22 Nisan 2018 Pazar

Avrupalı Türkler


Bu yazımı Almanya’ya geldikten sonra sıkça duyduğum bir ifadeden yola çıkarak yazmak, Türklük, vatan, millet konularına ayırmak, siz okuyucular ile hasbihal etmek istedim. Bugünkü dille konuşup dertleşme, halleşme yahut sohbet anlamına gelen hasbihal, zor zamanların en pratik medetkârı, yol göstericisidir.

Son zamanlarda konuştuğum hemen herkes lafa “Türkiyeli” diye giriyor; Avrupalı Türk diye sürdürüyor. Türkiyeli sözü üzerinde uzun süre düşündüm. Hatta Türkiye’de bulunduğum dönemde bazı yazılarımda ben de kullanmışım; sonra kendi kendime “No’luyor?” diye sorma, “Biz Türkiye’den geliyoruz ama Türkiyeli değil, Türküz” deme ihtiyacı hissettim. Türk milletinin Avrupa veya diğer ülkelerde yaşayan fertleri olarak nerede, hangi coğrafyada yaşıyor olsak da bizler Türküz ve Türk milletinin birer ferdiyiz. Türk, Amerikalı gibi toplama bir millet değil; İngiliz, Fransız gibi geleneği olan bir millettir; çağlar ötesinden atiye uzanan büyük devletler kuran, Türkçeyi değişik ağız ve lehçeleri ile konuşan ve kendini bu milletin ferdi olarak görüp, ortak duygularla yaşayanlara verilen addır. Bu öyle bir duygu ki onu yüreğinde hissedenlerin bağrı yanıp tutuştuğunda bazen bir sevda türküsü olur; bazen de sırf Türk olduğunu çekinmeden söylediği için hak etmediği ağır bedelleri ödemeye mecbur bırakılır. Bu bedeller ödendikçe de bu kavram anlam kazanır, içi dolar, ete kemiğe bürünür.

Sahi biz Türkiyeli derken neyi kastediyoruz? Anadolu’dan gelen herkese Türk değil, Türkiyeli derken, bazılarının yakıştırması ile “Anadolu halklarını” mı vurgulamak istiyoruz? Bu ifade öyle göründüğü gibi masum olmaktan çıkıyor ve bizleri ayrıştırmaya çalışan ideolojinin söylemine dönüşüyor. Biz Türk dersek, “Birileri rahatsız olmasın” diye bir çekincemiz mi var? Türk derken, bu kavramın etnik bir grubu tanımlamadığını, hissetmekle ilişkili olduğunu söyledik. Türk, kederde, kıvançta bir olmayı, ortak hedeflere birlikte yürümeyi bilenleri bir araya getiren bir kavramdır. Aşık Veysel’in deyişi ile “Babadan kalan mirastır”. Anayasamızda öyle tanımladık; evimizde öyle öğrendik, okullarımızda da öyle öğretiyoruz. Türk, Avrupa ya da Asya’da, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, bitip tükendi denilen her zaman, yeniden küllerinden doğmasını bilmiş, başarıları ile güneş gibi parlarken, mazlum milletlerin umudu ve rol modeli olmuştur. Zaman zaman kim olduğumuzu umursamaz hale gelsek, unutsak bile; muhataplarımız unutmuyor, hiç beklemediğimiz bir anda bize kim olduğumuzu gayet güzel hatırlatıyorlar.

Her nereye gitsem, geride bıraktığım ve artık bacası tütmeyen evime duyduğum özlemi, yüreğimi kavuran kor ateşe dönüştüren memleket hasretini meftunu olduğum aziz milletimizin fertleri ile bir araya gelerek hafifletiyor; rahata ermenin yolunu onlarla hasbıhal etmekte buluyor; onlarla aynı havayı teneffüs ederek memleket özlemini gideriyorum. Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş ve dayanışma içinde ortak hareket edenlerin oluşturduğu dostluğun sıcak esintisini her hangi bir bahar sabahında açan nergis kokusu gibi içime çekerek rahatlıyorum. Yaşadığım toplumun sıradan bir ferdi olmak yerine, milletime hadim olmayı, atide Türk adı oldukça onun varisi olan evlatlarımızı içinde bulundukları derin gaflet ve uykudan uyandırmayı, ilahi bir güneş gibi parlayan eğitim ve bilimin ateşi  ile aydınlatmayı, milletimizin bu vesile ile kendine geldiğini görmeyi hayal ediyorum. Bu hayali benimle birlikte yaşayanlara Türk diyor; Türkiyeli demekten imtina ediyorum.

Avrupa ülkelerinde yaşayan kardeşlerim; bu aziz milletin tarihi öyle öykülerle bezenmiş ki hangi sayfasını açsanız, boğucu bir zulmetten sonra ilahi bir ışık gibi parlayan yeni bir destanla, kutsal bir zaferle karşılaşıyorsunuz. Bir yanda bu kadim milletle dost olmayı beceremeyen ve Türk adını duyunca korkudan ödleri kopanları, öbür yanda onun dostluğunu kazanmak için mütemadiyen çaba sarf edenleri görüyoruz. Tarihin her döneminde Türk milletini bir umut, Anadolu’yu kurtuluş vesilesi olarak görenlerin oluşturduğu Türk yurduna ve onu yüceltmek için duyulan ortak güvene layık olmaya çalışıyoruz.

Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, çocuklarımıza kendini öteki milletlerle körü körüne yarıştırmaya kalkışmanın, kendini diğerlerinden ayrıcalıklı, üstün görmenin bireyi ırkçılığa sevk ettiğini; ırkçılığın ise sağlıklı bir ruh halini yansıtmadığını, buna karşılık kendini ait hissettiği milleti sevmenin takdir edilmesi gereken, utanılacak bir durum olmadığını anlatalım. Bunları yaparken de her milletin kendi kültürüne bağlı olmasının doğal olduğunu, milletlere saygı ile yaklaşıldığı durumlarda mütemadiyen tekrar edilen olumlu duygu ve davranışların bireyin özgüvenini pekiştirirken dünya barışına da olumlu katkıları olacağını; buna mukabil ötekine karşı düşmanca hisler beslemenin, kendini yüceltirken ötekini aşağılamanın, kin ve nefret duygularını körükleyerek telafisi imkânsız insanlık suçlarının oluşmasına zemin hazırlayacağını unutturmayın.

Türk olmamız, Türkçe konuşmamız yaşadığımız coğrafyaya uyum sağlamamız için bir engel değil. Bununla birlikte yaşadığımız coğrafyada saygın bireyler olarak toplumsal ve sosyal hayatın içinde yer almak istiyorsak, yaşadığımız çevrenin dilini ve dolayısı ile kültürünü de iyice öğrenmemiz, onlara saygı ile yaklaşmamız ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın anahtarı olan eğitim hakkını ihmal etmememiz gerektiğini, saygı göstermeyenin saygı görmeyeceğini unutmayalım.

Buraya kadar anlattığım bilinç düzeyine ulaşılmakla, Avrupalı Türklerin aydınlanma hareketi de kendiliğinden başlayacaktır. Aydınlanma, bireyin öncelikle kendinden kaynaklanan vesayetten kurtulması; yani, kendi idrak gücünden başkasının yönlendirmesi olmadan yararlanamaması halinden çıkmasıyla mümkündür. Aydınlanmayı yakalayan birey, yaşadığı toplum içinde tutunmak, kabul görmek ve yükselmek için her şeyi mubah saymaz. Kişilikli bireyler uyum gösterdiğini kanıtlamak için bir yerlerde yama gibi durmaz; gerektiğinde “Buraya dikkat edin, bir sorun var” diyerek hak ve hukukun takipçisi olur. Kant’ın 1784’te dediği gibi, “Vesayetin, yani medeni hakları kullanamamanın nedeni, akıl yoksunluğu değil; insanın aklını başkasının yönlendirmesine gerek kalmadan kullanacak kararlılık ve cesaretten yoksun olmasıdır. Yani vesayetin sebebi yine insanın kendisidir.” O halde, bir yerde çekinmeden Türk olduğunuzu söylerken, yurttaşı olduğunuz ülkenin yasal hak ve yükümlülüklerini yerine getirip, sağlanan imkânlardan yararlanmak için de aklınızı kullanacak cesaretiniz olsun! Martin Luther King’in deyişiyle “Ya birlikte kardeş gibi yaşamayı öğreneceğiz, ya da aptallar olarak hep beraber yok olacağız”. 

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Nisan 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne,
http://europa-journal.net/images/kolumnen/april2018/cakir042018.jpg adresinden ulaşılabilir.

9 Nisan 2018 Pazartesi

Perspektif Dergisi ile Türkçe üzerine söyleşi: Anadilini öğrenemeyen çocuk...

"Avrupa’da Türkçenin kullanımı ile ilgili çok sayıda araştırmaya sahip olan Münih Eğitim Ataşesi Prof. Dr. Mustafa Çakır ile Avrupa’da Türkçenin durumu ve geleceği hakkında konuştuk." Yasemin Yıldız, Perspektif Muhabiri

Mevcut durumda Türkçeyi nadiren kullanan bir Türk topluluğunun olduğu Avrupa’da, Türkçe Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli gençler için hâlâ “anadili” midir?

Bu soruya cevap vermeden önce, anadili kavramının içeriğinin doğru anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Anadili, toplumda çocuğun aile ve yakın çevresi ile etkileşim sürecinde edindiği ilk dil olarak görülüyor. Bilim dünyasında bu ifadenin Latince “lingua materna” ifadesinden kaynaklanmış olacağı öne sürülürken, anadili teriminin yerine son zamanlarda tercih edilen terimler “birinci dil”, “ikinci dil” şeklindedir. Bu dil, aslında annenin veya ailenin konuştuğu dilden ziyade bireyin öğrendiği dil veya diller arasında kendini en rahat ifade edebildiği dil.

Avrupa ülkelerinde yaşayan çocuklar için geçmişten gelen ve geleceğe uzanan köken dili ve bu dilin kültürünü yansıtan bir yapı var. Bu yapı, onların anadili veya yeni ve daha doğru bir ifadeyle “köken” dilidir. Bu dil ile hayata tutunan çocuk veya gençler, vazodaki ihtişamlı görünümüne rağmen kısa bir sürede solup atılacak bir çiçek değil, kendi has bahçesinde filizlenen bir buğday gibi yeşerip başak bağlayacak ve nihayetinde insanlığın verim alacağı bir canlı organizmaya dönüşecektir. Anadili, yahut köken dili olan Türkçe bu nedenle önemlidir. Türkçeyi yok saydığınızda, vazodaki ihtişamlı çiçek gibi parlasanız da günün birinde solmaya ve işiniz bittikten sonra bir köşeye atılmaya mecbur olursunuz.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli çocuklar için iki tane “anadili” olabilir mi?

Türkiye’de yaşayan ve kendi çevresinde Türkçeden başka dil konuşmayan çocuk, genç veya yetişkinlere tek dilli (monolingual) diyoruz. Buna karşılık Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli çocuklar için belli şartların sağlanması hâlinde iki anadillilikten değil; çift dilli (bilingual) veya çok dilli (multilingual) olma hâlinden söz ediyoruz.

Burada Türkiye kökenli ifadesi yanlış anlaşılmasın. Türkiye kökenli Alman, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerin vatandaşlarının da kendilerini Avrupalı Türk olarak adlandırmasında da bir sakınca yok.

İnsanlar iki ayrı dili aynı anda öğrenebileceği gibi arka arkaya da öğrenebilir. Bu görüşten yola çıkan araştırmacılar çocuğun aynı anda iki ayrı dili birden edinmesinin mümkün olduğunu savunurken, kimi araştırmacılar da birinci dilin edinimi sürecinin tamamlanması gerektiğini öne sürmektedirler. Ben ilk görüşe katılıyorum. Bu süreçte bazı çocuklarda dil gelişimi ve dolayısı ile iletişim becerileri,  başlarda tek dilli çocuklara göre daha yavaş seyretse de kritik aşama geçildikten sonra iki dilli çocukların tek dilli çocuklara göre daha avantajlı duruma geçtikleri görülüyor. Çocuğun iki dilli yetiştirilmesine karar verildiğinde, sürecin iyi takip edilmesi ve konuşma ile anlama becerilerinin farklı geliştiğinin bilincinde olarak hareket edilmesi gerek. Anlama pasif bir beceri olduğu için üretim gerektiren konuşmaya göre daha ilerdedir ve aralarında altı aylık kritik bir süreç vardır. Çocuğun dil ediniminde ilk üç yıl kritik süreçtir. Bu süreçten sonra çocuk iki dile de aynı düzeyde hâkim olabilir ve bu çocuklar iki dilli olarak adlandırılır.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli çocukların Türkçe öğrenme süreçleri nasıl gerçekleşiyor?

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli çocuklar, daha çok, aile ortamında ve sosyal çevrelerde Türkçe konuşuluyorsa Türkçe öğrenmektedir. Öğrenilen bu dil, ağırlıklı olarak ailenin Türkiye’de yaşadığı bölgedeki yerel ağız ya da şiveyi yansıtmaktadır. Son dönemde sınır ötesine uzanan Türk medyasının uydu yayınları ile de ölçünlü dili edinme veya öğrenme imkânlarının geliştiği görülüyor. Çocuklar evde Türkçe, okulda da akranları ve öğretmenleri ile Almanca iletişim kurabiliyorlar. Bu durum kesintisiz devam ederse ve çocuk okulda verilen Almanca eğitiminin yanı sıra Türkçe ve Türk Kültürü derslerine de devam ederek Türkçe okur-yazar olursa, her iki dili de aksansız konuşma ve yazma becerisine sahip olur.

Çocuğun zamanının önemli bir kısmı okulda, akranları ve öğretmenleri ile geçmektedir ve Türkçe konuşulmazsa çocuğun birinci iletişim dili Almanca olacaktır. Aile, çocuğunun Almanca konuşmasından memnuniyet duyabilir; ancak bu durum iki veya daha çok dilin konuşulduğu, çok dilli ve çokkültürlü toplumlarda çocuğun lehine değil, aleyhine bir senaryonun ortaya çıkmasına neden olacaktır. Dil ve kültür bağını kaybeden çocuk, Almancaya yeterince hâkim olamayan aile bireyleri ve onların sosyal çevresinden iletişim güçlüğü nedeniyle uzaklaşacak ve bir dizi duygusal sorunla mücadele etmek zorunda kalacaktır.

Benim önerim, her anne ve baba, çocuğunu Türkçe ve Türk Kültürü dersini almak için teşvik etmeli; seçmeli, isteğe bağlı olan bu derse devam konusunu çocuğun tercihine bırakmamalıdır.

Sizce çocukların Türkçe öğrenme sürecinde karşılaştıkları engeller neler?

Çok dilli olmayan ailelerde yetişen çocukların iki dili aynı anda edinmesi mümkün olmadığından, birinci dilden sonra ikinci dil olan Almancayı edinebilmesi için üç yaşından sonra aşamalı olarak uygun ortamlara girmesinde yarar vardır. Bunun için okul öncesi eğitim kurumlarında Türkçenin yanı sıra Almancanın doğal ortamlarda kullanıldığı alanların oluşturulması faydalı olabilir. Bu ortamlara katılmayan 3-7 yaş arası çocukların okul çağında bilmediği, anlamadığı yeni bir dil ile karşılaşması, onun akademik başarısını da olumsuz yönde etkileyecek, okul hayatı arzu edilmeyen bir başarı veya başarısızlık öyküsüne dönüşecektir. Çünkü içinde yaşadığı toplumda çok dillilikten söz edilse bile devlet, kendi dil politikası çerçevesinde, belirlediği dilin kamusal alanda kullanılmasını tercih edebilir. Görünüşte çok dilli ve çokkültürlü olan toplumlarda bile özellikle göçmen dili olarak adlandırılan Türkçe, Arapça gibi dillerin kamusal alanda konuşulması çok da desteklenmiyor. Böyle bir durumda egemen dil anlayışı ortaya çıkıyor.

Çocukların Türkçe öğrenme süreçlerindeki engellerden biri, okullarda verilen Türkçe derslerine katılımı konusundaki kararın çocuğun tercihine bırakılmasıdır. Almanya genelinde verilen Türkçe ve Türk kültürü dersleri farklı yapılarda sunulmaktadır. İsteğe bağlı derslere devam konusu, sınıf öğretmenleriyle veliler arasındaki ilişkinin arzu edilen düzeyin gerisinde kalması, Türkçe derslerine devam edilmemesinin ve dolayısı ile yeteri kadar Türkçe öğrenilememesinin nedenleridir.

Bazı okullarda veliler kurdukları sivil toplum kuruluşları veya bir araya gelerek oluşturdukları birlikler vasıtası ile Türkçe derslerinin açılmasını talep edebilirler. Açılan derslerin verimliliğiyle ilgili olarak da öğretmen, okul, veli üçgeninin oluşması için sıkı iş birliği yapılmalıdır. Bu arada Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin veliler ve okul yönetimleri ile eşgüdüm içinde çalışabilmeleri için de konsolosluklar veya yerel yönetimler ile iş birliğinden kaçınılmamalıdır. Yazılı iletişimde işlevsel olmayan dil, giderek “günlük yaşamda kullanılan geleneksel dil” hâline gelir ve işlevselliği ile toplumsal bağ özelliğini yitirir.

Bir diğer husus da isteğe bağlı Türkçe ve Türk Kültürü derslerine devam etmek isteyen, bulundukları ülkenin vatandaşı olup, vatandaşlığın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getiren insanların çocukları olan öğrencilerin köken dillerini öğrenme haklarının engellenmesi konusudur. Bu hak çeşitli gerekçeler ile engellenmemelidir. Dersliklerden ücret istemek çağdaş eğitim anlayışı ile bağdaşmadığı gibi, bu sorunun okul yönetimleri, öğretmen ve veli iş birliği ile çözülebileceği unutulmamalıdır.

Daha önceki bir röportajınızda göçmen kökenli çocukların köken dillerini öğrenmelerinin, çocukların bulundukları ülkenin dilini öğrenmelerini kolaylaştırdığını dile getirmiştiniz. Sizce köken dili eğitimini tamamlamayan çocukları gelecekte ne gibi sorunlar bekliyor?

Köken dilini tam olarak öğrenemeyen çocuklar, yaşadıkları toplumun dilini de tam olarak öğrenemeyecektir. İki dilli bir sistem içinde öğrenim gören bir çocuğun iki dilliliği okulda kabul görmez ve desteklenmezse bu durum çocuğun toplumda egemen olan ve okulda geçerli olan ikinci dili öğrenmesinde de ciddi aksamalar meydana gelir. Bunun nedeni, erken ikinci dil ediniminde önemli görülen bilişsel transfer stratejidir. Çocuğun ikinci dil edinimi, birinci dil ediniminden beslenebildiği oranda gelişir ve başarılı olur. İkinci dilin edinimindeki başarıya bağlı olarak çocuğun sosyalleşmesi, soyut düşünme becerisinin gelişmesi, zihinsel esneklik ve hoşgörü becerisi, öğrenme ve problem çözme gibi kritik nitelikteki yetkinlikleri de gelişir. Bunlar da birinci dilin yeterli öğrenilmesi ile mümkün olabilir. Birinci dil öğrenilmediğinde iletişim sorunlarına bağlı olarak aile içi sorunlar, toplumsal ve sosyal olaylar kartopu gibi büyüyebilir. İkinci dili tam olarak konuşamayanlar da aynı şekilde yaşadığı toplumun bireyleri tarafından kabul görmezler. Akademik başarıları istenilen düzeyde gelişmez.

Sizce “Türkmanca” denilen, Türkçe ile Almancanın karıştırıldığı konuşma şeklinin uzun vadede ne gibi olumsuz etkileri olur?

İki dilli çocukların dil gelişimi sürecinde, özellikle geçiş döneminde konuşurken, sözlü iletişim ortamlarında Türkçe ve Almancayı karışık kullanması yadırganmamalı, doğal görülmelidir. Ancak, çocuğun iletişim kurabilmek için Türkçe veya Almanca bir kelimenin karşılığını bulamadığında yerine öteki dilden bir kelime kullanması hâlinde, çocuğun bulamadığı kelimenin karşılığı kullanılarak, sadece bir dilde mesaj yeniden düzenlenmelidir. “Babam bana fahrrad aldı” şeklindeki karışık cümleye, olumsuz tepki verilmeden “Baban sana bisiklet mi aldı?” şeklinde bir soru ile karşılık verilmeli ve çocuğun anlaşıldığı kendisine hissettirmelidir. Bu yolla çocuğun Türkçe karşılığını bulamadığı kavramı öğrenmesi sağlanmalı ve daha da önemlisi çocuğun bu türden karışık, düzenek değiştirilmiş bir cümleyi kurarken duyduğu “dil kullanma gereksinimi” göz ardı edilmeden, iletişim kanalları açık tutulmalı, kendisine yardımcı olunmalıdır. Dilin kullanıldıkça geliştiği unutulmamalı ve çocuğun ileri yaşlarda her iki dili de düzenek değiştirmeden kullanması teşvik edilmelidir. “Türkmanca” olarak adlandırılan bu karışık dil aslında bir ara dil formudur ve zaman içinde dil bilincinin gelişmesi ile birlikte yerini tek dilli cümlelerden oluşan iletişim dizgelerine bırakacaktır.


Almanya’da Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından verilen Türkçe dersleri son dönemlerde önemli bir tartışma konusu. Almanya, Türkiye’den gelen öğretmenlere ve Türkiye’nin belirlediği ders müfredatına sorunlu yaklaşıyor ve uzun vadede bu dersleri kaldırma temayülünde. Sizce bu derslerin kaldırılması Almanya’da Türkçenin geleceğini nasıl etkiler?

Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından verilen Türkçe dersleri ile ilgili tartışmaların boyutu ve içeriği eyaletlere göre farklılık gösteriyor. Bu tartışmaları tek bir potada eriterek sıradanlaştırmanın, sorunları genellemenin doğru ve gerçekçi bir yaklaşım olmayacağını, bu yaklaşımın mevcut sorunların çözümüne bir katkı sağlamayacağını söylemek isterim. Kimi tartışmaların ardında siyasal bakış farklılığı ve buna bağlı kaygılar yatarken, kimi tartışmaların ardında da küçük yerel çıkar gruplarının ekonomik kaygıları olabiliyor. Bunu söylerken söz konusu müfredatın mükemmel olduğunu söylemiyorum. Ama çok yakın bir tarihe kadar böyle bir müfredatın varlığının farkında olmayan kimi çevreler, bugün eğitim programcısı edası ile müfredatı eleştiriyor. Bu müfredat yıllar önce eğitim ataşeliklerinin internet sayfalarında yer alıyordu. Eğitim Müşavirliği tarafından yapılan çalışmalarda bu müfredatın içeriği paydaşlara bir kere daha iletildi. Gelişmeye açık konuların ortak bir komisyonca gözden geçirilebileceği bildirildi. Hâlen yeni bir müfredat ve buna bağlı olarak da Avrupa ülkelerinde yaşayan öğrencilerin gereksinimlerini karşılayacak, çağdaş yenilikleri ve Avrupalı Türklerin yaşam biçimini, kültürlerini yansıtan yeni öğretim materyallerinin hazırlığı yapılıyor. Dolayısıyla, müfredat ve öğretim materyallerine ilişkin eleştirileri, konuyla ilgili güncel gelişmelerin kamuoyu ile yeterince paylaşılamamış olmasından kaynaklanan bilgi eksikliğine bağlıyorum.

Türkçe ve Türk Kültürü dersinin kaldırılması konusuna gelince, Almanya ortak Avrupa değerlerine, yurttaş haklarına son derece önem veren ve bu değerler manzumesini örnek kültür olarak sunan köklü bir geçmişe ve anlayışa sahiptir. Göç tarihine bakıldığında da işçi çocuklarının eğitim hakkından mahrum bırakılmaması, onlara köken dillerinin öğretilmesi gibi konularda da girişimlerde bulunmuş, uygulamada öncü rol oynamış önemli bir ülkedir. Gelinen noktada, göçmen kökenlilerin köken dillerini öğrenmeleri, uluslarüstü anlaşmalarla da isteğe bağlı olmaktan çıkarılmıştır.

Bu konuda özetle şunu belirteyim ki bu derslerin kaldırılması yerine, derslerin gerekliliğinin Türk velilere, Alman eğitim uzmanlarına, konuyla ilgili karar vericilere anlatılması ve derslerin sürdürülebilirliğinin sağlanması gerektiği kanaatindeyim.

Son dönemlerde yaşanan sosyal ve siyasi gelişmeleri önüne aldığımızda, Avrupa’da Türkçenin geleceği hususunda nasıl bir çerçeve çizersiniz?

Avrupa Türk toplumu yaşadığı ülkede yerel yasal sorumluluklarını yerine getirirken, haklarını da kullanmayı öğrenmeli. İki ülke arasında yaşanan siyasi tartışmaların ve gerilimlerin kontrol edilebilir düzeyde olduğunu ve sorunların yapıcı bir yaklaşımla uzlaştırıcı bir çözüme kavuşacağına olan inancını yitirmemelidir.

Bu düşünceden hareketle, Türkçenin geleceğine yönelik önerim, bu dersin okul öncesi eğitim kurumlarından başlayarak lise son sınıfa kadar nitelikli bir şekilde öğretilmesi için örgütlü çalışmaların ve taleplerin sürdürülmesi gerektiğidir. Mevcut uygulamaya göre, Türkçe dersi alan öğrencilerin oranı istenilen düzeyin oldukça gerisindedir. Bu durumun düzeltilebilmesi için dersin isteğe bağlı olmaktan çıkarılarak, sınıf geçmeye etkisi olan bir ders olarak tanımlanması ve ders planlarında yer alması gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için de sivil toplum kuruluşlarının yerel makamlarla iş birliği yapması, eğitime dönük projelerin artırılması, sürdürülebilir projelerin hayata geçirilmesi gerekir. Türkçeye olan ilginin artması ancak Avrupa Türk toplumunun nitelikli çalışması ve Türkçe dil bilincinin gelişmesi ile mümkün olabilir.

Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler, büyük ve soylu bir milletin evlatları oldukları bilinciyle kendi köken dillerine sahip çıkmaya devam ederlerse, Türkçenin geleceği de tehlikede olmaz.

Yasemin Yıldız sordu.

Kaynak: Çakır, Mustafa (2018). Anadilini Öğrenemeyen Çocuk Yaşadığı Toplumun Dilini Öğrenemez. Perspektif. 270. ss. 36-42. URL: http://www.perspektif.eu/sayi.php?no=270 (09.03.2018).

5 Nisan 2018 Perşembe

Diziler sanal hayatlar gerçek

Son zamanlarda bir dizi furyası aldı başını gitti. Sınır ötesi yayın imkânlarının gelişmesi ile birlikte bu diziler Türkiye dışında da yoğun bir şekilde izlenmeye başlandı. Kimi ülkeler bu filmlerin kendi toplumsal ve sosyal hayatlarına uygun olmadığı gerekçesi ile yasaklama yoluna giderken, kimi ülkelerdeki televizyon kanalları Türk dizilerini satın alıp, kendi dillerinde seslendirdikten sonra yayımlamayı tercih ettiler. Bu durum aslında hatırı sayılır bir ekonomik girdi de sağlamaya başladı.

Ancak bu filmler göründüğü kadar masum değil. Hatta içerdiği örtük subliminal mesajlarla toplumsal ve sosyal hayata yön veriyor; bir dizide giyilen her hangi bir kıyafet veya başrol karakterinin taşıdığı bir takı dizinin izlenebilirliğine bağlı olarak günlük hayatın aranan objeleri haline dönüşüveriyor. Bu durum reklam verenlerin de dikkatinden kaçmıyor. Filmler bir yandan geleneksel aile yapısını temelden sarsacak mesajlar verirken, öbür yandan da bilinçli veya bilinçaltına yerleşmiş nedenlerle toplum mühendisliği projesinin birer parçasına dönüşüveriyorlar.

Şimdi bazı konulardan örnekler vererek, bu furyanın Türk aile yapısına ne denli zarar verdiğini anlatmaya çalışalım.

Hani yıllar önce TRT’de yayımlanan ve oldukça ilgi gören bir dizi vardı. Yıllar sonra Kanal D tarafından genç ve yakışıklı delikanlılar ile güzel ve alımlı mankenlerin deneyimli sinema ve tiyatro sanatçıları ile desteklenerek çekilen “romantik drama” türündeki “Aşk-ı Memnu” dizisinde ortaya koyulan aile içi karışık ilişkiler, halkın tepkisini çekmek bir yana, izlenme rekorları kırılarak takip edildi. Yaşlısı genci burada ortaya koyulan sapkınlığı ağzı bir karış açık seyrederken, kim bilir, içten içe özenerek, kendini filmin kahramanlarının yerine koyarak izliyordu. Karşı çıkan, bu filmin Türk örf ve adetlerine uygun olmadığını söyleyecek olan veya sesini yükseltmeye çalışanlar hemen yaftalanıyor; susturulmaya çalışılıyordu.

İşte bu özentinin benzeri yukarıda okuduğunuz haber metninde hayata geçiyordu. Lakin iki sene boyunca ballandıra ballandıra anlatılan, aile içi karmaşık ilişkiler ve tozpembe hayaller, hayatın gerçekleri ile uyuşmuyor; aşağıda verdiğim gazete haberindeki gibi felaketle sonuçlanıyordu.

Bugün Türkiye’deki gazeteler “damat-kaynana aşkının ölümle sonuçlandığını” yazıyordu. 28.03.2018 tarihli Hürriyet gazetesinde Mesut Hasan Benli’nin imzası ile yayımlanan haber kısaca şöyle:

Geçen yıl şubat ayında damat Serdar İ. (27), iki ay önce kocasını kaybeden kaynanası Yeter B. (41) ile ilişki yaşamaya başladı. Yeter B.’nin oğlu Serdar B. (23), 14 Mart 2017’de eniştesi ve annesinin davranışlarından şüphelenerek, Facebook mesajlarını inceledi ve ikilinin ilişkisi olduğunu anladı. Serdar B., annesi ve eniştesini tehdit etti. Damat Serdar İ., kayınbiraderinin kendisini tehdit etmesi üzerine evden kaçtı. İki hafta sonra evine döndü. 26 Mart’ta Serdar B., eniştesinin eve döndüğünü fark etti. Bunun üzerine Serdar B., dayısı Yusuf T. ile birlikte damat Serdar İ. ile babası Kasım İ.’ye bıçakla saldırdı. Çıkan arbedede damat Serdar İ., yanında taşıdığı silahla ateş açtı. Açılan ateş sonucu dayı Yusuf T. hayatını kaybetti.
Bu tür örnekler giderek artırılabilir. Ancak bu düzeysiz örneklere daha fazla gerek duymuyorum. Bunun dışında görünürde çok masum görünen, aslında gizli (subliminal) mesajlarla toplumu yozlaştıran, değerlerinden uzaklaştıran, cinsellik veya seks içerikli mesajlar verilmeye, toplum zehirlenmeye devam ediliyor. Bu durumda kadın ve çocuklara yönelik cinsel istismarların artmasının arkasında başka neden olmadığını düşünüyorum. Bunun aksini savunanlar “henüz kırkı çıkmamış bebeğe cinsel istismar haberini” nasıl açıklar bilemiyorum. Eğitimsizlik, cehalet, uyuşturucu bağımlılığı, çarpık ahlak anlayışı ve namus kavramı, değerler sisteminin yok oluşu ve sapıklık eğilimi gibi bahanelerin arkasına sığınmak da toplumun çürümüş yapısını onarmaya yetmez kanaatindeyim.

Gözlemlerime dayalı olarak şunu belirteyim ki toplum ve aile yapısı “sanat” adı altında kerameti kendinden menkul sanatçılar (?) tarafından açık bir saldırıyla baş başa bırakılmış durumda. Verilen mesajlardan bir kısmını tekrar edeyim.
  1. Eşini sevmiyorsan, toplumsal ve sosyal hayatta en yakın çevrende gözüne kestirdiklerinden başlamak üzere, gözünün tuttuğu biriyle aşk-ı memnu yaşayabilir; eşine ihanet edebilir; günlük hayatını da sobelenen kadar hiçbir şey yokmuş gibi sürdürebilirsin.
  2. Bu ve benzeri mesajlar gazete haberleri ile de destekleniyor. Ne sanatçısı olduğu belli olmayan birinin magazin muhabirlerine söylediği bir söz, örneğin “Eşim beni aldatabilir” saçmalığı gazetelerin sayfalarında çok anlamlı bir mesaj gibi yer bulabiliyor. Bunu okuyan gençler de zamanla bu davranışın normal, toplumsal kabul gören durumlar olarak değerlendirmeye başlıyor. Gerçek hayatta deneyenlerin sonu ya cinayet haberlerine ya da gazetelerdeki okuyucu mektuplarına yansıyor (hthayat.haberturk.com). Eşimle yaklaşık 9 yıldır evliyiz ve bir kızımız var, ancak benim iki ayrı sorum var size… Eşim beni uzun süredir aldatıyor ve artık bunu ikimiz de biliyoruz, saklamıyoruz. Ona nedenini sordum, bende olmayan onlarda ne var dedim. O da eksik olan bir şey yok, bu benim hastalığım, kendime engel olamıyorum dedi. Ben de eşimden ayrılamıyorum, bunu yapamıyorum, üstelik şimdi ikinci bebeğime hamileyim. Ve bebeğim aramızı düzeltir diye düşünüyorum. Sizce ne yapmalıyım? Bana yardım edin lütfen[1]İşte böyle. Dizilerdeki toz pembe hayaller, çevrilen entrikalar, gerçek hayatta drama dönüşüyor…
  3. Canın sıkıldığında, moralin bozulduğunda içki içer etrafı dağıtır, oraya buraya sataşır olay çıkarır rahatlarsın (?).
  4. Çok keyifliysen bir puro yakar, bir bardak on the rocks alırsın. Yakışıklı erkek veya dekolte verme konusunda cömert davranan güzel bir bayan da bu sahnelere eşlik eder.
  5.  Çok sevdiğin bir adam veya kadınla evlenme hayalleri kurarken, o şahsın bir başkası ile evlendiğini veya evlilik yolunda adımlar attığını duyarsan, hemen o ilişkiyi bozmaya çalışırsın.
  6. Güç ve toplumsal saygınlık, para ve gayri meşru ilişkilerle kazanılır. Dolayısı ile başarı merdivenlerini çıkmak istiyorsan, ya gayri meşru ilişkiler içinde olacaksın ya da bu tür ilişkiler kuranlarla irtibat kurarak kariyer edinmeye çalışacaksın. Bunları yaparken de tıpkı binbir gece masalları saçmalığı ile yaklaşık iki sene halkı oyalayan dizilerdeki gibi “haklı toplumsal, ailevi nedenlerin” olacak. Kendine Bennu, Kerem’den boşanacak mı? Kerem, Şehrazat’a ne anlatacak? Burhan Evliyaoğlu ailesini nasıl bir hayat bekliyor? Onur, Şehrazat’ın evlenmesine göz yumacak mı? Tüm bu soruların cevabı bu akşamki final bölümde[2] gibi mesajlar veren filmleri izleyerek ekran başında seçtiğin tipleri örnekler alacaksın...
  7.  Hayatın iniş ve çıkışları olduğunu unutup, evde yaşadığın ufak sorunları büyütecek; mutluluğu başka hayatları karıştırmakta, başka insanların yatak odalarında arayacaksın. Erkeksen evde hayatın yükünü çeken eşini, kadınsan “ihtiyaçlarını yeterince karşılayamayan” kocanı suçlayarak kırdığın cevizlere gerekçeler üreteceksin.
  8. Birlikte çalıştığın insanları paydaş, iş arkadaşı değil rakip veya düşman olarak göreceksin. Başarı merdivenlerini çıkarken onların bilgi ve becerilerinden yararlanmak için kendilerine güler yüzlü davranacak, onları basamak olarak kullanacak, arkalarından her türlü entrikayı çevirmeyi ihmal etmeyeceksin.
  9. Ergenlik çağına giren her gencin mutlaka bir sevgilisi olacak. Sevgilisi olmayana “kezban, ezik” gibi akla hayale gelmeyen sıfatlar yakıştırılacak; üniversite çağına geldiğinde cinsel özgürlüğü (?) alabildiğine yaşayacak ortamlar teşvik edilecek. Çevreye “Hayat benim, kim karışabilir” mesajı verilecek. Yuva kurmaya kalkınca da nerede hymenoplasti yaptırabileceğini bileceksin.
  10. Gündelik hayatı tiyatro sahnesinde rol yapan bir sanatçı gibi yaşayacak, her dağıttığın gülücüğün arkasında mutlaka bir B planın, erişmek istediğin hedefe yönelik bir adımın olacak.
  11.  Geleneksel Türk ailesi modeli verilecekse babalar anlayışsız, kaba ve sert; anneler de babanın açtığı yaraları şevkatle sarmaya çalışan masum, çaresiz karakterler veya bunun tam tersi; anneler despot, babalar sevecen olacak. Bu senaryo yeterli gelmiyorsa, her ikisi de evde terör estiriyorsa, çocuk evden uzaklaşmak için masum ve haklı gerekçeye sahip olacak. Sorunların çözümünü dışarıda arkadaş çevresinde arayacak. Bunlar dini yayınlar içerikli kanallarda yayımlanırsa da işin içine dini hurafeleri koyacaksın.
  12. Evlilik demode bir yaşam biçimi olarak sunulacak; seviyeli ilişkiler, düzeyli birliktelikler dizi ve magazin programları ile bilinçaltına işlenecek. Aile büyükleri koruyup kollayıcı değil; aile birliğini temelden bozacak nasihatler verecek. Sözün gelişi, kaynana ise kızıyla işbirliği yapıp damadın kuyusunu kazacak; dünürlerini kötüleyecek; torunlarına babalarının ne hayırsız, yaramaz bir adam olduğundan bahsederek ondan uzaklaşmalarını, ona türlü bahaneler ile kin beslemeleri, fırsatını bulduğunda da intikam almaları sağlanacak.
  13. Haram helal anlayışının yerine, kazanılan paranın her türlüsü mubah, bunun için izlenen yol ve yöntemler meşru sayılacak. Bol para, göz alıcı son moda, pahalı giysiler ve lüks arabalar, mümkünse özel şoförler, hizmetçi ve uşaklar unutulmamalı.
  14. Dizi ve filmlerde çalışma hayatının doğal seyrine yer verilmemeli. Sokağa çıkıldığında görülen insanlar yerine plazalarda çalışan, rezidanzlarda yaşayan karakterlere yer verilmeli. Bakkal, kasap, manav gibi esnaf yerine AVM’ler, olmadı modern butiklere yer verilmeli.
  15. Bütün bunlar anlatılırken, ülkede hayatın tozpembe olduğu, yokluğun, yoksulluğun ve yoksunluğun olmadığı, tüketim ve para harcamanın sınır tanımadığı lüks ve ütopyadan oluşan bir dünya anlatılmalı.
  16.  Maddiyatın öne çıkarıldığı, manevi değerlerin modası geçmiş söylemler olduğu özellikle unutulmamalı.
  17. Dindar, mütedeyyin insanlara yer verilmesi gerekiyorsa, mutlaka dini menkıbeler anlatan, aksakallı dedeler, gözlüklü ninelere yer verilmeli. Abla mutlaka belli bir cenahın kıyafeti, abi ise mahallenin efendisi veya kabadayısı olmalı.
  18. Gençlere derim ki televizyona karşısında saatler geçirmek yerine kitap okuyun, sizi rol model olarak benimseyeceklerin de kitap okumaları için ortam ve fırsatlar yaratın.
Vakit geçirmek ve seyretmiş olmak için seyrettiğiniz; arkadaş ortamlarındaki sohbetlerin yabancısı olmamak adına saatlerinizi verdiğiniz filmleri yukarıda sıraladığım nedenler veya çevrenizde kendini şartlandıranlar insanların onayını almak için seyretmeye ihtiyacınız olmadığını bilin. İhtiyacınız, özgüven ve hayatın yüklediği şartlara karşı mücadele edecek güce ulaşmaktır. Bu güç de bilgiyi doğru ve güvenilir kaynaklardan edinmek ve öğrenilen her yeni bilgiyi yaşam biçimine dönüştürmekten geçer.

Özellikle çocuklarınıza, onların okul dışı hayatlarını sosyal çevresi, kitle iletişim araçlarının etkin şekilde yönlendirdiğini unutmadan, geleceğe uzanan yolun da geçmişten günümüze gelen değerlerimizle bağlantılı olduğunu anlatın; köklerinize sırtınızı dönmeyin. Moderniteyi yok saymayan ama geleneksel yapıyı da muhafaza edebilen yaşam biçiminin utanılacak bir durum olmadığına önce siz inanın, sonra da bu konuda duyduğunuz özgüveni yaşam biçiminizle çevreye gösterin.

Gelecekte “keşke” dememek için, gerekli tedbirleri bugünden almayı ihmal etmeyin. Oscar Wilde’ın dediği gibi, “Hiçbir şey kötülük kadar hızlı yayılmaz”.



[1] Yeşim Tijen’in akla zarar cevabını http://hthayat.haberturk.com/yazarlar/yesim-tijen/1019665-esim-beni-aldatiyor-ama-ayrilamiyorum (28.03.2018) adresinden okuyabilirsiniz.

26 Mart 2018 Pazartesi

Balkan Savaşlarından Kurtuluş Savaşına

12 Mart İstiklal Marşının kabulü, Mehmet Akif Ersoy'u anma; 18 Mart Şehitleri Anma ve Çanakkale Zaferinin 103. yıl dönümü münasebetiyle düzenlenen bu törene yapılan nazik davet için teşekkür ederim.  
Münih Mehmet Akif Camisi konferans
salonunda konuşma yaparken
19. yüzyılda başlayan devletler arası bloklaşma, 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde büyük bir savaşın habercisi gibiydi. 1882 yılında Almanya - İtalya ve Avusturya Macaristan devletleri arasındaki “üçlü ittifak” ile 1905 yılında İngiltere ve Fransa'nın kurduğu “üçlü itilaf” grupları bu durumu kanıtlayan gelişmelerdi. Devletler arası silahlanma, hammadde ve sömürge arayışı dünya üzerinde geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı Devletini tehdit etmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu tarihin gördüğü en geniş sınırlara sahip olmuş, her milleti ve inancı içinde barındırmış ve yaklaşık 600 sene süren saltanatını 20. Yüzyılın başında kaybetmiştir. Dışta ve içte yaşadığı mücadelelerde istenen başarıların sağlanamaması devleti çökertiyor; devletin toprakları ve gücü dağılıyordu. Son olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile arka arkaya yenilgiler alan Osmanlı Devleti, Doğu Trakya dışında Avrupa'daki bütün topraklarını kaybetmiş; Batılı devletler nezdindeki saygınlığını ve gücünü kaybetmişti. Artık “hasta adam” yakıştırması yapılan devletin çökmesi, “hastanın ölmesi” bekleniyor ve diğer ülkeler tarafından nasıl paylaşılacağının planları yapılıyordu.

Balkan Savaşları
Çanakkale savaşının önemini kavrayabilmek için, öncesinde yaşanan ve bir milyon Türkün ölümü veya kaybolması ile sonuçlanan felaketin iyi bilinmesi lazımdır. Balkan Savaşının çıkışı Koçana’da patlatılan bomba ile başladı. Burası Üsküp’te küçük bir kaza merkeziydi. 1 Ağustos 1912 günü pazar yerinde patlayan bomba 11 kişi ölümüne neden oldu. Osmanlı aleyhine atılan savaş naraları bütün Balkanlar’da yankılandı. Bulgarların savaşa hazırlandığına dair istihbarata rağmen Osmanlı hükümeti uyanmadı. 8 Ekim günü Karadağ savaş ilan edince artık çok geçti. Çünkü 10 gün içinde diğer müttefik üyeleri de resmen savaş ilan etti. İttihatçılar ve İtilafçılar arasındaki politik savaş, ordunun bu politik çekişmenin içine çekilmesi ve ordu komutasının ruhi zaafı nedeniyle Osmanlı orduları hezimete uğradı. Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerlediler. Balkan toprakları tamamen kaybedildi. Evlad-ı Fatihan denen Türkler, Savaş sırasında Sırp, Bulgar, Arnavut, Yunan ve Ermeni çetelerinin (o zamanlar Türk ve Müslüman aynı anlama geliyordu) katliamlarına maruz kaldı ve yaşananlar inanılmaz bir insanlık dramına dönüştü. Amaçları Türkleri baskı, şiddet, işkence ve katliamlar yoluyla Anadolu’ya dönmeye zorlamaktı. Nitekim Rumeli’de yaşam hakkı tanınmayan 420 bin civarında Türk, akın akın İstanbul’a geldi. Prof. Justin McCarthy’nin Ölüm ve Sürgün adlı eserinde verdiği bilgilere göre Balkan Savaşı’nda katliamlar sonucu ölen Müslüman sayısı 632 bin 408 kişi idi. O günlerde yayımlanan Berliner Tagesblatt gazetesi muhabiri “Balkanlar’da maalesef huzur sağlanamayacaktır. Katliamlar devam etmektedir ve ölen Türkler’in sayısı 240 bine yükselmiştir. Rakamı mübalağa etmiyorum. Bir Bulgar çobanı veya koyun hırsızı bir Sırp öldürülünce müdahale eden Avrupa, şimdi bir defa olsun müdahale etmeyecek mi?” diye soruyordu.

Mehmet Akif Ersoy ise bu durumu

İlahi altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!
Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Ne bikes hanümanlar işte, yangın verdiler, yandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!

diyerek tarihe kaydediyordu.

Canlarını feda eden şehitleri anmanın, hatırlamanın ve hatırlanmalarını sağlamanın millî ve insani sorumluluk olduğunu; bu ve benzer durumları anmanın bir insanlık borcu olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte tarihin acılarını tekrar ederek hayıflanmak yerine, yaşananlardan dersler çıkarılması ve dünya barışına olumlu katkılar oluşturulması için çalışılması gerektiğinin de altını çizmek istiyorum. Yunus Emre’nin deyişi ile “Biz kimseye kin tutmayız; düşmanımız kindir bizim” der, geçeriz.

Çanakkale Savaşları
Balkan savaşlarından sonra, birinci Kanal Seferi başarısızlıkla sonuçlanmış, Sarıkamış Harekatı faciayla bitmiş, İngilizlerin Irak Cephesindeki istila harekatına ciddi şekilde karşı koyulamamıştı. General Fahri BELEN’in ifadesi ile “Çanakkale Seferi, Türk Milletinin eski kudret ve kuvvetini muhafaza ettiğini, can çekişen bir imparatorluk içinde kahraman bir milletin varlığını meydana koydu”.  Bu nedenle milletin kahramanlık öyküsünün bilinmesi, anlatılması ve gelecek nesillere aktarılması gerekiyor. Söz konusu vatan olduğunda gücünün, iradesinin ve kararlılığının çocuklarımıza ve gençlerimize öğretilmesi bir hakkın teslimi olacaktır.

Taufkirchen'deki konuşma
İslam dünyasını sömürmek isteyen İngiltere bunun yolu olarak İslam dünyasının hamisi, tek özgür devleti ve halifeliğin sahibi Osmanlı’yı işgal etmekte görmüş ve İstanbul’u işgal etmiştir. Bunun bir proje olduğunu hafızalarımızdan çıkarmamamız gerekir. Fakat İngiltere direk olarak kendini kurban etmemiş, Yunanlıları kurban seçmiştir. Yunanlı Venizelos bu durumu sonradan itiraf eder. "Bizi İzmir’e çağırdılar, gittik. Batı Anadolu’ya da geçin dediler. 17 yıl boyunca müthiş bir direnişle karşılaştık. Oyuna getirildik ve savaştırıldık" der. Çanakkale bu ülkenin eğitimli nüfusunun şehit olduğu yerdir ve milletimiz bugün hala bunun acısını çekiyor. İtilaf devletleri Çanakkale Savaşı’nda “hasta adam” ilan ettikleri Osmanlıyı yenememiştir. Bunun hafızalarımızdan silinmemesi gerekir.”
Çanakkale cephesinde 17 kilometrelik siper hattında 8.5 ay boyunca, 490 bini Osmanlı, 530 bini itilaf orduları olmak üzere bir milyonu aşkın asker savaştı. Türklerin yanında müttefikimiz Almanlar da vardı. Alman Mareşal Limon Von Sanders Paşa başta olmak üzere, bazı kolordu ve tümen komutanları Almandı. 8,5 aylık muharebeler sırasında toplamı 500’e yakın Alman subay ve eri muharebe bölgesinde görev yaptı. Bir kısmı hayatını kaybetti. Liman Paşa’nın emriyle yapılan 19 Mayıs gecesi yapılan taarruzda bir gecede, tam 9000 Mehmetçik şehit oldu. Liman Paşa’nın anılarında da anlattığı bu bir gecelik kayıp, ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki ve Başkomutanlığındaki Kurtuluş Savaşı’nda bütün cephelerdeki kayıplara eşittir.

Biz, içi vatan sevgisi ile dolu olanlar söz konusu vatan olunca  Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” deriz. Böylesine sevgiyle, saygıyla, edep ve incelikle dolu olan bir insan için mal, mülk, mevki, para, şöhret ne ifade eder ki.

Çanakkale, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik misalidir. Emin olmalısınız ki bu savaşı kazandıran söz konusu bu ruhtur” diyen Atatürk, henüz Kurmay Albaydı ve 8 Ağustos 1915 günü Anafartalar Grup Komutanlığına atanmıştı. Kara savaşlarının en üst düzeye çıktığı bu Anafartalar Muharebeleri tam anlamıyla cesaret, fedakârlık ve taktikle kazanılan mücadeleler olarak savaşın seyrini değiştirdi. Her bir cephede ayrı bir destan yazıldı.  Deniz Zaferinin komutanı Cevat Paşa ve kurmay başkanı Selahattin Adil Paşa gibi nice kahraman askerin yazdığı destan vardır. Seyit Onbaşı 18 Mart deniz savaşı sırasında Mecidiye Tabyasında ayakta kalan tek topun ağzına sürdüğü 215 kiloluk mermi ile Ocean gemisini vurdu. Nusret Mayın Gemisi, Nazmi Bey’in kılavuzluğunda başarılı bir operasyon yapıyor; 26 mayını denize bırakıyordu. Seddülbahir’deki Türk bataryaları Yahya Çavuş’un önderliğinde İngiliz birliklerine ağır kayıplar verdirdi.

Churchill savaştan sonra 2. Dünya Savaşında Fransa’ya çıkarma yapılması konusu tartışılırken “İngiliz tarihinin en utanç veren yenilgisini Çanakkale’de aldık, Çeyrek milyon gencimiz yaşamını Gelibolu’da yitirdi. Bir daha aynı hatayı yapmak istemiyorum” derken insan hayatının önemine vurgu yapıyordu. Atatürk de yıllar sonra yaptığı bir söyleşide “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır… Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir” demiştir.

Sami Paşa Sezai’nin deyişi ile “Çanakkale müdafaası üç mucize muharebesidir. Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.”

Atatürk de savaştan sonra “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır” diye mesaj vermiştir.

Türk Milleti, Çanakkale cephelerinde kazandığı moral ile Kurtuluş Savaşına giriyordu ve 1683 yılında IV. Mehmet’in döneminde gerçekleşen II. Viyana bozgunu, Sakarya Savaşında kazanılan başarı ile tersine döndürülecek ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulacaktı. Osmanlının yerine bu kurulan yeni devlet, Osmanlı’dan geriye kalan borçlarından payına düşen kısmı 5 Mayıs 1954 yılına kadar taksitler halinde ödemiştir.

Kurtuluş Savaşı ve Mehmet Akif Ersoy
Kurtuluş Savaşının başladığı ilk günlerden itibaren gazete yazılarıyla, vaazlarıyla, hutbeleri ve şiirleriyle halkın mücadele bilincine ulaşması için elinden geleni yapan Mehmet Akif Ersoy (20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936), İstanbul’da durmamış ve Anadolu’yu belde belde, köy köy dolaşarak bu mücadelenin sadece Türk milletinin mücadelesi olmadığını, savaşın kaybedilmesi durumunda İslam’ın da son kalesinin elden gideceğini anlatmıştır. Halkın bilinçlenmesinde faaliyetleriyle büyük emek sarf eden Akif, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Milletvekili olarak girmiş ve mücadelenin ruhunu, gerçek mahiyetini bu defa da halkın temsilcilerine anlatmaya çalışmıştır.

Mehmet Akif Ersoy, Ankara’daki günlerini Taceddin Dergahı’nda geçirirken Genelkurmay Başkanlığı’nın isteği üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı 7 Kasım 1920’de gazetelere verdiği bir ilanla “İstiklâl Marşı için müsabaka açıldığını, güfte ve beste için 500’er lira mükâfat konulduğunu bildirdi. Yarışmaya 724 şiir gelmiş; fakat bunlar arasından, kurtuluş savaşının havasını yansıtan bir şiir çıkmamıştır.

Büyük şair Mehmet Akif Ersoy’un müsabakaya katılmaması Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin dikkatini çekmişti. Dostlarından sorulduğunda anlaşıldı ki, Akif’in katılmamasının gerekçesi sonunda para ödülü olması dolayısıylaydı. Pürüz hemen halledildi, para bir hayır kurumuna bağışlanabilecekti. Akif “Müsabaka oldu, ben de katılmadım. Şimdi nasıl olacak?” diye itiraz etmesine rağmen, Milli Eğitim Bakanı’nın ve arkadaşlarının ricasıyla ikna edildi.

Bunun üzerine zafere en fazla inanmış ve bu inancı her fırsatta dile getirmiş olan Akif, İstiklâl Marşı mücadelesini abideleştiren şiiri yazmaya başladı. İman ve ümit Akif’e marşı yazmaya iten iki temel güçtür. Taceddin Dergâhında bir gece yarısı yaşadığı his yoğunluğu esnasında, rivayetlere göre bir kalem aramış, bulamayınca da eline geçirdiği bir çiviyle bağımsızlık heyecanının doruk noktasına çıktığı mısraları, hemen kaydetmek telaşıyla duvara kazımıştır:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”

Mehmet Akif Ersoy ilk mısrayı yazdıran duyguyu Eşref Edip’e şöyle anlatmıştır; “Boş odaya girdiğimde benim bugünkü sıkışıklığımda bir Müslüman daha yaşadı mı diye düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye yanında sadece Hz. Ebubekir ile Hicret’ini hatırladım. Ebu Cehil’in yanında binlerce insan vardı. Mağaraya sığındıklarında Ebubekir’in endişelendiğini fark edince “Korkma Ebubekir. Allah bizimledir.” deyişini hatırladığım zaman Peygamberimizin daha büyük bir zorlukta teslim olmayışı aklıma geldi ve böylece ilk mısrayı yazdım.”

Her milletin bir ulusal marşı, Türklerin ise İstiklal Marşı vardır. İstiklal Marşı, tam da Yûnus Emre’nin “Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası?” deyişine uygun olarak, Kurtuluş Savaşının yaşandığı bir süreç içinde yazılmıştır. Marşla ilgili Meclis’te yapılan görüşmelerde kabul edilmesi üzerine, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi tarafından arka arkaya 3 kere okunup vekillerce ayakta gözyaşlarıyla dinlenmesi de bu ruh halini yansıtan güzel bir anı olarak değerlendirilmelidir.

İstiklal Marşı’nın değerlendirilmesi sırasında, 17 yıl süren Çanakkale savaşı ve ardından devam eden savaşlar nedeniyle halkta meydana gelen yokluğu ve yoksulluğun yanı sıra ruhi yorgunluğun yarattığı psikolojiyi unutmamak gerekir. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un eserinde açıkça görülmektedir. Türk ordusuna ithaf edilmiş olan İstiklâl Marşı, milletimizin o dönemki ruh halinin tercümanı olup, bu nedenle “ulusal/milli marş” değil; istiklal marşı olarak anılmaktadır.

Akif’in yarışmaya katılması ve ödül
Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Akif Ersoy şiiri İstiklal Marşı yarışmasında 1. seçildiğinde kendisine verilen ödülü maddi olarak çok zor durumda olmasına rağmen kabul etmemiştir. Daha doğru ifade ile ordunun kendisine verdiği ödülü nezaketen kabul etmiştir. Fakat Akif bu şiiri milli mücadeleye yardımcı olması uğruna kullandığı için, karşılığında herhangi bir ödül alması mücadele ruhuna, kendi karakterine aykırı bir durum oluşturacaktı. Bu sebepten aldığı ödülü Darülmesai adında yoksulluk ile mücadele eden bir hayır kurumuna bağışlamıştır.  Ayrıca bu marşı Türk Milleti’ne armağan ettiğinden “Safahat” adlı şiir kitabına almamıştır. Hasta yatağında “Üstad İstiklal Marşı’nın yeniden yazılmasını ister misiniz?” sorusu karşılığında yerinden fırlayarak “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı’nın yazıldığı günleri göstermesin.” diyerek çekilen sıkıntıyı anlatmaya çalışmıştır.

Marşın bestelenmesi konusu
1924 yılında bu şiirin bestelenmesi için bir yarışma düzenlenmiş ve Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi kabul edilerek 1930 yılına kadar bu beste ile okunmuştur. O yıldan sonra ise Osman Zeki Üngör'ün yaptığı ve günümüzde kullanılan besteye dönüş yapılmıştır.

Bitirirken
Tarih, yalnız bir övünç kaynağı değil, aynı zamanda kitleleri seferber edecek, ona yeni bir milli kimlik kazandıracak bir araçtır. Tarihin kullanımı, büyük insanların erdemidir. Kahramanların önemini, erdemini anlatırken, aynı zamanda yeniden başarmak için bir örnek oluşturur; milli hafızayı tazeler. İnsanlar, şanlı tarih kutsamasıyla yaklaşan bir mantığın esiri olmadan, tarihin aynasına bakarak dersler çıkarır ve esir olduğu kaderin prangasından kurtuluşun yollarını arar.

Biz, yeryüzünde her şeyin fâni olduğuna inanırız. Her yerde DOST’u gören için ne yâr, ne ağyar vardır. Yunus bu gerçeği, “Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya” derken ne güzel, ne sade bir şekilde anlatmış. Ârif olan her nereye nazar etse, HAK’kı görür. HAK’kı söyler.

Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün
Karacaoğlan


Not:
18 Mart 2018 Pazar Günü saat 13:00’te Münih Mehmet Akif Ersoy Camisinde ve 25.03.2018 tarihinde Taufkirchen'de DITIB - Türkisch Islamische Gemeinde zu Taufkirchen e. V.  tarafından düzenlenen program kapsamında yapılan konuşma metnidir. 

18 Mart 2018 Pazar

Kimliğimiz Türkçemiz


Günümüzde gelişmiş toplumlar siyasi liderlerini demokrasinin yol ve yöntemleri ile belirliyor; uluslararası alanda sahip oldukları değerler ile övünüyorlar. İletişimin sınırları ortadan kaldırdığı, giderek küreselleşmeden, zamanın ruhundan söz edilen yenidünya düzeninde, gelişmiş toplumlar kendi dillerine sahip çıkma konusunda ayrı bir özen gösteriyorlar. Gelişmiş toplumlar içinde yaşayan ve kökünden koparılma konusunda açık tehditlere maruz kalan göçmen kökenli topluluklar ise baskın kültüre uyum sağlama kaygıları ile kendi köken dillerine karşı çok da duyarlı, özenli davranamıyorlar. Hâlbuki bilimsel araştırmalar ana diline, ata diline sahip çıkmanın, onu öğrenmenin baskın kültüre uyum sağlamaya engel olmadığını; ona sahip çıkmanın, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamanın, farklı kültürel ortamlarda yaşayanlar için özgüveni pekiştirmeye yarayan ayrıcalıklı bir kazanım, iş hayatında da tek kültürlülere karşı farkındalık yaratabilecek kapasitede olduğunu gösteriyor. Bilinç düzeyi gelişmemiş toplumlarda köken diline hoyrat davranılıyor; evinde, yakın aile ve arkadaş çevresinde konuşulan Türkçenin yeterli olduğu düşünülüyor; köken dilinin, Türkçenin gerekliliğini savunanlar da farklı bir gezegenden gelmiş yaratık muamelesi görüyorlar.
Bu yazıda ömrünü rızk peşinde gurbet illerinde geçiren soydaşlarımıza milli kimliğin, ortak bilincin ve millet olarak var oluşun birinci derecede temsilcisi veya taşıyıcısı olan; bu özelliği ile insan topluluklarını millet hüviyetine dönüştüren anadilimiz Türkçenin neden önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Türkçenin önemi
Türkçe, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, bize ata yadigârı, dedelerimizin mirası, kutsal söz varlığımızdır. Toplumsal ve kültürel dağarcığımızın, insanlığımızın, hayallerimizin birikimi, akıp giden ömür misali, susuzluğumuzu gidermek için eğildiğimiz dereye düşürdüğümüz akisten yüzümüze vuran yansımadır. Türkçe, kimi zaman aşkın ve sevdanın türkülerle, şarkılarla anlam kazandığı melodinin, karşı konulmaz acıların dayanılmaz olduğu anlarda semalara yükselen feryatların yürekleri dağladığı duygu seli, kimi zaman da hercâî bir hayatın anlamı ve yalın gerçeğidir.

Türkçe cenazelerimizde ağıt, düğünlerimizde zılgıt, ibadethanelerimizde dilimizden dökülen kutsal dua; ölmüşlerimiz için mezar taşlarına kazınan hakikat-i ilahidir. Ecdat yadigârı, geleceğe bırakılan iz, yeni neslin devamı için sunulmuş bir lütuftur. Yunus Emre’nin deyişiyle Türkçe, “hiç şek değil, o bendendir ben ondan”

Türkçe, milletimizin adının yok olmaması için fertlerimizi bir arada tutan harç, ekmeğimize tat veren mayadır. O bizim kim olduğumuzu gösteren ışık, yaşam biçimimiz, kültürümüz, onurumuz, milli kimliğimiz, üzerimizdeki giysimizdir. Hâsılı kelam, Türkçe bizim için, bizi biz yapan değerlerin bütünüdür. Onda kendimizi buluruz. O yoksa kültür yok olur; o yoksa millet yok olur.

Bu kadar önemli olan, bizim için derin anlamlar taşıyan Türkçemize sahip çıkmak istememiz, onu yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak istememiz bundandır.

Dünya dili Türkçe
Bu soruyu tartışmak dahi eskilerin deyimiyle “abesle iştigal” olarak tanımlanır. Türkçeye bugün değil, geçmişte de sahip çıkanlar olmuş; yaşadıkları dönemde Türkçenin önemini anlatmışlardır. Bunlardan Kaşgarlı Mahmut’u, Ali Şîr Nevâî’yi, Karamanoğlu Mehmet Beyi, Gazi Mustafa Kemal’i veya 2017 senesini “Türk dili yılı” ilan eden ve Türkçeyi yüksek bir medeniyetin, kültür ve sanatın dili halinde işlemeye çalışan, bu görüşü savunan ve Türk diline değer kazandıran üstün bilgin ve devlet adamlarımızı sayabiliriz. Hepsinin kaygısı, Türkçenin özensiz ve yanlış kullanımının önüne geçilmesi ve gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarılabilmesi üzerinedir.

Bugün okumuş ve kendini toplum içinde “ayrıcalıklı” bir konuma ait şu veya bu gruba dâhil eden, kadim Türkçenin geçmişinden bihaber bir kesim, Türkçenin bilim dili olmadığı, olamayacağı görüşünde ısrar ediyor. Gerçekçi olmayan bu ısrarlar karşısında ikilemde kalanlar, Türkçenin yerine bir yabancı dilde okuyup yazmaya; Türkçe konuşurken bile araya yabancı sözcük ve deyimleri sıkıştırmaya özen gösteriyorlar ki ne kadar bilgili, görgülü ve de kültürlü oldukları anlaşılsın. Bu tutumları ile kendilerine Türkçe dışında bir dil konuşan komşu mahallelerde yer açmaya, göçmen kuşlar misali yeni yurt ve yuva kurmaya çalışıyorlar. Bunlar, âlem Türkçeye hayranken, Türkçe ve Türk kültürü dışına ne varsa büyük bir hayranlıkla izliyor; kendini kökünden ayrı tutuyor; her geçen gün kendi toplumuna yabancılaşmaya devam ediyorlar. Bu gruptakilerin hayatından kullanmadıkları, değer vermedikleri Türkçe uçup giderken, Türk kimliği de ellerindeki yazılı belgelerde kalıyor.

Bilim insanları ısrarla yabancı/ikinci bir dilin veya dillerin kesinlikle öğrenilmesini ve bu durumun toplumsal, sosyal ve bireysel gelişime etkilerinin olumlu olduğunu, köken dilini ve kültürünü kullanmaya engel oluşturmadığını savunuyorlar. Bununla birlikte gerçek hayata geçince dilin sadece iletişim aracı olarak görüldüğü, Türkçenin hak ettiği şekilde sahiplenilmemesi gibi bir gerçeklik yaşanıyor. Oysa Karahanlı Türk soyundan Kaşgarlı Mahmut, İslam öncesi Türk Edebiyatı, tarihi, coğrafyası, mitolojisi, gelenek ve görenekleriyle ilgili olup, günümüze ışık tutan bir kaynak eser özelliği taşıyan Türkçe Sözlüğü (Divan-ı Lügat’it Türk) bundan bin yıl önce yazıp dönemin Abbasi Halifesi Muktedi Biemrillah’a sunarken, Türçenin dünya dili olduğunu ve Türk kültürünün önemini ve farkındalığını ortaya koymayı amaçlıyordu.

Avrupalı Türkler için Türkçenin anlamı
Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler, köken dillerine sahip çıkması gerekir. Bunun aksi durumlarda kendi geleceklerini tehlikeye atarlar da bunun farkında bile olmazlar. O nedenle her bir birey bu bilinçle hareket etmelidir. Türkçenin okullarda ister Köken Dili Türkçe, ister seçmeli yabancı dil isterse isteğe bağlı Türkçe ve Türk Kültürü Dersi olarak öğretimi için gerekli çabayı göstermeli, her bir bireyin bu konuda kendini gelecek kuşaklara karşı sorumlu hissetmesi gerekir. Okul yönetimlerinin, sivil toplum kuruluşlarının öğretmenler ile işbirliği yapması; çocukların da bu dersi seçip, benimseyip devam etmesi için çeşitli ödüllerle teşvik edilip, yüreklendirilmesinde fayda var. Öte yandan, ebeveynlerin de çocukları ile konuşurken dil kullanımına özen göstermesi, toplumun bütün paydaşlarının Türkçenin gelecek kuşaklara aktarılması bilinci içinde, görev ve sorumluluklarını tekrar tekrar gözden geçirmesi gerekir. Türkçenin günlük hayattaki özensiz kullanımına müdahale edilmeli; yeni yetişen neslin Almancanın yanı sıra Türkçeyi de en iyi şekilde öğrenmesi için sürekli çaba gösterilmesi, gerekiyorsa takviye dersleri aldırarak, onların Türkçe dil gelişimindeki eksikliklerinin giderilmesi için çalışılması gerekir. Bugün geçmişi telafi etmenin derdinde olanlar, yarın geçmişin muhasebesini yapmaktan kurtulamayacağı için ertesi günün planlarını da yapamayacaktır. Geleceğe yapılacak en iyi yatırım; eve, arsaya, son model otomobile değil; toplumsal, sosyal sınıf atlamanın en güçlü aracı olan eğitime yapılan yatırımdır; nitelikli eğitimin anahtarı da sağlıklı iletişim becerisi ve dolayısı ile dil bilgisini gerektirir. Türkçeyi iyi bilenler, ikinci ve takip eden dilleri daha kolay öğrenir; hayatta başarılı olma şansları da o oranda artar.

Çocukları okula giden anneler, babalar; “Bizim çocuk evde zaten Türkçe konuşuyor” diyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışmayın. Evde konuşulan dil ile okuldaki Türkçe dersleri birbirinden ayrıdır. Biri sınırlı sayıdaki kelimelerle yapılan bir iletişim etkinliği ise diğeri eğitim ve kültürlenme sürecidir.

Bir insanın zekâsı, bildiği kelime hazinesi ile ölçülmektedir. Ne kadar kelime biliyorsanız, kendinizi o kadar iyi anlatırsınız. Karşınızdaki de sizi ancak sahip olduğu kelime sayısının sınırları ile anlayabilir. Bu nedenle, ailelerin yanı sıra eğitimcilerin ve toplumu oluşturan bütün paydaşların dile sahip çıkması, çocuk ve gençlerin dil gelişimine azami özeni göstermesi gerekir. Nitelikli bir iletişim için iyi bir dil bilgisi, iyi bir dil bilgisi için de köken dilinin, Türkçenin iyi öğrenilmesi gerekir. Her iki dilin iyi öğrenilmesi, çocuk ve gençlerin okul başarılarının geliştirilmesi için de önemli bir anahtardır.

Türkçe geçmişten miras değil, gelecek kuşaklardan alınan emanettir.
Türkçe bir anlamda, geçmiş kuşakların bugüne bıraktığı bir kültürel miras değil; gelecek kuşaklardan alınmış bir emanet olarak görülmeli, gelecek kuşaklara özenle aktarılmalıdır. Bu süreçte konuşma dili ile yazı dili ayrı düşünülmemeli, konuşma dilinin yazı dilinden koparılması halinde, yazı dilinin de zayıflayacağı ve zamanla etkisini kaybedeceği unutulmamalıdır.

Türkçenin gönüllere yerleştirilmesi, herkesin ve her kesimin Türkçe konuşmaya teşvik edilmesi, bireysel ve toplumsal duyarlılık, duygusu ve ana dili bilinci oluşturulması, aydın kesimin yabancı hayranlığı ile yabancı sözcük kullanımı özensizliğinden kurtarılması, yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretiminin çok farklı kavramlar olduğunun gelecek kuşaklara iyi anlatılması gerekir.

Bitirirken
Her bir bireyin Türk milletinin varlığı ve devamlılığını sağlamak için çocuklarına Türkçe dersini aldırması gerekir. Bunun için Türkçe öğretmenleri, okul yönetimleri ile iletişim kurmalı, taleplerin karşılanamadığı durumlarda örgütlü toplumun güçlü bir toplum olduğu gerçeğini göz önüne alarak okul aile birliği, öğretmenler derneği gibi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmalı ve yasal haklarının takipçisi olmalıdır.

Çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilmek için, onlara iyi bir dil eğitimi verilmesi ve bu hedefin gerçekleştirilmesi için de öğretmenlerin çabalarının desteklenmesi ve eğitim yöneticileri ile işbirilği yapılması gerekir. Aksi halde ne iyi bir eğitimden, ne de iyi bir gelecekten söz etmek mümkün olur. Unutulmamalıdır ki milleti için çalışan, onun efendisi değil; hizmetkârıdır ve milletin her bir ferdinin görevi onu yüceltmeye çalışmaktır. Turgut Cansever’in dediği gibi, “Şehri imar ederken, nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.”

Not:
Bu yazı "Dünya dili Türkçe" kısmı dışında Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Mart 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne, http://europa-journal.net/images/kolumnen/maerz2018/cakir032018.jpg adresinden ulaşılabilir.

19 Şubat 2018 Pazartesi

Yalnız taş duvar olmaz

Uzun süredir yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız ve soydaşlarımızın eğitimle ilgili sıkıntılarının üstesinden gelmek için el birliği ile çalışması, farlılıkları zenginlik olarak görüp ve bu durumu fırsata dönüştürmesi gerektiğini yazıyor, söylüyorum. Bu yazılarımda, birimiz zeybek oynarken diğerimiz seyretmeyecek, el ele verip birlikte halay çekeceğiz derken, işbirliği yapmanın önemine değiniyorum.

Karşımıza çıkan sorunları öncelik sırasına göre sınıflandırıp, gerekli gereksiz tartışmalar ile vakit geçirmek yerine planlı bir şekilde çalışıp, elde ettiğimiz başarıların altını kalın çizgiler ile çizerek; başarıyı takdir ederken, başarılı olan kardeşlerimizi ödüllendirip; onların yetişen genç kuşaklar tarafından örnek alınmalarını sağlayalım. Zamana yayacağımız planlı ve sabırlı çalışmalarla bazen yerel yöneticilerin, bazen sivil toplum kuruluşlarının desteğini almaya gayret edecek, süreç içinde üstesinden gelinmesi zor görünen sorunların çözüldüğünü göreceğiz.

Ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz
Hayatın her alanında bir değişim ve dönüşüme tanıklık ediyoruz. Bu değişim ve gelişimi olumluya çevirdiğimiz zaman birey ve toplum olarak kazanan biz oluruz. Geleceğimizin garantisi olan çocuklarımızın devam ettiği okullardan uygun vasıflar kazanarak mezun olmaları, bir yandan Almancayı öğrenirken öbür yandan köken dillerini unutmamaları için gayret gösterecek, gerekli tedbirleri alıp hayata geçireceğiz. Çocuklarımızın özellikle üst eğitim basamaklarında başarılı olmasını istiyorsak, onları Almancayı iyi öğrenmeye teşvik ederken, köken dillerini, yani Türkçeyi, en iyi şekilde öğrenmeleri için de ortamlar oluşturmaya, mevcut ortamları desteklemeye gayret edeceğiz.  Yer yer istenen düzeyde olmayan eğitim altyapısının iyileştirilmesi için bütün paydaşlarımızla, öğretmenlerimizle, velilerimizle, okul yöneticilerimle ve çocuklarımızla birlikte hareket edeceğiz. Atalar sözünü unutmayın, “ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz”. Birimiz diğerini ötekileştirmeden, popüler olmaya çalışmadan, ortak amaçlar doğrultusunda el ele vererek çalışacak; bir olmanın, zorlukları birlikte hareket ederek aşmanın mutluluğunu yaşayacağız.

Tek kanatlı kuş uçmaz
Çocuklarının istikbali için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan velilerimizin, gelecek kuşakları yetiştirmek için türlü sıkıntılara göğüs geren anadili/köken dili öğretmenlerimizin çabalarını da samimiyetle desteklemeye devam edeceklerine inanıyorum. Bu işbirliği ortamı oluşturulduğunda, eğitimciler de kendi eksiklerini gidermeye gayret edecek, engelleri birlikte müzakere ederek aşmaya çalışacak, velilerimizi, çocuklarımızı eğitim konusunda bilinçlendirip, motive ederek, bilgilendirerek okul-aile-öğretmen bağını daha da güçlendirmeye çalışacaklar. Unutmayın ki yalnız taş duvar olmaz, tek kanatla kuş uçmaz. Öğretmenin de çocuğunda velinin de desteğe ihtiyacı var.

Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz
Avrupa Türk toplumunun bireylerinin yaşadıkları ülkelerde toplumun orta sınıfının bir parçası olma konusunda önemli yol kat ettiğini ve eğitim yoluyla sınıf atlamaya başladığını keyif ve mutlulukla izliyorum. Değişim ve dönüşümün yaşandığı bu süreçte gençlerimizin nitelikli eğitim alıp, çalışma hayatına atıldığında da çalışma alanlarının önemli ve vazgeçilmez birer aktörleri olması için gerekli tedbirleri bugünden almak, el birliği ile çalışmak zorundayız.

Bugün uyum tartışmaları ile vakit kaybetmeyelim. Uyum tartışmaları geçmişte kaldı, artık kendimizi içinde yaşadığımız toplumun eşit haklara sahip bireyleri olarak kabul ettirmek için sosyal hayatın içinde aktif bir şekilde yer alıp, bütün paydaşlarla birlikte çalışma zamanı. Bu da her alanda ve her kademede nitelikli eğitim yoluyla sınıf atlayarak gerçekleşecek.

Birden fazla dile ve kültüre hâkim, bilimsel düşünceyi yaşam biçimine dönüştüren gençlerin çalışma hayatında seçkin ve aranan profesyoneller olması için önlerine somut ve ulaşılabilir hedefler koyacak, bu hedeflere ulaşabilmeleri için onları destekleyecek, sahip oldukları birikimi çalışma hayatında avantaja dönüştürmelerinin yollarını yine yerli yabancı ayrımı yapmadan birlikte araştıracağız. Hayata bu bilinçle hazırlanacak gençler, sadece Avrupa Türk toplumunun değil, hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, yaşadıkları ülkeler için de önemli bir kazanım ve değer olacak; yaşadıkları çevreye olumlu bir katma değer sağlayacaktır.

Gelecek günlerin her birinize sağlıklı, mutlu ve başarılı olmanın hazzını tattırmasını; ülkemiz milletimiz için de hayırlara vesile olmasını dilerim.

Not: Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Şubat 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne, http://europa-journal.net/images/kolumnen/februar2018/cakir022018.jpg (19.02.2018) adresinden ulaşılabilir.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...