16 Eylül 2018 Pazar

Yeni eğitim öğretim yılı başlarken


Her sene eğitim öğretim yılı başlarken bütün paydaşların dileği, öğretim yılının herkesin hayrına olması, sağlıklı ve başarılı bir eğitim öğretim yılının yaşanması yönünde oluyor. Eğitimle ilgili yazılarda da çocuklarımızın okul başarılarının daha yukarılara çıkarılabilmesi için çeşitli öneriler yapılıyor. Ben de bu yazımda çocukların okul başarısı, Türkçe ve Türk Kültürü Dersi ile velilerin çocuklarının eğitimiyle ilgili çalışmaları üzerinde duracağım.

Eğitim konusunda yapılan önerilerin çoğu öğrenciyi merkeze alan bir yaklaşım içinde olmakla birlikte, sorumluluğu daha çok öğrenciye ve okula yüklüyor. Bir çocuğun okul başarısı, sadece çocuğun çabası ve devam ettiği okul idaresinin yönetim organizasyon kabiliyeti ile sınırlı olmayıp, çocuğun dışında kontrol edemediği değişkenlerle de yakın ilişki içindedir. Çocuğun sağlıklı bir aile ortamının olması, evinde kendine ait yaşam alanı oluşturulması, öğretmeni ile ilişkisi, ailenin okul ve öğretmenle kurduğu ilişki, çocuğun dışında gelişen, ama okul başarısında etkili olan unsurlardan bir kısmıdır. Ailelerin çocuklarını okula göndermekle yasa karşısındaki sorumlulukları ortadan kalkmakta, ancak çocuğun okulda akranları ve öğretmenleri ile olan ilişkilerinin sağlıklı bir zeminde yürütülmesi ve okul başarısının takip edilmesi konusundaki sorumluluğu devam etmektedir.

Okula giden çocuğun sorumluluklarından bir kısmı, okul öncesi eğitimden başlayarak iyi derecede Almanca öğrenmesi ve okula düzenli olarak devam etmesi, verilen ödev ve proje çalışmalarını öngörülen süre içinde eksiksiz yapması, ders içinde ve dışında öğretmenleri, arkadaşları ve diğer görevliler ile sağlıklı ilişki kurmaya çalışmasıdır.

Burada veli ve öğretmen ilişkisi çocuğun okul başarısının takip edilmesi, belli bir amaca bağlı yönlendirilmesi ve gerektiğinde eksiklerinin tamamlanabilmesi için özel destek verilmesi kaçınılmazdır. Unutulmamalıdır ki çok dilli ortamlarda yetişen çocuklar iyi yönlendirilmeleri halinde, yetişkin yaşlara geldiklerinde, yaşadıkları ülkelerdeki sosyal çevreye olumlu katkılar sağlayabilir.  Köken kültürü ile bağının canlı tutulması halinde, vatandaşlık bağı ile bağlı olmasa bile yaşadığı ülke ile geçmiş yaşantıların olduğu ülke arasında sosyal, kültürel, ekonomik boyutlarda belirleyici, öncü roller üstlenebilirler. Bu durumda hem kendileri hem de söz konusu edilen ülkelere olumlu katkılar sağlayabilirler.

Türkiye kökenli bir çocuğun öğretim dili Almanca olan bir okulda başarılı olması öğretim dilini öğrenmesi kaçınılmazdır. İyi derecede Almanca bilgisi, teorik eğitimin yanı sıra meslek eğitimi için de gereklidir. Meslek eğitimi alan bir çırağın, kalfanın, ustanın Almanca bilgisinin yeterli olmadığı durumda, önüne çıkan sınavları geçemeyeceği; eğitimini yarıda bırakacağı unutulmamalıdır.

Bireylerin toplum içinde belirleyici ve öncü rolleri üstlenebilmesi için Almancanın yanı sıra Türkçeyi de aile ve arkadaş çevresindeki günlük konuşma dilinin üzerinde, akademik dil olarak da okuyup yazacak yetkinliğe sahip olması gerekmektedir. Giyim, kuşam önemli bir referanstır ve belli bir maddiyatla iyileştirilebilir; bunun yanı sıra bir alana yönelik bilgi birikimi edinmek ve o birikimi toplumsal ve sosyal alanda etkili konuşma ve yazma yoluyla paylaşma becerileri eğitimle kazanılır. Bu nedenle çocuklarımıza geçmiş ve gelecek arasında önemli bir bağ olma özelliği taşıyan Türkçeyi öğretelim; onları Türkçe öğrenmeleri, Türkçe konuşmaları için teşvik edelim. Türkçeyi akademik düzeyde öğreten öğretmenlerle işbirliği yapalım.

Eğitim hayat boyu gidilen bir yoldur ve bu yol, insan hayatının belli dönemlerinde okul dediğimiz kurumlardan geçer. Bu kurumlarda görevli öğretmenler de alan bilgisinin yanında, bu bilgiyi nasıl ve hangi sırada öğretecekleriyle ilgili yöntem ve teknikleri iyi bilirler. Bir öğretmenin diğer öğretmenden farkı, kişilik özelliğinden kaynaklanır. Ancak en yeni öğretmen, en deneyimli öğrencinin önündedir. Velilerimiz, bu öğretmenler ile çocuklar arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesinden de sorumludur.

Öğretmenler, çocuklarımıza aile ve arkadaş çevresinde konuşulan Türkçenin dışında, meslek hayatında ihtiyaç duyacakları dili öğretirler. Öğrenilen dil kitap okuyarak da pekiştirilir. Okulda öğrenilen Türkçe hem meslek hayatında yeni ufukların açılmasına yardımcı olur, hem de tek dilli insanlara göre avantajlı bir pozisyon açar. Çocukların erken yaştan itibaren iki dili birlikte öğrenmesi, onların yaşadıkları çok kültürlü ortamlara uyum sağlamaları konusunda bir engel oluşturmaz. Aksine ortak payda olan dil, kimlikle ilişkili olduğu için bireyin zihnindeki aidiyetle ilgili soruların ortadan kalkmasına, özgüveninin pekişmesine ve geleceğe güvenle bakmasına yardımcı olur.

Velilerin çocuklarını bu bilinçle yetiştirmeleri, Türkçe ve Türk Kültürü dersi verilen okullarda görev yapan Türkçe öğretmenleri ile yakın ilişki içinde olmaları, bu derslerin sürdürülebilirliği açısından da yararlı olacaktır. Öte yandan, çocuklarını Türkçe dersi aldırmak için okula getiren velilerin bir araya gelmeleri için ortam oluşmuş olacak ve bu sosyal ortamlarda her bir veli kendi çocuğunun yaşadığı sorunları paylaşma imkanı bulacak ve birlikte çözüm arayabileceklerdir. Veliler; öğretmen ve okul idaresi ile işbirliği yaparak çocuklarının devam ettiği okullardaki sivil toplum kuruluşu olan okul aile birliği oluşumlarına katılmalı; bu olmuyorsa, kendileri bir dayanışma grubu kurarak olası hak kayıplarının önüne geçmek için birlikte hareket etmelidir.

Okul aile birliğinin görev alanları şunlar olabilir: Öğrenci velilerini temsil etmek. Velileri okul yönetiminin eğitim uygulamaları hakkında bilgilendirmek. Öğretmenler ile veliler arasında güvene dayalı ilişki kurulmasını ve mevcut ilişkilerin pekiştirilmesini sağlamak. Velilerin görüş, öneri ve isteklerini okul yönetimine iletmek. Eğitim öğretim etkinliğinin olmadığı günlerde düzenlenecek sosyal etkinlikler oluşturmak ve bu konudaki çalışmalarını okul yönetimiyle paylaşmak. Kullanılacak öğretim materyalleri konusunda öğretmenlerle işbirliği yapmak. Bir öğrencinin okulda karşılaşabileceği sorunlar hakkında öğrenciye ve ailesine destek olmak üzere gerekli koruyucu ve kollayıcı tedbirleri önceden alarak bütün paydaşları bilgilendirmek. Bir öğrencinin disiplin cezası veya benzer nedenlerden dolayı okuldan uzaklaştırılmasıyla ilgili olarak verilecek kararlarda ve uygulamalarda okul yönetimi, veli ve öğrenciler arasında köprü görevini kurmak. Yıl içinde kutlanan özel günler için öğretmenlerle işbirliği yapmak.

“Bütün bu görev ve sorumlulukları bir tek okul aile birliği ile sağlamak mümkün mü?” diye sorarsanız; tek kelime ile “Evet” demek mümkündür. Velilerin örgütlü hareket etmesi halinde, veli derneğinin yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış görev ve sorumluluk alanlarındaki girişimlerinden olumlu sonuç alması mümkündür. Yerel mevzuatlara göre, hemen her okul türüyle ilgili düzenlemeler yapılmış olup, bu düzenlemeler içinde okul aile birliklerine de özel yer verilmiştir. Önemli olan okul aile birliğinin yasa ve yönetmeliklerle tanımlanan görevlerini, sorumluluk alanlarını öğrenmek ve öğrenci, öğretmen, veli işbirliğinde birlikte hareket edecek eğitim atmosferinin oluşturulmasıdır. Yeter ki niyetler iyi olsun; sonuçlar da iyi olur. Okul aile birliğinin faaliyetleriyle ilgili bilgi edinmek için gerekli bilgi, belge ve dokümanlara ulaşılması kolaydır. Bu konuda yazılmış, örnek uygulamalara da yer verilen kitapları seçkin kitapçılarda ve yayınevlerinde bulmak mümkündür. Öğrenci, veli ve öğretmenlerle ilgili kararlarda okul aile birliği temsilcisinin öğretmenler kuruluna katılma, söz söyleme, alınacak kararlara müdahil olma hakkı vardır; bu hakkın kullanılması uygulamada önemli bir farkındalık yaratmaktadır.

Okul çağında çocuğu olan her veli okul aile birliğine üye olabilir. Bu okul aile birliği, bir okula devam eden çocukların bütün velilerinden oluşan bir tüzel kişiliktir. Bunun yanı sıra kimi velilerin kendi aralarında oluşturduğu girişim grubu şeklinde de örgütlenmek mümkündür. Bu örgütlerin bütün velilerin ortak oluşturduğu çok dilli ve çok kültürlü yapıda oluşturulması, ortak hayatın kolaylaştırılmasına ve yeni dostlukların kurulmasına vesile olabilir. Bu birliklere üyelik ve burada yapılacak çalışmalar tamamen gönüllülük esasına dayalı olup, çalışmalardan hiçbir maddi menfaat sağlanılmamaktadır. Bazı veliler bu alanda faaliyet gösterecek yeterli zaman bulamayabilir. Bazı veliler de okul, öğretmen ve çocuklarının velileri ile ilgili konulara özel ilgi duyar ve okul aile birliği faaliyetleri için yeterli zaman ayırabilir. Bu veliler okul aile birliğinde hem öğretmenlerin, hem de diğer velilerin temsilcisi olarak görev yaparlar.

Bu temsilcilerin okul aile birliği faaliyetleri içinde yapacağı çalışmalar, dernek tüzüğü ve yerel mevzuata göre gerçekleştirilir. Okul aile birliği üyeliği ilk ve ortaokullarda genel olarak birer yıllık sürelerle yapılırken lise ve dengi okullarda iki yıl sürebilir. Burada yöneticilik yapanların görevleri de çocuğunun öğreniminin bitmesi, velinin istifa etmesi, derneğin veya birliğin dağılmasıyla birlikte sona erer.

Okul aile birliklerinin bir çatı de örgütü vardır. Üye derneklerden oluşan çatı örgütü, gerektiğinde eğitim bakanlığının okullarla ilgili konularda görüş aldığı veya velilerin görüşlerini sunduğu bir tüzel kişiliktir. Bu çatı örgütü yönetiminde görev alan veliler, eğitim öğretim ile ilgili temel konularda eğitim bakanlığı ile birlikte çalışılır ve gerektiğinde ders planları, yönetmelikler, kayıt kabul işlemleriyle ilgili yasal düzenlemeler, veliler veya veli dernekleri tarafından yapılan şikâyetler ile ilgili konularda çalışmalar yapar. Bu çalışmalar bireysel değil; ilgili bakanlık, öğrenci, veli, öğretmen ve görüşülen konuyla ilgili kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşan çalışma grupları veya ihtisas komisyonları içinde yürütülür.

Bütün çabalara rağmen Avrupa ülkelerindeki okul sisteminin dışında kalan öğrenciler, her hangi bir yaş sınırı aranmaksızın eğitimlerini Türk eğitim sistemi içinde açık ve uzaktan öğretim yoluyla da tamamlayabilirler. Bunun için Avrupa ülkelerinde yaşayan ve Türkçe bilenlere yönelik olarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Açık Öğretim Ortaokulu ve Açık Öğretim Lisesi’ni dışarıdan, okula gitmeden bitirme imkânları vardır. Hauptschule veya Mittelschule denen okul türlerini bitiremeden ayrılanlar, Açık Öğretim Ortaokuluna, daha üst eğitim kurumlarına devam ederken eğitimi yarım kalanlar da Açık Öğretim Lisesine devam ederek lise diploması alabilirler. Bu okulları bitirdikten sonra Türkiye’deki bir üniversitede veya Anadolu Üniversitesi açık ve uzaktan öğretim sistemine göre eğitim verilen yükseköğretim programları ile Avrupa ülkelerinde de üniversite hayallerinin gerçekleşmesi mümkündür (Kayıt için, https://mebyurtdisi.anadolu.edu.tr/ adresine başvurulabilir)

Bu vesile ile yeni öğretim yılının öğrencilerimizin, velilerimizin ve bütün paydaşlarımızın beklentilerini karşılayacak şekilde sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir şekilde sürmesini dilerim.


Not:

Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Eylül 2018 sayısında yer almıştır.

11 Eylül 2018 Salı

2018/2019 öğretim yılı kutlama mesajı


Sevgili öğrenciler, eğitim camiamızın değerli üyeleri, kıymetli velilerimiz;

Alman İstatistik Dairesi verilerine göre bugün Bavyera Eyaletinde yaklaşık 200 ülkeden bir milyonu aşkın yabancı yaşıyor ve eyalette yaşayan yabancıların % 20.8’i Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Türklerin % 30.9’u 25 yaşının altında, yani eğitim çağında. Eyalette yaşayan 187.660’ı yabancı uyruklu olmak üzere, yaklaşık 1,66 milyon öğrenci ve 150.000 öğretim elemanı gibi biz de 2018/2019 eğitim-öğretim yılına başlamanın sevincini ve mutluluğunu yaşıyoruz. Yeni öğretim yılının öğrencilerimize, eğitim çalışanlarına ve velilerimize hayırlı olmasını diliyorum. Eğitim-öğretim yılı boyunca karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma duygularının geliştirilmesini, huzur ve hoşgörü atmosferinin genişletilmesini, farklılıkların ayrıştırıcı değil, toplumların zenginlikleri olarak görülmesini, ayrışma ve ötekileştirme için bahaneler aramak yerine ortak toplumsal amaçlara yönelik çalışmaları desteklemek için daha fazla çaba gösterilmesini umuyorum.

Bilindiği üzere eğitim, toplumsal ve sosyal hayatın belirlenmesi ve geleceğe yönelik ortak hedeflerin gerçekleştirilmesi için gereksinim duyulan araçlardan biridir. Bir ülke ve onun yurttaşları için yapılacak en iyi yatırım insana ve eğitime yapılan yatırımdır. Avrupa Türk toplumunun geleceğinin de bugünün çocuk ve gençlerinin eğitimlerine yapılacak yatırımlarla şekil alacağını biliyoruz. Devletimizin ve milletimizin bütün imkânları bu anlayış içinde Münih Başkonsolosluğumuz ve onun görev ve sorumluluğundaki eğitim ataşeliğimiz ile ona bağlı 43 öğretmen ile seferber etmiş durumdayız. Öğretmenlerimiz, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bir seçme sınavını kazanarak yurt dışında görev yapmaya hak kazanmış, nitelikli alan uzmanlarından oluşmaktadır ve geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza Türkçe ve Türk kültürünü öğretmek üzere görevlendirilmişlerdir. Çocuk ve gençlerimizin, yaşadıkları bölgelerde devam ettikleri okullarda aldıkları çağdaş eğitimler ve oluşturdukları bilgi birikimi ile içinde yaşadıkları ve hatta bir kısmının vatandaşı olmaktan mutlu oldukları Almanya’da çok kültürlü hayatın gereklerini en iyi şekilde yerine getireceklerine olan inancım tamdır. Bugünün çocuk ve gençleri, gelecekte sahip olacakları bilgi birikimi ile Türk toplumunun aydınlık yarınlara taşınmasına; iki ülke arasındaki sosyal, kültürel ve bilimsel alanlardaki işbirliğinin daha üst düzeylere çıkarılmasına önemli katkılar sağlayacaklardır.

Bu bağlamda her bir çocuğumuzun en iyi şekilde yetiştirilmesi gerektiğini ve eğitim hakkının kutsal olduğunu biliyor, bütün paydaşlarımızla birlikte bu inanç doğrultusunda çalışıyoruz. Çocuklarımızın eğitim hakkından azami derecede yararlanmaları için içinde yaşadıkları toplumun dilini ve kültürünü en iyi şekilde öğrenmeleri gerektiğinin de bilincindeyiz. Bu bilinç içinde onların köken dillerini de öğrenmelerinin yaşadıkları topluma uyum sağlamaları için bir engel oluşturmayacağını, Türkçe ve Türk kültürünün yaşadıkları toplumun bir zenginliği, gençlerimizin farkındalığı olarak görülmesi gerektiğine, gençlerin öğrendikleri köken dilleri sayesinde geçmiş ile gelecek arasında bağ kurabilme becerisi kazanacaklarına inanıyoruz. Her fırsatta çok dilli yetişen gençlerin Almanya ve Türkiye ilişkilerinin geleceği için bir şans, iş dünyası için kaçırılamayacak bir fırsat olduğunun altını çiziyoruz. Gençlerimizin de ilgi ve yeteneklerine göre mesleki eğitimden genel eğitime kadar eğitimin her alanında içinde yaşadığı topluma değer katacak şekilde yetiştirilmesinin, toplumsal ve sosyal hayatın içinde eleştirel düşünebilen, özgüveni yüksek, yeni ve özgün fikirler üretebilen, ufku geniş bireyler olarak yerlerini almalarının; teorik bilgilerin yanı sıra hayatta gerekli olacak pratik bilgi ve becerileri de kazanmalarının yararına inanıyor; tek tek sayılan bütün bu amaçların yalnızca içinde yaşanan toplumun eğitim yöneticilerinin görev ve sorumluluk alanı ile sınırlı olmadığına; başta aileler olmak üzere toplumun bütün paydaşların ortak görev ve sorumluk alanına girdiğini düşünüyoruz.

Veliler ve eğitim yöneticileri olarak, hangi coğrafyada yaşanıyor olursa olsun, dünyada güç dengelerinin hızla değiştiği, dün öğrenilen bilgilerin yarın geçerliliğini yitireceğini unutmadan, toplumsal ve sosyal beklentilerin ve mesleklerin sürekli değişim ve gelişim içinde olduğunun bilinci içinde olmalıyız. Çocuklarımızın devam ettikleri okuldan mutlaka bitirme belgesi ile ayrılmasını, genel eğitime devam edemiyorsa bile meslek eğitimini yaparak eğitim hakkından yararlanmak için şartları sonuna kadar takip etmesini sağlamalıyız.

Sevgili çocuklar sizler başarılı oldukça, biz de sizin mutluluğunuza ortak olacağız; bizim hayatımız da sizinle birlikte daha bir mutlu ve huzurlu olacak; geleceğe umutla, güvenle bakacağız. Başarının birden fazla değişkene bağlı olduğunu; okula devam etmenin başarı için yeterli olmayacağını; okulda işlediğiniz konuları sınıf geçmek için değil, geleceğiniz için öğrenmeniz gerektiğini unutmayın. Başarının sorumluluk alma, planlı çalışma, kararlı olma, kendine güvenme duyguları ile ilişkili olduğunun bilinciyle hareket edin. Sizi seviyor, önemsiyoruz; sizin de bizleri ve içinde yaşadığınız toplumu sevmenizi, kendinizi zararlı alışkanlıklardan uzak tutmanızı diliyor, milli ve ahlaki değerlerimizi yaşatacak bilinçle hareket edeceğinize yürekten inanıyorum.

Değerli veliler, yurt dışında yalnız olmadığınızı bilin. Evlatlarınıza geçmişiyle barışık ve geleceğinden emin olan asil bir milletin ferdi olduklarını öğrettiğimizi, istikbal için de onların özgüvenlerini pekiştirerek büyük düşünmelerini sağlamak için bıkıp usanmadan çalıştığımızı biliniz. Çocuklarımızın başarısı için eğitim-öğretimleri ile yakından ilgileniniz; okul yöneticileri ve öğretmenleri ile sürekli iletişim içinde olmaya özen gösteriniz; sorunlar çıktıktan sonra çözüm aramaya çalışmak yerine öğretmenler ve okul yöneticileri ile işbirliği yaparak olası sorunlara karşı önleyici tedbirler almaya gayret ediniz.

Kıymetli öğretmen arkadaşlarım, sizler öğretmenlik gibi onurlu bir mesleğin temsilcileri olarak çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirmeye, geleceğe hazırlamaya çalışıyorsunuz. Çabalarınızın olumlu sonuç vereceğine olan inancım sonsuzdur. Gösterdiğiniz özveriden dolayı her birinize şimdiden teşekkür ediyor; başarılarınızın artarak devamını diliyorum.

Bu duygu ve düşüncelerle 2018/2019 eğitim-öğretim yılını kutluyor; bütün öğrencilerimize, öğretmenlerimize ve velilerimize başarılarla dolu bir yıl geçirmelerini diliyorum.

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Bir dünya dili


Başlığı okuyunca, devamını İngilizce diye tamamlarsanız yanılırsınız. Ben, dünya dili olarak Türkçe'mizden söz ederek sizleri daha da şaşırtacağım. Sahi, Türkçe sizin için, Avrupa ülkelerinde yetişen Türkler için ne anlam ifade ediyor? Siz Türkçeyi sadece aile içinde konuştuğunuz ve doğal yolla edindiğiniz dil olarak mı görüyorsunuz? Dünyada en fazla konuşulan diller arasında bir sıralama yapılsa, Türkçeyi kaçıncı sıraya koyardınız? Sizce, Türkçe ilk on dil arasına girebilir mi?

Sabrınızı zorlamadan cevap vereyim. Dünyada en fazla konuşulan dil doğal olarak Çince gösteriliyor. Çince sadece Çin’de değil, Asya kıtasında bir milyar 300 milyon kişi tarafından birinci dil olarak konuşuluyor. Ardından bir dünya dili, dünyanın ortak iletişim dili olarak adlandırılan İngilizce geliyor. Bugün İngilizce konuşanların sayısı 427 milyon kişi ve bu dil birçok ülkede resmi dil, devlet dili olarak kabul edilmiş. Üçüncü sırada 266 milyon kişinin konuştuğu İspanyolca geliyor.  Bu dil sadece İspanya’da değil, özellikle Güney Amerika ülkelerinde yoğun bir şekilde konuşuluyor. Resmi dili İngilizce olan Hindistan’da 260 milyon kişi köken dili olan Hintçeyi konuşuyor. Bu sayı bu dili dördüncü sıraya taşıyor.

Yapısal özellikleri bakımından Ural-Altay dil ailesinin Altay dil grubunda gösterilen ve Doğu Türkistan’dan Orta Avrupa’ya kadar 220 milyon kişinin konuştuğu Türkçe, dünyada en fazla konuşulan diller sıralamasında beşinci basamakta yer alıyor.

O halde, hangi coğrafyada yaşarsanız yaşayın, Türkçeyi unutmayın, unutturmayın. İş hayatınızda, okul sıralarında egemen kültürün etkisi altında, egemen kültürün dilini konuşsanız bile eve gelince Türkçeyi mutlaka birinci dil, ailede kişiler arası iletişim dili, sevginin dili olarak kullanmaya özen gösterin. Çocuklarınıza da dili, dini ve kültürü öğretin. Onlarla Türkçe konuşmaya özen gösterirken, kültürümüzün devamını, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayın. Yakın çevrenizdeki Türkler ile de birinci iletişim dili olarak Türkçe sohbet edin. Çocuklarınızın devam ettikleri okullarda Türkçe dersini alması için gerekli altyapıların oluşturulmasını sağlayın. Çocuklarınızı bu dersleri almaları için teşvik edin, özendirin. Evde konuşulan Türkçenin sınırlı söz dağarcığı üzerine bir gelecek kurmanın mümkün olmadığını öğrendiğinizde iş işten geçmiş olacak. Geçmişi “keşke” ile değil, “iyi ki” ifadesi ile hatırlayın. Türkçemizi kaybedersek kimliğimizi kaybederiz. Kimliğimizi kaybedersek geleceğimizi kaybederiz. Kimliğimiz Türkçemiz!

Bu sözlerimi bir çağrı olarak değerlendirirken, diğer dilleri öğrenmeyin, yok sayın, önemsemeyin anlamı çıkarmayın. Atalarımızın sözüne kulak verelim. “Bir lisan bir insan”. O halde bir yanda güzel Türkçe, öbür yanda dünya dilleri. Yaşadığınız coğrafyada çocuklarınıza sunulan eğitim fırsatlarından yararlanmaya bakın. Vatandaşı olduğunuz, vergisini verdiğiniz ülkelerde yurttaşlık bilinci ile hareket edip, eşit vatandaş olduğunuzu unutmadan, hakkınızın takipçisi olun.

Çocuklarınız dünya dillerini öğrenirken, dünya kültürlerini de öğrenecekler. Gök kubbenin altında kendi kültürleri ile birlikte başka kültürlerin varlığını görecek; hayata ve insana dair bakışları da gelişecektir. Burada yeni bir melez kültür ortaya çıkacak. Bu kültür, bizim geçmişten geleceğe taşımak istediğimiz Anadolu kültüründen yabancısı olmadığımız bir hoşgörü ve sevgi dilinin de taşıyıcısı olacaktır.

Yazıyı bitirmeden söyleyeyim. Arapçayı konuşan 181 milyon kişi, bu dili altıncı sıraya, Portekiz’den Güney Amerika ülkelerine uzanan geniş bir coğrafyaya yayılan 165 milyon kişi de Portekizceyi yedinci sıraya taşımış. Bengalceyi 162 milyon kişi konuşurken, bu dil sekizinci sırada yer alıyor. 158 milyon insanın konuştuğu Rusça, sıralamada dokuzuncu sırada yer alıyor. 124 milyon kişinin konuştuğu Japonca sıralamada onuncu sırada yer alıyor.

Almanca mı? Onu konuşan 121 milyon kişi bu dili on birinci sıraya taşıyor. Fransa dışında ağırlıklı olarak Afrika ülkelerinde yoğun şekilde konuşulan bir dil olan Fransızca 116 milyon kullanıcıyla, en çok konuşulan dünya dilleri arasında 12. Sırada yer alıyor.

Türkçemize sahip çıkalım. Dillerden düşmeyen cümle; “Ben ülkemi ve milletimi çok seviyorum”. O halde gelin, sevginizi gösterin. Sevgi sorumluluk ister; kalplerde hapsolmaya değil, eylemde görülmek ister. Bu eylemi de çocuklarınıza Türkçe öğreterek gösterin. Onları okula, Türk dilinin ve kültürünün öğretildiği Türkçe derslerine götürün.

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Haziran 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne,
http://europa-journal.net/images/kolumnen/juni2018/cakir062018.jpg adresinden ulaşılabilir.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Avrupalı Türklerin kültürel kimliği


Türklerin Almanya’da veya herhangi bir Avrupa ülkesinde siyasette, sosyal hayatta, ekonomide, birçok alanda yaşadığı sorun "uyum sorunu" değil; ayrımcılığa uğramadan, insan onuruna uygun şekilde yaşamaya yönelik türlü engellerin aşılmasıyla ilgili sorunlardır. Bunların aşılabilmesi de Türklerin ve yaşanılan ülkelerdeki yerel paydaşların el ele vererek ortak hareket etmesi, Türk kültürü ve kimliğine yönelik söylemlere karşı eylemlerle ortak bir tutum sergilemesiyle mümkün olacaktır. Bu konuyla ilgili görüşlerimi aşağıda sıralamak isterim.

Vatandaşlarımızın veya soydaşlarımızın yaşadıkları ülkelerde yurttaş olmanın, olmasa bile yerel mevzuattan kaynaklanan yasal yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirdikleri sürece Türk kimliğini ve kültürünü korumaya, gelecek kuşaklara aktarmaya çalışması kimseyi rahatsız etmemelidir. Çünkü Türklük, siyasi bir kavram değil, insanları bir arada tutan duygusal bir bağdır. Türklerin yaşadığı coğrafyada bulunan ülkelerin vatandaşlığını almasına rağmen Türkiye ile kurduğu duygusal bağı devam ettirmesi son derece olağan karşılanmalı, sırf bu nedenle yaşadıkları yeni yurtlarına bağlılıkları sorgulanmamalıdır. Türkler geçmişte de bu tür soruları “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanım” diyerek dışa vurmuştur. Bugün Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa ortak değerlerini savunurken Meryem gibi Türk, Maria kadar Avrupalı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Asıl şaşırılması gereken durum, Meryemlerin Marialar kadar toplumsal kabul görememesi ve “öteki” olarak görülmesidir.

Türkler bir yandan yaşadıkları ülkelerde iyi şartlarda sosyal, ekonomik ve siyasi olarak bir statü elde etmeye çalışmakta, öte yandan ecdadını unutmamaya, geride bıraktıkları hısım, akrabaları ile ilişkilerinin kopmasına izin vermemektedir. Türklerin yeni yurtlarındaki yöneticiler, yeni yurttaşlarının ülkelerini ne derece benimsediklerinden kuşku duyarken, bu gerçeği göz ardı etmektedirler. Bu engelin aşılabilmesi için egemen kültürün taşıyıcıları ile azınlık kültürünün taşıyıcıları daha fazla sosyal, kültürel etkileşimlerde bulunmalı, azınlıkları toplum içinde öteki olarak değil, yeni birer değer olarak görmelidir. Bilinmeyene karşı tepki göstermek yerine öğrenmeye çalışmak, her iki tarafın da düsturu olmalıdır.

Yeni vatandaşların yaşadıkları ülkelere uyum sağlayabilmesi, sosyal ve ekonomik olarak sınıf atlayabilmesi, bu kesimin iyi eğitim almasından geçer. Bu bağlamda hiçbir çocuğun köken dili ve kültürüne yönelik eğitim hakkından mahrum bırakılması gerekmez. Köken dilini öğrenmek isteyen Türklerin yaşadığı ülkeye bağlılıkları sorun edilmez.  Çünkü artık küreselleşen dünyada çoklu kimlikler herkes tarafından normal kabul edilen bir durumdur. Hiçbir toplum, hiç kimse, hiçbir şahıs tek bir aidiyete zorlanamaz. Çok dillilik ve çok kültürlülük küreselleşmenin, etkileşimin ve iletişimin açtığı zorunlu ya da yönlendirdiği bir alandır. İnsanların birbirlerini anlayabilmesi için zihinlerde oluşturulan ve kültürel normlara yönelik önyargıların aşılması öncelikler arasına alınmalıdır.

Söz gelimi, Türkiye’de kendine yaşam alanı bulan ve günden güne gelişen Alman toplumu da Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilere katkı sağlayacaktır. Yabancı kültürler içinde oluşan farklı yaşam alanları sorun adacıkları değil, ortak sorumluluk alanlarında gelişen ve ikili ilişkilerin gelişmesine olumlu zemin hazırlayacak önemli fırsatlar oluşturmaktadır.

STK’lar ve çatı kuruluşları yeni dönemde eğitim, dil, kültür ile yükselen İslam karşıtlığı ile ilgili alanlarda, bireylere ve toplumlara yönelen saldırılar, tacizler ve bu konuda alınması gereken tedbirler üzerine yoğunlaşmalı ve işbirliği alanlarını sayılan bu alanlara yöneltmelidir.

Avrupa Türk toplumunun yurt edindikleri topraklardaki yöneticilerinden önemli beklentilerinin olduğu bilinmektedir. Bu beklentilerin kısa sürede karşılanması mümkün olmasa bile “İslam bize ait değildir” gibi mesajlarla toplumu ayrıştırmak yerine, ortak bir toplum ve huzurlu bir gelecek için beslenen olumlu beklentilerin ve umutların yeşertilebilmesi için olumlu mesajlar verilmesi ve karşılıklı anlayış içinde birlikte hareket edilmesi gerekmektedir. Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların hepsi köktendinci, radikal değildir; aksine bunların ağır bir ekseriyeti günlük hayatını sürdürmeye çalışan, devlete ve topluma karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışan, mütevazı insanlardır. Özellikle Ramazan ayının huzurla yaşandığı bu dönemde Müslümanların teröristlerle özdeşleştirilmesi ve inançlarının, kimliklerinin sorgulanır hale getirilmesi, toplumu germekte ve ortak bir hayatın temelini oluşturmaktan uzak, ayrıştırıcı mesajlar olarak değerlendirilmektedir. Bu olumsuz havanın verdiği tedirginlik ve savunma refleksi farklı değerlendirilmemeli; en azından bu insanların yaşadıkları, ikinci vatan olarak benimsedikleri topraklara bağlılıkları tartışma konusu yapılmamalıdır.

Eğitim konularında işbirliği yapma arzusunda olan “ötekiler”, zaman zaman muhataplarından yeterli karşılık göremeyebiliyor. Oysa dil ve din eğitiminin formal alanların dışındaki zeminlere kayması, bu alanlarda verilecek eğitimin içeriğinin de sorgulanır hale gelmesine neden olacak bir tehdit olarak görülmelidir. Neredeyse birbirleriyle bağı kopmuş şekilde faaliyet gösteren, kökü bir olsa da zaman içinde ayrışan toplumsal grupların, geleceğe yönelik planları arasında din, eğitim ve kültür alanını ekonomik birer faaliyet alanına dönüştürmesinin toplumsal bütünlük açısından tehdit oluşturacağı hususu gözden kaçırılmamalıdır.  Bu tehdidin önüne geçilebilmesi için başta dini cemaatler olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşlarının kendi görev alanlarına çekilmesi; siyaset, kamusal alan ve ticaretten elini çekmesi; kayıt dışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olması sağlanmalıdır. Şeffaf ve denetlenebilirlik, ilişkilerde karşılıklı güvenin tesis edilmesine yardımcı olacaktır.

Her ne olursa olsun, karşılıklı anlaşmanın temelinde uzlaşı kültürü yatmaktadır. Altım seneye yaklaşan göç tarihinde eşit vatandaşlık hakları verilen yurttaşların hala “yabancı” olarak görülmemesi, her iki tarafın da karşılıklı anlayış ve işbirliği ortamlarının oluşmasına zemin hazırlayacak girişimlere daha fazla destek vermesi; günlük dilde “uyum” kavramının yerine de “kabul etme” tutumunun tercih edilmesi için çaba gösterilmesi gerekir.

Her canlının aslı bir çekirdektir. Önemli olan bu çekirdeğin doğasına uygun iklim şartlarını oluşturup, filizlenmesini sağlamaya çalışmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman, insanoğlunun hangi coğrafyadan gelirse gelsin, beşeriyet bahçesinde meyve veren bir ağaç olması mümkün olacaktır.

22 Nisan 2018 Pazar

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlama Mesajı


Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Milli Bayramı ve 1 Kasım 1922’de  saltanatın kaldırılması ile önce 1 Kasım kabul edilen, sonra 1935 yılında 23 Nisan Milli Bayramı ile birleştirilen Hakimiyet-i Milliye  Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyetinin, yani Çocuk Esirgeme Kurumunun, 1927’de ilan ettiği ve ilki Atatürk’ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramının kendiliğinden birleşmesi ile oluştu. 1980’den itibaren de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı adını aldı.

Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı), TBMM’nin açılışı ile ilişkili olup, bu günün anısını yaşatmak amacını gütmektedir. Çocuk Bayramı ise savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirilmesi amacını taşımaktayken, 1979 yılının UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı olarak ilan edilmesiyle birlikte yeni bir özellik kazandı.  Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu, bu yıldan itibaren Uluslararası Çocuk Şenliği başlattı ve bayram uluslararası düzeye taşındı. Günümüzde birçok ülkeden gelen çocukların katılımı ile kutlanan bu bayram vesilesi ile birbirinden güzel gösteriler hazırlanmakta, okullarda ve okul dışında çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. 1933’te Atatürk ile başlayan çocukları makama kabul etme geleneği de günümüzde sürdürülmekte, çocuklar kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmektedir.

Türk Milleti’nin ülkesine olan bağlılığının, sevgisinin, saygısının genlere işlemiş hâli, güzel bir yansıması olarak yapılan bu törenler, çocuklar arasında uluslararası dayanışmanın ve gelecekte kurulacak dostluk köprülerinin bugünden atılan temel taşlarıdır. Yıllardır devam eden bu törenlerin gelecekte de uluslararası boyutlarda devam etmesi, gelecek kuşaklar tarafından da sürdürülerek dünya barışına olumlu katkılar sağlamasını dilerim.

Yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın, vatandaşlarımızın ve bizimle birlikte aynı duyguları paylaşan Avrupalı dostlarımızın da bu kutlamalara katılması bizler için mutluluk vesilesidir. Tarihi dostumuz ve NATO müttefikimiz olan Almanya Federal Cumhuriyeti yetkililerine de Avrupalı Türklerin yeni yurtlarında kurduğu hayatları boyunca edindikleri kadim dostları ile dayanışma ruhu içinde kutladıkları bu etkinlikleri gerçekleştirmelerine imkân sağladıkları için teşekkür ederim.

Organizasyona katılan bütün çocuklarımızı başarılı sunumları için ayrı ayrı tebrik eder; bayramlarını içtenlikle kutlarım. Bu bayramın uluslararası nitelikte, dostluk ve kardeşlik çerçevesinde kutlanması için emeği geçen organizatörlerimizi, öğretmenlerimizi, veli derneklerimizi, onlara destek olan bağışçılarımızı ve katılımlarından dolayı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine teşekkür ederim. Ayrıca velilerimizi ve kutlama etkinliklerine katılımları ile anlam kazandıran bütün vatandaşlarımızı, soydaşlarımızı saygı ve sevgi ile selamlar, herkesin bayramını en içten dileklerimle kutlar; saygılar sunarım.

Prof. Dr. Mustafa ÇAKIR
Türkiye Cumhuriyeti Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi V. 

Avrupalı Türkler


Bu yazımı Almanya’ya geldikten sonra sıkça duyduğum bir ifadeden yola çıkarak yazmak, Türklük, vatan, millet konularına ayırmak, siz okuyucular ile hasbihal etmek istedim. Bugünkü dille konuşup dertleşme, halleşme yahut sohbet anlamına gelen hasbihal, zor zamanların en pratik medetkârı, yol göstericisidir.

Son zamanlarda konuştuğum hemen herkes lafa “Türkiyeli” diye giriyor; Avrupalı Türk diye sürdürüyor. Türkiyeli sözü üzerinde uzun süre düşündüm. Hatta Türkiye’de bulunduğum dönemde bazı yazılarımda ben de kullanmışım; sonra kendi kendime “No’luyor?” diye sorma, “Biz Türkiye’den geliyoruz ama Türkiyeli değil, Türküz” deme ihtiyacı hissettim. Türk milletinin Avrupa veya diğer ülkelerde yaşayan fertleri olarak nerede, hangi coğrafyada yaşıyor olsak da bizler Türküz ve Türk milletinin birer ferdiyiz. Türk, Amerikalı gibi toplama bir millet değil; İngiliz, Fransız gibi geleneği olan bir millettir; çağlar ötesinden atiye uzanan büyük devletler kuran, Türkçeyi değişik ağız ve lehçeleri ile konuşan ve kendini bu milletin ferdi olarak görüp, ortak duygularla yaşayanlara verilen addır. Bu öyle bir duygu ki onu yüreğinde hissedenlerin bağrı yanıp tutuştuğunda bazen bir sevda türküsü olur; bazen de sırf Türk olduğunu çekinmeden söylediği için hak etmediği ağır bedelleri ödemeye mecbur bırakılır. Bu bedeller ödendikçe de bu kavram anlam kazanır, içi dolar, ete kemiğe bürünür.

Sahi biz Türkiyeli derken neyi kastediyoruz? Anadolu’dan gelen herkese Türk değil, Türkiyeli derken, bazılarının yakıştırması ile “Anadolu halklarını” mı vurgulamak istiyoruz? Bu ifade öyle göründüğü gibi masum olmaktan çıkıyor ve bizleri ayrıştırmaya çalışan ideolojinin söylemine dönüşüyor. Biz Türk dersek, “Birileri rahatsız olmasın” diye bir çekincemiz mi var? Türk derken, bu kavramın etnik bir grubu tanımlamadığını, hissetmekle ilişkili olduğunu söyledik. Türk, kederde, kıvançta bir olmayı, ortak hedeflere birlikte yürümeyi bilenleri bir araya getiren bir kavramdır. Aşık Veysel’in deyişi ile “Babadan kalan mirastır”. Anayasamızda öyle tanımladık; evimizde öyle öğrendik, okullarımızda da öyle öğretiyoruz. Türk, Avrupa ya da Asya’da, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, bitip tükendi denilen her zaman, yeniden küllerinden doğmasını bilmiş, başarıları ile güneş gibi parlarken, mazlum milletlerin umudu ve rol modeli olmuştur. Zaman zaman kim olduğumuzu umursamaz hale gelsek, unutsak bile; muhataplarımız unutmuyor, hiç beklemediğimiz bir anda bize kim olduğumuzu gayet güzel hatırlatıyorlar.

Her nereye gitsem, geride bıraktığım ve artık bacası tütmeyen evime duyduğum özlemi, yüreğimi kavuran kor ateşe dönüştüren memleket hasretini meftunu olduğum aziz milletimizin fertleri ile bir araya gelerek hafifletiyor; rahata ermenin yolunu onlarla hasbıhal etmekte buluyor; onlarla aynı havayı teneffüs ederek memleket özlemini gideriyorum. Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş ve dayanışma içinde ortak hareket edenlerin oluşturduğu dostluğun sıcak esintisini her hangi bir bahar sabahında açan nergis kokusu gibi içime çekerek rahatlıyorum. Yaşadığım toplumun sıradan bir ferdi olmak yerine, milletime hadim olmayı, atide Türk adı oldukça onun varisi olan evlatlarımızı içinde bulundukları derin gaflet ve uykudan uyandırmayı, ilahi bir güneş gibi parlayan eğitim ve bilimin ateşi  ile aydınlatmayı, milletimizin bu vesile ile kendine geldiğini görmeyi hayal ediyorum. Bu hayali benimle birlikte yaşayanlara Türk diyor; Türkiyeli demekten imtina ediyorum.

Avrupa ülkelerinde yaşayan kardeşlerim; bu aziz milletin tarihi öyle öykülerle bezenmiş ki hangi sayfasını açsanız, boğucu bir zulmetten sonra ilahi bir ışık gibi parlayan yeni bir destanla, kutsal bir zaferle karşılaşıyorsunuz. Bir yanda bu kadim milletle dost olmayı beceremeyen ve Türk adını duyunca korkudan ödleri kopanları, öbür yanda onun dostluğunu kazanmak için mütemadiyen çaba sarf edenleri görüyoruz. Tarihin her döneminde Türk milletini bir umut, Anadolu’yu kurtuluş vesilesi olarak görenlerin oluşturduğu Türk yurduna ve onu yüceltmek için duyulan ortak güvene layık olmaya çalışıyoruz.

Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, çocuklarımıza kendini öteki milletlerle körü körüne yarıştırmaya kalkışmanın, kendini diğerlerinden ayrıcalıklı, üstün görmenin bireyi ırkçılığa sevk ettiğini; ırkçılığın ise sağlıklı bir ruh halini yansıtmadığını, buna karşılık kendini ait hissettiği milleti sevmenin takdir edilmesi gereken, utanılacak bir durum olmadığını anlatalım. Bunları yaparken de her milletin kendi kültürüne bağlı olmasının doğal olduğunu, milletlere saygı ile yaklaşıldığı durumlarda mütemadiyen tekrar edilen olumlu duygu ve davranışların bireyin özgüvenini pekiştirirken dünya barışına da olumlu katkıları olacağını; buna mukabil ötekine karşı düşmanca hisler beslemenin, kendini yüceltirken ötekini aşağılamanın, kin ve nefret duygularını körükleyerek telafisi imkânsız insanlık suçlarının oluşmasına zemin hazırlayacağını unutturmayın.

Türk olmamız, Türkçe konuşmamız yaşadığımız coğrafyaya uyum sağlamamız için bir engel değil. Bununla birlikte yaşadığımız coğrafyada saygın bireyler olarak toplumsal ve sosyal hayatın içinde yer almak istiyorsak, yaşadığımız çevrenin dilini ve dolayısı ile kültürünü de iyice öğrenmemiz, onlara saygı ile yaklaşmamız ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın anahtarı olan eğitim hakkını ihmal etmememiz gerektiğini, saygı göstermeyenin saygı görmeyeceğini unutmayalım.

Buraya kadar anlattığım bilinç düzeyine ulaşılmakla, Avrupalı Türklerin aydınlanma hareketi de kendiliğinden başlayacaktır. Aydınlanma, bireyin öncelikle kendinden kaynaklanan vesayetten kurtulması; yani, kendi idrak gücünden başkasının yönlendirmesi olmadan yararlanamaması halinden çıkmasıyla mümkündür. Aydınlanmayı yakalayan birey, yaşadığı toplum içinde tutunmak, kabul görmek ve yükselmek için her şeyi mubah saymaz. Kişilikli bireyler uyum gösterdiğini kanıtlamak için bir yerlerde yama gibi durmaz; gerektiğinde “Buraya dikkat edin, bir sorun var” diyerek hak ve hukukun takipçisi olur. Kant’ın 1784’te dediği gibi, “Vesayetin, yani medeni hakları kullanamamanın nedeni, akıl yoksunluğu değil; insanın aklını başkasının yönlendirmesine gerek kalmadan kullanacak kararlılık ve cesaretten yoksun olmasıdır. Yani vesayetin sebebi yine insanın kendisidir.” O halde, bir yerde çekinmeden Türk olduğunuzu söylerken, yurttaşı olduğunuz ülkenin yasal hak ve yükümlülüklerini yerine getirip, sağlanan imkânlardan yararlanmak için de aklınızı kullanacak cesaretiniz olsun! Martin Luther King’in deyişiyle “Ya birlikte kardeş gibi yaşamayı öğreneceğiz, ya da aptallar olarak hep beraber yok olacağız”. 

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Nisan 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne,
http://europa-journal.net/images/kolumnen/april2018/cakir042018.jpg adresinden ulaşılabilir.

9 Nisan 2018 Pazartesi

Perspektif Dergisi ile Türkçe üzerine söyleşi: Anadilini öğrenemeyen çocuk...

"Avrupa’da Türkçenin kullanımı ile ilgili çok sayıda araştırmaya sahip olan Münih Eğitim Ataşesi Prof. Dr. Mustafa Çakır ile Avrupa’da Türkçenin durumu ve geleceği hakkında konuştuk." Yasemin Yıldız, Perspektif Muhabiri

Mevcut durumda Türkçeyi nadiren kullanan bir Türk topluluğunun olduğu Avrupa’da, Türkçe Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli gençler için hâlâ “anadili” midir?

Bu soruya cevap vermeden önce, anadili kavramının içeriğinin doğru anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Anadili, toplumda çocuğun aile ve yakın çevresi ile etkileşim sürecinde edindiği ilk dil olarak görülüyor. Bilim dünyasında bu ifadenin Latince “lingua materna” ifadesinden kaynaklanmış olacağı öne sürülürken, anadili teriminin yerine son zamanlarda tercih edilen terimler “birinci dil”, “ikinci dil” şeklindedir. Bu dil, aslında annenin veya ailenin konuştuğu dilden ziyade bireyin öğrendiği dil veya diller arasında kendini en rahat ifade edebildiği dil.

Avrupa ülkelerinde yaşayan çocuklar için geçmişten gelen ve geleceğe uzanan köken dili ve bu dilin kültürünü yansıtan bir yapı var. Bu yapı, onların anadili veya yeni ve daha doğru bir ifadeyle “köken” dilidir. Bu dil ile hayata tutunan çocuk veya gençler, vazodaki ihtişamlı görünümüne rağmen kısa bir sürede solup atılacak bir çiçek değil, kendi has bahçesinde filizlenen bir buğday gibi yeşerip başak bağlayacak ve nihayetinde insanlığın verim alacağı bir canlı organizmaya dönüşecektir. Anadili, yahut köken dili olan Türkçe bu nedenle önemlidir. Türkçeyi yok saydığınızda, vazodaki ihtişamlı çiçek gibi parlasanız da günün birinde solmaya ve işiniz bittikten sonra bir köşeye atılmaya mecbur olursunuz.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli çocuklar için iki tane “anadili” olabilir mi?

Türkiye’de yaşayan ve kendi çevresinde Türkçeden başka dil konuşmayan çocuk, genç veya yetişkinlere tek dilli (monolingual) diyoruz. Buna karşılık Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli çocuklar için belli şartların sağlanması hâlinde iki anadillilikten değil; çift dilli (bilingual) veya çok dilli (multilingual) olma hâlinden söz ediyoruz.

Burada Türkiye kökenli ifadesi yanlış anlaşılmasın. Türkiye kökenli Alman, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerin vatandaşlarının da kendilerini Avrupalı Türk olarak adlandırmasında da bir sakınca yok.

İnsanlar iki ayrı dili aynı anda öğrenebileceği gibi arka arkaya da öğrenebilir. Bu görüşten yola çıkan araştırmacılar çocuğun aynı anda iki ayrı dili birden edinmesinin mümkün olduğunu savunurken, kimi araştırmacılar da birinci dilin edinimi sürecinin tamamlanması gerektiğini öne sürmektedirler. Ben ilk görüşe katılıyorum. Bu süreçte bazı çocuklarda dil gelişimi ve dolayısı ile iletişim becerileri,  başlarda tek dilli çocuklara göre daha yavaş seyretse de kritik aşama geçildikten sonra iki dilli çocukların tek dilli çocuklara göre daha avantajlı duruma geçtikleri görülüyor. Çocuğun iki dilli yetiştirilmesine karar verildiğinde, sürecin iyi takip edilmesi ve konuşma ile anlama becerilerinin farklı geliştiğinin bilincinde olarak hareket edilmesi gerek. Anlama pasif bir beceri olduğu için üretim gerektiren konuşmaya göre daha ilerdedir ve aralarında altı aylık kritik bir süreç vardır. Çocuğun dil ediniminde ilk üç yıl kritik süreçtir. Bu süreçten sonra çocuk iki dile de aynı düzeyde hâkim olabilir ve bu çocuklar iki dilli olarak adlandırılır.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli çocukların Türkçe öğrenme süreçleri nasıl gerçekleşiyor?

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli çocuklar, daha çok, aile ortamında ve sosyal çevrelerde Türkçe konuşuluyorsa Türkçe öğrenmektedir. Öğrenilen bu dil, ağırlıklı olarak ailenin Türkiye’de yaşadığı bölgedeki yerel ağız ya da şiveyi yansıtmaktadır. Son dönemde sınır ötesine uzanan Türk medyasının uydu yayınları ile de ölçünlü dili edinme veya öğrenme imkânlarının geliştiği görülüyor. Çocuklar evde Türkçe, okulda da akranları ve öğretmenleri ile Almanca iletişim kurabiliyorlar. Bu durum kesintisiz devam ederse ve çocuk okulda verilen Almanca eğitiminin yanı sıra Türkçe ve Türk Kültürü derslerine de devam ederek Türkçe okur-yazar olursa, her iki dili de aksansız konuşma ve yazma becerisine sahip olur.

Çocuğun zamanının önemli bir kısmı okulda, akranları ve öğretmenleri ile geçmektedir ve Türkçe konuşulmazsa çocuğun birinci iletişim dili Almanca olacaktır. Aile, çocuğunun Almanca konuşmasından memnuniyet duyabilir; ancak bu durum iki veya daha çok dilin konuşulduğu, çok dilli ve çokkültürlü toplumlarda çocuğun lehine değil, aleyhine bir senaryonun ortaya çıkmasına neden olacaktır. Dil ve kültür bağını kaybeden çocuk, Almancaya yeterince hâkim olamayan aile bireyleri ve onların sosyal çevresinden iletişim güçlüğü nedeniyle uzaklaşacak ve bir dizi duygusal sorunla mücadele etmek zorunda kalacaktır.

Benim önerim, her anne ve baba, çocuğunu Türkçe ve Türk Kültürü dersini almak için teşvik etmeli; seçmeli, isteğe bağlı olan bu derse devam konusunu çocuğun tercihine bırakmamalıdır.

Sizce çocukların Türkçe öğrenme sürecinde karşılaştıkları engeller neler?

Çok dilli olmayan ailelerde yetişen çocukların iki dili aynı anda edinmesi mümkün olmadığından, birinci dilden sonra ikinci dil olan Almancayı edinebilmesi için üç yaşından sonra aşamalı olarak uygun ortamlara girmesinde yarar vardır. Bunun için okul öncesi eğitim kurumlarında Türkçenin yanı sıra Almancanın doğal ortamlarda kullanıldığı alanların oluşturulması faydalı olabilir. Bu ortamlara katılmayan 3-7 yaş arası çocukların okul çağında bilmediği, anlamadığı yeni bir dil ile karşılaşması, onun akademik başarısını da olumsuz yönde etkileyecek, okul hayatı arzu edilmeyen bir başarı veya başarısızlık öyküsüne dönüşecektir. Çünkü içinde yaşadığı toplumda çok dillilikten söz edilse bile devlet, kendi dil politikası çerçevesinde, belirlediği dilin kamusal alanda kullanılmasını tercih edebilir. Görünüşte çok dilli ve çokkültürlü olan toplumlarda bile özellikle göçmen dili olarak adlandırılan Türkçe, Arapça gibi dillerin kamusal alanda konuşulması çok da desteklenmiyor. Böyle bir durumda egemen dil anlayışı ortaya çıkıyor.

Çocukların Türkçe öğrenme süreçlerindeki engellerden biri, okullarda verilen Türkçe derslerine katılımı konusundaki kararın çocuğun tercihine bırakılmasıdır. Almanya genelinde verilen Türkçe ve Türk kültürü dersleri farklı yapılarda sunulmaktadır. İsteğe bağlı derslere devam konusu, sınıf öğretmenleriyle veliler arasındaki ilişkinin arzu edilen düzeyin gerisinde kalması, Türkçe derslerine devam edilmemesinin ve dolayısı ile yeteri kadar Türkçe öğrenilememesinin nedenleridir.

Bazı okullarda veliler kurdukları sivil toplum kuruluşları veya bir araya gelerek oluşturdukları birlikler vasıtası ile Türkçe derslerinin açılmasını talep edebilirler. Açılan derslerin verimliliğiyle ilgili olarak da öğretmen, okul, veli üçgeninin oluşması için sıkı iş birliği yapılmalıdır. Bu arada Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin veliler ve okul yönetimleri ile eşgüdüm içinde çalışabilmeleri için de konsolosluklar veya yerel yönetimler ile iş birliğinden kaçınılmamalıdır. Yazılı iletişimde işlevsel olmayan dil, giderek “günlük yaşamda kullanılan geleneksel dil” hâline gelir ve işlevselliği ile toplumsal bağ özelliğini yitirir.

Bir diğer husus da isteğe bağlı Türkçe ve Türk Kültürü derslerine devam etmek isteyen, bulundukları ülkenin vatandaşı olup, vatandaşlığın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getiren insanların çocukları olan öğrencilerin köken dillerini öğrenme haklarının engellenmesi konusudur. Bu hak çeşitli gerekçeler ile engellenmemelidir. Dersliklerden ücret istemek çağdaş eğitim anlayışı ile bağdaşmadığı gibi, bu sorunun okul yönetimleri, öğretmen ve veli iş birliği ile çözülebileceği unutulmamalıdır.

Daha önceki bir röportajınızda göçmen kökenli çocukların köken dillerini öğrenmelerinin, çocukların bulundukları ülkenin dilini öğrenmelerini kolaylaştırdığını dile getirmiştiniz. Sizce köken dili eğitimini tamamlamayan çocukları gelecekte ne gibi sorunlar bekliyor?

Köken dilini tam olarak öğrenemeyen çocuklar, yaşadıkları toplumun dilini de tam olarak öğrenemeyecektir. İki dilli bir sistem içinde öğrenim gören bir çocuğun iki dilliliği okulda kabul görmez ve desteklenmezse bu durum çocuğun toplumda egemen olan ve okulda geçerli olan ikinci dili öğrenmesinde de ciddi aksamalar meydana gelir. Bunun nedeni, erken ikinci dil ediniminde önemli görülen bilişsel transfer stratejidir. Çocuğun ikinci dil edinimi, birinci dil ediniminden beslenebildiği oranda gelişir ve başarılı olur. İkinci dilin edinimindeki başarıya bağlı olarak çocuğun sosyalleşmesi, soyut düşünme becerisinin gelişmesi, zihinsel esneklik ve hoşgörü becerisi, öğrenme ve problem çözme gibi kritik nitelikteki yetkinlikleri de gelişir. Bunlar da birinci dilin yeterli öğrenilmesi ile mümkün olabilir. Birinci dil öğrenilmediğinde iletişim sorunlarına bağlı olarak aile içi sorunlar, toplumsal ve sosyal olaylar kartopu gibi büyüyebilir. İkinci dili tam olarak konuşamayanlar da aynı şekilde yaşadığı toplumun bireyleri tarafından kabul görmezler. Akademik başarıları istenilen düzeyde gelişmez.

Sizce “Türkmanca” denilen, Türkçe ile Almancanın karıştırıldığı konuşma şeklinin uzun vadede ne gibi olumsuz etkileri olur?

İki dilli çocukların dil gelişimi sürecinde, özellikle geçiş döneminde konuşurken, sözlü iletişim ortamlarında Türkçe ve Almancayı karışık kullanması yadırganmamalı, doğal görülmelidir. Ancak, çocuğun iletişim kurabilmek için Türkçe veya Almanca bir kelimenin karşılığını bulamadığında yerine öteki dilden bir kelime kullanması hâlinde, çocuğun bulamadığı kelimenin karşılığı kullanılarak, sadece bir dilde mesaj yeniden düzenlenmelidir. “Babam bana fahrrad aldı” şeklindeki karışık cümleye, olumsuz tepki verilmeden “Baban sana bisiklet mi aldı?” şeklinde bir soru ile karşılık verilmeli ve çocuğun anlaşıldığı kendisine hissettirmelidir. Bu yolla çocuğun Türkçe karşılığını bulamadığı kavramı öğrenmesi sağlanmalı ve daha da önemlisi çocuğun bu türden karışık, düzenek değiştirilmiş bir cümleyi kurarken duyduğu “dil kullanma gereksinimi” göz ardı edilmeden, iletişim kanalları açık tutulmalı, kendisine yardımcı olunmalıdır. Dilin kullanıldıkça geliştiği unutulmamalı ve çocuğun ileri yaşlarda her iki dili de düzenek değiştirmeden kullanması teşvik edilmelidir. “Türkmanca” olarak adlandırılan bu karışık dil aslında bir ara dil formudur ve zaman içinde dil bilincinin gelişmesi ile birlikte yerini tek dilli cümlelerden oluşan iletişim dizgelerine bırakacaktır.


Almanya’da Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından verilen Türkçe dersleri son dönemlerde önemli bir tartışma konusu. Almanya, Türkiye’den gelen öğretmenlere ve Türkiye’nin belirlediği ders müfredatına sorunlu yaklaşıyor ve uzun vadede bu dersleri kaldırma temayülünde. Sizce bu derslerin kaldırılması Almanya’da Türkçenin geleceğini nasıl etkiler?

Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından verilen Türkçe dersleri ile ilgili tartışmaların boyutu ve içeriği eyaletlere göre farklılık gösteriyor. Bu tartışmaları tek bir potada eriterek sıradanlaştırmanın, sorunları genellemenin doğru ve gerçekçi bir yaklaşım olmayacağını, bu yaklaşımın mevcut sorunların çözümüne bir katkı sağlamayacağını söylemek isterim. Kimi tartışmaların ardında siyasal bakış farklılığı ve buna bağlı kaygılar yatarken, kimi tartışmaların ardında da küçük yerel çıkar gruplarının ekonomik kaygıları olabiliyor. Bunu söylerken söz konusu müfredatın mükemmel olduğunu söylemiyorum. Ama çok yakın bir tarihe kadar böyle bir müfredatın varlığının farkında olmayan kimi çevreler, bugün eğitim programcısı edası ile müfredatı eleştiriyor. Bu müfredat yıllar önce eğitim ataşeliklerinin internet sayfalarında yer alıyordu. Eğitim Müşavirliği tarafından yapılan çalışmalarda bu müfredatın içeriği paydaşlara bir kere daha iletildi. Gelişmeye açık konuların ortak bir komisyonca gözden geçirilebileceği bildirildi. Hâlen yeni bir müfredat ve buna bağlı olarak da Avrupa ülkelerinde yaşayan öğrencilerin gereksinimlerini karşılayacak, çağdaş yenilikleri ve Avrupalı Türklerin yaşam biçimini, kültürlerini yansıtan yeni öğretim materyallerinin hazırlığı yapılıyor. Dolayısıyla, müfredat ve öğretim materyallerine ilişkin eleştirileri, konuyla ilgili güncel gelişmelerin kamuoyu ile yeterince paylaşılamamış olmasından kaynaklanan bilgi eksikliğine bağlıyorum.

Türkçe ve Türk Kültürü dersinin kaldırılması konusuna gelince, Almanya ortak Avrupa değerlerine, yurttaş haklarına son derece önem veren ve bu değerler manzumesini örnek kültür olarak sunan köklü bir geçmişe ve anlayışa sahiptir. Göç tarihine bakıldığında da işçi çocuklarının eğitim hakkından mahrum bırakılmaması, onlara köken dillerinin öğretilmesi gibi konularda da girişimlerde bulunmuş, uygulamada öncü rol oynamış önemli bir ülkedir. Gelinen noktada, göçmen kökenlilerin köken dillerini öğrenmeleri, uluslarüstü anlaşmalarla da isteğe bağlı olmaktan çıkarılmıştır.

Bu konuda özetle şunu belirteyim ki bu derslerin kaldırılması yerine, derslerin gerekliliğinin Türk velilere, Alman eğitim uzmanlarına, konuyla ilgili karar vericilere anlatılması ve derslerin sürdürülebilirliğinin sağlanması gerektiği kanaatindeyim.

Son dönemlerde yaşanan sosyal ve siyasi gelişmeleri önüne aldığımızda, Avrupa’da Türkçenin geleceği hususunda nasıl bir çerçeve çizersiniz?

Avrupa Türk toplumu yaşadığı ülkede yerel yasal sorumluluklarını yerine getirirken, haklarını da kullanmayı öğrenmeli. İki ülke arasında yaşanan siyasi tartışmaların ve gerilimlerin kontrol edilebilir düzeyde olduğunu ve sorunların yapıcı bir yaklaşımla uzlaştırıcı bir çözüme kavuşacağına olan inancını yitirmemelidir.

Bu düşünceden hareketle, Türkçenin geleceğine yönelik önerim, bu dersin okul öncesi eğitim kurumlarından başlayarak lise son sınıfa kadar nitelikli bir şekilde öğretilmesi için örgütlü çalışmaların ve taleplerin sürdürülmesi gerektiğidir. Mevcut uygulamaya göre, Türkçe dersi alan öğrencilerin oranı istenilen düzeyin oldukça gerisindedir. Bu durumun düzeltilebilmesi için dersin isteğe bağlı olmaktan çıkarılarak, sınıf geçmeye etkisi olan bir ders olarak tanımlanması ve ders planlarında yer alması gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için de sivil toplum kuruluşlarının yerel makamlarla iş birliği yapması, eğitime dönük projelerin artırılması, sürdürülebilir projelerin hayata geçirilmesi gerekir. Türkçeye olan ilginin artması ancak Avrupa Türk toplumunun nitelikli çalışması ve Türkçe dil bilincinin gelişmesi ile mümkün olabilir.

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler, büyük ve soylu bir milletin evlatları oldukları bilinciyle kendi köken dillerine sahip çıkmaya devam ederlerse, Türkçenin geleceği de tehlikede olmaz.

Yasemin Yıldız sordu.

Kaynak: Çakır, Mustafa (2018). Anadilini Öğrenemeyen Çocuk Yaşadığı Toplumun Dilini Öğrenemez. Perspektif. 270. ss. 36-42. URL: http://www.perspektif.eu/sayi.php?no=270 (09.03.2018).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...