27 Aralık 2021 Pazartesi

Eğitimli bireylerin değeri


Kadim kültürümüz der ki; "kem âlât ile kemâlât olmaz." Günümüz Türkçesindeki karşılığı "sıradan aletlerle mükemmellik yakalanmaz." demektir. Bu yolla olsa olsa vasat, yani ortalama olan yüceltilir, vasat zorlandığında, yarım debriyaj ile rampa çıkmaya çalışan araç gibi patinaj yapılır. Patinaj ile çıkılmaya çalışılan rampadan bazen düzlüğe çıkılır; bazen de motor yanar; araç yola çıkılan noktadan daha geri gider. Zararın telafisi pahalıya mal olur. Bu nedenle bir araç satın alacaklar önce “Beygir gücü ne kadar?” diye sorar. Kimse aldığı arabanın arkadaş sohbetlerinde eleştiri konusu yapılmasını istemez; aksine iftihar vesilesi olsun ister. Bu insan hayatı için de böyledir. Uluslararası milletler cemiyetinde rekabet edebilmek için hedefimiz; sıradan, vasat insanlar değil; üstün nitelikli insan gücü yetiştirmek olmalıdır. Bu da eğitime önem vermekle, eğitimli insana değer vermekle olur.

Eğitimi ekonomiden ayrı düşünmek mümkün olmaz. Ekonomik açıdan bakıldığında, iki değerden söz edilir. İngiliz ekonomist Adam Smith kullanım ve değişim değeri olmak üzere iki ayrı ekonomik değerden söz eder. Smith, bu ayrımı yaptıktan sonra kullanım değeri fazla ilgilenmez; hatta bunun değişim değeri için bile gerekli olmadığını savunur. Smith, konunun anlaşılabilmesi bakımından elmas ve su örneğini verir. Elmasın fiyatı çok pahalıdır, değişim değeri (Smith buna gerçek fiyat der) çok yüksektir. Fakat buna rağmen elmasın günlük hayatta kullanım değeri yok denecek kadar sınırlıdır. Suda ise bu durum tam tersinedir. Su çok yüksek bir kullanım değerine sahiptir, çünkü susuz yaşamak mümkün değildir. Burada suyun kullanım değeri, elmasın değişim değerine göre çok düşüktür. Kullanım değerinin ölçüsü fayda, değişim değerinin ölçüsü ise emektir. Başka bir deyişle, bir malın gerçek fiyatı yani değişim değeri, o malı üretirken harcanan emekle ölçülür.

Konu eğitim açısından incelendiğinde, eğitilmiş insanın yetiştirilmesi için geçen zamanda harcanan emek, yani değişim değeri çok yüksektir. Ancak günlük hayatta eğitilmiş insana verilen değer adeta sınırlıdır. Hâlbuki kullanım değeri de göz önünde bulundurulmalı ve eğitimin günlük hayatta ihtiyaç duyulan su gibi, bakkaldan alınan ekmek gibi önemli olduğu unutulmamalıdır.

David Ricardo (1772-1823)  ise malları nitelikleri bakımından ikiye ayırır. Birinci grup mallar, yeniden üretilmesi mümkün olmayan mallardır. Örneğin, kıymetli tablolar, heykeller, kitaplar, antika paralar ve pullar gibi. Bunların değeri kıt olmalarından ve bu malları satın alanların isteği ile gelirinden doğar. Bu tür malların dışında kalan mallar ise ikinci gruba girmektedir. Bu tür mallar yeniden üretilmesi emek harcanarak mümkün olan mallardır ve değişim değeri hem kıtlık derecesine ve hem de üretimleri için gerekli olan emek miktarına bağlıdır. 

Ricardo, tarihin hiçbir döneminde emeğin tek başına üretimde kullanılmadığını ve mutlaka bir araçla kullanıldığını söyler. Ona göre, “Herhangi bir silah olmadan ne kunduzu ve ne de geyiği avlamak mümkündür; bu nedenle değişim değerleri de sadece onları yakalamak için harcanan zaman ve emekle değil, fakat aynı zamanda avcının kapitalinin, yani hayvanları yakalamak için kullandığı silahların üretimi için gerekli zaman ve emek ile birlikte belirlenir”.

O halde eğitimli insanlar, toplumun değerlerini ileri taşımak, öngörülen hedeflere ulaşmak, idealleri gerçekleştirmek için gereklidir. Onlara sahip çıkılmalıdır. Her bir insan özel bir değer olmakla birlikte, eğitimli insan yeniden üretilmesi kolay olmayan insandır ve kıymetli tablolar gibi ihtimam gösterilmeye değer. 

Türkiye sıra dışı marka olmak istiyorsa, sıra dışı beyinler de cazibe merkezi haline gelmelidir. Tıpkı en iyi beyinlerin göç ettiği ülkeler gibi biz de beyin ekonomisinden faydalanmalıyız. Avrupalı Türklerin aklını başkalarına emanet eden bir güruha değil, aklı ve ruhuyla hareket eden, kendi olabilen ve aynı zamanda milletine aidiyet bilinci yüksek, eğitimli bireyler yetiştirmesi gerekir. Türk toplumunun geleceğini ancak eğitimli insanlar aydınlık yarınlara taşıyabilir. Bunun için yegâne amaç eğitimli bireyler yetiştirmek olmalıdır.

Not: Bu yazı Post Bayern Aralık 2021 sayısında yayımlanmıştır.

19 Aralık 2021 Pazar

Herkes her şeyi biliyor


Bu sefer bilindik bir öykü ile başlayalım. Adamın birinin babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış. Satmaya karar vermiş. Ona göstermiş buna göstermiş, ama kimse talip olmamış. Sonunda zengin birini bulmuş ve ona götürmüş.

Zengin halıya bir bakmış ve sormuş, “Kaç para istiyorsun?” Adam cevap vermiş “100 altın”. Zengin tereddüt etmeden tamam demiş ve çıkartıp 100 altın vermiş.

Adam sevinmiş. O sırada zengin sormuş “Bu halının kaç para ettiğini biliyor musun?” Adam cevap vermiş “Hayır bayım”. Zengin devam etmiş “En az 3000 altın eder”. Adam susmuş. Zengin sormuş, “Niye 100 altına verdin?” Adam biraz düşünmüş ve cevap vermiş; “Bayım, bağışlayın ama benim bildiğim en büyük rakam 100!”

Avusturyalı, matematikçi, mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan ve 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak gösterilen Ludwig Wittgenstein (1889-1951) bu öyküyü doğrularcasına şu veciz sözü söylemiş: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Yani; dilin anlam zenginliği ve anlam derinliği gelişmedikçe o dil ile yapılan iş sayısı sınırlı kalacaktır.

Bu sözü bir de şöyle açıklayalım: Konuşma dili 150-200 kelime/dakika ve okuma dili 200-250 kelime/ dakika iken, düşünme dili 1300-1800 kelime/dakika düzeyindedir. Bu yüzden yeterince sözcük, anlam, kavram ve düşünsel bağlantıya sahip olmayan zihin kısır döngüde çıkmazları yaşar. Yani 200 kelime ile düşünen, 2000 kelime ile düşüneni anlamaz, anlamakta güçlük çeker. İnsanlar insanlara iste bu nedenle “Dilin kadar varsın " diyor.

Yapacak bir şey yok. İnsanın tercihleri, yaşam şeklini belirliyormuş. O nedenle “sen, ben yok, biz varız.” diyoruz. Biz dilimize, kimliğimize sahip çıkarsak, bir durum karşısında yüreklerimiz aynı hislerle dolar, adeta tek yumruk olursa biz oluruz. Ben olmaya çalışanların sonu ibrişimi kopmuş tespihe döner; her bir tane bir yere dağılır, kaybolur gider. Yeniden toplamak, tespih olarak kullanmak ve bir imamenin altına dizmek zaman ve zahmet gerektirir. Toplumsal hayatın içinde bazılarımız dağılan tespihi dizmeye çalışırken, bazılarımız da hacca gidiyor ama “şeytan taşlamaktan tavaf etmeye vakit bulamayıp” geri dönüyor, döndüğü yerde yine birini ötekileştirmeye devam ediyor; toplum da birleşmek yerine ayrışmayı tercih eden bir görüntü sergiliyor. Unutmayalım ki insan insana yüreği kadar yakındır, bu yakınlık da insanın insanla hemdert olması, hemhal olması ile mümkün olabilir. İnsanız, endişelerimiz de var, sevgilerimiz de sevdalarımız da…

Mehmet Kaplan bir yazısında “Batılılar kendi kahramanları olan Sezar ve İskender’i göklere çıkardıkları halde Attila ve Cengiz’i olumsuz görürler. Bu hissi bir davranıştır. Kahramanlık bakımından Attila ve Cengiz, Sezar ve İskender’den daha aşağı çapta şahsiyetler değildir. Batılıların Sezar ve İskender’i büyük görmelerinin sebebi, kendileriyle onları birleştirmeleridir.” diyor. Bizim Batılıların rahle-i tedrisatından geçen gençlerimiz, ecdadı hakkında ne düşünecek acaba?

Biz diyoruz ki “Çocuklarınızı Türkçe dersine gönderin” Ama biz söyleyip biz dinliyoruz. Türkçenin evde kullanılan iletişim aracı olduğu yanılsaması ile avunuyorlar. Türkçe sadece bir dersin adı veya aile içinde kullanılan bir dil değildir. Türkçe; kadim Türk tarihini, kültürünü geçmişten günümüze taşıyan önemli bir araçtır. Öyle bir araç ki ecdat yadigârı, gelecek kuşaklardan ödünç alınmış, geçmişle gelecek arasındaki görünmeyen bir bağdır. Bugün geçmiş ile gelecek arasında yaşayanlar, bu bağa özen göstermez, tespih taneleri gibi dağıtırlarsa, çocuklarımızın da Türkiye ve Türklük ile bağı kopar. Her biri bir tarafa dağılır gider.

Türk’ü hakir gören Batıya karşı milli tarihine sahip çıkacak olanlar da yine diline, dinine ve kültürüne bağlı, bilinçli yetiştirilen gençler olacaktır. Bu gençler, kendini üstün gören Batı medeniyeti ile Orta Doğudan yükselen İslam medeniyetinin birbirinden çok da uzak olmadığını, hatta bugünkü modern Batının kültür temellerini oluşturan dinlerin de aslında Orta Doğu kökenli olduğunu öğrenip anlatacaktır. Bu girişim Türk-Alman ilişkilerinin de eşit paydaşlar seviyesinde ve aynı göz hizasında kurulmasına yardımcı olacaktır. Türkiye ile bağı koparılmamış Avrupalı Türkler; karşı karşıya kaldıkları ya da bırakıldıkları kimi özensiz davranışların, hal ve hareketlerin nedenlerini, kökenini geçmişten günümüze uzanan tarihi olayların bilinç dışına yansıması olarak değerlendirecek; olaylar ve olgular arasındaki neden sonuç ilişkisini doğru kuracaktır.

Avrupalı Türklerin yaşadıkları ülkelerde özgür ve rahat bir hayat sürebilmesi için eğitime yatırım yapması, her yeni kuşağın bir önceki kuşaktan daha ileri eğitim alması ve kendilerini bilimsel bilgi ile donatması gerekir. Türkler bu bilince ulaştıktan sonra Batının kendi özeleştiri yeteneğinden mahrum, üstün olma yanılsaması ve avuntusu ile hareket ettiğinin farkına varacaktır. Çünkü kendini tanımayan, ötekini hiç tanımaz; özgüveni düşük, sonbahar rüzgârı ile oradan oraya savrulup giden bir yaprağa döner.

Şu hususun akıllardan çıkarılmamasında yarar var; insanların bulunduğu ortam dışarıya verilen bir mesajdır. Dolayısı ile insan insanının aynasıdır ve insanlar birbirini yontar; eğitir. İmtihan zamanları, insan hayatında zor olduğu gibi en mutlu anları da kapsayabilir, zor veya mutlu olsun ortak özelliği, insanın hayatında yaşadığı bir zaman kırılması olmasıdır. Bu zaman kırılması, insanın imtihanını başaramaması “Gönül bağlarıma karlar yağdı yazın… “ diye türkü olup dile gelince anlaşılır.

Hayat dün bugün ve yarından oluşan bir süreçtir. Dün yaşandı bitti, yarın meçhul. O halde bugünün iyi değerlendirilmesi ve yaşanılan olumsuzluklar karşısında yılmadan dik durulması lazımdır. Başarısızlık; öğrenmenin ilk adımıdır. Yaptıklarımızdan dersler çıkarıp ileri bakmak gerekir.

Süleyman Demirel (1924-2015)’in dediği gibi; “Sonuçları çözmeye çalışırken sebepleri gözden kaçırırsanız yeni sonuçlarla muhatap olmak zorunda kalırsınız. Eğer sonuçları bırakır sebeplere odaklanırsanız, bir süre sonra sonuçlara siz karar verir hale gelirsiniz.” Bunun için de öğrenme süreçlerinin ihmal edilmemesi gerekir.

Herkes her şeyi biliyor.  Toplumda herkes doğuştan âlim. Lakin kimse neyi ne kadar bildiğini bilmiyor ya da neyi bilmediğinin farkında değil. Tevfik Fikret’in dediği gibi “Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır” misali ortak hayatları paylaşmaya devam ediyoruz.

Dilimize sahip çıktığımız gibi, inançlarımıza da sahip çıkalım. Halis inanç sahipleri hiss-i kabl-el vuku sahibidir, yani olacağı önceden sezerler. Hayatın gerçeklerinde iyilikler olduğu gibi kötülükler de vardır, ama iyiler kötülerin kendi iç dünyalarını karartmasına izin vermezler. Bunun için de kötülüklerden uzak dururlar. Seneca; “İyilerin başına hiçbir zaman kötü bir durum gelmez” derken, aslında iyilerin kötülüklerden uzak durduğu ve bu nedenle başlarına kötü bir durumun gelmeyeceği gerçeğinin altını çizmektedir. İyiyi kötüden ayırma yetisi de eğitimle kazandırılır.

Azerbaycan edebiyatının önde gelen şair, yazar ve filozoflarından Mirza Feteli Ahundov (1812-1878) der ki "Tarihte Araplar kadar güzel masal uyduran, Farslar kadar bu masalı güzel anlatan ve Türkler kadar da bu masala inanan ikinci bir millet yoktur." O halde gelin siz siz olun, hayatın gerçeklerine yoğunlaşın ve içinde yaşadığınız toplum içinde ayakta kalabilmek, itibar sahibi olabilmek için en iyi yatırımı eğitime yapın. Çalışma hayatında başarı öyküleri yazabilmek için de Ludwig Wittgenstein’a kulak verip dilinizi geliştirmeye ve kimliğinizi unutmamaya bakın. Soba sönmeden güğümün şarkısı bitmezmiş, o hesap… 

Bizim kurtuluşumuz nihayetinde hikaye-i avdette, yani öze dönüştedir.

23 Kasım 2021 Salı

Gerçeği aydınlatan ışık

Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD) tarafından yayımlanan “Bilim Dünyaya Açılıyor 2021” başlıklı araştırma raporunda dikkat çekici verilere yer veriliyor. Bu yazımda söz konusu rapordan Türkiye ve Türkleri ilgilendiren bazı verileri özetleyerek yorumlamaya çalışacağım.

UNESCO’nun 2018 yılı verilerine göre dünyada 5,6 milyon öğrenci kendi ülkesi dışında öğrenim görüyor. Bu sayı geçtiğimiz yıl % 4 oranında artış gösterdi. Dolayısı ile yükseköğretim kurumları salgın döneminde de eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerine devam ediyor.

DAAD yayımladığı raporda uluslararası kurumların verilerinden yola çıkıyor. UNESCO veya OECD tarafından daha önce benzer eğitim istatistiği yayımlanmadığından bahisle, bazı verilerini buraya dayandırıyor. Buna göre; öğrenci, öğretim elemanı hareketliliğindeki ilk 15 ülkeye bakıldığında ABD açık ara önde görünüyor. Bu ülkedeki üniversitelerde görevli 135.000 yabancı uyruklu araştırmacı bulunuyor. Bu ülkeyi 65.000 araştırmacı ile Birleşik Krallık, 48.000 ile Almanya, 29.000 ile İsviçre, 15.000 Fransa takip ediyor.

Üniversitelerin ve yükseköğrenimin uluslararasılaşması ile birlikte, öğrenciler sınırlar ötesinde öğrenim görmeyi adeta olmazsa olmaz olarak görüyorlar. Avrupa Birliği de oluşturduğu ortak yükseköğrenim alanıyla öğrenci hareketliliğini teşvik ediyor; öğrencilerin farklı üniversitelerden aldığı dersleri, kendi üniversitelerinde kredilendirerek, mezuniyet sonrası için önemli perspektiflerin oluşmasına yardımcı oluyor. Almanya 32 ülkede 55 merkezde 328 ayrı yükseköğretim programı ile uluslararasılaşmada önemli bir yere sahip. Üniversitelerde öğrenim gören yabancı uyruklu öğrenci sayısı 2005 yılında 26.000 civarındayken 2020 yılında yaklaşık 35.000’e çıkmış durumda. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden ( Mısır, Ürdün, Umman, Türkiye) ve Asya ülkelerinden (Çin, Vietnam, Singapur, Kazakistan, Kırgızistan) gelen öğrenciler ağırlıkta görünüyor.  Pandemi döneminde yani, 2020 yılında sadece yaklaşık % 1 gibi bir gerileme yaşandı. Türkiye’den gelen ve Alman üniversitelerinde kayıtlı öğrenci sayısı 2018 yılı verilerine göre 125.138 olarak kaydedilmiştir.

Almanya Federal Cumhuriyeti Avrupa Ortak Yükseköğrenim Alanı içinde yer alıyor ve Bologna sürecine aktif katılımı olan bir AB ülkesi olarak dikkati çekiyor. 2019 yılında Türkiye’den Almanya’ya ERASMUS öğrenci değişimi çerçevesinde gelen öğrenci sayısı 3.062. Türkiye bu sayı ile Fransa, İspanya, İtalya’dan sonra dördüncü sırada yer alıyor. İstatistiklere bakıldığında Almanya’ya gelen on ülkenin öğrencileri içinde Türkler % 9,2’lik oranla dördüncü sırada görülüyor.

Alman İstatistik Dairesinin verilerine göre 2019/2020 eğitim öğretim yılında kısa süreliğine Almanya’ya gelen 20 ülkenin öğrencileri arasında Türkiye 1072 öğrenci ile 7. sırada görülüyor ve toplam öğrenci sayısı içindeki oranı % 4,3 civarında kaydedilmiş.

Türkiye’den Almanya’ya gelen ve bu ülkede uyum kurslarına katılan Türkiye kökenlilerin yaş ortalaması 33 ve bunların sayısı 738 kişi. Toplam on bir ülke içindeki orana bakıldığında ise Türkler % 8,6 oranla ikinci sırada yer almaktadır.

Almanya’da yükseköğrenim görmek üzere uni-assist üzerinden başvuruda bulan Türkiye kökenli üniversite adaylarının Almanca dil düzeylerine göre oranı; A1/A2 düzeyde %22, B1/B2 düzeyinde % 47, C1/C2 düzeyinde oranı % 31. Türkiye’den yapılan başvurulara bakıldığında Türkler 20 ülke arasında 8. sırada. Başvuruların % 87’si ilgili bölüme gönderilmiş, kalanlar iade edilmiş. 2019-2020 eğitim öğretim yılında Türkiye’den yapılan başvurularda  %-69,7 oranında bir gerileme söz konusu olmuş. Yapılan ankette, öğrenimini tamamlamak üzere olan öğrenci sayısı 8.401 kişi ve bu rakam toplam öğrenciler içinde % 2,8’lik bir oran oluşturuyor.

Toplam 20 ülkenin yer aldığı sıralamada ilk sırayı 41.353 (%12,9) ile Çin, ikinci sırayı 24.868 (%7.8) Hindistan, üçüncü sırayı 15.948 (%5) Suriye, dördüncü sırayı 12.020 (%3,8) ile Avusturya ve 10.507 (%3,3) öğrenci ile Rusya almaktadır. (Kaynak: https://www.wissenschaft-weltoffen.de/de/)

Son olarak şunu belirtelim ki her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilmekle beraber, yolun kabul edilebilir; mantıki ve özellikle bilimsel olması şarttır. Bilim; gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır.

Not:
Bu yazı Post Gazetesi Bavyera Kasım 2021 sayısında yayımlanmıştır. 
Mustafa Çakır (2021). Gerçeği Aydınlatan Işık. Post Aktüel Gazetesi Bavyera. s. 12.

21 Kasım 2021 Pazar

Bize düşen

 


Bu yazıyı bir Sonbahar günü akşamüzeri yazıyorum. Dışarıda adeta “kış gelmesin” diye direnen güneşin aydınlığı, Eylül ayının büyüleyici pastoral atmosferi hâkim. Az önce dünyada "kemanı ağlatan adam" olarak tanınan ünlü keman virtüözü Farid Farjad’ı dinliyor, onunla yapılmış bir söyleşiyi okuyordum. "Güzel insan aramak ile insandaki güzelliği aramak arasında derin bir fark var" demiş üstad. Durdum, doğruldum oturduğum yerden. “Haksız da sayılmaz” dedi içsesim. Sonra ilave etti “Pek azımız güzelliği arıyoruz”. “Neden ki?” diye itiraz edecek oldum. “Başka türlü güzeli elde edemeyeceğini kabullenmiş olan insanlar güzelliği aramaya meyleder. Evla olan hiçbir sebebe bağlı kalmadan güzelliği aramaktır.” dedi; düşündüm. Dünya hayatında onca koşuşturma, onca çatışma ne için, neyin uğruna?  

Yüzü güzeli mi arıyoruz, gönlü güzeli mi? Hayatım boyunca sevmek ile bilmeyi bir araya getiren uğraşılar çekici geldi. Okuryazar olmayı insanın yeryüzündeki serüvenini anlamlandıran bir çaba olarak gördüm.

Zaman geldi dünyanın sayılı almanaklarında adıma yer verildi. Avrupa üniversitelerinde gördüğüm özellik; iyi hoca kadar iyi öğrenci almak. Bu uygulama iyi bir üniversite olmanın ölçütlerinden biri. Bir yere iyi talebeler geliyorsa o üniversite iyidir. İyi bir ders, ileri araştırmalar iyi öğrencilerle iyi yapılır, hoca istediği kadar iyi olsun. Öğrenciler o kaliteye yaklaşmak için çaba sarf etmiyorsa, iyi bir ders yapılamaz. Hangi ders olursa olsun… Peki biz ne yapıyoruz?

Doğunun ilim çeşmesinden su içmiş, Batı biliminden de geri kalmamış insanlar var çevremizde. “İnsanın bilgide cimrilik yapmaması” gerektiği, “bildiğini öğretmenin, bilginin zekâtı.” olduğu inancıyla yetiştirildik. O zekatı hakkıyla ödemek için yola çıktık. “Öğrenmenin en iyi yolu öğretmektir.” diyerek, öğretirken zenginleştik. Tıpkı Mevlana’nın iki kişinin elmaları karşılıklı değiştirmesiyle elmaların sayıca artmadığını, ama insanların bildiklerini paylaşınca zenginleştiğini anlattığı hikâye gibi.

Her birimiz belli hedefler koymuş, o hedefe ulaşmak için dur durak bilmeden çabalıyoruz. Felsefe ve İslam bilimleri alanında engin birikimi olan bürokrat, tarihçi ve akademisyen İbrahim Kalın, adeta bu durumu dikkat çekiyor ve YouTube’daki bir söyleşisinde “Unvanlar arazdır, aslolan cevherdir yani insandır; insanın asıl kimliğini, birikimini, kendisini biraz perdeleyen, gölgeleyen şeyler gibi geliyor. Fikrin gücü, ikna kabiliyetindedir. Statü dayatırsanız, orada fikir tartışması ve zenginliği olmaz. Ben falancayım dediğinizde statü dayatıyorsunuz; fikir üretmiyorsunuz. Dolayısı ile unvanlar yabancılaştırıcı geliyor. Sizin fikrinizin ikna gücü varsa, o fikir benim için kıymetlidir.” diyor.

İnsanın içine düştüğü bu sarmaldan kurtulması okumaya, kendini geliştirmesine bağlıdır. Bir kitabı okumak, ilaç içmek gibidir. O ilacın vücudumuzun neresine gittiğini bilmesek de mutlaka boşlukları doldurur, bir yerimizi iyileştirir. İbrahim Hoca; "Boş vakitlerimde kitap okumayı seviyorum" sözünün kitaba saygısızlık olduğuna dikkat çekiyor. “Kitap öyle boş vakitte okunacak bir şey değildir. Kitap kendi zatında kıymetlidir. Boş vaktin doldurulması için araç hiç değildir; aksine vakte kıymet ve değer katar. Kitap okumak, yazmak işinizin, hayatınızın bir parçasıdır. Kimileri konuşurken iyi düşünür, kimileri yazarken; kimileri de ikisini birden yapar.” diyor.

Kötülüğe karşı aktif ama şiddetsiz direniş ve gerçek ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsü olan Mahatma Gandi (1869-1948); "Kişi düşüncelerinin ürünüdür. Ne düşünürse o olur." diyor. İnsanın zihninin dünyası, bedeninin dünyasından daha zengindir. Zihnin hazları, bedenin hazlarından daha derinlikli ve daha kalıcıdır. Biriyle sohbet etmek, hayatı paylaşmak da önemlidir. Biriyle konuşurken bir fikri karşılıklı olarak değerlendirmek... Biriyle bir yerde bir konuda konuşmaya başlayıp çok alakasız bir yerde bitirmek. Bunlar sohbetin, hayatı paylaşmanın önemli kerteleri… Hele ki sohbet ehli biriyle konuşabilmek… Sohbet ehli olanlar da aklen, kalben, duygu olarak birbirine sahip çıkar. Sohbet bazen meçhule, bazen duygu dünyasına, bazen insanın insanı anlaması için çıkılan bir yolculuktur.

Bu yolculuklarda iyilerle karşılaşmak dileğimiz. Mustafa Balkan; Pusula Yazılarında şöyle diyor[1]: “Size, bize ve hepimize düşen görev; iyilerle ittifak kurmak, iyi insanlar arasına katılmak, iyilerle, samimilerle, şefkatlilerle, candan ve adaletli insanlarla, dürüstlerle, merhametlilerle, vatanseverlerle, milliyetperverlerle, müsamahakârlarla, vicdan sahipleriyle, hayırseverlerle, alçakgönüllülerle, affedicilerle bir olmak ve onlara bütün desteğimizi vermekle mükellef olduğumuzun şuur ve bilinciyle hareket etmektir.” Bunu yapabilmek için insana gören göz, işiten kulak, hakikatleri ifade edebilecek dil ve en önemlisi ülke ve millet sevdası ile dolu bir yürek lazım.

Umuyorum ki dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.

Not:
Bu yazı Post Bavyera Gatezesi Eylül sayısında yayımlanmıştır.

[1] Mustafa Balkan. Veyis Ersöz Hoca’yı İyi Bilirdik. Pusula Haber. https://www.pusulahaber.com.tr/ (28.08.2021).

Avrupa'ya göçün hikayesi

 

‘Her gün bir yerden göçmek ne iyi…

Her gün bir yere konmak ne güzel…

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş…

Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar güzel söz varsa düne ait.

Şimdi, yeni şeyler söylemek lazım…’’

 

Muhammed Celâleddîn-i Rumi (1207-1273)

 


Almanya ile Türkiye arasında işgücü anlaşması imzalanmasının üzerinden 60 sene geçti. Geriye bakınca, Almanya’ya geçimini temin etmek, istikbalini güvenceye almak için gelenlerin her biri belki yola çıkarken öngördükleri planları gerçekleşemeseler de ayrı bir başarı öyküsü yazmış. Tek tek ele alındığında geçmişin yaşanmışlıklarından çıkan öyküleri dinlerken insanın gözleri yaşarıyor; duygu seline kapılmaması, yüreklerinin ısınmaması mümkün değil.

„İnsanın yüreği heybesidir“ derler. Her bir vatandaşımızın Türkiye’den ayrılmasıyla ilgili ayrı bir hikayesi, gönül heybelerinde biriktirdiği sermayeleri vardır kuşkusuz. Her bir ayrılış, yeni bir başlangıç yapmak için gösterilen azmin ve kararlılığın göstergesidir. Kolay değildir, insanın dilini ve kültürünü bilmediği bir ülkeye gidip hayat mücadelesi vermesi… Gel gör ki hayat bir arayıştır, sürekli bir arayış. Ümit dünyasında hayallerine ulaşmak isteyen onca insan bazen hayal kırıklığına uğruyor; içindeki heyecan sönüyor. Hayat, tam bitti dediği anda Dünyanın cennet olmadığı gerçeği anlaşılıyor; cennet olsaydı vaat edilenin bir anlamının kalmayacağı için imtihan yeniden başlıyordu. Kader, hayır ve şerre olan inançla „kaderin gerçekleştiği anda, kaza vardır…“ deyip susuyordu.

Ünlü edebiyatçı Max Frisch uzun süre kaldığı İtalya’dan döndükten sonra izlenimlerini anlatıyordu.  Zürih Gazetesi’nin hafta sonu ekine verdiği bir demeçte, „Biz işçi istedik, fakat insanlar çıktı geldi“ derken, günlük hayatın içinde sıradan işgörenler olarak görülen „misafir“ işçilerin kendi ülkelerinde bambaşka bir hayat tarzına sahip olduklarının bilinciyle tam da „… çünkü insan gönlündekilerden ibarettir“ deyişine uygun olarak hislerini ortaya koyuyordu.

Bir kaynakta okumuş, not etmişim; „gelişmek için bazen bırakabilmek gerekir. İşlemeyen süreçleri değiştirebilmek, nostaljiyi korurken de ileri hareket edebilmek gerekir. İçinde bulunduğumuz duyguları farketmek ve vedalaşmak gerekir; bir kuş misali anıları göklere uçurabilmek gerekir. Eski anıları zaman zaman hayata tekrar akıtabilmek için bırakıp gidebilmek gerekir…“ diyordu yazar. "bir gün mutlaka zengin olarak" dönmek üzere gidiyorlardı.

Hikayenin kahramanları zengin olamadıysa da dönüşü olmayan bu göç öyküleri kim bilir kaç kişiye ekmek kapısı oldu, onların hikayelerini anlatanlar da geçimlerini bu öyküleri anlatarak para kazandı; kimi roman yazdı, kimi film çekti.

Onlar Türkiye’de seviyor; seviliyorlardı ve sevdiklerini, sevenlerini bırakıp geldiler. Geldikleri yerde insan olarak değil, işgücü olarak görüldüler. İşin en ağırını, en kirlisini yaparken bile yılmadılar, dik durdular. Bir sanatçının „Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?“ çıkışına nispet „Bize Almanca kursu açtınız da gitmedik mi?“ demediler. Neden ayrıştınız, camileriniz, cem evleriniz neden bu kadar çok demeye yüzümüz tutmadı. Çünkü onları gönderenler „laik“ sistemden ödün vermemek için inançlarını görmezden geldi. Çocuklarının eğitim sorunlarına müdahalede geç kalındı…

Bugün ilk kuşak göçmen işçilerin her türlü yaşanmışlıklara dair anıları, verdikleri emekler, çektikleri sıkıntılar ve onlara hayat veren nice hikayeleri unutulmadı, unutulmayacak, unutturulmayacak. Ve burada yetişen yeni kuşak her ne kadar yeni dünya düzenine uyum sağlamış gibi görünse de Almanya’nın kalkınmasını, toplumsal ve sosyal gelişmesiyle birlikte büyüyüp „Avrupalı“ olsa da yürekleri Türkiye için atıyor. Onlarla ilgili doğru bilgi, doğru haber, hakkaniyetli yorum, sağlıklı analizler konusunda hata yapıldığını gözlüyorum. Türkleri anlama çabası göstermeden, peşin yargıda bulunmanın bilimsel de vicdani de olmadığını düşünüyorum. Onlar Türkiye’de „Alamancı“ Avrupa’da „Yabancı“ olmanın, arafta yaşamanın, Türk olmanın dayanılmaz ağırlığını hissediyor, bedelini ödüyorlar.

Bir zamanlar devletin vatandaşla ilişkisinin kopuk, mesafeli olduğundan söz edilirdi. Bugün bütün kurum ve kuruluşlarımızın yurt dışındaki vatandaşlarımıza daha yakın olmak, onların dertleri ile hemdert olmak adına ciddi bir çaba sarf ettiğini gözlüyorum. Bu çaba yer yer „vatandaş popülizmi“ veya „vatandaş oligarşisi“ gibi değerlendirilse veya yurt dışı temsilciliklerin üzerinde „vesayet aracı“ haline gelmiş diye şikayetlere konu edilse de devlet ile vatandaş arasındaki ilişkilerde son derece olumlu adımlar atıldığı inkar edilemez.

Yurt dışındaki vatandaşlara hizmet etmek amacıyla sahaya çıkan aktör sayısı her geçen gün artıyor. Her biri  adeta bir kelebek kadar heyecanlı, bir kuş kadar soluk soluğa, bir şeyler yapmanın tatlı heyecanını yaşıyor. Gecenin alaca karanlığında korkusuzca mehtaba çıkıp, kayan yıldızlara bakıp, olmayacak dilekler tutuyor, „amin“ diyorlar. Oysa kayan yıldız artık ölü yıldızdır ve bizim değildir. Her neyse…

Bütün bu çabalara rağmen, Alman tarafında olduğu gibi Türk tarafında da Avrupalı Türkler ile ilgili ciddi bir bilgi karmaşası yaşanıyor. Herkes, eğitimini alsın veya almasın kenidini Türkiye uzmanı, göç eksperi olarak tanıtıyor. Lakin her uzman körün fili dokunduğu yere göre tanımlamaya çalıştığı gibi, kendi pozisyonuna göre yorum yapıyor. Sorununu bütün açıklığı ile ortaya koyan sıradan vatandaş ile „Türkiye uzmanları“ ortak noktada buluşmakta zorlanıyor. Bir bakıyorsunuz, bir araştırmacının yirmi sene önce yazdığı bir rapor, bir başka araştırmacının yazısında güncel bir ifade gibi sunuluyor. Sorunların etrafından dolaşılıyor, çözüm için üzerine gidilmiyor; net olarak tanımlanan, ortaya koyulan, çözüm üretilen sorunların sayısı hala istendik düzeyin çok altında. Zahmet edip saha çalışması yapan uzman sayısı veya sorunların çözümüne odaklanan insan sayısı o kadar az ki… Sorunlar üzerinde çalışanlar, bir fikri olanlar yaşadıkları çevrenin kendilerine sağladığı imkanları kullanmak ve bu yolla içinde yaşadıkları toplumsal, sosyal ve ekonomik sorunların ortadan kaldırılmasına odaklanmak yerine, yönlerini Türkiye’ye dönmeyi tercih ediyorlar. İçlerindeki yanık sevda Türküsü Anadolu’yu dillendirirken „Nasıl sever yürek dediğin, varlığına şükrederken, yokluğuna ağıtlar yakarken, özlemek sessiz ve derinden“ diyen şair misali… Kadim Anadolu kültürü bize, taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini anlatır.

İşte tam da bu duygu yoğunluğu bağlamında sahadaki aktörlerin öznel yaklaşımları ve ekonomik kaygıları da işin içine girerse, sorunun tespiti veya hakikatin ne olduğunu anlamak imkansız hale geliyor. Bu da hakikat krizine, yahut hakikatin ne olduğunun anlaşılmasının önüne geçiyor ve sorunların kördüğüm olmasına neden oluyor.

Avrupa’daki Türkler hemen her gün kendilerini yeni tartışmaların içinde buluyor. Kitle iletişim araçlarının artması vatandaşların kökek kültürü ile bağlarının pekişmesine yardımcı oldu. Ülkelerin resmi politikaları ırkçı değil belki, ama vatandaşları arasındaki yabancı karşıtlığı, ırkçı tutumlar her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu durum yeni yetişen gençlerin yönlerini ve yüzlerini daha bir istek ve şevkle Anadolu’ya çevirmelerine yol açıyor. Türkler uyum sorununu aşsa da „kabul edilme“ sorununu aşmakta ciddi bir engelle karşı karşıya kalıyorlar. Onların Türkiye’ye karşı duydukları aşk ve sevda, aidiyet tartışmalarına neden oluyor. Halbuki konu çok açık ve net: Doğuştan vatandaşlık verilen ve geleceğini doğduğu ve doyduğu topraklarda gören insanların vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu yere sadakatini, sevgisini sorgulamaya çalışmak, abesle iştigal etmekten başka bir şey değil. Yükümlülüklerini yerine getirirken, yani vergisini verip kamu görevlerini yerine getirirken eşit olan insanın, haklarını kullanırken açık veya örtük şekilde sorgulanmasının, duygu dünyasını karıştırmanın alemi de anlamı da yok. Türkiye ile ilişkiler mi? Her gidiş bir ayrılık değildir. İnsan ne kadar uzağa giderse gitsin, yüreği; geldiği, anılarını biriktirdiği yerde kalırmış. İnsanın yüreğinin dokunduğu yer kendine aitmiş. Yurt edindiği yer artık yüreğine dokunuyorsa, Türkiye de güh gelir „şiirlerin, şarkıların içinde özlenen, anılarda yaşatılan“ bir ütopya ülkesi olur.

Onca sorun yetmezmiş gibi bir de siyasi çıkar gruplarının, dernekçilerin kendi aralarındaki hesaplaşmaları, günübirlik menfaatlerinin peşinde koşmaları vatandaşları daha da ayrıştırıyor ve karşı karşıya kalınan sorunlar daha karışık, daha karmaşık, adeta açıklanması da içinden çıkılması da zor ve imkansız bir hal alıyor; „ayazda kalmış yüreğimi hangi güneş ısıtır“ sorusunun cevabı sıcak, içten bir gülüşün tutsağı oluyor adeta... Zira hayatın gerçeği, „politize olmuş insanlar, kendi siyasi görüşünü desteklediğini düşündüğü her habere, bilgiye sorgusuz sualsiz inanıyorlar“.  Vatandaş da kulağına hoş gelen boş vaatlerin peşinden koşuşturmaya, ayrışmaya, ayrıştıkça zayıf düşmeye devam ediyor. Ne ilginçtir ki asılsız bilgi, doğru bilgiden daha hızlı yayılıyor, kabul görüyor. Böyle ortamlarda, yani kargaşada, kaosta yapılacak en doğru şeylerden biri, makul insanlara kulak vermek olmalı. Ama hangi makul insana? Makul insan[1]; „doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyen insandır. Karşısındakini anlamaya çalışan, bağırmayan, çözüm bulmaya uğraşan, her duyduğuna inanmayan, ötekine saygılı, siyaseti savaş, karşı görüştekileri düşman gibi görmeyen, göstermeyen“ insandır. Haberleri, duyduklarını çarpıtmaz, doğrulara yanlış karıştırmaz, fanatik değil, sağduyuludur.

Gün gelip devran döndüğünde, göçün tarihini yazmaya niyetlenenler, Türklerin bazen nefesleri kesen yorgunluklarını veya affı mümkün olmayan kırgınlıklarını da tarihe not düşerken  yaşanan zor zamanların tanıklığını yapan makul insanların söylediklerini esas alacaklar.

Avrupalı Türkler yalnızım dese inancına ters düşeceğini; mutsuzum dese şükrünün, mutluyum dese de yüreğinin incineceğini bilir. Her batan günün ardından yeni ve aydınlık bir yeni günün gelmesini sabır ve sükunetle kim bilir daha ne kadar bekler.


Not: 
Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Kasım 2021 sayısında yayımlanmıştır. Gazeteye http://europa-journal.net/avrupaya-goecuen-hikayesi/ adresinden erişilebilir. (21.11.2021)

[1] Kemal Öztürk. Kargaşada kulak vereceğiniz insanlar. Habertürk. 22.10.2021 tarihinde https://www.haberturk.com/yazarlar/kemal-ozturk/3229331-kargasada-kulak-vereceginiz-insanlar adresinden alındı.

Çürük Tahta Mıh Tutmaz

 


Geçenlerde bir arkadaşım “Bu kadar koşuşturuyorsun da hayatında kendin için ne yaptın?” diye sordu. Bir an duraksadım. Zihnimden bir sürü resim sinema filmi gibi akıp geçti. “Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşar” diyen Fransız atasözünü hatırladım, boğazım düğümlendi. Ne diyeceğimi bilemedim. Oysa ne çok genç ne de yaşlı sayılırım. Şairin dediği gibi “Dante gibi ortasındayız ömrün”. İnsanlar yaşadıkları süre onca anı biriktiriyor. Hayatlarına anlam katan veya kattığına inandıkları durumları belleğine not ederken, kimi yaşanmışlıklar da sabun köpüğü gibi uçup gidiyor. Bazı insanlar da Mevlana’nın deyişiyle vefasız oldukları için “yıkık köprü” gibi geçilmez, güvenilmez oluyor. Hayat her şeye rağmen yaşanmaya devam ediyor.

Hayatın akışı içinde yeni normale alışmaya çalışıyoruz. Öğrenciler iki sene aradan sonra yeniden okula döndü. Yurt dışında yaşayan öğrencilerimiz de her biri bir Türkçe âşığı olan öğretmenleri ile bir araya geldi. ‘Velilerimiz çocuklarını bir naz bin niyaz ile derse getirirken, artık daha bir istekli davranmaya başladı, çocukları için okul idarelerini zorlayıp, “Türkçe dersi açalım” diye dilekçeler yazıp, okul aile birliğinden kararlar çıkarttı’ desem de gerçek ne yazık ki öyle değil... Velilerimizin bir kısmı “Biz evde zaten Türkçe konuşuyoruz, çocuklarımız Almanca, İngilizce, Fransızca öğrensin” derken, bir kısmının da Türkçe ile uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Türkçe olsa da hoş olmasa da… Bir kısım veli ise “Neden Türkçe dersi açılmıyor?” diye mangalda kül bırakmıyor, oraya buraya laf yetiştirmeye bakıyor. Lakin çocuklarını derse gönderme konusunda er gayretsizler de bu gruptan çıkıyor. Bu durumdan şikâyet etmeye kalkan öğretmenlerimize, Fransız şair Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur” şiirini hatırlatıyorum. Aslında her öğretmenin, her duyarlı velinin Türkiye’ye, Türkçeye sevdalı olduğunun farkındayım. Öğretmenlerimizi motive etmek için “Aşkın kanunu yeniden yazmak gerekiyor” diyorum. Ben de gayet iyi biliyorum ki Aragon bu sözü ile “hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremeyeceğini” vurgulasa da şairlerin sözleri çoğu defa herkesin ufkuna ve derinliğine göre bir yorum, birden fazla anlam kazanabilir. O halde her bir öğretmen de kendine göre bir yöntem geliştirip, Türkçe ve Türk kültürü dersini cazip hale getirebilir. Yani aşkın kanunu yeniden yazar.

İnsanlar içinde bulundukları durumları, kendi yaşadıkları ana ve geçmişteki yaşanmışlıkların etkisine göre anlamlandırıyorlar. Dolayısı ile anadili, köken dili söz konusu olduğunda ders kaleydeskopik bir görünüme bürünüyor. Türk dilini ve kültürünü türlü zorluklara göğüs gererek kuşaktan kuşağa aktarmaya gayret eden öğretmenlerimiz, adeta “Zemheri ayında mor menekşe” yetiştirmeye çalışıyor. Aragon’a nazire yaparcasına “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur” diyen İsviçreli Denis de Rougemont’un peşine takılıp, her biri yeni başarı hikâyesi yazıyor. Her bir öykünün yazarı kendisi olma, ideallerini gerçeğe dönüştürme pahasına bir bedel ödüyor. Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel… Murathan Mungan’ın deyişi ile “Kimse bedelsiz kendi olmuyor” ve bu bedel çoğu defa ‘yalnızlık’ oluyor. İdealleri, hayalleri peşinde koşanlar, başkası mutlu olsun diye, kendi hayatlarını mutsuzluk ve yalnızlık üzerine kuruyorlar. Arkadaşımın sorusu da tam burada cevabını buluyor sanki... Yalnız kalma pahasına da olsa, birinin hayatına dokunmak, yaratanın izniyle yaratılanın duasında yer almak yetiyor belki… Kim bilir?

Burada Alman edebiyatının 12. yüzyıldan beri anlatılan en önemli romantik hikâyelerinden biri aklıma geliyor. Kernevek şovalyesi Tristan ile İrlandalı prenses İsolde arasında geçen aşk hikâyesini herkes bilir. Doğuda ise İsfahan şahının (padişahının) oğlu Ahmet Mirza’nın (Kerem), şahın hazinedarı Ermeni keşişin kızı Aslı'ya olan aşkı anlatılır. Bu iki hikâye arasında benzer motifler vardır. Sevenler sevdiğine ulaşamasa da sevdiği uğruna bedel öderler. Tıpkı Emeviler döneminde yaşanmış olduğu söylenen ve bilahare yazıya aktarılan Leyla ile Mecnun hikâyesi veya daha adı sanı duyulmamış nice âşıkların yaşadıkları gibi… Bunların hiçbiri hayal değil; aksine yaşanmış ve kuşaktan kuşağa aktarılmış gerçek öyküler. Her insanın bir derdi, davası olmalı. Derdi olanın gamı bitmese de davasına ulaşma çabası dilden dile anlatılıyor, ödünç alınan gök kubbenin altındaki misafirlik bitip vuslata ulaşıldığında, geriye hoş bir seda kalıyor, dilden dile, gönülden gönüle anlatılan...

Yurt sevgisi ile çarpan yürekler, millete hizmet aşkı ile kavrulan bedenler bir yandan yaşadıkları topluma liderlik ederken, bir yandan da gençleri geleceğe hazırlıyor, onların ilim irfan sahibi olmasına öncülük ediyorlar. Bu sırada kendileri için ne mi yapıyorlar? Etrafı yaydıkları ışıkla aydınlatıyorlar ya da bu yanılsama veya avuntu ile günlerine gün ekliyor, kendileri bir mum gibi erirken arkada bıraktıklarının hesabını yapmadan çok da ince eleyip sık dokumadan meçhule, yani geleceğe doğru yalnız ama mağrur bir şekilde yürüyorlar. Mum yandıkça erir, insan yandıkça olgunlaşırmış. Mum aydınlatmak için kendini yakarken, mum gibi aydınlatmaya çalışan da kendini yakıp eritirmiş. Ne gam? İnsanın yüreğinde taşıdığı ideallerin toplumda karşılıksız olmadığını görmesi de bir şeyler yaptığının işareti olmuyor mu?

Atalarımızın uzun denemelere dayanan yargılarını, tecrübelerini, bilgece düşünce ya da öğüt olarak ifade eden öykülere dönüştüğünü ve bunların Türkçe derslerinde genç beyinlere aktarıldığını hatırlıyorum. Yukarıda anlattığım gibi nice hikâyelerden az sözle çok meram anlatan, kalıplaşmış sözler üretilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiş. Bu özlü sözlere atasözü demişiz. Ataların sözleri de kültür aktarımında kelimelerin ötesinde bir anlam ve içeriğe sahip ki bunlar evde konuşulan Türkçe ile kıyaslanamaz; kendiliğinden öğrenilemez.

Yazının başlığında kullandığım “Çürük tahta mıh tutmaz” sözü de buna bir örnektir. Bu kısa cümlede “Gerçek niteliğini yitirmiş, aslı bozulmuş, eskimiş, işe yaramaz bir hâle gelmiş bulunan bir şeyi, ne kadar uğraşırsak uğraşalım faydalanabilecek bir duruma getiremeyiz” denecek durumlar anlatılıyor; “Şahsiyetini yitirmiş, soyluluğu kalmamış ve güvenilmez kimselerle bir işe girişilemez. Bu gibi kimselerle kurulacak ilişkilerin sonu hüsranla biter” diye nasihat edilmektedir. Yani eskilerin deyimi ile “muallakta münhal” aşkların sürdürülmesi mümkün değildir.

Bunların her biri Türkçenin anlatım zenginliğini ortaya koymaktadır. İnsanın insana, insanın milletine duyduğu aşk başka hayallerin peşinden gidilmesini engelliyor. İnsanın sevdiğine duyduğu aşk, Aragon’un deyimi ile ona güç verirken, fark ettirmeden özgürlüğünü de elinden almaktadır. Bu durum Enis Batur’un yorumuyla; aşığa “kendini kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazandırmanın yolu” olarak karşımıza çıkıyor.

Gelin, Türkçemize, sevdiğimize sahip çıkalım. İçimizdeki aşkı yeşertip, kendimizi ifade etmeye çalışırken Türkçemizi ihmal etmeyelim. Dilimizin Avrupa’ya göç ile başlayıp beş kuşak sonra unutulmuş, özün gözünde ötekileşmiş arkaik bir öyküye dönüşmesinin önüne geçelim.

Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk, insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk gibi en temel durumlarda türlü türlü sorunların ana-kavramı sevgidir. Türkçenin, Türkçe öğrenmenin, öğretmenin akıllara durgunluk veren öneminin, belki de, en güzel gerekçesi budur.

Yoksa eskilerin deyimi ile “muallakta münhal” kalır, kökünden koparıldıktan sonra sararıp solan çiçeğe dönersiniz.

Not:

Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi Ekim 2021 sayısında yayımlanmıştır. http://europa-journal.net/cueruek-tahta-mih-tutmaz/ (21.11.2021)

24 Eylül 2021 Cuma

Bize düşen

Bu yazıyı bir Sonbahar günü akşamüzeri yazıyorum. Dışarıda adeta “kış gelmesin” diye direnen güneşin aydınlığı, Eylül ayının büyüleyici pastoral atmosferi hâkim. Az önce dünyada "kemanı ağlatan adam" olarak tanınan ünlü keman virtüözü Farid Farjad’ı dinliyor, onunla yapılmış bir söyleşiyi okuyordum. "Güzel insan aramak ile insandaki güzelliği aramak arasında derin bir fark var" demiş üstad. Durdum, doğruldum oturduğum yerden. “Haksız da sayılmaz” dedi içsesim. Sonra ilave etti “Pek azımız güzelliği arıyoruz”. “Neden ki?” diye itiraz edecek oldum. “Başka türlü güzeli elde edemeyeceğini kabullenmiş olan insanlar güzelliği aramaya meyleder. Evla olan hiçbir sebebe bağlı kalmadan güzelliği aramaktır.” dedi; düşündüm. Dünya hayatında onca koşuşturma, onca çatışma ne için, neyin uğruna?  

Yüzü güzeli mi arıyoruz, gönlü güzeli mi? Hayatım boyunca sevmek ile bilmeyi bir araya getiren uğraşlar bana hep çekici geldi. Okuryazar olmayı insanın yeryüzündeki serüvenini anlamlandıran bir çaba olarak gördüm.

Zaman geldi dünyanın sayılı almanaklarında adıma yer verildi. Avrupa üniversitelerinde gördüğüm özellik; iyi hoca kadar iyi öğrenci almak. Bu uygulama iyi bir üniversite olmanın ölçütlerinden biri. Bir yere iyi talebeler geliyorsa o üniversite iyidir. İyi bir ders, ileri araştırmalar iyi öğrencilerle iyi yapılır, hoca istediği kadar iyi olsun. Öğrenciler o kaliteye yaklaşmak için çaba sarf etmiyorsa, iyi bir ders yapılamaz. Hangi ders olursa olsun… Peki biz ne yapıyoruz?

Doğunun ilim çeşmesinden su içmiş, Batı biliminden de geri kalmamış insanlar var çevremizde. “İnsanın bilgide cimrilik yapmaması” gerektiği, “bildiğini öğretmenin, bilginin zekâtı.” olduğu inancıyla yetiştirildik. O zekatı hakkıyla ödemek için yola çıktık. “Öğrenmenin en iyi yolu öğretmektir.” diyerek, öğretirken zenginleştik. Tıpkı Mevlana’nın iki kişinin elmaları karşılıklı değiştirmesiyle elmaların sayıca artmadığını, ama insanların bildiklerini paylaşınca zenginleştiğini anlattığı hikâye gibi.

Her birimiz belli hedefler koymuş, o hedefe ulaşmak için dur durak bilmeden çabalıyoruz. Felsefe ve İslam bilimleri alanında engin birikimi olan bürokrat, tarihçi ve akademisyen İbrahim Kalın, adeta bu durumu dikkat çekiyor ve YouTube’daki bir söyleşisinde “Unvanlar arazdır, aslolan cevherdir yani insandır; insanın asıl kimliğini, birikimini, kendisini biraz perdeleyen, gölgeleyen şeyler gibi geliyor. Fikrin gücü, ikna kabiliyetindedir. Statü dayatırsanız, orada fikir tartışması ve zenginliği olmaz. Ben falancayım dediğinizde statü dayatıyorsunuz; fikir üretmiyorsunuz. Dolayısı ile unvanlar yabancılaştırıcı geliyor. Sizin fikrinizin ikna gücü varsa, o fikir benim için kıymetlidir.” diyor.

İnsanın içine düştüğü bu sarmaldan kurtulması okumaya, kendini geliştirmesine bağlıdır. Bir kitabı okumak, ilaç içmek gibidir. O ilacın vücudumuzun neresine gittiğini bilmesek de mutlaka boşlukları doldurur, bir yerimizi iyileştirir. İbrahim Hoca; "Boş vakitlerimde kitap okumayı seviyorum" sözünün kitaba saygısızlık olduğuna dikkat çekiyor. “Kitap öyle boş vakitte okunacak bir şey değildir. Kitap kendi zatında kıymetlidir. Boş vaktin doldurulması için araç hiç değildir; aksine vakte kıymet ve değer katar. Kitap okumak, yazmak işinizin, hayatınızın bir parçasıdır. Kimileri konuşurken iyi düşünür, kimileri yazarken; kimileri de ikisini birden yapar.” diyor.

Kötülüğe karşı aktif ama şiddetsiz direniş ve gerçek ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsü olan Mahatma Gandi (1869-1948); "Kişi düşüncelerinin ürünüdür. Ne düşünürse o olur." diyor. İnsanın zihninin dünyası, bedeninin dünyasından daha zengindir. Zihnin hazları, bedenin hazlarından daha derinlikli ve daha kalıcıdır. Biriyle sohbet etmek, hayatı paylaşmak da önemlidir. Biriyle konuşurken bir fikri karşılıklı olarak değerlendirmek... Biriyle bir yerde bir konuda konuşmaya başlayıp çok alakasız bir yerde bitirmek. Bunlar sohbetin, hayatı paylaşmanın önemli kerteleri… Hele ki sohbet ehli biriyle konuşabilmek… Sohbet ehli olanlar da aklen, kalben, duygu olarak birbirine sahip çıkar. Sohbet bazen meçhule, bazen duygu dünyasına, bazen insanın insanı anlaması için çıkılan bir yolculuktur.

Bu yolculuklarda iyilerle karşılaşmak dileğimiz. Mustafa Balkan; Pusula Yazılarında şöyle diyor[1]: “Size, bize ve hepimize düşen görev; iyilerle ittifak kurmak, iyi insanlar arasına katılmak, iyilerle, samimilerle, şefkatlilerle, candan ve adaletli insanlarla, dürüstlerle, merhametlilerle, vatanseverlerle, milliyetperverlerle, müsamahakârlarla, vicdan sahipleriyle, hayırseverlerle, alçakgönüllülerle, affedicilerle bir olmak ve onlara bütün desteğimizi vermekle mükellef olduğumuzun şuur ve bilinciyle hareket etmektir.” Bunu yapabilmek için insana gören göz, işiten kulak, hakikatleri ifade edebilecek dil ve en önemlisi ülke ve millet sevdası ile dolu bir yürek lazım.

Umuyorum ki dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.



[1] Mustafa Balkan. Veyis Ersöz Hoca’yı İyi Bilirdik. Pusula Haber. https://www.pusulahaber.com.tr/ (28.08.2021). 

Henüz vakit varken

 


Bildiğiniz gibi, 2021 yılı UNESCO tarafından “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” ilan edildi. Ahmed Yesevî (ö.562/1162), Hacı Bektâş-ı Velî (ö.1271) gibi Horasan diyârından gelen erenler ve orada yetişen âlimlerin geleneğini sürdüren, Selçukluların son dönemi ve Osmanlıların kuruluş dönemindeki temsilcilerinden ve Türk İslam tasavvuf anlayışının Anadolu’da geniş halk kitleleri tarafından sevilip benimsenmesinde etkisi olan gönül sultanları arasında önde gelenlerden biri olan Yunus Emre (ö.720/1321), Antik Çağ'da yaşamış İyonyalı -Antik Yunanlı değil İzmirli diyeceğim- ozan, İlyada ve Odysseia destanlarının yazarı Homeros’tan (MÖ 9. Yüzyıl) sonra Anadolu’nun gördüğü en büyük değerlerden biridir. Sözleri 800 seneden beri Anadolu insanına yol göstermiş, hayatın bitip tükenmeyen dertlerine deva olmuş, karanlık güne ışık vermiş, yeri gelmiş ibadetlerimizde duamız, yeri gelmiş düğünlerimizde türkümüz olmuştur. Bunları başlı başına duygu, düşünce, mantık ve felsefe dili olan Türkçeye ve Türkçenin yalın anlatım gücüyle sağlamıştır.

Maksadımı anlatabilmek, Türkçemizin önemini vurgulayabilmek için size kısa bir folluk hikâyesi nakledeyim. Kümes ile uğraşanlar bilir; tavukların yumurtlaması için yapılan özel yerlere folluk denir. Tavuklar buraya gelir, yumurtlar, yani yumurtalarını bırakır. Onlara bakanlar da gelir, toplar, pazara götürüp satar ve ekonomisini düzeltir. İnsanların tavukları beslemesinin ikinci bir nedeni daha vardır ki o da yumurtanın yanı sıra, onları et üretiminde kullanmasıdır. Tavuklar da insanlar gibi cinslere ayrılır; büyüklüklerine, yumurtlama durumlarına göre sınıflandırılır; alınan verime göre fiyat biçilir. Tavuğun ekonomik verimliliği çevresel faktörlere bağlı olacağı gibi tavuğun cinsi ve fazla yumurtlaması ile de ilgilidir. Verimi yüksek olarak bilinen tavuklardan bakım şartlarına göre daha az verim elde edilebilir. Bu tamamen sağlanan şartlarla alakalıdır. Bunların içinde Anadolu kökenli atak cinsi tavuk da vardır ki bunlar hem çift sarılı yumurta yapar, hem de olumsuz hava şartlarına daha dayanıklıdır. Anadolu’nun tavukları da insanları gibi cins cinstir. Bunların arasında bir de atabey tavukları vardır; hızlı büyür, 71 haftalık dönemde 320 yumurta verir ve en fazla para kazandıran cinstir.

Tavuk deyip geçmeyin. Tavuklar sabırlı hayvanlardır; parazit ve hastalıklara dayanma güçleri vardır. Et kalitesi yüksek olduğu gibi, gösterişi de makbul ve dikkat çekicidir. Tıpkı yarım yüzyıldan önce istikbal ve ikbal uğruna gurbeti vatan edenler gibi. Burada konuyu değiştirmiyor, düşünmeniz için kapı aralamaya çalışıyorum. Biliyorsunuz, Türkiye ile Almanya arasında işgücü anlaşmasının üzerinden neredeyse altmış sene geçti.

Neyse, biz yine konumuza dönelim. Yunus Emre'nin "Süleyman kuşdili bilir; Süleyman var Süleyman'dan içeri" derken kast ettiği kuşdili, insanlardaki sezgiyi uyandırmak için kullanılan alegorik bir anlatımdır.  Bu ifadeden yola çıkarak; toplumun en küçük çekirdeğinin aile olduğu anlatılır. Yüzyılımızın en önemli yazarlarından, Alman Edebiyatının Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Heinrich Böll (1917-1985) de 1954 yılında yayımladığı Babasız Evler adlı romanında II. Dünya Savaşının yıkımını ve aile konusunu anlatır. Her ev bir kümese benzetilecek olursa; burada barınan ailede baba horoz, anne gurk olmuş tavuk, çocuklar da yumurtadan yeni çıkmış civciv gibi görülebilir. Bu ailenin neslinin devamı için civcivin kendi yemini bulmayı, eşelenmeyi, böcek yemeyi ve güneşten faydalanmayı öğrenmesi gerekir. Temiz hava ve su hayati derecede önemlidir. Bu anlamda toplumsal ve sosyal değerlerin yaşatılması ve yeni kuşaklara aktarılması için ailenin dirliği, milletin bekası için çocukların eğitimi önemlidir.

Yurt dışında yaşayan ailelerimizin de çocuklarını Türk dili ve Türk kültürü ile beslenmesi, çocukların da bu atmosferde büyümesi ve örf ve adetlerimizin gelecek kuşaklara eğitim yoluyla aktarılması elzemdir. Aile içinde Türkçe konuşmaktan vaz geçilir, Türk örf ve adetlerini yaşama ve yaşatma konusuna özen gösterilmezse, Türkçemizin folluğuna, yabancı dillerin yumurtaları konulmuş olur. Türkçe ve Türk kültürünün egemen olmadığı, kültürel değerlerin gelecek nesillere aktarılacak itibarı görmediği bir ailede yetişen çocukların da kendilerinden sonraki kuşaklara aktaracak bir değeri kalmaz; gelecek nesillerin Türkiye ve Türk kültürü ile bağları kopar. Bu şartlar altında ne uyum tartışmaları ne de köken dili veya ana dili konularını gündeme taşımak fayda eder.

Avrupalı Türk kardeşlerim; gelin, toprak ağalarının el koyduğu zengin, bitek Çukurova topraklarından bir avuç yere sahip olamadığını, içindeki acıyı “Sarı sıcağın alnında, kırk çeşmenin ortasında susuzluktan kırıldık.” diye mezar taşına yazdıran Çukurovalı ırgatın durumuna düşmemek için sahip olduğunuz imkânları iyi değerlendirerek, bugünden geleceğe hazırlık yapın. Unutmayın ki “demiri tavında dövmek” gerekir. Emek verenlerin kadrini, kıymetini bilip, henüz imkân varken çocuklarımıza Türkçeyi ve Türk kültürünü öğretmekten imtina etmeyin. Dördüncü kuşağın okula başladığı bu kritik dönemde ortak aklın önereceği çözüm, Türkçeye sahip çıkmaktır. Böyle devam ederse, gelecekte Türkçe anadili değil de her hangi bir yabancı dil gibi görülmeye başlanacak, kuşaktan kuşağa unutulmaya yüz tutacaktır. 

Çocukları okullarda ücretsiz verilen Türkçe derslerine götürmenin, onların kültürel çalışmalara katılmasının, konu komşu ile gezmelere gitmekten, çarşı pazar dolaşmaktan daha anlamlı olacağını; bugün külfet gibi gelen bu işlerin aslında geleceğinize yatırım olduğunu göz ardı etmeyin. Çocukların eğitimini, Türkçeyi her şeyin önüne koyun. Bugün uzak görünen, gelecek denen zaman geldiğinde, bugünkü varlığın kıymeti, darlığa, pişmanlığa dönmesin. İş işten geçtikten, teker kırıldıktan sonra yol gösteren çok olsa da söylenen sözler kırılan tekeri onarmaya yetmez. Seyrani, “Aşkın ipliği ile dikilen dikiş, mahşere kadar sökülmez imiş” diyor. Yaşadığınız bu diyarda saygı görmek, toplumda kabul edilmek, Anadolu deyişiyle “adam yerine koyulmak” için eğitime yatırım yapın, Almancayı öğrenin, hem de çok iyi öğrenin; ama kendi dilinize, öz kültürünüze de aşk ile derin bir sevda ile sahip çıkın, değerlerimize sırt çevirmek yerine onunla kucaklaşıp, kadim kültürümüzü kuşaktan kuşağa aktarmaya devam edin. Doğru hedefe eğri okla nişan alınmayacağını da unutmayın.


2021 yılı UNESCO tarafından “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” ilan edildi. Bu bağlamda Haber Avrupa Gazetesi eylül 2021 sayısında yayımlanan “Henüz Vakit Varken” başlıklı bu yazıya gazetenin internet sayfasından erişilebilir (http://europa-journal.net/henuez-vakit-varken ) Aynı yazı gazetenin YouTube kanalından sesli olarak dinlenebilir. https://www.youtube.com/watch?v=RU1DyecJHEA adresinden erişim sağlanmaktadır.

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Karne ve Diplomaların Denkliği

 

İzin mevsimi başladı. Okullar da bu ayın sonundan itibaren yaz tatiline giriyor. Bazı vatandaşlar Bavyera’da okula giden çocuklarını Türkiye’deki bir okula yazdırmak ve çocuklarının öğrenimlerine Türkiye’de devam etmelerini istiyorlar. Yani Türkiye’ye nakil yaptırmak istiyorlar. Almanya’da zorunlu okul çağında olan ve ilköğretim (Grundschule) veya ortaöğretim okullarından birine (Mittelschule, Realschule, Berufschule, Gymnasium gibi) devam etmek zorunda olan öğrencilerin Türkiye’deki bir okula nakil yaptırılabilmesi için ne yapılması gerektiğine dair sorular yöneltilmektedir.

İlköğretim ve ortaöğretim kurumlarından alınan belgelerin denkliği


Öğrencilerin Türkiye’deki bir okula kaydının yapılabilmesi için Almanya’da devam ettiği okuldan alacağı en son okul karnesi veya diplomasının Türk okul sistemine göre karşılığının belirlenmesi gerekir. Örneğin ilkokul üçüncü sınıfı bitirip dördüncü sınıfa geçen bir öğrencinin Türkiye’de dördüncü sınıfa devam edebilmesi için üçüncü sınıftan alınan karnenin Türkiye’deki karşılığının üçüncü sınıfı bitirip dördüncü sınıfa geçenler düzeyinde olduğunun belirlenmesi gerekir. Bu işleme denklik işlemi denir.

Denklik iş ve işlemleri Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı adına il milli eğitim müdürlükleri ile nüfusu 250 binin üzerindeki ilçe milli eğitim müdürlüklerinde, yurt dışında ise eğitim müşavirlikleri veya eğitim ataşelikleri tarafından yapılmaktadır.

Vatandaşlarımızın öğrencinin en son aldığı karnenin aslı ve iki fotokopisi, kimliğinin aslı ve bir fotokopisi (veli veya vasisinin kimliği) ile yurt dışında eğitim müşavirliği veya eğitim ataşeliğine başvurması gerekir. Diğer belgeler ataşelik tarafından verilmektedir. İş yoğunluğuna bağlı olarak gün içinde denklik işlemi yapılabilmektedir. Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşeliği bu hizmeti hafta içi her gün 09:00-12:00 saatleri arasında vermektedir. Bunun için randevu almaya gerek yoktur.

Denklik işlemi belgelerin asılları ile yapılır

Denklik işlemi; Millî Eğitim Bakanlığı Denklik Yönetmeliğine göre denkliğe esas belgelerin asılları ile yapılmaktadır. Ancak, belgelerin asıllarının zayi olması halinde, öğrencinin yurt dışında öğrenim gördüğü okul müdürlüğünden aldığı aslına uygunluğu okulca onaylı suret ve fotokopiler ile de denklik işlemi yapılabilmektedir.

Veliler denklik belgesi ile birlikte ilgili okul türüne başvuruda bulunarak öğrencinin kaydını yaptırabilmektedir. Bu işlem sırasında öğrencilerin eksik dersleri veya 3308 sayılı Kanun hükümlerine göre eksik staj veya uygulaması varsa, tamamlayıcı eğitim programı uygulanarak tamamlatılmaktadır.

Yurt dışında Alman okuluna değil de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olan ve açık öğretim sistemi ile eğitim verilen okullara (Açık Öğretim Lisesi, Mesleki Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi) devam edenlerin denklik yaptırmasına gerek kalmadan gidecekleri illerdeki Halk Eğitim Merkezleri bünyesinde bulunan irtibat bürolarına başvuruda bulunarak Türkiye’ye naklen kayıt yaptırabilirler.

Meslek okullarından alınan belgelerin denkliği

Almanya’da meslek okulları Berufsschule ve Beruffachschule okulları bünyesinde bulunmaktadır. Bu okullar, farklı alanlarda meslekî eğitimin ile birlikte genel kültür eğitimi vererek Abschlusszeugnis (bitirme belgesi), meslek "Fachhochschulreife" (olgunluk) ya da "allgemeine Hochschulreife"’ yi (olgunluk diplomasını) verirler. Bu okullardan alınan diploma veya karnelerin denklik işlemi de yukarıda belirtilen çerçevede yapılmaktadır.

Zorunlu eğitimden sonra genel öğrenime devam etmek istemeyenler, 18 yaşını dolduruncaya kadar durumlarına uygun olarak meslek okullarına veya meslek edindirme kurslarından birine devam etmek zorundadırlar. Mesleki okul türleri eyaletlere göre farklı adlandırılmaktadır. Bu yüzden herhangi bir bitirme belgesi almaya hak kazanamayan öğrenciler, meslek eğitim ağırlıklı olan Berufvorbereitungsjahr, 9 sınıf bitirme belgesi olanlar (Hauptschulabschluss) Berufsgrundbildungsjahr bazı eyaletlerde Berufsfachschule ya da Handelsschule olarak da adlandırılan okullara devam ederek "Mittlere Reife" yi (10. sınıf ortaöğretim birinci kademe bitirme belgesini) almaya hak kazanırlar. "Mittlere Reife" belgesine (10. sınıf bitirme belgesine) sahip olanlar Berufsfachschule türü okullara devam ederek bitirme belgesi alırlar. Ayrıca höhere Berufsfachschule, Berufkolleg ya da höhere Handelschule’ye devam edip ek dersler alıp yapılan sınavı başarıldıkları takdirde olgunluk diplomasını (allgemeine Hochschulreife) almaya hak kazanırlar. Ayrıca meslek lisesi mezuniyet belgesi alanlar, ikinci bir yabancı dil bildiklerini begelendirdikleri takdirde, mezuniyet belgeleri olgunluk diploması düzeyine çıkarılır.

Çıraklık, kalfalık ve ustalık belgelerinin denkliği

Yurt dışından alınan diploma, öğrenim durumu belgesi, mesleki yeterlilik belgesi (çıraklık, kalfalık, ustalık gibi), öğrenim belgesi, yüz yüze eğitimi tamamlama belgesi, kurs bitirme belgesi, yetki belgesi, sertifika ve hizmet belgesi, çıraklık, kalfalık veya ustalık belgelerinin denklik işlemleri 3308 sayılı Meslekî Eğitim Kanunun çerçevesinde illerde Milli Eğitim Müdürlükleri bünyesinde oluşturulan önceki öğrenmelerin tanınması ve denklik komisyonu tarafından yapılmakta ve şartları taşıdığı anlaşılanlara ilgili Kanunun 35 inci maddesi kapsamında doğrudan ustalık, kalfalık, kalifiye işçilik veya bunlara eşdeğer mesleki yeterlilik belgesi düzenlenmektedir. Yapılan incelemede mevzuatına uygun olarak verilmediği anlaşılan belgeler değerlendirilmez.

Almanya‘da Ustalık Belgesine sahip olan ortaokul mezunları, mesleki lisesi diploması da alabilmektedir. Aynı şekilde Türkiye’de de Kalfalık ve Ustalık Belgesine sahip olanlar bir Mesleki Eğitim Merkezlerinde (Çıraklık Eğitim Merkezi) Kalfalık ve Ustalık eğitimi almışlarsa Lise diploması almaları sağlanmaktadır.

Yükseköğrenim belgelerinin denkliği

Türkiye dışındaki yükseköğretim kuruluşlarından Türkiye'deki yükseköğretim kurumlarına yatay geçiş yapmak isteyen öğrenciler ile Türkiye dışındaki üniversite veya yüksekokullardan alınan önlisans, lisans veya yükseklisans diplomalarının denklik işlemleri Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından yapılmaktadır. Doktora ve üzerindeki diplomaların denklik işlemi ise Üniversitelererarası Kurul Başkanlığı tarafından yapılmaktadır (Bkz.: https://denklik.yok.gov.tr).

Almanya’daki denklik işlemleri

Almanya dışında eğitim veren bir okuldan alınan diploma veya mesleki eğitimi gösteren bir belgenin, Almanya'da denkliğini alınabilir. Bu süreçte, Almanya dışında alınan diploma veya benzer derece benzer bir Alman derecesi ile karşılaştırılır. Yapılan incelemede eşdeğer olarak kabul edilirse, ilgili bir belge düzenlenir. Bu denklik belgesi Almanya iş piyasasında daha iyi şanslar sunar. Başka ülkelerden diploma ve başka türlü bir derecesi olan herkesin Almanya’da denklik alma süreci hakkı vardır. Denklik almanın ne vatandaşlık ne oturum durumuyla bir ilgisi yoktur. Bu işlemler Eğitim Ataşelikleri dışında Alman makamları (Anerkennunsstelle) tarafından yürütülmektedir.

Türkiye’ye nakil veya denklik işlemleriyle ilgili ayrıntılı bilgi yurt dışında Eğitim Müşavirliği veya Ataşeliği ile Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Denklik Dairesinden (https://edenklik.meb.gov.tr/) alınabilir.


Not: Bu yazı Bayern Post Temmuz 2021 sayısında yayımlanmıştır.

27 Haziran 2021 Pazar

Kalben

Geçenlerde bir şarkı çalındı kulağıma. “Cennetin sahibi karnı burnunda hamile, ama yer vermiyor otobüsteki hergele” diye bağırıyordu bir şarkıcı. Birden “N’oluyor?” diye şaşırdım; gençlerin moda deyişi ile “Oha!” oldum. Ardından internette baktım. Kalben diye bir şarkıcı varmış ve “Ben her zaman sana âşıktım” diye başlayan şarkıyı söylüyormuş. “Daha görmemiştim seni, hiç bilmiyorken eşsiz ismini”  diye devam edip giden şarkı, beni de alıp eskilere götürdü. Kalben; şarkının devamında âşık olduğunu söylüyor, piyangonun 25 trilyon devrettiğinden dem vuruyor, düzeni eleştiriyor, isyan ediyordu. Derken Ömür Göksel’in 80’lerde biz daha ergenken söylediği, daha doğrusu bizim kuşağın dinlediği şarkılar aklıma düştü, mırıldanmaya başladım.


“Umurumda mı dünya sen varsın ya / Sigara bulmak çok güçmüş / Amerika Rusya'ya küsmüş / Bizim takım küme düşmüş / Umurumda mı dünya sen varsın ya”  

Bizim takım küme düşmüş diye kahrolanlar, şampiyon olduk diye kıvananlar… Takımı küme düşenler de şampiyon olanlar da çok sevip ayrılanlar da hatta ve hatta Âşık Veysel gibi adını “aşk” koyanlar da bu hayatta nasibini alıyor. Devir mi değişti, biz mi değiştik, bilemiyorum. Lakin Şirazlı Sadi de yüzlerce yıl önce “bunlar adamı öldürüp üstüne kolumuz yoruldu diye ölenden kan diyeti isterler” diye şikâyet ettiğine göre, zaman değişse de anlayışlar değişmiyor demek ki…

O şarkı senin bu şarkı benim derken Anne Marie David’in kırık Türkçesi ile “Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidibidipdip, yaşamayı severiz, çibidibidip çibidibidipdip Bir pantolon bir gömlek çibidibidip çibidibidipdip,…” şeklinde kulaklara fısıldadığı gençlik şarkısı kulağımda çınladı. Birden kimi gençlerimizin çarşı pazarda, karşıma çıkan vurdumduymaz halleri, bir babalar gününde (Christi Himmelfahrt) tanık olduğum sahne gözümde canlandı.

Hadi, lafı uzatmadan, eveleyip gevelemeden söyleyeyim de sizin de sabrınızı zorlamayayım. Biliyorsunuz; içinde yaşadığımız salgın nedeniyle ibadethanelerde eski serbesti yok; insanlar hastalık riskine karşı tedbiri elden bırakmıyor; fiziki mesafeye dikkat ediyor. Bu durum camilerde de kiliselerde de aynı. Herkes tedirgin, kendine sağlıklı ortamlar oluşturmaya çalışıyor.

Bir grup Hristiyan, bir pastörün rehberliğinde açık havaya, parka çıkmışlar; kendi dinlerine göre ibadet etmeye hazırlanıyorlar. Bunları gören bir grup ergen, etraflarında toplanmış akla hayale gelmeyecek hareketler yapıyor. Kimi ibadet edenlerin dinine laf ediyor, kimi İslam’a davet ediyor, kimi de Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okuyor. Hatta ezan okumaya yeltenenler bile dikkati çekiyor. Bu durumda kısa bir ara verip, nefes almak gerekiyor. Pastor gençlere bakıyor, Yunus Emre’den “İlim meclisinde aradım, kıldım talep; İlim geride kaldı, ille edep, ille edep” dercesine işine devam ediyor.

Her fırsatta eğitim diyoruz, demesine de eğitim sadece okulda olmuyor. Okulda yapılan ağırlıklı olarak öğretim. Eğitim; öyle bakkalda manavda para ile alınıp satılan bir ürün değil, insanın yaşantısı yoluyla, onda arzu edilen olumlu davranış değişikliğini kazandırma sürecidir. Yani zamana, belli bir süreye yayılması, özen gösterilmesi gerekiyor. Bu nedenle okullarda yapılan öğretimin yanı sıra hayat boyu öğrenme ve içinde yaşanan çevrenin kültürünü alma yani kültürlenme de önemli. Bu kültürlenme kendi kültürünü muhafaza ederken, ötekinin kültürünün farkının bilincine varma ve bu bilinçle karşıdakine saygılı olmadır. Karşıdakine saygı gösterirken de kendine saygı duyulmasını sağlama var. Bunlar aile içinde verilen eğitim ile de ilişkili durumlar. Kolayına anne baba olunmuyor. Aile olmanın, aile hayatının toplumsal hayatın mikro düzeydeki önemi tam da burada başlıyor. Çünkü çocukların kimliği ve kişiliği yaşadığı, toplumun rüşeymini oluşturan tohumun içinde şekil alıyor. Dolayısı ile her ailenin toplumun geleceğine karşı bir yükümlülüğü bu süreçlerde kendini belli ediyor. Nihayetinde çocuklar da ailenin verdiği eğitimle ve toplumun şekillendirmesine, yani adabı muaşeret kurallarına, önceki kuşaklardan alınıp gelecek kuşaklara devredilen ahlaki kurallara, kültürel normlara uyulmasına göre anlam kazanıyor. Onun dışındaki anlık davranışlar, sıra dışı ve rahatsız edici oluyor. O an kim bilir hangi düşünce ile eğlencenin dibine vuran gençlere yaptıklarının yakışık almadığını anlatmaya çalışmak nafile. Üstüne bir da laf yemek var. Ancak yarım yüzyılı aşan işgücü göçünün en sancı veren kelimesi “uyum” veya “uyumsuzluk” tam da bu noktada kendini ele veriyor. Bu durumda toplumun hassasiyetlerine saygı göstermek ne kendi kültüründen kopmayı gerektirir ne de baskın kültürün ögelerini kabul ederek, bütünün içinde erime, yani asimilasyon, anlamına gelir. Asıl asimilasyon kişinin kendini ve kimliğini hakir görerek adını değiştirmesi veya önüne öteki kültürün adını yok söylemesi kolay yok şu yok bu nedenle almak bilinçsizliği ile veya evinde çocuğu ile “Almanca öğrensin” bilinçsizliği ile anadilini konuşmaktan imtina etmekle başlıyor. Herkesin kendine gelmesi ancak bilinçli bir dönüşümün gerçekleşmesi ile mümkün olur. Bu bilinç dönüşümü de eğitimle mümkün olur, ötekinin adını alma veya bebeği ile ötekinin dilini konuşma bilinçsizliği ile değil.

Düşündüm de durumların sorumlusu da biziz, bizim geç kalmışlığımız, bizim vurdumduymazlığımız, bizim sorunları ve nedenlerini görmezden gelerek yaşanan olumsuzlukların nedeni yerine sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmamız. Bir olumsuzluğu ortadan kaldırdığınızda, bir diğer olumsuzluğun karşınıza çıkması kuvvetle muhtemeldir velev ki sorunu, olumsuzluğu doğuran nedenlerin üzerine gidilip çözüm üretilmesin. Bu “biz” yani sorumlu sorumsuzların, çözüm üretme makamındakilerin, yeni kuşağa değerler eğitimini verememesi yaşanan olumsuzlukları doğuruyor. “Hala kim bu ‘biz’?” diyenlere şaşıyorum. Bu “biz” Türk ya da Alman veya amir ya da memur olmuş ne fark eder. Etrafınızda bir sürü sorumlu sorumsuzu gördüğünüzde, sorunun cevabını da anlarsınız.

Şarkıcı Kalben ile başladık devam edelim. Kalben; kelime anlamı olarak “gönülden, içten, içten, yürekten” demekmiş. Bu işler biraz gönül, biraz yürek işi. Mevlana’nın “Ey insan! Kadere az bahane bul. Buğday ektin de arpa mı biçtin?” sözüyle kendimize gelelim de gençlere bir söz söylemenin bir anlamı olmayacağını anlayalım. “Gönül hissetmezse kulak duymuş neylesin? Kalp sevmedikçe el dokunmuş neylesin?”

İşte böyle biz dokunamadığınız hayatlardan adabı muaşeret bekliyoruz.  Fuzuli’nin dediği gibi; “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”


Not: Bu yazı Haber Avrupa Gazetesi'nin Haziran 2021 sayısında yayımlanmıştır. Yazıya http://europa-journal.net/kalben/ (27.06.2021) adresinden ulaşılabilir.

26 Haziran 2021 Cumartesi

Bir göz ki, nazarında ibret olmasa anın - Niyâzî-i Mısrî

 Bir göz ki, nazarında ibret olmasa anın,

Başının üzerinde düşmanıdır insanın.

 

Kulak ki öğüt almaz, her dinlediği şeyden,

Akıtsan yeri vardır, kurşunu deliğinden!

 

Bir el ki, onun olmaz, hayır ve hasenâtı,

Verilmez ona, Cennet ehlinin derecâtı.

 

İbâdetin yolunu bilmeyen ayağını kes,

Görsün her geçen kimse, mescidin önüne as!

 

Bir kalb ki, Hakkın zikri ile olmazsa mu’tâd,

Öyle et parçasına, verme sen, kalb diye ad!

 

Seni şerre götüren, şeytana nefsim deme,

Nefs odur ki meyleder, hep hayırlı işlere.

 

Kalb denir mi İblîsin yolun tutmuş olana,

Kibr, hased gibi huylar, birer şef olmuş ona.

 

Şu rûh ki, cismi diri tutar, ona deme can,

Hayvanda da vardır o, damarlarda dolaşan!

 

Cân, odur ki, “Nefahtü” der ona Kur’ân’da Hak,

Nefha-i Rahmâniyye, odur ki bir sırr-ı mutlak.

 

İşte bu rûha ancak, kavuşan olur insan,

Bu nefha aslımızdır, görünen sözde insan.

 

İnsan deyince kişi, rûhu anla ve bil ki,

Rûh-ı musavver odur, ondadır akıl ve bilgi.

 

İnsanın bu dünyâya gelmesi sebebini,

Anlayan bu rûhdur hem âhiret seferini.

 

Ol nefha imiş, diri tutan cümle cihânı,

Ol nefha imiş, tezyîn eden, bağ-ı cinânı.

 

Ol nefha için etti, Âdem’e secde melek,

Ol nefha ile buldu, hayat cümle memleket.

 

Ol nefha ile gözü açılan, görür elbet,

Ol nefhayla çözülür, hem de manâ-i hikmet.

 

Ol nefhadır Âdem’e, Rabbin büyük ihsânı.

Ol nefhadır ayıran, hayvanlardan insanı.

 

Gönül onunla eder, Hakkın zikrini mu’tâd,

Ol nefha ile eder, dâim, dost adını yâd.

 

El onunla vermeğe başlar mülk ile malı,

Ayak dahî bu nefha, ile doğrultur yolu.

 

Nefs onunla râdiyye ve hem merdiyye olur,

Emmâreliğin atıp, dahî tezkiye bulur.

 

Velî onunla aştı, semâvâti ey ahî,

Hem de onunla buldu, melekûta terakkî.

 

Ol nefha ki, adem demidir ademi iste,

Ol demle Niyâzî erilir menzil-i dosta.

 

Yine dil na’tını söyler Muhammed,

Dil ü can mülkünü söyler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Ne kâdirim seni medh etmeğe ben,

Kemâhi medhi Hak söyler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk,

Senin medhinde âcizler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Boyuna hil’at olanı giyip sen,

Düşüptür sâye serviler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Kaşındır “Kâ’be kavseyni ev edna”,

Derinden açılır güller Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Boyun eğmişdürür çeşmine hayrân,

Çemen sahnında sünbüller Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Lebîn la’lı dehânın ma’denîdir,

Lîsânın vâhyi Hak söyler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Şu vaktin ki, çıkıp gezdin semâyı,

Bulup hazrette rif’atler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Kamu ervâh-ı peygamber hem eflâk,

Seni iclâle geldiler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Seni şâh-ı âlem kılıp ol anda,

Kâmûsu ümmet oldular Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Niçin olmayalar ümmet ki, Hakkın,

Rızâsın sende buldular Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

 

Ne noksan ire câhına kılarsın,

Niyâzî’ye şefâatler Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem).

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...