağları değil, Moğolistan sınırına kadar, Türklerin kahramanlıklarla dolu mazisini unutmasın.  Tarih, milletlerin mücadele alanıdır. Milletleri anlamak, tarihin dilinden anlamayı da gerektirir. Dünyanın kendisine saygı göstermesini isteyen kişi, önce kendi kendi benliğine ve milletine saygı duymalı; bu durumu hissî, fikrî ve fiilî olarak, bütün davranış ve hareketleriyle ortaya koymalıdır. Avrupalı Türkler yaşadıkları baskın kültür içinde, kendi kültürel farklarını koruyup kollayarak muhafaza ederken kendini „öteki“ kültürün değerlerine kapatmak yerine, onları tanımaya çalışmalı, farkı fark ederek, farklı olana saygı duymalıdır. Bu yaklaşım, bireyin kendi kültürel farklarını ve millet olarak varlığını sürdürmesine yardımcı olacaktır. Türkiye ile Türkler ile arasına mesafe koymak isteyenler olabilir. Bunlara Simith’in millet tanımında yer alan kavramları ve kendilerini bu kavramlarla ne derece ilişkilendirebildikleri hatırlatılmalıdır.

Avrupalı Türklerin kimliklerini muhafaza edebilmeleri, gerçekten kim olduklarını bilmek, millet olarak özelliklerini tanımak için tarih öğrenmelerine ve Türkçe ile kadim kültürlerini korumalarına, ve bunları gelecek kuşaklara doğru ve yalın bir şekilde aktarmalarına bağlıdır. Onuru ve haysiyetine düşkün;  yetenekleri yüksek olan Türkler; demokrat ve sorumluluklarını bilen, bulundukları çevrede kullanılan dilleri de öğrenmek suretiyle topluma verimli ve üretken bireyler olarak katkı sağlayarak uyum sağlama kabiliyetine sahip bir millettir. Bazı kesimlerin Türk kimliğini görmezden gelerek, Türk milletini „ümmet“ yaklaşımı içinde eritmeye, diğer milletlerden olan dindaşlarla birlikte hareket etmeye yönlendirmesi, eğitimsiz din görevlileri vasıtası ile dinin siyasete alet edilmesi, farklı dil ve kültür ortamında yetişen Türk gençlerine karşı yapılacak hatalardan biridir. Tarih Türklere Araplarla ümmet paydasında buluşulamayacağını ve Araplarla birleşerek güçlü bir kuvvet olunamayacağını öğretmiştir. Türklerin dini değerler ve ümmet uğruna bazen Doğu cephelerinde, bazen Batı cephelerinde savaşarak can verdiği yıllar geride kalmıştır. Türk milletine menfaatlerini, benliğini unutturacak, milli duyguyu yok edecek, fânî dünyaya kıymet verdirmeyen yaklaşımlar; sefaletler, zaruretler, felaketler hissolunmaya başlayınca aklı ve bilimi devre dışı bırakıp yaşananların „Takdir-i İlahi“ olarak değerlendirilmesi, hakiki mutluluğa öldükten sonra ahirette kavuşulacağını vaat eden dini anlayış, Avrupalı Türklerin millet olma bilincinin önündeki önemli tehditlerden biri olarak dikkati çekmektedir. “Biz Türküz; tam manasıyla Türküz. İşte o kadar. Bize iyi Müslüman olmak kafidir. Asya için ve Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır. Dostlara sahip bulunmak; istiklal-i tamımızı muhafaza etmek, her şeyi Türk cephesinden mütalaa etmek. Bu realist görüştür.“ (Karal, 1981, s.129)

Türk olduğunu söylemek, milletini sevmek ırkçılık değil; milli kimliğin ifadesi, özgüvenin dışa vurumudur. „Biz daima hakikatı arayan, onu bulunca ve bulduğuna kani olunca açıkça söylemekten kaçınmayan insanlar olmalıyız.“ diyen Atatürk’ün bir sözüyle bitirmek istiyorum. „Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.“ (İnan, 1959, s. 297).


Not: Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa Journal Gazetesi'nin Aralık 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Yazının basılı metnine ve ses kaydına anılan yayının www.avrupa.at sayfasından erişilebilmektedir.


Kaynaklar:

Atay, Falih Rıfkı (1963). Batış Yılları. İstanbul: Dünya Yayınları.

Atay, Falih Rıfkı (1970). Zeytin Dağı. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Berkes, Niyazi (1975).  Türk Düşününde Batı Sorunu. Ankara: Bilgi Yayınları.

Bozkurt, Fuat (2014). Türk İmgesi: Tuttum Aynayı Yüzüme. İstanbul: Kaynak Yayınları.

Bozkurt, Mahmut Esat (1955). Yakınlarından Hatıralar. İstanbul: Sel Yayınları.

Çakır, Mustafa (2020). „Ezelden Ebede Türk“. Kırmızılar. https://www.kirmizilar.com/ezelden-ebede-turk/

İnan, Afet (959). Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler. Ankara: T.İş Bankası Yayını.

Karal, Enver Ziya (1981). Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Koca, Salim (2013). „Tarihte Türk Adı“. Türk Yurdu. Nisan 2013 - Yıl 102 - Sayı 308, www.turkyurdu.com.tr

Öndeş, Osman (4 Eylül 2023). „Mustafa Kemal Paşa ile İstanbul’dan Samsun’a“. Deniz Ticaret Gazetesi. https://www.denizticaretgazetesi.org/

Simith, Anthony (1994). Milli Kimlik. İstanbul: İletişim Yayınları.

Şehirli, Yücel Atila, (2000) “Atatürk Milli Birlik ve Beraberlik” Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı; 46, C.16, Mart 2000, s.117-131.

21 Kasım 2023 Salı

Tarihe bir not

İnsanlar gibi bazen insanlık da kırılıyor, eğilip bükülüyor, türlü gruplara bölünüyor, parçalara ayrılıyor. Bir ayı aşkın bir süredir Ortadoğu’da ve aslında Gazze’de gökten yağmur değil, ölüm yağıyor. Tarih kitaplarında anlatılan ve Müslümanlara karşı dini motifler öne sürülerek siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerle yapılan Haçlı savaşları şekil değiştirmiş yeniden yaşanıyor. Bu kriz durumunu gelecek kuşaklara anlatmak, yeni ve kalıcı bir barışın habercisi olmak umuduyla, açık kaynaklardan derlediğim haberler ve kişisel yorumlarımla tarihe not düşmek istedim.


Her şey, bir sabah, 7 Ekim sabahı, Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları‘nın, İsrail'in "Filistinlilere ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere Müslümanların kutsal değerlerine yönelik saldırılarına karşılık verme” ve „İsrail’in elinde bulunan birkaç Filistinliyi kurtarma“ gerekçesiyle başladı. Her iki taraf da savaş hukuku tanımayan bir mukateleye (karşılıklı kırıma) girişti. İsrail sahip olduğu orantısız imkanları kullanarak misliyle karşılık verirken, kesintisiz bir ayı aşan zaman dilimi içinde milyona yakın Filistinliyi yerinden, yurdundan etti. Birleşmiş Milletlerin açıklamasına göre o meş’um saldırıların başladığı günden bu yana on bir bin insan hayatını kaybetti; her on dakikada bir çocuk melek oluyor.

Gazze’ye yönelik saldırılarını aralıksız sürdüren İsrail’in öncelikli hedefleri arasında ibadethaneler, El-Ehli Baptist ve Türk-Filistin Dostluk hastanesi, Şifa Hastanesi ve okullar yer aldı. Kimi yorumculara göre, Filistinlilere karşı adeta yok etme politikası yani soykırım uygulanıyor. Gazze'de iletişim ve internet yok, binlerce yaralı ile sivilin bulunduğu mülteci kampları hedef alınıyor. Özellikle bir grup İsrailli doktor Şifa Hastanesinin "Filistinli silahlı grupların" üssü olduğunu iddia ederek bombalanmasını istemesi, katliamları meşrulaştırmaya yönelik stratejiler olarak değerlendiriliyor. 40 okul, 16 hastane ve onlarca sağlık ocağı kullanılamaz hale geldi. Bütün Gazze şehri Open-Air-Prison (açık hava hapishanesi) haline döndü.

Katoliklerin ruhani lideri ve Vatikan Devlet Başkanı Papa Franciscus, "Filistin ve İsrail'deki devam eden ciddi durumu düşündüğünü" belirterek, ateşkes çağrısında bulundu. Hollanda, Londra, Kanada, Brezilya, Türkiye olmak üzere pek çok ülkede sağduyunun sesi olan insanlar tarafından İsrail’i kınayan gösteriler düzenleniyor. Avrupa Birliği'nin (AB) eski kıdemli Orta Doğu diplomatı James Moran, "İsrail'in eylemlerini 'kendini savunma' olarak görmüyorum" diye açıklama yaparken, AB konuya mesafeli bir pozisyon alıyor.

Filistinli sivil halka yönelik saldırılar aralıksız devam ederken, pek çok ülke ve uluslararası kuruluşlar Avrupa’daki yakın tarihin bıraktığı isleri temizlemek istercesine İsrail’in işlediği savaş suçlarını desteklemeye devam ediyor. Milyonlarca insan ölümle yaşam arasındaki ince hatta yaşam mücadelesi verirken İsrail’i eleştirenler, „İsrail düşmanı“, inisiyatif sözcüleri „ırkçı“ yahut „antisemit“ olarak işaret ediliyor. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Mannheimer Morgen Gazetesine verdiği mülakatta "Almanya'da Yahudilere saldıran herkes, hepimize saldırıyor demektir" diyerek, ülkede yaşayan herkesi „Yahudileri korumaya“ davet ediyor. "Antisemitizmi kabul etmeyeceğiz. Çok net yasalarımız var. İsrail bayraklarını yakmak cezai bir suçtur. Masum insanların ölümünü alkışlamak cezai bir suçtur. Yahudi karşıtı sloganlar atmak suçtur." ifadesini kullanıyor.

Bir insanlık dramına dikkat çekilirken Yahudi düşmanlığı yapılmıyor. Yahudilere söz söyleyen yok. İsrail Devletinin uyguladığı ve uluslararası hukuk kurallarına uymayan, insanlık dışı savaş stratejisi eleştiriliyor. Yaşanan olumsuzluklara dikkat çekenler, tepkilerin odağına alınıyor. Örneğin; Carrefour, Mc Donalds ve Burger King İsrail askerlerine yardım paketi göndermesine karşı çıkmayanlar; babası Filistinli olan Bella Hadid‘in “Hiçbir yerde, hiçbir zaman, özellikle de 2023'te, bir hayat diğerinden daha değerli olmamalı. Özellikle etnik kökenleri, kültürleri veya saf nefretleri nedeniyle” diyerek görüş belirtmesine tahammül edemiyorlar. Fransız moda markası Dior, marka yüzü olan Bella Hadid yerine hemen İsrailli manken May Tager’ı tercih ediyor.

Avrupa’da sadece diplomatlar, devlet adamları değil, sıradan insanlar bile korkuya dayalı inşa edilen ve yargısız infazın mübah görüldüğü yaşam alanlarında, kendi arkadaş çevresinde konuşmaya, sağduyunun, doğrunun ve haklının sesini yükseltmeye çekiniyorlar. Batı medyasında çalışan ve İsrail karşıtı görüşleri ifade eden birçok yazar ve editör işten çıkarılıyor. Sporcular sivil halka yapılan orantısız güç kullanımına karşı seslerini yükseltirse veya yazdıkları bir destek mesajı ana akım medyanın savunduğu ve halka manipüle ettiği görüşlerle uyuşmazsa kulüpleriyle ilişikleri kesiliyor. ABD ve Fransa'da da İsrail yanlısı kanunlar hazırlanırken, Eski ABD Devlet Başkanı Obama, verdiği bir mülakatta günah çıkarırcasına, Filistin-İsrail çatışmasında hiç kimsenin elinin temiz olmadığına vurgu yapıyor ve herkesin ‘bir dereceye kadar suç ortağı’ olduğunu söylüyor. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, ise "Kanun ve kurallardan bahsedecek olursak, teröristlerin olduğu yerde kural yoktur." diyerek aslında Batılı, iki yüzlü bakış açısını ortaya koyuyor. Ukrayna’da öldürülen sivillere karşı ayağa kalkan Avrupalıların öldürülen onca Filistinli sivili ve özellikle çocukları görmezden gelmesi, akıl ve mantıkla açılanabilir gibi değil. Kimileri konuyu dini boyuta taşıyarak, yaşanan bu durumdan mistik bir anlam çıkarıp „Armageddon yaklaşıyor. Kıyamet alametleri çoktan tamamlandı.“ şeklinde apofenik söylemler gevelemeye başladı. Sanki bir yerlerde bir senaryo yazılmış, Filistin’de sahneleniyor.

Türkiye ve Türklerin Filistinliler ile ilişkilerine bakınca, bu savaşın bizi neden ilgilendirdiği konusuna da değinmekte yarar var: Aslına bakarsanız, Filistinliler hemen her dönemde kendilerini Türklerin karşısında konumlandırmaktadır. Yıl 1915; kanal harekatında halife'nin çağrısına karşı çıkan ve katılmayan Filistinliler, Türk askerine cephe gerisinden saldırmış ve Türk askerini iki ateş arasında bırakarak 14.000 askerimizin şehit, binlerce askerimizin de esir olmasına sebep olmuştur. Arapların ihanetlerinin yardımıyla 1918 yılında 16. Tümenin 48. Alayındaki İngilizlere esir düşen 15.000 mehmetçiğin Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-i Harbiye Kampında kör edilmeleri de ayrı bir yazının konusunu oluşturmaktadır.

Yakın tarihe gelince; 1989 senesinde Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, "Ermenistan'ın haklı davasını destekliyoruz" açıklamasını yaptı. Bu vesileyle, Karabağ işgaline ve Ermeni katliamlarına destek verdi. Devlet Başkanı Mahmut Abbas da Ermenistan’da sözümona soykırım anıtına çelenk bırakmaktan geri durmadı.  2009 senesinde aynı Mahmut Abbas, Güney Kıbrıs'a gitti ve burada "Kıbrıs'ta Türk askeri işgalcidir" açıklamasını yaparak Rum tezlerini desteklediklerini gösterdi. 2020 senesine gelince; Türkiye'nin „mavi vatan“ tezine karşı cephede yer alarak Eastern Mediterranean Gas Forum dahilinde, Yunanistan, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail ile birlikte hareket etti. Aynı yıl Çin'in Uygur Türklerine yaptığını zulmü görmezden gelerek Çin'in Uygur Türkleri politikasına destek verdi ve buradaki soydaşlarımızın terorist olduklarını belirtti. Filistin Devleti Türkiye’nin başlattığı Barış Pınarı Harekatı’na da karşı çıktı ve Türkiye’yi kınadı. Liste uzayıp gidiyor. Lakin herkes unutsa tarih unutmuyor. Burada aziz milletimize hatırlatılması gereken husus; Filistinliler ile Türklerin arasında öyle zannedildiği gibi bir kardeşlik hukuku yoktur.

Türkiye’nin Filistinlilere destek olmasının nedeni; Peygamber Efendimizin (s.a.s) miraç yolculuğunda Kudüs‘teki Mescid-i Aksa'da tüm peygamberlere imamlık yapması, Mescid-i Aksa'nın Müslümanların ilk kıblesi olması ve anılan coğrafyada yaşayan halklarla yüzyıllar öncesine giden ortak bir tarih, yakın kültürel ve sosyal ilişkilerin bulunmasıdır. Bu hakikatten yola çıkarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile 1975 yılında resmi ilişki kurmuş, aradan geçen zaman içinde 15 Kasım 1988'de sürgünde kurulan Filistin Devleti'ni ilk gün tanıyan ülkeler arasında yer almıştır.

Türkiye’nin Filistin-İsrail anlaşmazlığıyla ilgili olarak iki devletli çözüme yönelik, yerleşik BM parametreleri temelinde ve müzakereler yoluyla adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm getirilmesini, bu çerçevede 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs olan, coğrafi bütünlüğe sahip, bağımsız ve egemen bir Filistin Devleti’nin kurulmasını savunmaktadır. Türk Kızılayı, TİKA, AFAD gibi kuruluşlar aracılığı ile kalkınma yardımları yapılmakta, kalıcı ve sürdürülebilir projeler hayata geçirilmektedir.

Son yaşanan krizde de Türkiye’nin tutumu „geleneksel hümaniter dış politika“ çerçevesinde „her zaman ve her koşulda mazlumun yanında durma“ ilkesiyle devam etmektedir. Birleşmiş Milletlerdeki konuşmasında Filistin halkını savunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün olduğu gibi bugün de "Gazze'de işlenen katliamların durdurulması boynumuzun borcudur" diyor ve ilave ediyor „Gazze’de gözükenden çok daha fazlasını yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz“. Nitekim benzer görüşleri Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği tarafından ortaklaşa düzenlenen 8. Olağanüstü İslam Zirvesi'nde de dile getirmiştir.

Türkiye; İsrail-Filistin arasında nihai barışı tesis edebilmek amacıyla diplomasinin bütün imkanlarını kullanmaya devam etmektedir. Nitekim, Türkiye Dışişleri Bakanı Fidan, ABD'li mevkidaşı Blinken ile Ankara’da yaptığı görüşmede de Gazze'de acilen ateşkes istedi. ABD de takip eden günlerde İsrail’i uyarma ihtiyacı hissetti. Birleşmiş Milletler’deki Gazze’de acil ateşkes talebi oylamasında ise 121 ülke İsrail’in ve beraberindekilerin karşısında pozisyon aldı. Oylamada 45 ülke çekimser kaldı. 14 ülke ise İsrail’den yana tavır takındı. „Bunu hiç unutma evlat! Batı hiçbir zaman medeni olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kann, akıttığı göz yaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur“ diyen Alia İzzetbegoviç’i bir defa daha haklı çıktı.

Bütün değerlerin çatıştığı bir süreçte verilen sorumsuz siyasal mesajların sıradan vatandaşlar üzerinde bıraktığı olumsuz etkiler göz önüne alınmalı, ırkçılık yapanlara, savaşı destekleyenlere tolerans gösterilmemelidir. Pareidolia etkisine kapılıp tarihte Musevilere yapılan insanlık dışı uygulamalar nedeniyle bugünkü İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı insanlık dışı savaş stratejilerine yeni anlamlar yüklemekten kaçınılmalı; akan kanın durdurulması, masum sivillerin günlük hayata dönebilmeleri için kanla yazılıp ateşle oynanan oyuna son verilmeli; Kerameti kendinden menkul kimi siyasetçilerin Papa II. Urbanus veya fanatik Keşiş Pierre l'Ermite rolüne soyunma sevdasından bir an önce vaz geçmesi gerekmektedir.

Bir uyarı daha yapmak istiyorum. Arap milliyetçiliğinin, özgürlük ve bağımsızlığının bir tezahürü olarak ortaya çıkan, Panarabizm ideolojisinin sembol renklerini taşıyan Filistin bayrağıyla sokaklara dökülmek, mehmetçiği Gazze‘ye savaşmaya göndermek isteyenlere itibar edilmemelidir. İnsanlık tarihi incelendiğinde, anlık öfkelerin ne derece büyük yıkımlara neden olduğunun örnekleri açık şekilde görülmektedir. Öfkesini yenebilme erdemini gösteren, kriz dönemlerinde kitleleri olumlu mesajlarla yönetip yönlendirme becerisine sahip devlet adamlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu aşikardır.

Başkomutan M. K. Atatürk’ün dediği gibi „Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.“

 

Not: Bu yazı Haber Avrupa Journal’in Kasım 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Yazının basılı biçimine http://avrupa.at/tarihe-bir-not/ adresinden, ses kaydına ise https://youtu.be/TvKEPwQ9AVc adresinden erişilebilmektedir. 

Arafta geçen hayatlar


Ata yurdundan göçen, gurbeti vatan edinen insanlarımızın önemli bir kısmının Türkiye’den ayrılmasıyla ilgili öykülerinin altında daha iyi bir gelecek, insanca yaşama ideali yatıyor. Kimi birkaç sene, kimi birkaç ay deyip gittiği yoldan dönemedi. İçlerinden Türkiye’de gemileri yakıp bir daha geri dönmemeyi planlayanlar bile pek çoğu Türkiye ile bağlarını koparmamış, memlekete küçük bir yatırım yaparak, yurt dışında işler ters giderse, sığınacak son bir liman arayışına girmişler.


Gelinen gurbet bir süre sonra vatan olunca, aile birleşimi ve çekirdek aileden geniş aileye geçiş dönemleri başladı. Kimi evladının yeni vatanda tanıştığı bir başka gurbetçinin evladıyla evlenip yuva kurmasına rıza gösterirken, kimi de memleketten tanıyıp bildiği bir yakınının evladını evlat bilip, Yüksel Özkasap’ın türkülerinden dile getirdiği „Almanya’ya, acı vatana“ gelin veya damat olarak getirdi. Getirdi getirmesine de Türkiye’de yetişen gençlerle yurt dışında yetişen gençlerin kurduğu çekirdek ailelerde her zaman istenen, arzu edilen huzur ve mutluluk havası esmedi, ayrık otları yeşerdi.

Bu defa sözümüz, gençlerin bu şekilde kurduğu, daha doğrusu kurmaya çalıştığı düzen üzerine.

Yurt dışında yaşayıp istikbalini kazanma çabası içinde türlü iş kollarında çalışan Türklerin sosyal hayatı, ekonomik gelir düzeyleri dışarıdan bakınca Türkiye’de yaşayanlara görece olarak  daha iyi görünüyor. Türkiye’de yaşayanlar için de yurt dışı bir hayal ülkesi. Avrupalı Türklerin izin sezonundaki yaşam tarzları, memleketteki yakınlarında da bir özentiye, bir özleme dönüştü. Bilinmeyene, yeni bir hayata duyulan özlem, albenisi bol hayatın bir parçası olmak, daha iyi şartlarda yaşamak adeta bir tutkuya dönüştü. Bu tutku ile bazı aileler evlilik çağındaki çocuklarını yurt dışında yaşayan bir tanıdıklarının evlilik çağındaki çocuğu ile baş göz etmenin yolundan geçtiğini düşündüler.

Yurt dışında yaşayanlar da içinde bulundukları dar sosyal çevrenin etkisi ile Türkiye’den tanıdık, bildik birinin evlilik çağındaki evladı ile kendi evladının hayatını birleştirmenin doğru bir seçenek olduğuna inandılar. Akıllarına bu yattı… Tanımadıkları, bilmedikleri bir yabancıdan kendi dost, akraba çevresindeki daha iyidir diye düşündüler. Türkiye’den evlilik yoluyla gelemeyenler ise yaşadıkları çevrede kurulan derneklerin toplantılarında, düğünlerde, toylarda gençlerin bir araya gelmesi, tanışmaları için zeminler oluşturdular.

Türkiye’den gelin veya damat getirme fikri her zaman hayal edilen sonucu vermese de dilimize „ithal“ gelin veya „ithal“ damat kavramını yerleştirdi. Bu süreçte sadece gurbete çıkan gençler değil, memlekette bırakılan aile ile birlikte Aşık Mahzuni Şerif’in yüreğinden dile geldiği şekliyle; „Alamanya sana giden dönmüyor.// Gelmiyor, dönmüyor, bilmiyor, gülmüyor“ diye yeni gurbet türküleri çalınıp söylendi.

Gençler bir yandan birbirlerini tanımaya çalışırken, öte yandan hayatın iniş ve çıkışlarına birlikte göğüs germeye çalıştılar, kendileri yurtlarını, yuvalarını kurmaya gayret ettiler. İşler ters gittiğinde, yani bıçak kemiğe dayandığında ise ayrılıklar kaçınılmaz oldu. Türkiye’den gelenler, uyum sürecinin zorluklarını yaşarken, aileyi oluşturan bireylerin bilerek ve isteyerek olmasa da yaptığı hatalar ayrılıkların nedenini oluşturdu.

Eşler arasında yaşanılan bu zorlu süreçte tarafların birbirine diklenmeden dik durması; ilişkilerde hile, taktik, üstün çıkma duygusu yerine akıl ve mantık yürütülmesi; gerekiyorsa aile danışmanlığı veya hukuki danışmanlık alınması düşünülebilir. Kurulan çekirdek aileye üçüncü şahısların müdahaleleri sorunları büsbütün içinden çıkılmaz hale dönüştürebilir. Unutulmamalıdır ki aile milleti ayakta tutan, toplumun çekirdeğini oluşturan önemli bir sosyal kurumdur ve ailenin sağlığı, milletin geleceği için de önemlidir.

Geçmişte Türkiye’den evlilik yoluyla gelen yahut getirilen delikanlılar, geçmişten gelen geleneksel aile ilişkileri sarmalında kendilerine biçilen rolün altından kalkmakta zorlandılar. Dil bilmedikleri gibi gurbete çıktıkları ilk senelerde aileyi geçindirecek yeterli gelire de sahip olmadıkları için eşlerine, eşlerinin ailelerine maddi, manevi bağımlı hale geldiler. Bu durum damatların eşlerinin gözünde güçlü erkek, güçlü karakter etkisini kaybetmelerine, zamanla değer, itibar kaybına uğramasına neden oldu.

Evlenen erkekler için söylenen „Kadını kendi hayatına dahil edeceksin. Kadının hayatına dahil olmayacaksın.“ sözü bu evliliklerde geçerliliğini yitirdi. Kadının, ailesinin hayatına dahil olan „damat“ Türkiye’de sahip olduğu niteliklerin yurt dışında bir hükmü olmadığını görüp hayal kırıklığına uğradı. Türkiye’den getirilen „gelin“ kızların durumu da çok farklı değildi. Bunlar da yabancı bir ülkeye gelin giderek mental olarak yabancı bir çevreye girdiler. Burada sosyal çevreye uyum sağlamakta zorlananlar, eşleriyle duygusal bağ kuramadılar, mental çatışmalar yaşadılar.

Hele gidilen ülkenin dilini bilmiyorsa, kendini geliştirecek sosyal ortamlardan uzaksa, gelin gittiği eve hapsoluyor, evde adeta yardımcı işçi gibi kullanılmaya başlanıyordu. Zaman içinde eşlerin birbirlerine duyduğu saygı ve sevgi, üçüncü şahısların da etkisiyle iyiden iyiye zayıflıyor, aile içi şiddet kapalı kapılar ardından eş dost sohbetlerine, yabancı polise yansımaya başlıyordu.

Tarafların aile bütünlüğü içinde eşlerini yüceltmesi, üçüncü şahıslar nezdinde küçük düşürmemesi; birbirlerini itibarsızlaştırmaması gerekir; zamanlı zamansız yapılan karşılıklı ithamlar ve mental çatışmalar aile birliğine zarar verir. Hayat dizilerdeki gibi toz pembe olmasa da entrikalarla da dolu değildir. Orta yolu bulmaya çalışmak, gereksiz üzüntülere, sıkıntılara mahal vermeden makul bir çözüm üretmek için tarafların karşılıklı çaba göstermesi gerekir. Mutluluğun önüne engel koymak veya mevcut engelleri kaldırmak üçüncü şahısların işi değil; bizzat aile birliği içinde eşlerin karşılıklı çabalarıyla, dayanışmaları ve zorluklara birlikte göğüs germeleri ile mümkün olur.

Karşılıklı olarak, daha iyi yaşam koşulları sağlamak düşüncesi ile başlayan evliliklerde, taraflardan biri mevcut şartlardan daha iyi yaşam koşulu bulduğunda ötekini terk eder. Bu ayrılıklar, Türkiye’den gidenin veya yurt dışında yetişenin iyi veya kötü olmasından değil, tarafların sahip olduğu dünya görüşü ve değer yargılarının farklılığından, hayattaki maddi beklentilerinin örtüşmemesinden kaynaklanır. Burada geçerli kural basit; paran veya gücün varsa tercih edilirsin. Erkek veya kadın olsun, taraflar evlilik kararını verirken, karşı tarafın fiziksel özelliklerini, maddi durumlarını öncelerse, zaman içinde daha iyi ve daha çekici biriyle karşılaşırsa ona ve onun yaşam tarzına meyleder; yeni ortamda yeni heyecanlar ve kim bilir belki de huzur arar.

Eşler arasında kördüğüm halini alan ikili ilişkiler bir düzene oturtulamazsa, aile içi huzursuzluk tarafları gölge gibi takip eder. Bu durumda evlenmek kadar ayrılık da hayatın gerçeği olur. Taraflar bir süre bedenlerini memnun ederken, ruhlarının ızdırabının içlerini kemirmeye başladığını fark eder; bunun sonunda ifade edilemeyen, çözüme kavuşturulamayan sorunlar psikolojik, psikosomatik rahatsızlıklar şeklinde kendini gösterir. Eşlerden biri tam mutlu olacağına inandığı, peşinden koştuğu hayalleri yakaladığını düşünürken, diğeri artık hayallerini, beklentilerini karşılamayan evlilikten bir an önce kurtulmanın yollarını arar. Artık çözüme kavuşmayan yaşanmışlıklar, kişinin gölgesiyle ilişkisi misalinde olduğu gibi, ömür boyu peşini bırakmaz.

Mutsuz evliliklerin daha başında yanlış bir anlayış, ham bir hayal üzerine kurulduğu maddi beklentilerin karşılanamadığı zaman, ayan beyan ortaya çıkar. Gençler mutlu bir yuva kurmak isterken bir kalpsizin tuzağına yem olduğunu görür. Tom Robbins’in dediği „… yalnızlığı geçene kadar sizinle olan, sonrasında kendi yoluna bakan insan tipine“ bulaşmaya değmez. Gençleri yurt dışından zengin (?) biriyle değil de gönül dünyasından, onların gönlünün beğendiği biri ile evlendirmenin aile içi huzur için daha önemli olduğu unutulmamalıdır.

Cennet hayal edip cehenneme çevirdiğimiz hayatı; aklı başka yerde, kalbi başka yerde biriyle, arafta, iki arada tüketmeye, acı çekmeye değmez. Cemil Meriç’in deyişiyle „Fazladan izahat, lisanen kabahattir.“

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi'nin Ekim 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye http://avrupa.at/3d-flip-book/Oktober2023/ adresinden erişilebilir. 

17 Eylül 2023 Pazar

Türkiye’de Almanca Almanya’da Türkçe Öğretimi

 


Türkler ile Almanlar arasındaki münasebetlerin Selçuklulara kadar geri götürülebilen uzun bir tarihi geçmişi vardır. Osmanlılar ile Prusya arasındaki ilişkilerin ilki ticari ağırlıklı dostluk anlaşmasının imzalanması ile başlamış olup Alman ulusal birliğinin kurulduğu 1870 yılından sonra da devam etmiştir. Osmanlı Devletinin siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunlarının yoğun olduğu dönemde tahta çıkan ve Rusya karşısında yenilgiye uğramış bulunan Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) büyük devletlere karşı güveni sarsılması nedeniyle de güçlü ve sanayileşmiş bir ülke olan Almanya ile ilişkilere ağırlık vermişti. Almanya’nın dostluğunun kazanılması amaçlanıyordu. Almanya da imparator II. Wilhelm döneminde Almanlar Osmanlı coğrafyasını zengin bir hammadde kaynağı ve geniş bir pazar olarak görmüş, ilişkilerin geliştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunmuştu. Balkan Savaşlarından sonra ise Almanya ile askeri ilişkilerimiz yoğunlaşmış, I. Dünya Savaşının kaybedilmesi ile ilişkiler kesintiye uğramış, Ulusal Kurtuluş Savaşından sonra imzalanan Lozan Antlaşmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti ile Weimar Cumhuriyeti arasında 3 Mart 1924’te bir dostluk antlaşması (Bkz. Ayşe Aydın. DOI NO: 10.5578/jss.54087) imzalanmış ve yeni bir dönem başlamıştır.  II. Dünya Savaşı döneminde de ilişkiler Türkiye’nin Almanya’ya açık destek vermemesi ve Almanya’nın ağır bir yenilgi alması nedeniyle bir süre kesilmiştir.

Savaştan sonra ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak için 31 Ekim 1961‘de imzalanan işgücü anlaşlaşması sonrası birçok Türk vatandaşı Almanya’ya göç etmiştir. Ayrıca iki ülke arasındaki çok yönlü ilişkiler Almancanın her dönem popüler bir yabancı dil olarak öğrenilmesini sağlamaktadır. Gerek Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli Türkler, gerekse Türkiye’de yaşayan Almanlar Türkçe ve Almancanın her iki ülkede de öğrenilmesi, öğretilmesi konularını sıkça gündeme taşımaktadır.

Türkiye’de Almancanın yabancı dil olarak öğretilmesine yönelik bir çalışma yapıldığında; Almancayı resmi devlet dili olarak kullanan Batı Avrupa ülkeleri (Almanya, Avusturya, İsviçre, Liechtenstein, Lüksenburg) ile sadece ekonomik ilişkiler değil sosyal, kültürel ve siyasal ilişkilerimiz açısından da Almancanın yabancı dil olarak öğrenilmesi bir ihtiyaç olarak görülmekte, vatandaşlarımızın bu yönde bir talebi olduğu değerlendirilmektedir. Bu talebi karşılamak için de Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde öğretim dili Almanca olan kamu ve özel öğretim kurumlarının (ilkokul, ortaokul, lise) yanı sıra, Almanya’da henüz mütekabili açılmamış ve Türkiye’deki faaliyetleri yerel mevzuata uygunluğunun tartışmalı olduğu değerlendirilen, Almanya Federal Cumhuriyeti Yurtdışı Eğitim Kurumları Merkezi (Zentralstelle für das Auslandsschulwesen (ZfA) tarafından desteklenen altı okul ve bu okullara bağlı eğitim kurumları da ülkemizde faaliyet göstermektedir. Bu okullara Alman Büyükelçilik Okulları da denilmekte ve ağırlıklı olarak dışişleri personeli ile Türkiye’de mukim Alman vatandaşlarının çocukları devam etmektedir. Eğitim öğretim dili Almanca olan bu okulların yanı sıra ülkemizdeki devlet veya özel öğretim kurumlarının önemli bir kısmında Almanca birinci veya ikinci zorunlu-seçmeli yabancı dil olarak 2003-2004 eğitim öğretim yılından bu yana Anadolu Liseleri, Fen Liseleri ve Sosyal Bilimler Liselerinde okutulmaktadır.

Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından koordine edilen ve Yurtdışı Eğitim Kurumları Merkezi, Goethe-Enstitüsü, Almanya Kültür Bakanları Konseyi’nin Pedagojik Değişim Hizmeti Birimi ve Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD) tarafından uygulanan PASCH-Projesi (Geleceğin Ortakları) kapsamında da Türkiye’de 100’e yakın okulda Almanca dersleri verilmektedir.

Kısaca özetlenen çerçevede Türkiye genelinde yaklaşık 14 Milyon öğrenci İngilizceden sonra ikinci yabancı dil olarak Almanca öğrenmektedir. (Bkz.: F. Akdoğan, DaF in der Türkei. Info DaF 30, 1 (2003), 46-54). Aynı şekilde özel dil kurslarında da yabancı dil Almanca yoğun talep görmeye devam etmektedir. Almanya’da yükseköğrenim görme veya bu ülkede iş, aş edinme, Almanca konuşulan ülkelerin birinde bir istikbal sahibi olma gibi nedenler Almancaya olan talebi artırmaktadır. Almanya’nın uluslararası ve uluslarüstü sözleşmelerin hilafında aile birleşimi vizeleri için talep ettiği yabancı dil Almanca şartı da ayrı bir dil öğrenme gerekçesi oluşturmaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı aldığı yeni bir kararla (Tebliğler Dergisi - Ağustos 2023 – 2789-EK2, s. 1361-1362) 2023-2024 eğitim öğretim yılından itibaren geçerli olmak üzere, Türkiye’deki Anadolu Liseleri ile Fen ve Sosyal Bilimler Liselerinin ortak dersler havuzunda yer alan ikinci zorunlu yabancı dil dersi uygulamasının kademeli olarak kaldırılmasına karar vermiştir. Bu karara göre; seçmeli birinci yabancı dil dersi Akademik Çalışmalar başlıklı ders havuzunda, seçmeli ikinci yabancı dil dersi İnsan, Toplum ve Bilim başlıklı dersler havuzunda yer almaktadır (MEB TD, S. 1362). Dolayısı ile okullarda ikinci yabancı dil dersi zorunlu olmaktan çıkarılmış, İngilizce neredeyse tek zorunlu yabancı dil durumuna dönüşmüştür. Almanca İlköğretim okullarında olduğu gibi ortaöğretim okullarında da seçmeli yabancı dil olarak öğretilmeye devam edilecektir.

Türk yükseköğretim sistemi içinde başta Almanca öğretmeni yetiştirilen Eğitim Fakülteleri (16 program) olmak üzere alan eğitimi verilen Fen-Edebiyat Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, İnsani ve Sosyal Bilimler/ İnsan ve Toplum Bilimleri Fakülteleri bünyelerinde Alman dili ve edebiyatı (13 program), Almanca mütercim ve tercümanlık (8 program) gibi programlarda lisans, yükseklisans ve doktora düzeylerinde germanistik eğitimi verilmekte, birçok üniversite de Almanca modern diller grubu içinde seçmeli yabancı dil dersi olarak sunulmaktadır. (Bkz.: YÖK-LİSANS ATLASI: yokatlas.yok.gov.tr).

Almanya’daki Türkoloji ve Türkçe öğretimi çalışmalarına gelince; bu ülkede Türkçenin yabancı dil olarak öğretimi çalışmaları köklü bir geçmişe sahiptir. Türkoloji ve Türkiyat çalışmaları tarihsel olarak, “Şarkiyat çalışmaları” şeklinde adlandırılan bir disiplinin içinde gelişmiştir (Bkz.: Christoph HERZOG’dan çeviren Faruk Yaslıçimen: Almanca Konuşulan Ülkelerde Türkiyat ve Şarkiyat Çalışmalarının Gelişimi Üzerine Notlar, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 8, Sayı 15, 2010, 77-148).  Henüz Almanya, Avusturya gibi ülkelerin yerinde krallıklar, arşidüklükler, dükalıklar, prenslikler vd. gibi idari yapılar mevcutken de bugünkü Almanya ve Avusturya’yı kapsayan topraklarda imparatorluklar hüküm sürerken de Almancayı ortak dil olarak konuşan bir millet vardı vardı. Bugünkü anlamda devlet yapıları henüz oluşmamış olsa da bu topraklarda yaşayan topluluklara Osmanlı literatüründe „Alaman/Nemçe“ denilmekteydi. Osmanlıların Almanca konuştuğu gibi, Nemçeler de Türkçeyi yabancı dil olarak konuşuyordu.

Günümüze gelince; Almanya başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinin okul sistemi içinde Türkçe öğretimine istendik düzeyde destek verilmediği görülmektedir. Birçok ülkede, eyalette ilköğretim okullarındaki ana dili dersleri kaldırılmakta veya göreceli olarak azaltılmaktadır. Derslerin sorumluluğu göçmenleri gönderen ülkelere devredilmekte, dersler okul programlarından çıkarılarak „kültürel çalışma“ olarak değerlendirilmektedir. Göçmen çocuklarına köken dillerinin öğretilmesiyle ilgili uluslararası ve uluslarüstü anlaşmalar, sözleşmeler, Avrupa Konseyi başta olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tarafından alınan kararlar ilgili ülkelere yükümlülükler getirmesine rağmen, ana dili öğretimiyle ilgili kazanımlar giderek gerilemektedir. Türkçe de okullarda zorunlu ders olmaktan çıkarılınca ilgili ülke temsilciliklerince açılan ve katılımın isteğe bağlı olduğu dersler olumsuz olarak etkilenmekte, ülkede yetişen her yeni kuşak Türk çocuğu bir öncekine göre daha az Türkçe dil becerisine sahip olmaktadır. Türkçenin okullarda ikinci veya üçüncü zorunlu seçmeli yabancı dil olarak öğretilmesine yönelik girişimlerden de sonuç alınamamaktadır. Örneğin Hessen Eyaletinde Arapça, Çince, Portekizce „dünya dili“ olarak görülüp okul programlarına alınırken, Türkçe dersine yer verilmiyor. Bavyera Eyaletinde de ilk ve ortaokullarda Türkçe dersine yer verilmezken, liselerde pek fazla işlevi olmayan seçmeli yabancı dil Türkçe dersi açılıyor. Türkçenin ilkokuldan üniversite düzeyine kadar formal okul sistemi içinde „köken dili“, „ana dili“, „ana dili Takviye dersi“ veya „ikinci/üçüncü seçmeli yabancı dil“ olarak açılması ve sürdürülebilir olması yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşlarının (Veli ve öğretmen dernekleri/feredasyonları vd) işbirliği ile yerinde alınacak tedbirlerle çözüme kavuşturulabilir.

Alman yükseköğretim sistemi içinde 2022 yılı itibarı ile 423 yükseköğretim kurumu bulunmakta ve  Türkçe birçok yükseköğretim kurumunda diğer modern diller (İngilizce, Fransızca vb.) gibi AB kredi transfer sistemi (ECTS) kapsamında kredilendirilen bir yabancı dil dersi olarak değil, ağırlıklı olarak  üniversitelerin yabancı diller merkezlerinde açılan „yabancı dil kursu“ olarak sunulmakta ve devam edenlere karne yerine „katılım belgesi“ verilmektedir. Bu belgelerin not durum belgelerinde yer alması veya sınıf geçmeye etkisi bulunmamaktadır. Buna gerekçe olarak da Türkçenin İngilizce dil becerisi sınavı  TOEFL vd. gibi uluslararası geçerliliği olan ve Avrupa dil sınavları derneği ALTE (The Association of Language Testers in Europe) tarafından kabul edilen (Q-mark) standart bir seviye belirleme sınavının olmaması gösterilmektedir. Türkçe sınavlarıyla ilgili çalışmalar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülmektedir. Bu eleştirilerin önünü kesmek için Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından yabancıların Türkçe dil beceri düzeylerini belgelendiren uluslararası geçerliliği olan standart bir düzey belirleme sınavı yapması elzemdir. Yunus Emre Enstitüsü de ALTE tarafından kabul edilen bir yabancı dil Türkçe seyiye tespit sınavı sınavı yapmaktadır.

Almanya yükseköğretim sistemi içindeki öğrencilerin yaklaşık % 90’ının öğrenim gördüğü 271 üniversitenin bağlı olduğu Almanya Rektörler Konseyi (HRK - www.hrk.de) de Almanya Yükseköğretim Program Atlası oluşturmuştur (www.hochschulkompass.de). Burada yabancı dil Türkçe dışında, Türkoloji ile ilgili olarak önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde 24, Türkçe öğretmenliği ile ilgili olarak da on ayrı yükseköğretim programı olduğu anlaşılmaktadır.

Almanyada Türkoloji ile ilgili çalışma yapan enstitülerden bazılarında doğrudan Türkoloji eğitimi yapılırken  bazılarında da, İslâm araştırmaları, Ort  ve Yakın Doğu Çalışmaları veya Orta Asya çalışmaları ile ilişkilendirilen bilim dallarında eğitim verilmektedir. Meselâ, (Berlin-Brandenburgische Akademie der Wissenschaften  (BBAW), Turfanforschung) Berlin Brandenburg Akademisi Turfan  Araştırmaları’nda, özellikle eski Uygur Türkçesi üzerine çalışılırken, (HumboldtUniversität zu Berlin Seminar für Mittelasienwissenschaft) Berlin Humboldt  Üniversitesi Orta Asya Çalışmaları Enstitüsü’nde Orta Asya çalışmaları; Heildelberg ve Jena’daki enstitülerde ise İslâm araştırmaları çerçevesinde Türkoloji  ile ilgili çalışmalar yapılmaktadır. (Bkz.: Bülent Gül, Türkbilig, 2006/11: 56-117)

Almanya ile kurulan „köklü“ ilişkiler, „tarihi dostluk“ 21 Kasım 1898 tarihli Berlin Merkezli Die Welt am Montag gazetesinin başyazısında Friedrich Schrader tarafından şu şekilde tanımlanmıştır: “Almanya’nın Hindistanı [yani, sömürgesi] yalnızca Türkiye olabilir. /.../ Sultan, dostumuz olarak kalmalı; tabii onu bir gün zevkle mideye indireceğimiz düşüncesini aklımızın bir yerinde hep saklı tutmalıyız. Dostluğumuz önce elbette tamamiyle fedakârca görünmeli. Türklere demir yolu ve liman inşalarında yardım edelim. /.../ Hasta adam tekrar sağlığına kavuşturulacak, iyice tedavi edilecek öyle ki istirahat uykusundan uyanınca artık tanınamayacak halde olacak. Yani adamakıllı sarışın ve mavi gözlü bir Alman gibi görünecek. Sevgi dolu kucaklamamızla ona öyle bir Alman suyu enjekte ettik ki artık nerdeyse bir Alman’dan ayırt edilemez durumda. Türkiye’nin tabiî mirasçısı bu şekilde olabiliriz/olacağız, üstelik bunu Türkler kendi elleriyle yapacaklar.“ (Bkz.: Şenlik, A. Ş. 2021). Ana Hatlarıyla Almanya Türkolojisi. Ankara, Kırklareli: SAGE & RumeliYA. SAGE: ISBN 978-605-184-355-1).

Almanya’nın geçmişteki bu ve benzer üstenci bakış açısında önemli bir değişiklik olmadığı, geçmişin „hasta adamının“ ayağa kalkmasının istenmediği dönemler dikkatlerden kaçmamaktadır ve bu bakış açısı ikili ilişkilerde de belirleyici, bazen de zarar veren bir hal almaktadır. Almanların ülkede yaşayan Türklerin zaman içinde Alman toplumu içinde eriyerek (asimilasyona uğrayarak) Almanya’nın bir parçası olacağına ilişkin beklentileri devam etmektedir. Almanya doğumlu da olsa, Türkiye kökenli, Türk mentalitesine bağlı öğrenciler okullarda ayrımcı, ırkçı tutumlara maruz kalmaktadır. Türkçenin eğitim kurumlarında kredili ve sınıf geçmede etkisi olan bir ders olarak kabul edilmesi bir yana, öğrencilerin zaman zaman okulların bahçesinde arkadaşları ile Türkçe konuşmaları bile cezalandırılmalarına neden olmakta, ders kitaplarında Türkiye ve Türk toplumunu hakir gösteren konulara yer verilmekte, yakın tarihteki tartışmalı konular öğrencilere ödev konusu olarak verilmektedir. 

Türklerin Türkiye’de Almanca öğrenmek istemesi, Almanya’ya büyük bir sempati beslemesi, Almanya’da yaşayan Türklerin de iletişim dili olarak Türkçeyi kullanmaktan vaz geçmemesi, çocuklara ilkokuldan itibaren bütün eğitim basamaklarında Türkçenin ana dili, köken dili, yabancı dil olarak öğretilmesi konularında ısrarlı bir tutumla talepte bulunmaya devam etmesi ve Türkçenin Alman kültürü içinde çok dilliğin, çok kültürlülüğün bir parçası olarak bir zenginlik olarak kabul edilmesi her iki ülkenin yararına olacak pek çok sonucu da beraberinde getirecektir. Çok dilli ve çok kültürlü çocukların iki ülkenin geleceği için önemli bir kültürel sermaye olacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle iki ülke arasındaki eğitim kültür konularındaki ilişkilerin esaslı bir yaklaşımla ele alınması, mevcut kültür anlaşmasının güncellenmesi, yürürlükteki ikili anlaşma ve protokollerin hayatın içinde işlerlik kazanabilmesi için iki tarafın mütekabiliyet çerçevesinde gerçekçi ve çözüm odaklı yaklaşımlarla çalışması elzem görünmektedir.

Not: Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Eylül 2023 sayısında yayımlanmıştır. Yazıya http://avrupa.at/tuerkiyede-almanca-almanyada-tuerkce-oegretimi/ adresinden erişilebilir. 

14 Eylül 2023 Perşembe

Türkiye’de Almanca Almanya’da Türkçe Dersi

 Türkler ile Almanlar arasında Selçuklulara kadar geri götürülebilen köklü bir ilişki vardır. Dolayısı ile Almanca da tarihin her döneminde en fazla ilgi gören dillerden biri olarak öne çıkmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğundaki yenileşme hareketleri ve Prusya ile kurulan yakın askeri ilişkiler, Almancanın popüler bir bilim, kültür ve sanat dili olarak benimsenmesini sağlamıştı. Hatta I. Dünya Savaşından önce İstanbul’da öğretmen yetiştiren bir Alman yüksekokulu kurulması fikri bile ortaya çıkmış; savaş bu fikrin hayata geçirilmesine engel olmuştur.

İnsanlık iki dünya savaşına tanıklık etmiş, acılar çekmiş ve nihayetinde yeniden ayağa kalkmak isteyen Almanya, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak için Avrupa’nın değişik ülkelerinin yanı sıra Türkiye’den de misafir işçi almak durumunda kalmış, 31 Ekim 1961‘de imzalanan işgücü kabul anlaşlaşması sonrası birçok Türk vatandaşı Almanya’ya göç etmiş; Türkiye’deki ekonomik, sosyal ve siyasal yapılanma süreçleri de Almanya’yı Türkler için önemli bir çekim noktası haline getirmiştir. Bu durumdan Almanya’daki demografik yapı da derinden etkilenmiştir. İki ülke arasında zamanla gelişen çok yönlü ilişkiler, Almancanın popüler bir yabancı dil olarak öğrenilmesi için ek bir motivasyon nedeni olmuştur.

Milli Eğitim Bakanlığı aldığı Ağustos ayında aldığı bir kararla (Tebliğler Dergisi - Ağustos 2023 – 2789-EK2, s. 1361-1362) 2023-2024 eğitim öğretim yılından itibaren geçerli olmak üzere, Türkiye’deki Anadolu Liseleri ile Fen ve Sosyal Bilimler Liselerinin ortak dersler havuzunda yer alan „ikinci zorunlu yabancı dil“ dersi uygulamasının kademeli olarak kaldırılmasına karar vermiştir. Bu karara göre; okullarda seçmeli birinci yabancı dil dersi Akademik Çalışmalar başlıklı ders havuzunda, seçmeli ikinci yabancı dil dersi de İnsan, Toplum ve Bilim başlıklı dersler havuzunda yer almaktadır (MEB TD, S. 1362). Dolayısı ile yukarıda sayılan ortaöğretim kurumlarında okutulan ikinci yabancı dil dersi „zorunlu“ olmaktan çıkarılmış, İngilizce neredeyse okullarımızda öğretilen tek yabancı dil durumuna gelmiştir.  

Bu kararın yürürlüğe girmesinden sonra başta Almanca öğretmenleri ve bunların üye olduğu Almanca Öğretmenleri Derneği, üniversitelerimizin Alman Dili ve Edebiyatı, Almanca Öğretmenliği ve Almanca Mütercim Tercümanlık bölümlerinde çalışan öğretim elemanlarının üye olduğu GERDER (Germanistler Derneği), eğitim sendikaları kararın değiştirilmesi ve liselerde ikinci yabancı dil öğretiminin zorunlu seçmeli ders (Almanca) olarak okutulmaya devam edilmesi gerektiği yönünde görüşler ortaya koymuşlardır. Türk Eğitim Sen, Eğitim Sen, Eğitim İş gibi sendikalar da yürütmenin durdurulması amacıyla Danıştay’a dava açtılar. Konu değişik mecralarda hemen bütün paydaşlar tarafından tartışılıp, MEB’nın kararını değiştirmesi gerektiği öne sürülürken ağırlıklı husus; öğretmenlerin özlük hakları, atamaya yönelik sorunlar olmakta, Türkiye’deki dil öğretimi sorununun çözümüne yönelik değerlendirmelere fazlaca yer verilmemektedir.

MEB tarafından alınan bu karar ile Türkiye'de Almanca öğretimine bir yasaklama, engelleme söz getirilmemiştir. Almancanın ülkemizde birinci zorunlu yabancı dil olarak okutulduğu devlet ve özel öğretim kurumlarının yanı sıra, eğitim öğretim dili sadece Almanca olan okullar da bulunmakta ve bu okullar faaliyetlerine hiçbir kısıtlama olmaksızın devam etmektedir. MEB Anadolu Lisesi, Sosyal Bilimler ve Fen Lisesi türündeki okullarda zorunlu yabancı dil dersi dışındaki zorunlu ikinci yabancı dil derslerini seçmeli dersler kapsamına almış, uygulamayı da kademeli olarak hayata geçirmeye karar vermiştir.

Ülkemizde zorunlu yabancı dil dersi dünyadaki genel eğilime bağlı olarak İngilizcedir. İngilizcenin yanı sıra ikinci, üçüncü bir yabancı dili öğrenmek isteyen öğrenciler, birinci ve ikinci seçmeli yabancı dil derslerini de alma imkanına sahiptir. Burada „zorunlu seçmeli ikinci yabancı dil“ dersi ile ilgili bir düzenleme yapılmıştır, ikinci yabancı dil zorunlu olmaktan çıkarılmıştır. Bu düzenleme yalnız Almanca öğretmenlerini ilgilendirmeyip, Fransızca, İspanyolca, Japonca, Arapça gibi bütün yabancı dil öğretmenlerini ilgilendirmektedir. Ülkemizde ağırlıklı olarak ikinci yabancı dil olarak Almanca öğretildiğinden,  dersin öğretmenleri ile ilgili paydaşların değişik medya kanalları üzerinden yürüttüğü çalışmalar ön plana çıkmaktadır. Öğretmenlerimizin mesleki sorumluluk ve çalışma hayatına ilişkin kişisel kaygıları ve makul sınırlar içindeki görüş ve önerileri başta MEB karar vericileri olmak üzere, bütün ilgililerce değerlendirmeye alınması ihtimal dahilinde değerlendirilmektedir.

Konuya bir de Almanya'da yaşayan çocuklarımıza verilen Türkçe dersleri açısından bakıldığında, şu şekilde bir durum kendini göstermektedir: Almanya’daki okullarda açılan Türkçe dersleri ağırlıklı olarak MEB tarafından gönderilen öğretmenler tarafından „Türkçe ve Türk Kültürü Dersi“ adı altında verilmekte, dersin sorumluluğu da tamamen Türk misyonuna bırakılmış durumdadır. Almanlar bu dersi zorunlu ders saatleri dışında yürütülen "kültürel çalışma" olarak değerlendirmekte, okulların zorunlu/seçimlik ders çizelgelerine dahil etmemektedir. Derse devam, dersin seçimi tamamen öğrencinin isteği, velinin tercihi ve daha çok ders açılacak okul idaresi ve derslik tahsisi yapılacak şehir idaresinin tutumuna bağlıdır. Bu etkinliğin ders olarak ele alınıp, içeriğinin yapılandırılması, öğretmen görevlendirilmesi, alan uzmanlarınca hazırlanan ders kitaplarının hazırlanıp ücretsiz dağıtılması gibi konular tamamen Türkiye'nin yurt dışındaki Türklerle ilgili politikası ile ilgili hususlardır. Alman makamlarının sürece katkısı bulunmamaktadır.  

Dersin sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için veliler kendi aralarında örgütlenerek Türk dilinin ve kültürünün gelecek nesillere aktarılması için yoğun bir çaba göstermektedir. MEB’nın yetişemediği yerde YTB (Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı), Yunusemre Enstitüsü ve yerel STK’ların işbirliği ile Türkçe saati, Türkçe ve Türk edebiyatı okuma etkinlikleri gibi adlar altında bir dizi etkinlik düzenlenmekteyse de bu çabalar kurumsal bir temele dayanmadığı için uzun vadede sürdürülebilir değildir. Kimi eyaletlerdeki yerel yönetimler okullarda köken dili/ana dili destek dersi gibi isimler altında seçimlik ders olarak Türkçe dersleri açmakta ise de bu derslerin öğretmenleri Alman yerel yönetimleri tarafından atanmakta, MEB'nın ne bu dersleri veren öğretmenlerle ne de dersin içeriğinin düzenlemesiyle bir ilgisi bulunmamaktadır.

Almanya'nın pek çok eyaletindeki devlet okullarında ortaokul ve lise düzeyinde zorunlu veya zorunlu seçmeli Türkçe yabancı dil (köken dili vd) dersi, pek az okulda verilmektedir. Bu da uluslararası ve uluslarüstü anlaşma, sözleşmelerin vd göçmen nüfusa ev sahipliği yapan ülkelere yüklediği yükümlülüklerden kaynaklanan bir uygulama olduğu algısı oluşturmaktadır. Türk öğrencilerin bu dersi seçmeleri, derslerin yapılacağı okullarda derslik tahsis edilmesi gibi bir dizi açık veya örtülü engellerin aşılması gerekmektedir. Bu engellerin kaldırılması, sorunların iki ülkenin eğitim uzmanları arasında yapılacak görüşmelerle çözülmesi kısa ve orta vadede mümkün görülmemektedir. Almanya'da doğuştan Alman vatandaşlığı kazanan Türk çocuklarının okulların bahçesinde dahi arkadaşları ile Türkçe konuşmaları kimi okullarda disiplin suçu kapsamında değerlendirilmekte, konu zaman zaman basın yayın organlarında da haber konusu yapılmaktadır.

Sosyal medya platformlarında Almanya'nın Türkiye'deki diplomatik temsilcilerini de konuyla ilgili tartışmalara taraf etmeye çalışanlar olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bu çabaların çok anlamlı olmadığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Türk tarafı Alman muhataplarına "Madem, Almanca dersinin okullarımızdaki zorunlu ortak derslerin arasına alınmasını istiyorsunuz, Almanya'da doğuştan vatandaşlık verdiğiniz Türk çocukları için köken dili, yabancı dil gibi adlarla açılması için çalışılan Türkçe derslerinin önündeki engellerin kaldırılması konusunda işbirlikçi ve çözüm odaklı çalışmak yerine, neden çekimser davranıyorsunuz?" diye bir soru yöneltirse, Alman muhatapların ne cevap vereceklerini iyi planlamaları, düzenli olarak yapılamayan karma eğitim uzmanları toplantılarının önündeki engellerin neler olduğunu ve geçmişte alınan kararların ne zaman hayata geçirileceğine yönelik yol haritasını da Türk tarafına vermeleri müsterhamdır. 

Uluslararası İlişkiler mütekabiliyet esası üzerine kurulur. Türkiye'deki germanistlerin ve Almanca yabancı dil dersi ile ilgili diğer bütün paydaşların MEB’nın kararına karşı gösterdiği tepkilerin tarafsız bir şekilde akıl süzgecinden geçirmesi, yapılan eleştirilerin de öznel değil, nesnel ölçütlerde çözüm odaklı ortaya koyulması çalışmaları kolaylaştırıcı, ufuk açıcı bir yaklaşım olacaktır.

1 Temmuz 2023 Cumartesi

Bizim mahallenin halleri

Geçenlerde bir söz okudum; “En ateşli görünenler, en önce terk ediyor mahalleyi” demiş Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. 1872’de yayımlanmış romanı Ecinniler’de (Demons) aynen böyle yazmış. Bunun üzerine biraz daha okuyup, araştırayım dedim.   

İsmet Özel’in “Senin bulunduğun yerde biri ahlaksızlık yapabiliyorsa, sen de ahlaksızsın” sözünü hatırladım. Kocaman bir mıh gibi beynime çakıldı. Ardından bizim mahalleyi terk edenler gözümün önüne geldi. Gerçeklik payı var mıydı? Bilemedim. Dostoyevski'ye kalsa her ulus kendi öz benliği ile yaşar ve zaten var olan tanrısını kendi geleneklerinden esintilerle donatır. Bir süre sonra bu tanrı ulusun bir simgesi hâline gelir.

Gelin birlikte düşünelim. Önce etrafımıza şöyle bakalım; gerçek anlamda sadaka verecek birini bulmakta zorlanırken, bazı fakirleri görürüz, sadaka vermeye can atarlar. Sadaka vermekte zorlananlara baktığınızda ise bunların bedeninin, bütçelerinin değil, ruhlarının fakir olduğunu; açlıklarının karınlarında değil, bedeni ihtiyaçlarının ötesinde, daha derinlerde olduğunu anlarsınız. Bazılarımızın yemek felsefesi genelde “Olmayınca aramam, olunca dayanamam” şeklindedir. Bu anlayıştakiler bir makama, mevkie geldiklerinde gerçek açlıkları ortaya çıkar; kamuda ya da özel sektörde fırsatını bulunca dayanamayıp “malı götürür” sonra da “Bizim aldığımız rüşvet değil. Zamanında çok acı çektik, bunu da çoktan hak ettik. Hem yaptığımız ne ki ihtiyacı olanlara yardım için para topluyor, masrafı alıyoruz, haram değil bizimki”[1] diyecek duruma düşüyorlar.

“Bunun sebebi ne?” diye kafayı yorduğunuzda, insanların “Dindar çünkü fakir; fakir, çünkü dindar” sarmalından sıyrılamadığını anlıyorsunuz. Cebi üç kuruş para görenin durumu, hali, yaşam standardı birden değişiyor. Bunlardan inanç altyapısı zayıf olanların İslam diye bir dertlerinin olmadığı, bütün derdin tasanın “paranın, itibarın, makamın, şöhretin…” eksikli olduğu ortaya çıkıyor ve kendilerini beyaz Türklere kabul ettirmeye, onların semtine taşınmaya can attıklarını anlıyorsunuz.

Parası olmadığı zamanlarda günah işleyemeyen bu Müslümanların içinde bulunduğu durumu İslami hassasiyetlere bağlıyorsanız siz bilirsiniz. Bunlar; beyaz Türklerle beraberken ikindinin sadece farzını kılmak için kerahet vaktini bekliyor; İslam düşmanlarına karşı gelirken, ne hikmetse namaz kılmaya da vakit ayıramıyorlar. Lakin paraya, pula güce sahip olduklarında da ikinci evi tutup imam nikâhlı eşini yerleştirmeye can atıyorlar. Unutmayın ki gün akşamlıdır, yazın sonu hazandır.

Günlük hayatta “Kurallar işlesin, ama bana değil” derken çocuklarının tayininde tanıdık arayanlar; salgın hastalık nedeniyle yüz yüze yapılamayan sınavların uzaktan eğitime geçilmesiyle kameranın görüş açısı dışındakilerin desteğini alıp sınıf geçtikten sonra ortalığı bayram yerine çevirenler; toplumsal ve sosyal hayatın hemen her alanında hak edilmeyen ayrıcalıkları talep edenler... Hepsi bizim mahallenin, beyaz Türklere özenen sonradan görmeleri “Ömer görmüyor ama Allah görüyor” diyen nesli anlatan, ama dindarlığı sözde bırakıp ideallerinden uzak düşmüş insanlar mı bu topluma sahip çıkacak? Buna okuyucular karar versin.

Modernizmin insanı nasıl yalnızlaştırdığını, bencilleştirdiğini, kimliğimizi dönüştürdüğünü, geleneklerimizi yok ettiğini konuşan bir toplum içinde dile getirelim; kendi gerçeğimizle yüzleşelim. Bunu yaparken de geç kalmayalım. Annesi başörtülü, babası dindar ailelerin çocukları Türk kültüründen nefret etsin diye uğraşmayın. İnsanları bırakın kendi inanç hallerine… Yeni kuşak gençlerde saygı kalmadı, ahlak zayıfladı, öğrenci sorumsuz, gelin küstah, torun asi gibi söylemleri birbirinin peşi sıra sıralayıp çocuklara “Katarina Blum’un Çiğnenen Onuru” veya bilmem neyi okutmak yerine önce Yunus’u, Mevlana’yı anlatın. Anlatmazsanız, gelecek neslin kaybolmasının vebali sizindir. Nurettin Yıldız bir paylaşımında “Herkesin gündelik dünyasının peşinde olduğu bir vasatta sen günleri, yılları aş ve asırların çatısından bak dünyaya” diyor. O dünya Yunus’un Mevlana’nın felsefesinde çoktan kurulmuş, anlayana…

Para kazanalım, kalkınalım, garanti işimiz, başımızı sokacağımız iki göz evimiz, altımızda modelli bir arabamız olsun; bitsin şu fakirlik, adaletsizlik diye devinirken, bazı temel değerleri yok etmeyelim; etmişsek de ne çare. Yurt dışından Türkiye’deki iktidara yakın görünme ile kapısından giremeyeceği kurumlara, hayal edemeyeceği ortamlarda teveccüh görenler; bundan 20 sene önce ne durumda olduklarını, bugün neyin peşinde koştuklarını ve şu an neyi yaşadıklarını iyi düşünsünler. Sizden sonra gelecek yeni nesil, sizin bugün nasıl yaşadığınızın göstergesi olacak. Bugün kızdıklarınız da aslında dün yaşadığınız gerçeklerinizdir. Biraz durup düşünmek, vicdan muhasebesi yapmak lazım.

Babasından kalan on dönüm tarlayı pay etmesini beceremeyenler; “Atatürk’ü, Cumhuriyeti” tartışmaya başlatmadan önce biraz durup düşünsünler. Sonra dinini, Türkiye’nin tarihini öğrensinler. Süleyman Demirel: Eğer bana Cumhuriyet nedir, diye sorarsınız. Size cevabım şudur: Cumhuriyet benim işte! İslamköy'den çıkmış bir köylü çocuğunu cumhurbaşkanı yapan, Cumhuriyet'tir. Cumhuriyet budur. Bunu Büyük Atatürk'e borçluyuz." derken bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Hala ikna olmamakta ısrar edenler, “Bir ilme bütünüyle vakıf olmayanlar, o ilmin kusurlarını göremezler” diyen Gazalî ile “Mealle Müslümanlık olmaz” diyen Cemil Meriç’in sözlerini hatırlasınlar. Olmadı, ona buna sataşmadan önce dönüp kendi şecerelerine baksınlar.

İsmet Özel, “İslamcılardan bir halt olmaz!” derken haklı mıydı, bilemiyorum; lakin bu görüşe “İtiraz edecek neyimiz var?” diye etrafa bakarken, çok şükür ki içimizde hala harama bulaşmamış, kul hakkına girmemiş, namazı, orucu, zekâtı, sadakası anlamını yitirmemiş; ibadetleri içi boş ritüellere dönmemiş samimi Müslümanları görüyor, derin bir rahatlama hissi duyuyorum. Toplumu kurtaracak olanlar da günahın da sevabın da sahicisini bilen; ahlakın başörtüsünde, giyim kuşamda olmadığının ayırdında, ülkesini ve dünyayı iyi analiz edip anlayan, kendi gerçekliğinin farkında ve yaşamın içinde olan kadınlar ile iyi giyimli, iyi eğitimli, değerlerine bağlı, güzel kadından da iyi yaşamdan da hoşlanan erkekler olacak.

Avrupa Türk toplumunu yine bu toplumun içinden çıkan rafine zevklere sahip yeni kuşak ileri hedeflere taşıyacak.



[1] Aziz Kemal Nafi. Bizim Kumaşın Kalitesi Düşük Çıktı.  https://www.magaradergisi.com/mansetler/1479-bizim-kumasin-kalitesi-dusuk-cikti.html (27.09.2020).


Nefes almaya devam etmektir hayat

 

Bazı insanlar vardır, gördüğünüzde yüzünüze bir gülümseme, içinize bir ferahlık gelir. Dikkat ettiniz mi bilmem, bu tür insanların sayısı giderek azalıyor. Bu defa toplumsal, sosyal, siyasal ütopyalardan ve bunların gerçekliğinden bahsedeceğim.

İngiliz feminist yazar, romancı, eleştirmen Virginia Woolf (1882-1941) "Zarif ve görgülü ruhlar bu dünyaya ait değildir" demiş. O misal, her geçen gün hayatı güzel ve yaşanılır kılan güzel insanlardan biri veya birkaçı hayattan kopup gidiyor, ya kendi köşesine çekiliyor, toplumdan uzaklaşıyor ya da sonsuz aleme irtihal ediyor… Çoğu insanın umrunda olmadan, kimsenin ruhu duymadan.

Kırsaldan kensel hayata göçler, ekonomik şartların giderek ağırlaşması, insanların birbirine yabancılaşması ve hayatta kalma, hayatlarını idame ettirme kaygısı bir kısım insanın muvazenesini kaybetmesine neden olabiliyor. Bu insanlar hayatlarında kin ve nefreti reddedip sevgiyi, tahammülü benimsemek yerine, entelektüeliteden yoksun, muazzam bir sevgisizlik ve ötekini anlamayı reddetme haleti ruhiyesiyle, içindeki ummanda kopan fırtınada boğulmamak, hayatta kalmak, gemiyi salimen limana ulaştırmak için çabalıyor; bunun adına da yaşamak diyorlar, denirse... Oysa kin ve nefretin hiçbir olumlu  mirası görülmemiş tarih boyunca, aksine her ne varsa yakılmış, yıkılmış… İnsanlar ayrışmaya, birbirini ötekileştirmeye başlamış, ne gam. Kalabalıklar içinde yalnız ve birbirine yabancı kalanlar, birbirinin derdiyle hemdert olmayan, haliyle hemhal olmaya zaman bulamayan insanlar anlaşılmaz bir aymazlık içinde oradan oraya savrulurken, bir olmanın, birlik olmanın, ortak amaçlar etrafında elde edilen kazanımlarını unutmuş; modernitenin dayattığı bireyselleşmeyi, büyük şehrin kalabalığı içinde yalnızlaşmayı yaşam biçimi olarak değerlendirir olmuş. Var olmak, kendi olmak için kendi doğrusunu ısrarla savunanların sesi daha gür çıkmaya başlamış. Uğur Mumcu’nun deyimiyle; „Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak“ orta yerde dolaşan egemenlerin sözü geçer akçe olmuş; haklının ve hak edenin değil…

Bu hercümerç içinde herkes kendini haklı ve kendi yaptığını doğru görmeye başlamış; Sanki Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) Anna Karenina’yı bugünler için yazmış diyesi geliyor insanın. „Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir“ diyor Rus yazar. İnsanlar ne kadar mutlu, ne kadarı mutsuz belli değil; hayat ve geçim gailesi bellerini bükmüş; dün ile yarın arasındaki zaman diliminde geleceğe hazırlık yapmak yerine geçmişin hatalarını telafi etmekle meşgul.

Toplumsal ve sosyal hayatın içinde başkasının „günahları“ içine düştüğü özel durumlar ne kadar kolay yargılanabiliyor; ötekini eleştirirken insan ne kadar da acımasız oluyor. Herkes kendi hesabına bir özeleştiri yapmadan kendi masumiyetine, haklılığına inanıp işaret parmağıyla ötekini göstermenin verdiği sonsuz hazzı yaşarken. diğer parmakların sözün sahibini gösterdiğini unutuyor. Oysa „Hiç kimse sınanmadığı bir günahın masumu değildir“. Birileri ötekinin durumunu gözleyip beylik laflar edip, fikir üretip, ahkam keserken; günün birinde aynı duruma düşmeyeceğinin garantisi varmış gibi davranmasın. -Mış gibi yaşayıp giden yığınların suskunluğu, memnuniyetin veya masumiyetin ifadesi olarak algılanmasın.

Bilimsel açıdan değerlendirildiğinde kendine saygısı ve güveni eksik olanların kendilerini haklı görme ve üstün olduğunu kabul ettirme eğilimlerinin daha sık rastlanır olduğu görülmüş. Bu insanlar kişilik yapısı olarak analiz edildiğinde; narsistlerin kendilerini kabul ettirebilmek, büyüklüklerini kanıtlamak ve karşısındakileri aşağılamak eğiliminde olduğu; paranoidlerin kendi kuşkularını doğrulamak için bahaneler bulduğu, obsesiflerin ise her şeyi denetim altına alarak haklılıklarını kanıtlama peşinden koştuğu kaydedilmiş. Oysa insanoğlu hesap sormadan önce hesap vermeyi, başkasını eleştirmeden aynada kendine bakmayı yaşam biçimine dönüştürmelidir.

Bu bir yaklaşım biçimidir ve insanın kendi zayıf noktalarını bilmesi kadar yüce bir özellik yoktur; birinin öteki olarak gördüklerinin gözünde kendisinin itibarsız görüleceği kaygısını bir yana bırakması gerekir. Hayatını „el ne der“ diye değil, „ben ne istiyorum“ diye yaşamalı, kendine ve çevresine zehretmemelidir. Aslında toplumda kişiler arasındaki iletişim kanalları sağlıklı işletilse, insanların incir çekirdeğini doldurmayan meseleleri mutsuzluk kaynağı olarak görmesi ortadan kalkar. Dahası kendini bazen haklı veya bazen mağdur olduğunu düşündüğü hususlarla ilgili olarak karşı tarafın bakış açısını görme imkanı bulur. Böylece zıtlaşmalar, kırgınlıklar ve onarılması güç sorunlar ortaya çıkmadan önlenmiş olur. Bunun tersi durumlarda iletişim kanalları kapanır ve mutsuzluk kaynakları bir ömür tedavi edilmeden sürer gider, kısır bir döngüye dönüşür; yaşanan anlık durumlar, hayat boyu karakteristik özellikler kazanır.

İnsanoğlu olumsuz duygulardan arınmak için anlamsız bir şekilde, haklı çıkma, ötekine galip gelme, üstün olma inadını terk etmeli; kimi zaman da haksız çıkmış olmanın üzerinde bırakacağı olumsuz ruh halini tatmalı, sorunun çözümünü zamana yaymalı, biraz da hayatla inatlaşmadan yaşamaya çalışmaladır.

Olumsuz duyguların, davranışların nedenine inilirse, karşıdakini haksız çıkararak kendini üstün görenlerin, suçlayanların tutum ve davranışları karşısında ortaya çıkabilecek aşağılanma düşüncesinin yarattağı öfkeye tutsak olma hali de ortadan kalkar.

Anlamsız düşünce ve zıtlaşmalar başladığında karşıdakinin kendini savunucu tutumu veya kışkırtıcı üslubuna karşıllık vermek yerine, konuyu sonraki zaman diliminde yeniden değerlendirmeyi denemek bir seçenek olarak düşünülebilir. Haklı olduğunuzu hissetmenize, bilmenize rağmen haksız görülmeniz, dünyanın sonu değildir ve her yeni anın yeni bir başlangıç için verilmiş bir fırsat olduğu göz ardı edilmemelidir.

Insan bir tartışmada haklı olduğunu öne sürerken, içinde bulunduğu şartları ve üslubu da dikkatten kaçırmamalıdır. Gücün ve kuvvetin etkisini unutmamalıdır. Kufe’ye yolu düşen bir Hz. Ali taraftarının yaşadığı rivayet edilen bir olayda Emevi hanedanının kurucusu Muaviye tarafından söylendiği anlatılan sözden ders çıkarmalı; güçlü olanın koyduğu hükmün geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bu durumda ısrarla „devenin dişi değil, erkek olduğunu“ [1] öne sürerek haklı olduğunuzu savunmak yerine, konuyu bir de karşı tarafın bakış açısıyla değerlendirip, karşı karşıya kalınan durumu anlamaya çalışmak gerekir. Haklı olduğunuz konusunda ısrarcı olmak, karşı tarafın savunmasını güçlendirecek, kimseye bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü hükmün esaslarını koyanlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de egemen olanlardır. Böyle bir durumda sakin bir şekilde kendi görüşlerinizi ifade edin, ama karşıdakinin de kendisini haklı görmesine bir parça izin verin. Aslolan insanın vicdan muhasebesi yaptığında kendini haklı görmesi, buna inanması ve günü huzur içinde tamamlamasıdır. Eskiler bu duruma ilmi siyaset benzetmesi yapmıştır. Konunun demokrasi veya cumhuriyet ile ilgisi yoktur. Zira sanıldığının aksine cumhuriyet çoğunluğun dediğini yapma, demokrasi ise çoğunluğu ikna etmedir, Aristo’nun deyimiyle işi bilenlerin işbaşında olduğu bir yönetim şekli değildir. Cengiz Aytmatov’un ifadesi ile „Gün gelir ve anlar ki insan, yaşadığı her şey yalandır. Geriye vaz geçemediği bir aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır“

Kültürlü, demokratik, birlikte yaşamayı başarmış insanların olduğu yerde insanların birbirine kin ve nefret yerine saygı ve tahammül göstermesi olağandır. Bu yerde insanları ileri götürenin demokrasi değil, kapital olduğunu görmezden gelmeyin. İyi insanların topluma birer nimet olarak bahşedildiğini unutmayın. Nadir de olsa, bu insanların diğerlerinden farkı, yani meziyeti; kendi zaaflarının farkında olmaları, kusurlarını görebilmeleri, gerektiğinde hataları ile yüzleşerek toplumun insanlara yapıştırdığı etiketin dışında, gerektiğinde hayata ve insanlara yeni bir kimlikle bakabilmesi, hayata yeni baştan başlayabilmesidir.

İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni Charles Dickens (1812-1870)’ın „İki Şehrin Hikayesi“ adlı eserinde söylediği gibi; „İçinde bulunduğumuz zaman zamanların hem en iyisi hem en kötüsü. İnsanlar bilgeliğin ve aptallığın çağını yaşıyor. Devir hem inanç hem kuşku devri. Işığın da asrı, karanlığın da. Hem umut baharı, hem umutsuzluğun kışı. İnsanlar hem her şeye sahip, hem hiçbir şeyleri yok.“

Kendi yolunu açarken, başkasının yolunu bilinçli olarak kapatmaya çalışan bencillerin dünyasında ideallerine tutsak insanların yorgun çehrelerini aydınlatan zoraki gülümsemeler, gerçekte heder olup gitmiş bir hayatın, sahip olunan iç huzurunun yanılsamasıdır. Bu insanlar çaresizliğin pençesinde kendilerini savunmak için yiğidin harman olduğu, her bir yiğide çevrilen üçkağıdın armağan olduğu, hakkıyla çalışanların cezalandırıldığı yerde „kader“ diye söylenip yollarına devam ediyorlar. Unutulmasın ki "insanlar yalnızca kendilerinin hissetmediği acıları çekenleri teselli edebilirler." Eşitsizliklerin olduğu, biri düşse de seyretsek diye avuçlarını oğuşturanların çokça olduğu bir yerde yaşayan herkes bir doğrunun kendisi olduğu yanılmasamasıyla yaşayan ve kendi sanal gerçeğinin arkasına gizlenmiş, adeta tiyatro sahnesine dönen dünyada kendine biçilen rolü oynamaya devam ediyor. Gücün demokratik olmadığı, bilginin adil paylaşılmadığı zamanlarda "mutlu insanların, mutsuz insanlara borcu olduğu“ hatırlardan çıkarılmasın. İnsan olabilmek için çalışan herkesin Ionescu’nun dediği gibi „içimizde uyuyan canavarı“ yola getirmeye bakması yeterli. Alain Touraine‘in (1925-2023) önerdiği üzere; „toplumsal, sosyal, siyasal ütopyaların rahatlatıcı sakinliğini terk edip, toplumsal ilişkilerin rahatsız edici ama gerçek hareketini“ görelim ona göre göre yol ve yön çizmeye bakalım.

İngiliz şair ve eleştirmen Edith Sitwell (1887-1964), modernizmin kurucu figürlerinden biri olarak kabul edilen yazar Virginia Woolf  ile bir yarım gün geçirdikten sonra, „Onunla konuşmaktan zevk aldım, ama yazdıkları hakkında hiçbir şey düşünmedim“ diyor; hayatta birilerinin yazıp söylediğini birileri kaale almayabilir. II. Dünya Savaşının yıkımını en iyi anlatanlardan biri olan Alman şair, oyun ve öykü yazarı Wolfgang Borchert (1921-1947) de “Biz topu yuvarlayanlarız ve kendimiz o yuvarlanan topuz. Ama aynı zamanda o yuvarlanan topla devrilen lobutlarız. Ağır topların üzerinde gürüldediği saha da kalbimiz” derken hayatın yükü altında ezilmeden yaşamayı salık veriyor.

Aslında ne o ne de şu; nefes almaya devam etmektir hayat.

Not: Bu yazı Haber Avrupa'nın Haziran 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Makale http://avrupa.at/nefes-almaya-devam-etmektir-hayat/ okunabilir veya dinlenebilir.


[1] Öykü 07.06.2023 tarihinde https://www.malumatfurus.org/muaviyenin-disi-deve-hikayesi-ve-kose-yazarlarimiz/ adresinden alınmıştır: Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, bir Arap, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
– Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış… Muaviye, Küfe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Şamlınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”

Diken batar diye

 

Bugüne kadar yazdıklarım aslında içinde bulunduğum bir ruh halinin tasviriyle birlikte etrafıma ışık tutmak, her biri bir farkındalık oluşturma amacına yönelikti. Bu ruh halimin gazetelerde okuyucular ile paylaşılması; yaşadıklarımın, hissettiklerimin hayatta ne işe yarayacağını gösterebilen birer örnek olması açısından önemliydi benim için. Hayattan edindiğim deneyimleri aktarırken, yazdıklarımı bilimsel olarak da temellendirmeye çalışıyorum. Çocuklarımıza Türkçe öğretelim; onları eğitim öğretim süreçlerinde yalnız bırakmayalım derken; ailenize sahip çıkın derken hep orta ve uzun vadede bizleri bekleyen toplumsal ve sosyal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum… Sadece bu gazetenin sayfalarından paylaştıklarım, birkaç kitap dolusu sessiz çığlığa dönüştü sanki.

Bütün yazılarımda farklı inançlardan, farklı entelektüel uğraş alanlarından gelen, birbirinden farklı kültürel çevrelerde yaşayan insanların geçmişten günümüze kadar getirdiği, geleceğe taşımaya gayret ettiği, kaybolup gitmeye yüz tutan kültürel değerleriyle, somut olmayan kültürel mirasımızla ilgili konulara sahip çıkmaya, ihtiyaç sahiplerine yol ve hedef göstermeye çalıştım. Her bir yazıyla adeta bir ‚toplum gönüllüsü‘ rolü üstlendim.

Bu yazıyla gündeme getirdiğim konulardan bazılarınız rahatsızlık duysa da vicdanımın sesini sizinle paylaşmak istedim. Okuduklarınızın her hangi bir polemiğin, tartışmanın içine girmeden, hüsnüniyetle değerlendirilmesini diliyorum.

Biliyorsunuz Ramazan ayını idrak ediyoruz. Bu yazı yayımlandığında nasip kısmet olursa Bayram günlerini de yaşayacağımızı umuyorum. Herkes kendince dini hassasiyetlere sahip ve buna göre bir yaşam sürüyor. Kimse kimsenin namazının, orucunun, niyazının hesabında değil. Bu defa oruçlu bir günün hikayesini ve yaşadıklarımı, gördüklerimi, etraftan dinlediklerimi ve nihayetinde vicdanımın çağrıştırdıklarını paylaşıyorum.

Her gün sahura kalkıyoruz, yahut kalkmamız öneriliyor. Bundan maksat; insanların iyiliğe, doğruluğa, paylaşmaya niyet etmesi, nefsine dur diyecek iradeyi geliştirmesidir. İnsanlar bu niyetle sahura kalkınca, sabah namazını da imsak vaktinde kılmaya başladı; artık kimse orucun olması gereğinden daha uzun veya daha kısa tutulduğunu tartışmaya gerek duymuyor. Bu konular yeterince tartışıldı, bir sonuç alınamadı. Diyanet imsak vaktiyle birlikte yeme içmenin kesileceğini, ezanın okunup namazın kılınabileceğini duyurdu. Dolayısı ile siyah iple beyaz ipin birbirinden ayrıldığı seher vaktini beklemek, o vakte kadar yiyip içmek birer nostaljiye dönüştü.

İstiklal Marşımızda geçen "Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli." dizeleri dini duygularımızın kültürümüzle ne denli iç içe olduğunu gösteriyor. Öyle ki eskiler günde beş vakit okunan ezanın her birinin farklı makamlarda okunduğunu anlatır, her bir vaktin insanın gün içindeki haleti ruhiyesine ne şekilde temayüz ettiğini söylerlerdi. Anlatılanlara göre; sabah saba, öğle uşşak, ikindi rast, akşam segah yatzı hicaz makamanında okunurmuş. Ezan okuyacak olanlarda da „musiki ilmine vakıf, makam ve terennümlerde mahir ve güzel sesli olması“ şartı aranırmış. Günümüzde bu şartları taşıyanların yeterli olmadığı ve yer yer merkezi ezan uygulaması yapıldığı görülüyor. Merkezi uygulama olmayan yerlerde ise ‚ezanı okuyana da dinleyene de Allah sabırlar versin‘ denecek durumlar yaşanabiliyor. Okunan ezanlarda her türlü musiki dışı süslemeleri, ses kaymalarını duymak; adeta her bir icrada yeni bir ezan formu işitmek mümkün. Yahya Kemal‘in "Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın / Galib et, çünkü bu son ordusudur İslam'ın." dizeleri örneğinde ezan ile zafer arasında kurulan manevi bağın bu yorumlarda aranması, nafile bir çabaya dönüşüyor sanki.

Türklerin Anadolu Selçuklularının, Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlıların geliştirdiği 1800’ün üzerindeki makama sahip sanat musikisinin 500’ün üzerinde kaydının olduğu, kaynaklarda bunlardan günümüze ulaşanlardandan 40-50’sinin revaçta olduğu belirtiliyor. Türk Sanat Musikisinin bin yılı aşan tarihi Farabi’ye kadar götürülmekte, İbn-i Sina’nın „Şifa“ adlı eserinde ise musikinin ruhsal enerji boyutu ve hastalıklardan tedavisinde kullanımı kapsamlı bir şekilde anlatılmaktadır. Müziğin insan ve bitkiler üzerindeki olumlu olumsuz etkileri bilimsel olarak da kanıtlanmışken, Türk insanının duymaya alışık olmadığı tınılarda, Arap aksanıyla ezan okunması vatandaşın üzerinde manevi duyguları uyandırmaya yetmiyor. Toplumlar gelenekleri ve kültürleri ile yaşar. Türkler İslam dinini içselleştirmiş, asırlar boyu bu dinin bayraktarlığını yapmışlar; Arap kültürünün esiri veya muhibi olmamıştır. Günümüzdeki özentinin Türk kültürüne uymadığı, bünyeye uymayan bu akımın uzun vadede kabul görmeyeceği aşikardır.

Temelinde Allah’ı çokça anarak teslimiyetin dışa vurulduğu bir arınma biçimi olan namazın camilerde cemaatle eda edilmesi zamanla yapılan bir yarış halini almış durumda. Teravih namazının her gün kılınıp kılınmayacağı, kaç rekat kılınması gerektiği tartışılmaya devam ediledursun; geleneklerimize göre Enderun usulü olarak tabir edilen teravih namazında Kur’an hicaz, segah, isfahan, uşşak ve acemaşiran makamlarında tilavet edilirmiş. Bize, kültürümüze özgü olan bu makamlar sayesinde namaza geç gelen kimse, namazın kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilirmiş. Bu geleneği yaşatan camilerimiz, din görevlilerimiz olmakla birlikte, kimi camilerde eğilip doğrulmaktan hocanın ne okuduğunu anlamanın, okunanı takip etmenin imkanı kalmıyor. Hele namazda Fatiha’dan sonra okunan zamm-ı surelerin seçilmesi, bir ayetin ikiye bölünüp, tek bir cümleyle birkaç rekatın jet hızıyla kıldırılması cemaati camiden, namazdan, dinden-imandan uzaklaştırıyor. Oysa seçilen ayetler rahmet ve tesbihat ayetleri olsa, insanın huşu içinde ibadet etmesi sağlansa, namaz aralarında Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin eserleri gibi kültürümüze, hayatımıza nüfuz etmiş bestelerin yerine, dini motifli arabesk türküler söylenmese. Ramazan-ı Şerif’e ulaşılmaktan duyulan mutluluğun terennüm edildiği ilahiler okunsa, son günlerde Allah’tan rahmet ve merhamet niyaz edilen ilahilere geçilse; namaz zikirler eşliğinde kılınsa…  Yaşlı, hasta insanların tere karıştığı, camiye de cemaate de söylenip saydırdığı bir akşam cimnastiği yerine, cemaatin camiye gelmeye teşvik edildiği ve camiye gelenlerin huzura erdiği, huşu ile yapılan bir ibadet halini korusa… O vakit namaz, teslimiyetle birlikte bir arınma biçimine dönüşür.

Televizyonlara bakıyoruz. Hemen her kanalda yayımlanan sahur ve iftar programlarında bilimsel temelden yoksun geçmişe duyulan kuru, yavan bir özlem var. Katılımcılar duygudan yoksun, yahut kendilerini ifade etmekte yetersiz, programlar dini içerikli musiki narakaratları ile karışık bir havada devam edip gidiyor. Bu programlarda nostalji yapmak yerine günümüzün ihtiyaçları üzerinde durulsa, gençlere dini İslam anlatılsa. Ramazan ayları birilerini maddi açıdan gönendirme ayı olmaktan çıkarılsa. Gel, gör ki akla zarar düşüncelerin, değerlendirmelerin sonu gelmiyor.

Bazen din görevlilerinin de kendilerine çeki düzen vermesi gerektiğini, cemaate çağın gerisinden değil ötesinden hitap etmesi gerektiğini düşünüyorum. Din görevlilerinin ekseriyetinin kendilerini mesleki açıdan geliştirmeleri bir yana kişisel imaj açısından da yenilemelerinde, toplumsal ve sosyal dönüşüme uyum göstermelerinde yarar olduğu kanaatindeyim. Herkesin sakal bırakma zorunluluğunun olmadığı gibi, sakal bırakmanın da sakal tıraşını bırakmak anlamına gelmediğinin, sakalın da sünnete uygun şekilde bakımının ihmal edilmemesi gerektiğini savunuyorum. Müslümanların, kanaat önderlerinin aşırıya kaçmadan Resulullah‘ın (SAV) „Allah nimetini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır“ tavsiyesini göz önünde bulundurması gerekir. Cemaatin de „Ey Ademoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin… „ (Araf, 7/31) buyruğuna uygun hareket etmeyi ilke edinmesi kim bilir ne hoş olur...

Müslümanlar “İşleri aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) denilmektedir. Oysa vatandaşın ihtiyacı ve görüşü sorulmaksızın, hemen her fırsatta bir gerekçe ile kendilerinden maddi yardım talep edilmesi, toplanan bağış ve yapılan harcamaların layüsel olması, vatandaşların zihninde istihfam yaratmaktadır. Belli bir stratejik planlamaya ve ihtiyaç analizine dayanmayan kimi plansız yatırımlar, Osmanlı Padişahının Anadolu’ya asker toplamaya çıktığında vatandaş Memet Ağa’nın verdiği cevabı hatırlatacak duruma gelmiştir.

Genç kuşağın giderek dinden uzaklaştığı gündeme getirilerek tehlikeye dikkat çekiliyor. Kültürel evrim insanın bir geçeğidir ve unutulmamalıdır. Gençlerin dinden uzaklaşması, yukarıda kısmen özetlenmeye çalışılan ve kültürümüzün içinde yaratılan olumsuzluklardan, dini eğitimin yanlış yorumlanıp ehil olmayan kişilerin bireysel tasarruflarıyla karmaşık ve içinden çıkılması zor bir hal alması gibi bir dizi olgulardan kaynaklanmaktadır. Başta ilahiyatçılar olmak üzere, kendini din alanında her hangi bir şekilde sorumlu, yetkin vd. hisseden, irşad eden, yani insanları iman ve İslam’a davet eden herkesin, Ramazan ayının sonuna gelindiğinde, kaç kişiye dinini sevdirdiğinin, kaç kişinin kalplerini iman ateşi ile ısıttığının hesabını yaparken, kaç kişiyi dinden uzaklaştırıldığının hesabını da iyi yapması gerekir. Her türlü ayrılıklara çözüm bulunur da Allah yeter ki imandan ayırmasın.

„Diken batar diye gül mü toplamayalım“ diyen Arthur Schopenhauer (1788-1860) „Aşkı dayatma  çabası aşktan nefreti, dini dayatma çabası dinden nefreti doğurur“ diye de ilave etmiş, unutmayalım.

Not:

Bu yazı Avusturya'da yayımlanan Haber Avrupa Gazetesi Nisan 2023 sayısı için hazırlanmıştır. Gazeteye http://avrupa.at/diken-batar-diye/ adresinden erişilebilmektedir. (14.05.2023).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...