19 Ekim 2018 Cuma

Okul korkusunu yenelim, kendimize gelelim


Geçtiğimiz ay yeni eğitim öğretim yılı başlarken çocukların okul başarısı, Türkçe ve Türk Kültürü Dersi ve velilerin okul aile birliği toplantılarına katılımları üzerinde durulmuştu. Bu yazıda ise çocukların okul başladıktan sonraki uyum süreçleri ve okulda bir sorun yaşadıkları zaman başvurduğu yöntemler üzerinde durmak istiyorum.

Okulların uzun bir tatil sonrası açılması ile havaların soğumaya başlaması aynı zaman dilimine denk geliyor. Dolayısı ile çocuklar yaz alışkanlıklarını terk etmek istemediği ve kıyafet seçimine dikkat etmediği zaman üşütüp rahatsız olabiliyorlar. Buna ilave olarak çocukların değişen beslenme rejimleri, uyku düzenleri de beklenmedik sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına ve çocukların sıkça “başım ağrıyor, midem bulanıyor” gibi şikâyetleri artıyor. Bu şikâyetler gerçek olduğu kadar, bir dizi psikolojik rahatsızlıkların da habercisi olabilir.

Okula sorun çıkarmadan severek, isteyerek giden çocuklar; günün birinde okula gitme konusunda isteksiz davranmaya başlıyorsa, durumlarını takip etmekte fayda var. Çocuklar sıkça “Başım ağrıyor; midem bulanıyor” diyorsa, öne sürülen şikâyetlerin ardında biyolojik rahatsızlık olabileceği gibi yaşam tarzından kaynaklanan, değişime adapte olamamaktan kaynaklan durumlar da olabilir.

Çocuğun şikâyetleri biyolojik ise doktora götürür, alacağınız öneri ve ilaçlarla rutine dönebilirsiniz. Rahatsızlığın biyolojik değil de psikolojik nedenleri varsa, çocuğun ve birlikte yaşadığı ailenin yaşam biçiminin de gözden geçirilmesi gerekir. Örneğin uzun tatil nedeniyle uyku düzeni bozulan çocukların yeni döneme uyum sağlaması zaman alabilir. Dolayısı ile geç vakitlere kadar televizyon veya film izleyen, bilgisayar oyunu ile meşgul olan çocukların derin uykuya geçmesi ve olması gerekene göre daha az uyku uyuması sabah uyanamama, yataktan kalkınca da bedensel şikâyetlerle kendisini belli eder.  Okula geç gitmeler veya aralıklı devamsızlıklar çocuğun okuldan ve derslerden geri kalmasına neden olur. Okula gitmediği gün derslerde işlenen konuları öğrenemez, verilen ödevi yapamaz. Ertesi günü yeniden okula giderken veya gitmesi istendiğinde, bir önceki geceden kalan uykusuzluk ve buna bağlı iştahsızlıkla kahvaltı yapamaz; sorumluluklarını yerine getirememiş olmanın verdiği rahatsızlık, okula gitme baskısı ile birleşince baş ağrısı, mide bulantısı veya bununla ilgili biyolojik ve psikolojik rahatsızlıklar görülmeye başlanır. Çocuklar zamanla okula daha fazla devamsızlık yapmaya başlar. Her yeni devamsızlık, geçmişin biriktirdiği ve geleceğin yeni ilaveler yaptığı endişelerin, baskısının artmasına, psikolojik kaygı eşiğinin yükselmesine ve okul korkusu denen psikolojik rahatsızlığın ortaya çıkmasına neden olur. Yetişkin yaşlarda okula gidiyorum diye evden çıkan çocuğun, vaktini okulda değil de okul dışında geçirdiği durumlar görülmeye başlanır. Bu aşama kritik olup, çocuğun rehber öğretmenlerden veya çocuk psikoloğundan alınacak destek ile tedavi edilmesi gerekir.

Okul korkusu ilkokula yeni başlayan küçük çocuklarda daha belirgin şekilde görünür. Çocuk annesinden ayrılmak istemez. Bu durum aile bireylerinin birbirine olan duygusal bağlarının güçlü olduğu zaman, dışarıdaki hayatın güven vermediği algısının oluşmasına bağlanır. Sorun, kısa sürede kronikleşmeden sevgi ve şevkatle aşılabilir.

İleri yaşlardaki çocuk ve gençlerde ortaya çıkan okul korkusu ise okula yeni başlayan çocukların durumuna göre daha kritik bir süreçtir. Erken müdahale ve tedavi şarttır.

Çocuklar, okula gitmek istememeye başladığında, gerekçe olarak; öğretmeninden korktuğunu, arkadaşlarının kendisini rahatsız ettiğini, okulda kendisine kötü davrandığını söyleyebilir. Hele yurt dışında yaşayan bir öğrenci bu durumu yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi gerekçelerle de ilişkilendirerek anlatabilir.

Akranları tarafından başarısız olduğu için veya farklı giyim tarzı nedeniyle alay edilme, ötekileştirilme gibi durumlar da yaşanır. Bu durumların nedeni yukarıda anlatılan nedenlerden dolayı ortaya çıkan olumsuzluklar olabildiği gibi, değişik özellikleri ile farkındalık yaratan çocuklar arasında da görülebilir. Değişik özellikleri ile farkındalık yaratan başarılı çocuklar, okulda ötekileştirilmeye başladığında da duruma müdahale edilmesi gerekir. Bunun adı çocuk ve ergen psikolojisinde “akran baskısı” olarak tanımlanmaktadır. Bu durumlarda çocuk evde kalmayı okula gitmeye tercih eder. Evde kalan çocuğun üzerindeki olumsuz baskının kalkması nedeniyle, okula gitmesini engelleyen rahatsızlık da kısa sürede geçer; hayat rutin akışına döner.

Gerek okul korkusunun yenilmesi, gerekse akran baskısının bertaraf edilebilmesi için her ana babanın çocuklarının eğitim öğretim sürecini takip etmesi, okul aile birliği çalışmalarına etkin olarak katılması, biyolojik rahatsızlıklarda doktora danıştığı gibi psikolojik rahatsızlıklarda da okullardaki rehber öğretmenlere, ruh sağlığı uzmanlarına yönlendirilmesinde yarar vardır.

Bu sorunların yaşandığı ailelerde de aile içi iletişim bozulabilir. Çocuk kadar, ailenin de yaşam biçimini gözden geçirmesi ve hatta tedavi edilmesi gerekir. Avrupa ülkelerinde yaşanan okul-aile-çocuk ilişkilerindeki sorunların önemli bir kısmı, yabancı olmanın, farklı dil konuşmanın veya dini inanç farklığından değil; yukarıda anlatılan nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Gelecekte “keşke” dememek için, iş işten geçmeden, gerekli tedbirleri bugünden almayı ihmal etmeyin. Özellikle çocuklarınıza, onların okul dışı hayatlarını sosyal çevresi, kitle iletişim araçlarının etkin şekilde yönlendirdiğini unutmadan, geleceğe uzanan yolun da geçmişten günümüze gelen değerlerimizle bağlantılı olduğunu anlatın; sorun yaşıyorsanız, aile içi ilişkilerinizi ve yaşam biçiminizi gözden geçirin; köklerinize arkanızı dönmeyin. Moderniteyi yok saymadan, onun gereklerini yerine getirerek yaşayın; çocuklarınızın hayatın gerektirdiği en iyi eğitimi almasına çalışın; dünyayı daha fazla öğrenmek, insanları daha iyi anlamak ve çevreyle sağlıklı iletişim kurarak başarılı olmak için mutlaka yabancı dil öğrenmeye gayret edin. Dış dünya ile iletişimi kesmeyin; hayatı paylaşmak için yeni arkadaşlar edinin. Her şeye rağmen evinize döndüğünüz zaman sizi dış dünyadaki fırtınalardan koruyacak, sığınacak güvenli bir limanınız olsun. O limanda, geleneksel aile hayatınızda yerel değerlerinizi muhafaza edebilen yaşam biçiminin utanılacak bir durum olmadığına, aksine özel olduğuna, sizi bu değerlerin özel kıldığına öncelikle siz inanın, ardından sahip olduğunuz yaşam biçiminiz, bilgi birikiminiz ve özgüveniniz ile çevreye örnek olun.

Her neye inanıyorsanız inanın, iyilik ve güzellikler sizinle ve sizi sevenlerle yoldaş olsun.
------------------------------------------

Bu çalışma Avusturya'da aylık periyotlarla  yayımlanan Haber Avrupa - Europa Journal adlı gazetenin Ekim 2018 sayısı için hazırlanmış; anılan yayın organında basılıp yayımlanmıştır. Çalışmaya internet üzerinden de
http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2018/cakir102018.jpg adresinden ulaşılabilmektedir. 

30 Eylül 2018 Pazar

Çocukların dil gelişimi ve evde konuşulan Almanca


Bir süre önce kamuoyunun gündemini meşgul eden, Alman siyasetçiler tarafından da sıkça gündeme getirilmesi üzerine kimi ailelerde de “Biz burada kalıcıyız” düşüncesi ile pratiğe dönüşen bir konunun üzerinde durmak istiyorum. “Almanya’da Almanca konuşuluyor. O halde biz de çocuğumuzla evde Almanca konuşalım. Okula gidince Almanca dil sorunu yaşamasın.”

Öncelikle şunun altını çizerek belirteyim ki bir ülkenin tek bir dili konuşan milletten ibaret olduğu düşüncesi 18. ve 19. Yüzyıllardaki bir anlayışın ürünü. O dönemde bile insanlar evde, sokakta aynı dili konuşmuyordu. Bugünkü Almanya toprakları üzerinde değişik diyalektler, ağızlar demiyorum, diyalektler konuşuluyordu. Hatta bir köyde yaşayanların, komşu köydekinin ne dediğini anlayamayacağı durumlar yaşanıyordu. Zaman içinde bir köşe yazısının sınırları içinde anlatılması mümkün olmayan dil, kültür ve siyasi tarihin sonucu bugünkü sınırlar çizildi ve herkesin ortak dili kullandığı resmi eğitim kurumları oluşturuldu. Bu eğitim kurumlarında öğretilen dil de ulusal dil olarak benimsendi; kamu kurum ve kurumlarında kullanılmaması yadırganır oldu; öyle ki bu dili konuşmak ile ülkeye bağlılık, ülkenin hükümranlığı arasında doğrudan ilişki kurulmaya başlandı.

Eğitim kurumları, doğal olarak geçmiş ile gelecek arasında köprü görevi yapan ve eğitim sisteminin en temel yapı taşlarından bir kısmıdır. Doğal olarak da bu kurumlarda eğitim alan çocukların belli normları olan, ortak dilde ve içeriği kamu tarafından belirlenmiş ortak müfredatta eğitim görmesi gerekir. Kamu kurum ve kuruluşlarının dışına sapıldığında, toplum için öngörülen ortak gelecek hedeflerinden de şaşma olur. Dolayısı ile okullarda geçerli olan müfredat ve eğitim dilinin yanı sıra bu kurumların yönetim ve organizasyonu da önemlidir. Okullar toplumsal dönüşümün ve geleceğe yönelik planlamaların odak noktasını oluşturur; burada uygulamaya koyulan öğretim programları bir ülkenin, milletin geleceğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar.

Türk eğitim tarihi incelendiğinde, bir zamanlar Almanca ve Fransızcanın önemli yeri olduğu görülür. Zamanla İngilizcenin etkisi ile yeni bir dil ve dünya görüşü egemen olur. Benzer süreçler Almanya’da da görülür. Bundan 50-60 yıl öncesine geri gidildiğinde, okulda veya okul öncesi eğitim kurumlarında konuşulan dil ile bugünkü dil çeşitliliğinin aynı olmadığı görülür. Daha da gerilere gidildiğinde, Fransızcanın önemli izleri görülür. Toplumun Almancayı koruma refleksi ile “Dil Temizleme Cemiyetleri” kurduğu dönemlere şahit olunur. Ancak yaşanmışlıklar ve ihtiyaçlar eğitim konusuna daha liberal bir bakış açısını zorunlu kılmıştır. Almanya’daki istatistikler 2004 yılında 340 adet iki dilli okul öncesi eğitim kurumuna yer verirken, on sene sonra bu sayı 1035 olarak kayda geçirilmiş.

İki dillilik üzerine olumlu tespitler ve değerlendirmeler yapılıyor. Bununla birlikte Almanya’da yetişen iki veya daha fazla dilli çocukların kendiliğinden avantajlı bir durumda olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü her şeyden önce bu çocukların her iki dildeki kelime hazinesinin ilk yıllarda son derece sınırlı ve yavaş geliştiğini bilmek lazım. Dil gelişiminin zaman içindeki kullanıma göre şekil aldığını unutmamak lazım. Çocuklar farklı dillerden farklı kelimeleri gerek aile ortamında, gerekse arkadaş ortamında veya eğitim kurumlarında bazen edinerek, bazen de öğrenerek büyüyorlar. Okul öncesi eğitim kurumları bu süreçte oldukça etkili oluyor. Çocuk iki ayrı dile ait kelimeleri öğrendiği sürece iki dildeki gelişimi de birbirine paralel olarak gelişiyor ve çocuk iki dilli oluyor.

Çocuk okul çağında okulda sadece Almanca konuşmaya başlayınca, doğuştan itibaren edindiği köken dil, kaynaklarda buna ana dili veya birinci dil de deniyor, gerilemeye başlıyor. İşte bu noktada her türlü siyasi değerlendirmeleri geride bırakıp, çocuğun köken dilini öğrenmesi ve ikinci diline paralel olarak geliştirebilmesi için eğitim kurumlarında da yer açılması gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde, okulda Almanca konuşan çocuk, evde ve arkadaşları ile de Almanca konuşmayı tercih etmeye başlıyor; ebeveynleri ile kurulan bağ ise zamanla yavaşlıyor. Çocuk Türkçe konuşurken sadece kelimeleri seçmekte zorlanmıyor; farkında olmadan köken kültüründen de uzaklaşıyor. Bu süreçte köken diline ağırlık verilmezse, çocuk iki dilli olma avantajını kaybediyor.

Okula yeni başlayan iki dilli çocukların gelişimi, tek dilli çocuklara göre daha geriden gelebilir. İki dilli çocukların dilsel performansı ile ilgili deneysel çalışmalar var. Bunların birinde çocuklardan 60 saniye içinde akıllarına gelen hayvan isimlerini bir kâğıda yazmaları istenmiş. Tek dilli çocuklar verilen süre içinde iki dilli çocuklara göre daha fazla hayvan adı yazarken, iki dilli çocukların yazabildiği hayvan adlarının sınırlı olduğu görülmüş. Bununla birlikte önceden hazırlık yapılmadan, kendiliğinden anlık olarak verilen bir harfle başlayan kelime bulma oyununda ise iki dilli çocukların bulduğu kelime sayısı tek dilli çocuklara göre daha fazla olmuş. Ancak bu noktada çocukların beyinlerinin serebral gelişimlerinin de dikkate alınmasında fayda var. Çünkü beyin kelimeleri alfabetik sıraya göre kaydetmeyip, nesneleri oluşturulan kavramlar ve o kavramlara verilen ada göre tasnif etmektedir. İki dilli çocukların beyin gelişimleri de bir bilgisayarın ana belleğinin iki ayrı formatta iki ayrı işletim sistemine göre yapılandırılmasına benzer şekilde iki ayrı dile göre yapılandırılmakta ve her bir dile ait öğrenilenler beyindeki ilgili dile ait kısıma depolanmaktadır. Bu nedenle de iki dilli çocukların beyinleri tek dilli çocukların beyinlerine göre daha farklı bir işletim sistemi oluşturmaktadır. Bu farklı yapı veya işletim sistemi beynin işlevleri üzerinde de olumlu etkiler bırakmakta, öğrencinin devam ettiği eğitim kurumlarında dil dışındaki alanlardaki bilişsel becerilerin tek dilli yaşıtlarına göre daha ileride olmasını sağlamaktadır; iki dilli çocuklar bu özelliği ile de tek dilli yaşıtları arasında öne çıkmaktadır. Beynin bu farklı gelişimi çocukların erişkin dönemlerine geldiklerinde tek dilli çocuklarla olan gelişimsel farkların kapanmasını sağlamakta; iki dillilik akademik hayatın yanı sıra toplumsal ve sosyal hayatta da farkındalık yaratmaktadır. Bilimsel çalışmalar, iki dilliliğin hayat boyu avantajlarının olduğunu ortaya koymakta; örneğin ileri yaşlarda dil yitimi (afazi) yaşayan bireylerin tedavilerinin tek dillilere göre iki dillilerde daha kolay olduğunu, iki dillilerin tek dillilere göre daha geç yaşlarda demansa (zihinsel becerilerin yitirilmesi, bunama) yakalandığını ortaya koymaktadır.

Çocukların iki dilli ortama ne kadar erken yaşta çıkarılırsa dil gelişimine o kadar olumlu katkısı olacağına ilişkin araştırma bulguları vardır. Eğer uygun ortamlar varsa, çocuk aile ortamında da ikinci bir dilin olduğu bilinciyle büyürse, ikinci dildeki dil gelişimi daha kolay olur. Bununla birlikte şartlar uygun değilse, aile dışında konuşulan dil yeterli düzeyde bilinmiyorsa, çocuğun okul öncesi dönemde yarım veya eksiltili konuşulan bir ikinci dil ile zihnini bulandırmanın anlamı yoktur. Bu durumun çocuğa faydası yerine zararı dokunabilir ve doğru bilinen yanlışlar kalıcı olabilir; dil yanlışlarının ileri yaşlarda düzeltilmesi zaman alabilir. Özellikle aile içinde ebeveynlerin kendilerinin yeterince hâkim olmadıkları bir dili çocuklarına öğretmeye çalışmaları çocuğun dil gelişimine zarar verir. Unutulmamalıdır ki dil sadece kelimelerden ve dilbilgisi yapılarından ibaret değildir. Aileler çocuklarına bir dili öğretirken yahut çocuklar aile ortamında bir dili edinirken o dille ilgili kültürü de öğrenmekte ve/veya edinmektedir. Çocuğun yeterli dilsel altyapının olmadığı aile ortamında ikinci bir dili konuşmaya zorlanması, altyapı olsa da çocuğun iki dilli ortamdan hoşnut olmamaya başlaması halinde, iki dilli iletişim ortamına son verilmeli; çocuk ikinci dili konuşmaya zorlanmamalıdır. Aksi durumlar çocuğun dil ve zihin gelişimine olumsuz etkileri kaçınılmaz olacaktır. Bu süreçte ilave öğretim malzemeleriyle ikinci dilin öğrenilmesine okul dışından destek olmaya çalışmanın zaman, emek ve ekonomik kaybı dışında kayda değer bir etkisi olmayacaktır. 8-16 aylık bebekler üzerinde yapılan bir araştırmada, bebeklere günde asgari bir saat müzik dinletilmiş veya çocuk filmleri izletilmiş, bu uygulamanın sonuca olumlu bir katkısı olmamış. Yani çocuk doğduktan sonra ne müzik dehası olmuş, ne de dil gelişimi normal gelişim süreçlerinin dışında gözlenmiş. Bunun yerine anne ve
Kaynak: sakhalife.ru
babanın çocukları ile çok uzun süre olmasa da anlamlı bir zaman geçirmesi, bu arada kendisine kısa bir öykü okuması, bir masal anlatması veya çocuğun hoşlandığı bir oyunu birlikte oynaması aile içinde kullanılan tek dilin, iki veya daha fazla dilin iletişim aracı olarak geliştirilmesine katkısı olacağı gibi aile içi bağların güçlendirilmesine, çocuğun bilişsel ve sosyal gelişimine daha olumlu etkileri olacaktır.

Gerçekte olmayan veya varmış gibi gösterilen iki dilliliğin ne çocuğa ne de topluma bir faydası olur. Bir annenin çocuğu ile yeterince bilmediği bir dilde konuşması veya bu ailenin bireylerinin akşam olup bir araya toplanınca Türkçe yerine Almanca konuşması ne kadar mümkün değilse, bu aileden çocukları ile Almanca konuşmasını beklemek de Anadolu deyişiyle abesle iştigal etmektir. Bununla birlikte tek dilli ailelerde yetişen çocukların mümkün olan en erken yaşlarda ikinci dil konuşulan ortamlara sokulması, onların zorunlu eğitim çağından önce okul öncesi eğitim kurumlarına verilmesi, ikinci dile yatkınlıklarını kolaylaştıracak, bu tutum çocukların okul başarısına da olumlu yansıyacaktır.

16 Eylül 2018 Pazar

Yeni eğitim öğretim yılı başlarken


Her sene eğitim öğretim yılı başlarken bütün paydaşların dileği, öğretim yılının herkesin hayrına olması, sağlıklı ve başarılı bir eğitim öğretim yılının yaşanması yönünde oluyor. Eğitimle ilgili yazılarda da çocuklarımızın okul başarılarının daha yukarılara çıkarılabilmesi için çeşitli öneriler yapılıyor. Ben de bu yazımda çocukların okul başarısı, Türkçe ve Türk Kültürü Dersi ile velilerin çocuklarının eğitimiyle ilgili çalışmaları üzerinde duracağım.

Eğitim konusunda yapılan önerilerin çoğu öğrenciyi merkeze alan bir yaklaşım içinde olmakla birlikte, sorumluluğu daha çok öğrenciye ve okula yüklüyor. Bir çocuğun okul başarısı, sadece çocuğun çabası ve devam ettiği okul idaresinin yönetim organizasyon kabiliyeti ile sınırlı olmayıp, çocuğun dışında kontrol edemediği değişkenlerle de yakın ilişki içindedir. Çocuğun sağlıklı bir aile ortamının olması, evinde kendine ait yaşam alanı oluşturulması, öğretmeni ile ilişkisi, ailenin okul ve öğretmenle kurduğu ilişki, çocuğun dışında gelişen, ama okul başarısında etkili olan unsurlardan bir kısmıdır. Ailelerin çocuklarını okula göndermekle yasa karşısındaki sorumlulukları ortadan kalkmakta, ancak çocuğun okulda akranları ve öğretmenleri ile olan ilişkilerinin sağlıklı bir zeminde yürütülmesi ve okul başarısının takip edilmesi konusundaki sorumluluğu devam etmektedir.

Okula giden çocuğun sorumluluklarından bir kısmı, okul öncesi eğitimden başlayarak iyi derecede Almanca öğrenmesi ve okula düzenli olarak devam etmesi, verilen ödev ve proje çalışmalarını öngörülen süre içinde eksiksiz yapması, ders içinde ve dışında öğretmenleri, arkadaşları ve diğer görevliler ile sağlıklı ilişki kurmaya çalışmasıdır.

Burada veli ve öğretmen ilişkisi çocuğun okul başarısının takip edilmesi, belli bir amaca bağlı yönlendirilmesi ve gerektiğinde eksiklerinin tamamlanabilmesi için özel destek verilmesi kaçınılmazdır. Unutulmamalıdır ki çok dilli ortamlarda yetişen çocuklar iyi yönlendirilmeleri halinde, yetişkin yaşlara geldiklerinde, yaşadıkları ülkelerdeki sosyal çevreye olumlu katkılar sağlayabilir.  Köken kültürü ile bağının canlı tutulması halinde, vatandaşlık bağı ile bağlı olmasa bile yaşadığı ülke ile geçmiş yaşantıların olduğu ülke arasında sosyal, kültürel, ekonomik boyutlarda belirleyici, öncü roller üstlenebilirler. Bu durumda hem kendileri hem de söz konusu edilen ülkelere olumlu katkılar sağlayabilirler.

Türkiye kökenli bir çocuğun öğretim dili Almanca olan bir okulda başarılı olması öğretim dilini öğrenmesi kaçınılmazdır. İyi derecede Almanca bilgisi, teorik eğitimin yanı sıra meslek eğitimi için de gereklidir. Meslek eğitimi alan bir çırağın, kalfanın, ustanın Almanca bilgisinin yeterli olmadığı durumda, önüne çıkan sınavları geçemeyeceği; eğitimini yarıda bırakacağı unutulmamalıdır.

Bireylerin toplum içinde belirleyici ve öncü rolleri üstlenebilmesi için Almancanın yanı sıra Türkçeyi de aile ve arkadaş çevresindeki günlük konuşma dilinin üzerinde, akademik dil olarak da okuyup yazacak yetkinliğe sahip olması gerekmektedir. Giyim, kuşam önemli bir referanstır ve belli bir maddiyatla iyileştirilebilir; bunun yanı sıra bir alana yönelik bilgi birikimi edinmek ve o birikimi toplumsal ve sosyal alanda etkili konuşma ve yazma yoluyla paylaşma becerileri eğitimle kazanılır. Bu nedenle çocuklarımıza geçmiş ve gelecek arasında önemli bir bağ olma özelliği taşıyan Türkçeyi öğretelim; onları Türkçe öğrenmeleri, Türkçe konuşmaları için teşvik edelim. Türkçeyi akademik düzeyde öğreten öğretmenlerle işbirliği yapalım.

Eğitim hayat boyu gidilen bir yoldur ve bu yol, insan hayatının belli dönemlerinde okul dediğimiz kurumlardan geçer. Bu kurumlarda görevli öğretmenler de alan bilgisinin yanında, bu bilgiyi nasıl ve hangi sırada öğretecekleriyle ilgili yöntem ve teknikleri iyi bilirler. Bir öğretmenin diğer öğretmenden farkı, kişilik özelliğinden kaynaklanır. Ancak en yeni öğretmen, en deneyimli öğrencinin önündedir. Velilerimiz, bu öğretmenler ile çocuklar arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesinden de sorumludur.

Öğretmenler, çocuklarımıza aile ve arkadaş çevresinde konuşulan Türkçenin dışında, meslek hayatında ihtiyaç duyacakları dili öğretirler. Öğrenilen dil kitap okuyarak da pekiştirilir. Okulda öğrenilen Türkçe hem meslek hayatında yeni ufukların açılmasına yardımcı olur, hem de tek dilli insanlara göre avantajlı bir pozisyon açar. Çocukların erken yaştan itibaren iki dili birlikte öğrenmesi, onların yaşadıkları çok kültürlü ortamlara uyum sağlamaları konusunda bir engel oluşturmaz. Aksine ortak payda olan dil, kimlikle ilişkili olduğu için bireyin zihnindeki aidiyetle ilgili soruların ortadan kalkmasına, özgüveninin pekişmesine ve geleceğe güvenle bakmasına yardımcı olur.

Velilerin çocuklarını bu bilinçle yetiştirmeleri, Türkçe ve Türk Kültürü dersi verilen okullarda görev yapan Türkçe öğretmenleri ile yakın ilişki içinde olmaları, bu derslerin sürdürülebilirliği açısından da yararlı olacaktır. Öte yandan, çocuklarını Türkçe dersi aldırmak için okula getiren velilerin bir araya gelmeleri için ortam oluşmuş olacak ve bu sosyal ortamlarda her bir veli kendi çocuğunun yaşadığı sorunları paylaşma imkanı bulacak ve birlikte çözüm arayabileceklerdir. Veliler; öğretmen ve okul idaresi ile işbirliği yaparak çocuklarının devam ettiği okullardaki sivil toplum kuruluşu olan okul aile birliği oluşumlarına katılmalı; bu olmuyorsa, kendileri bir dayanışma grubu kurarak olası hak kayıplarının önüne geçmek için birlikte hareket etmelidir.

Okul aile birliğinin görev alanları şunlar olabilir: Öğrenci velilerini temsil etmek. Velileri okul yönetiminin eğitim uygulamaları hakkında bilgilendirmek. Öğretmenler ile veliler arasında güvene dayalı ilişki kurulmasını ve mevcut ilişkilerin pekiştirilmesini sağlamak. Velilerin görüş, öneri ve isteklerini okul yönetimine iletmek. Eğitim öğretim etkinliğinin olmadığı günlerde düzenlenecek sosyal etkinlikler oluşturmak ve bu konudaki çalışmalarını okul yönetimiyle paylaşmak. Kullanılacak öğretim materyalleri konusunda öğretmenlerle işbirliği yapmak. Bir öğrencinin okulda karşılaşabileceği sorunlar hakkında öğrenciye ve ailesine destek olmak üzere gerekli koruyucu ve kollayıcı tedbirleri önceden alarak bütün paydaşları bilgilendirmek. Bir öğrencinin disiplin cezası veya benzer nedenlerden dolayı okuldan uzaklaştırılmasıyla ilgili olarak verilecek kararlarda ve uygulamalarda okul yönetimi, veli ve öğrenciler arasında köprü görevini kurmak. Yıl içinde kutlanan özel günler için öğretmenlerle işbirliği yapmak.

“Bütün bu görev ve sorumlulukları bir tek okul aile birliği ile sağlamak mümkün mü?” diye sorarsanız; tek kelime ile “Evet” demek mümkündür. Velilerin örgütlü hareket etmesi halinde, veli derneğinin yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış görev ve sorumluluk alanlarındaki girişimlerinden olumlu sonuç alması mümkündür. Yerel mevzuatlara göre, hemen her okul türüyle ilgili düzenlemeler yapılmış olup, bu düzenlemeler içinde okul aile birliklerine de özel yer verilmiştir. Önemli olan okul aile birliğinin yasa ve yönetmeliklerle tanımlanan görevlerini, sorumluluk alanlarını öğrenmek ve öğrenci, öğretmen, veli işbirliğinde birlikte hareket edecek eğitim atmosferinin oluşturulmasıdır. Yeter ki niyetler iyi olsun; sonuçlar da iyi olur. Okul aile birliğinin faaliyetleriyle ilgili bilgi edinmek için gerekli bilgi, belge ve dokümanlara ulaşılması kolaydır. Bu konuda yazılmış, örnek uygulamalara da yer verilen kitapları seçkin kitapçılarda ve yayınevlerinde bulmak mümkündür. Öğrenci, veli ve öğretmenlerle ilgili kararlarda okul aile birliği temsilcisinin öğretmenler kuruluna katılma, söz söyleme, alınacak kararlara müdahil olma hakkı vardır; bu hakkın kullanılması uygulamada önemli bir farkındalık yaratmaktadır.

Okul çağında çocuğu olan her veli okul aile birliğine üye olabilir. Bu okul aile birliği, bir okula devam eden çocukların bütün velilerinden oluşan bir tüzel kişiliktir. Bunun yanı sıra kimi velilerin kendi aralarında oluşturduğu girişim grubu şeklinde de örgütlenmek mümkündür. Bu örgütlerin bütün velilerin ortak oluşturduğu çok dilli ve çok kültürlü yapıda oluşturulması, ortak hayatın kolaylaştırılmasına ve yeni dostlukların kurulmasına vesile olabilir. Bu birliklere üyelik ve burada yapılacak çalışmalar tamamen gönüllülük esasına dayalı olup, çalışmalardan hiçbir maddi menfaat sağlanılmamaktadır. Bazı veliler bu alanda faaliyet gösterecek yeterli zaman bulamayabilir. Bazı veliler de okul, öğretmen ve çocuklarının velileri ile ilgili konulara özel ilgi duyar ve okul aile birliği faaliyetleri için yeterli zaman ayırabilir. Bu veliler okul aile birliğinde hem öğretmenlerin, hem de diğer velilerin temsilcisi olarak görev yaparlar.

Bu temsilcilerin okul aile birliği faaliyetleri içinde yapacağı çalışmalar, dernek tüzüğü ve yerel mevzuata göre gerçekleştirilir. Okul aile birliği üyeliği ilk ve ortaokullarda genel olarak birer yıllık sürelerle yapılırken lise ve dengi okullarda iki yıl sürebilir. Burada yöneticilik yapanların görevleri de çocuğunun öğreniminin bitmesi, velinin istifa etmesi, derneğin veya birliğin dağılmasıyla birlikte sona erer.

Okul aile birliklerinin bir çatı de örgütü vardır. Üye derneklerden oluşan çatı örgütü, gerektiğinde eğitim bakanlığının okullarla ilgili konularda görüş aldığı veya velilerin görüşlerini sunduğu bir tüzel kişiliktir. Bu çatı örgütü yönetiminde görev alan veliler, eğitim öğretim ile ilgili temel konularda eğitim bakanlığı ile birlikte çalışılır ve gerektiğinde ders planları, yönetmelikler, kayıt kabul işlemleriyle ilgili yasal düzenlemeler, veliler veya veli dernekleri tarafından yapılan şikâyetler ile ilgili konularda çalışmalar yapar. Bu çalışmalar bireysel değil; ilgili bakanlık, öğrenci, veli, öğretmen ve görüşülen konuyla ilgili kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşan çalışma grupları veya ihtisas komisyonları içinde yürütülür.

Bütün çabalara rağmen Avrupa ülkelerindeki okul sisteminin dışında kalan öğrenciler, her hangi bir yaş sınırı aranmaksızın eğitimlerini Türk eğitim sistemi içinde açık ve uzaktan öğretim yoluyla da tamamlayabilirler. Bunun için Avrupa ülkelerinde yaşayan ve Türkçe bilenlere yönelik olarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Açık Öğretim Ortaokulu ve Açık Öğretim Lisesi’ni dışarıdan, okula gitmeden bitirme imkânları vardır. Hauptschule veya Mittelschule denen okul türlerini bitiremeden ayrılanlar, Açık Öğretim Ortaokuluna, daha üst eğitim kurumlarına devam ederken eğitimi yarım kalanlar da Açık Öğretim Lisesine devam ederek lise diploması alabilirler. Bu okulları bitirdikten sonra Türkiye’deki bir üniversitede veya Anadolu Üniversitesi açık ve uzaktan öğretim sistemine göre eğitim verilen yükseköğretim programları ile Avrupa ülkelerinde de üniversite hayallerinin gerçekleşmesi mümkündür (Kayıt için, https://mebyurtdisi.anadolu.edu.tr/ adresine başvurulabilir)

Bu vesile ile yeni öğretim yılının öğrencilerimizin, velilerimizin ve bütün paydaşlarımızın beklentilerini karşılayacak şekilde sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir şekilde sürmesini dilerim.


Not:

Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Eylül 2018 sayısında yer almıştır.

11 Eylül 2018 Salı

2018/2019 öğretim yılı kutlama mesajı


Sevgili öğrenciler, eğitim camiamızın değerli üyeleri, kıymetli velilerimiz;

Alman İstatistik Dairesi verilerine göre bugün Bavyera Eyaletinde yaklaşık 200 ülkeden bir milyonu aşkın yabancı yaşıyor ve eyalette yaşayan yabancıların % 20.8’i Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Türklerin % 30.9’u 25 yaşının altında, yani eğitim çağında. Eyalette yaşayan 187.660’ı yabancı uyruklu olmak üzere, yaklaşık 1,66 milyon öğrenci ve 150.000 öğretim elemanı gibi biz de 2018/2019 eğitim-öğretim yılına başlamanın sevincini ve mutluluğunu yaşıyoruz. Yeni öğretim yılının öğrencilerimize, eğitim çalışanlarına ve velilerimize hayırlı olmasını diliyorum. Eğitim-öğretim yılı boyunca karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma duygularının geliştirilmesini, huzur ve hoşgörü atmosferinin genişletilmesini, farklılıkların ayrıştırıcı değil, toplumların zenginlikleri olarak görülmesini, ayrışma ve ötekileştirme için bahaneler aramak yerine ortak toplumsal amaçlara yönelik çalışmaları desteklemek için daha fazla çaba gösterilmesini umuyorum.

Bilindiği üzere eğitim, toplumsal ve sosyal hayatın belirlenmesi ve geleceğe yönelik ortak hedeflerin gerçekleştirilmesi için gereksinim duyulan araçlardan biridir. Bir ülke ve onun yurttaşları için yapılacak en iyi yatırım insana ve eğitime yapılan yatırımdır. Avrupa Türk toplumunun geleceğinin de bugünün çocuk ve gençlerinin eğitimlerine yapılacak yatırımlarla şekil alacağını biliyoruz. Devletimizin ve milletimizin bütün imkânları bu anlayış içinde Münih Başkonsolosluğumuz ve onun görev ve sorumluluğundaki eğitim ataşeliğimiz ile ona bağlı 43 öğretmen ile seferber etmiş durumdayız. Öğretmenlerimiz, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bir seçme sınavını kazanarak yurt dışında görev yapmaya hak kazanmış, nitelikli alan uzmanlarından oluşmaktadır ve geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza Türkçe ve Türk kültürünü öğretmek üzere görevlendirilmişlerdir. Çocuk ve gençlerimizin, yaşadıkları bölgelerde devam ettikleri okullarda aldıkları çağdaş eğitimler ve oluşturdukları bilgi birikimi ile içinde yaşadıkları ve hatta bir kısmının vatandaşı olmaktan mutlu oldukları Almanya’da çok kültürlü hayatın gereklerini en iyi şekilde yerine getireceklerine olan inancım tamdır. Bugünün çocuk ve gençleri, gelecekte sahip olacakları bilgi birikimi ile Türk toplumunun aydınlık yarınlara taşınmasına; iki ülke arasındaki sosyal, kültürel ve bilimsel alanlardaki işbirliğinin daha üst düzeylere çıkarılmasına önemli katkılar sağlayacaklardır.

Bu bağlamda her bir çocuğumuzun en iyi şekilde yetiştirilmesi gerektiğini ve eğitim hakkının kutsal olduğunu biliyor, bütün paydaşlarımızla birlikte bu inanç doğrultusunda çalışıyoruz. Çocuklarımızın eğitim hakkından azami derecede yararlanmaları için içinde yaşadıkları toplumun dilini ve kültürünü en iyi şekilde öğrenmeleri gerektiğinin de bilincindeyiz. Bu bilinç içinde onların köken dillerini de öğrenmelerinin yaşadıkları topluma uyum sağlamaları için bir engel oluşturmayacağını, Türkçe ve Türk kültürünün yaşadıkları toplumun bir zenginliği, gençlerimizin farkındalığı olarak görülmesi gerektiğine, gençlerin öğrendikleri köken dilleri sayesinde geçmiş ile gelecek arasında bağ kurabilme becerisi kazanacaklarına inanıyoruz. Her fırsatta çok dilli yetişen gençlerin Almanya ve Türkiye ilişkilerinin geleceği için bir şans, iş dünyası için kaçırılamayacak bir fırsat olduğunun altını çiziyoruz. Gençlerimizin de ilgi ve yeteneklerine göre mesleki eğitimden genel eğitime kadar eğitimin her alanında içinde yaşadığı topluma değer katacak şekilde yetiştirilmesinin, toplumsal ve sosyal hayatın içinde eleştirel düşünebilen, özgüveni yüksek, yeni ve özgün fikirler üretebilen, ufku geniş bireyler olarak yerlerini almalarının; teorik bilgilerin yanı sıra hayatta gerekli olacak pratik bilgi ve becerileri de kazanmalarının yararına inanıyor; tek tek sayılan bütün bu amaçların yalnızca içinde yaşanan toplumun eğitim yöneticilerinin görev ve sorumluluk alanı ile sınırlı olmadığına; başta aileler olmak üzere toplumun bütün paydaşların ortak görev ve sorumluk alanına girdiğini düşünüyoruz.

Veliler ve eğitim yöneticileri olarak, hangi coğrafyada yaşanıyor olursa olsun, dünyada güç dengelerinin hızla değiştiği, dün öğrenilen bilgilerin yarın geçerliliğini yitireceğini unutmadan, toplumsal ve sosyal beklentilerin ve mesleklerin sürekli değişim ve gelişim içinde olduğunun bilinci içinde olmalıyız. Çocuklarımızın devam ettikleri okuldan mutlaka bitirme belgesi ile ayrılmasını, genel eğitime devam edemiyorsa bile meslek eğitimini yaparak eğitim hakkından yararlanmak için şartları sonuna kadar takip etmesini sağlamalıyız.

Sevgili çocuklar sizler başarılı oldukça, biz de sizin mutluluğunuza ortak olacağız; bizim hayatımız da sizinle birlikte daha bir mutlu ve huzurlu olacak; geleceğe umutla, güvenle bakacağız. Başarının birden fazla değişkene bağlı olduğunu; okula devam etmenin başarı için yeterli olmayacağını; okulda işlediğiniz konuları sınıf geçmek için değil, geleceğiniz için öğrenmeniz gerektiğini unutmayın. Başarının sorumluluk alma, planlı çalışma, kararlı olma, kendine güvenme duyguları ile ilişkili olduğunun bilinciyle hareket edin. Sizi seviyor, önemsiyoruz; sizin de bizleri ve içinde yaşadığınız toplumu sevmenizi, kendinizi zararlı alışkanlıklardan uzak tutmanızı diliyor, milli ve ahlaki değerlerimizi yaşatacak bilinçle hareket edeceğinize yürekten inanıyorum.

Değerli veliler, yurt dışında yalnız olmadığınızı bilin. Evlatlarınıza geçmişiyle barışık ve geleceğinden emin olan asil bir milletin ferdi olduklarını öğrettiğimizi, istikbal için de onların özgüvenlerini pekiştirerek büyük düşünmelerini sağlamak için bıkıp usanmadan çalıştığımızı biliniz. Çocuklarımızın başarısı için eğitim-öğretimleri ile yakından ilgileniniz; okul yöneticileri ve öğretmenleri ile sürekli iletişim içinde olmaya özen gösteriniz; sorunlar çıktıktan sonra çözüm aramaya çalışmak yerine öğretmenler ve okul yöneticileri ile işbirliği yaparak olası sorunlara karşı önleyici tedbirler almaya gayret ediniz.

Kıymetli öğretmen arkadaşlarım, sizler öğretmenlik gibi onurlu bir mesleğin temsilcileri olarak çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirmeye, geleceğe hazırlamaya çalışıyorsunuz. Çabalarınızın olumlu sonuç vereceğine olan inancım sonsuzdur. Gösterdiğiniz özveriden dolayı her birinize şimdiden teşekkür ediyor; başarılarınızın artarak devamını diliyorum.

Bu duygu ve düşüncelerle 2018/2019 eğitim-öğretim yılını kutluyor; bütün öğrencilerimize, öğretmenlerimize ve velilerimize başarılarla dolu bir yıl geçirmelerini diliyorum.

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Bir dünya dili


Başlığı okuyunca, devamını İngilizce diye tamamlarsanız yanılırsınız. Ben, dünya dili olarak Türkçe'mizden söz ederek sizleri daha da şaşırtacağım. Sahi, Türkçe sizin için, Avrupa ülkelerinde yetişen Türkler için ne anlam ifade ediyor? Siz Türkçeyi sadece aile içinde konuştuğunuz ve doğal yolla edindiğiniz dil olarak mı görüyorsunuz? Dünyada en fazla konuşulan diller arasında bir sıralama yapılsa, Türkçeyi kaçıncı sıraya koyardınız? Sizce, Türkçe ilk on dil arasına girebilir mi?

Sabrınızı zorlamadan cevap vereyim. Dünyada en fazla konuşulan dil doğal olarak Çince gösteriliyor. Çince sadece Çin’de değil, Asya kıtasında bir milyar 300 milyon kişi tarafından birinci dil olarak konuşuluyor. Ardından bir dünya dili, dünyanın ortak iletişim dili olarak adlandırılan İngilizce geliyor. Bugün İngilizce konuşanların sayısı 427 milyon kişi ve bu dil birçok ülkede resmi dil, devlet dili olarak kabul edilmiş. Üçüncü sırada 266 milyon kişinin konuştuğu İspanyolca geliyor.  Bu dil sadece İspanya’da değil, özellikle Güney Amerika ülkelerinde yoğun bir şekilde konuşuluyor. Resmi dili İngilizce olan Hindistan’da 260 milyon kişi köken dili olan Hintçeyi konuşuyor. Bu sayı bu dili dördüncü sıraya taşıyor.

Yapısal özellikleri bakımından Ural-Altay dil ailesinin Altay dil grubunda gösterilen ve Doğu Türkistan’dan Orta Avrupa’ya kadar 220 milyon kişinin konuştuğu Türkçe, dünyada en fazla konuşulan diller sıralamasında beşinci basamakta yer alıyor.

O halde, hangi coğrafyada yaşarsanız yaşayın, Türkçeyi unutmayın, unutturmayın. İş hayatınızda, okul sıralarında egemen kültürün etkisi altında, egemen kültürün dilini konuşsanız bile eve gelince Türkçeyi mutlaka birinci dil, ailede kişiler arası iletişim dili, sevginin dili olarak kullanmaya özen gösterin. Çocuklarınıza da dili, dini ve kültürü öğretin. Onlarla Türkçe konuşmaya özen gösterirken, kültürümüzün devamını, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayın. Yakın çevrenizdeki Türkler ile de birinci iletişim dili olarak Türkçe sohbet edin. Çocuklarınızın devam ettikleri okullarda Türkçe dersini alması için gerekli altyapıların oluşturulmasını sağlayın. Çocuklarınızı bu dersleri almaları için teşvik edin, özendirin. Evde konuşulan Türkçenin sınırlı söz dağarcığı üzerine bir gelecek kurmanın mümkün olmadığını öğrendiğinizde iş işten geçmiş olacak. Geçmişi “keşke” ile değil, “iyi ki” ifadesi ile hatırlayın. Türkçemizi kaybedersek kimliğimizi kaybederiz. Kimliğimizi kaybedersek geleceğimizi kaybederiz. Kimliğimiz Türkçemiz!

Bu sözlerimi bir çağrı olarak değerlendirirken, diğer dilleri öğrenmeyin, yok sayın, önemsemeyin anlamı çıkarmayın. Atalarımızın sözüne kulak verelim. “Bir lisan bir insan”. O halde bir yanda güzel Türkçe, öbür yanda dünya dilleri. Yaşadığınız coğrafyada çocuklarınıza sunulan eğitim fırsatlarından yararlanmaya bakın. Vatandaşı olduğunuz, vergisini verdiğiniz ülkelerde yurttaşlık bilinci ile hareket edip, eşit vatandaş olduğunuzu unutmadan, hakkınızın takipçisi olun.

Çocuklarınız dünya dillerini öğrenirken, dünya kültürlerini de öğrenecekler. Gök kubbenin altında kendi kültürleri ile birlikte başka kültürlerin varlığını görecek; hayata ve insana dair bakışları da gelişecektir. Burada yeni bir melez kültür ortaya çıkacak. Bu kültür, bizim geçmişten geleceğe taşımak istediğimiz Anadolu kültüründen yabancısı olmadığımız bir hoşgörü ve sevgi dilinin de taşıyıcısı olacaktır.

Yazıyı bitirmeden söyleyeyim. Arapçayı konuşan 181 milyon kişi, bu dili altıncı sıraya, Portekiz’den Güney Amerika ülkelerine uzanan geniş bir coğrafyaya yayılan 165 milyon kişi de Portekizceyi yedinci sıraya taşımış. Bengalceyi 162 milyon kişi konuşurken, bu dil sekizinci sırada yer alıyor. 158 milyon insanın konuştuğu Rusça, sıralamada dokuzuncu sırada yer alıyor. 124 milyon kişinin konuştuğu Japonca sıralamada onuncu sırada yer alıyor.

Almanca mı? Onu konuşan 121 milyon kişi bu dili on birinci sıraya taşıyor. Fransa dışında ağırlıklı olarak Afrika ülkelerinde yoğun şekilde konuşulan bir dil olan Fransızca 116 milyon kullanıcıyla, en çok konuşulan dünya dilleri arasında 12. Sırada yer alıyor.

Türkçemize sahip çıkalım. Dillerden düşmeyen cümle; “Ben ülkemi ve milletimi çok seviyorum”. O halde gelin, sevginizi gösterin. Sevgi sorumluluk ister; kalplerde hapsolmaya değil, eylemde görülmek ister. Bu eylemi de çocuklarınıza Türkçe öğreterek gösterin. Onları okula, Türk dilinin ve kültürünün öğretildiği Türkçe derslerine götürün.

Not:
Bu yazı Avusturya'da aylık yayımlanan Europa Journal 'Haber Avrupa' Gazetesinin Haziran 2018 sayısında yer almıştır. Özgün metne,
http://europa-journal.net/images/kolumnen/juni2018/cakir062018.jpg adresinden ulaşılabilir.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Avrupalı Türklerin kültürel kimliği


Türklerin Almanya’da veya herhangi bir Avrupa ülkesinde siyasette, sosyal hayatta, ekonomide, birçok alanda yaşadığı sorun "uyum sorunu" değil; ayrımcılığa uğramadan, insan onuruna uygun şekilde yaşamaya yönelik türlü engellerin aşılmasıyla ilgili sorunlardır. Bunların aşılabilmesi de Türklerin ve yaşanılan ülkelerdeki yerel paydaşların el ele vererek ortak hareket etmesi, Türk kültürü ve kimliğine yönelik söylemlere karşı eylemlerle ortak bir tutum sergilemesiyle mümkün olacaktır. Bu konuyla ilgili görüşlerimi aşağıda sıralamak isterim.

Vatandaşlarımızın veya soydaşlarımızın yaşadıkları ülkelerde yurttaş olmanın, olmasa bile yerel mevzuattan kaynaklanan yasal yükümlülüklerini aksatmadan yerine getirdikleri sürece Türk kimliğini ve kültürünü korumaya, gelecek kuşaklara aktarmaya çalışması kimseyi rahatsız etmemelidir. Çünkü Türklük, siyasi bir kavram değil, insanları bir arada tutan duygusal bir bağdır. Türklerin yaşadığı coğrafyada bulunan ülkelerin vatandaşlığını almasına rağmen Türkiye ile kurduğu duygusal bağı devam ettirmesi son derece olağan karşılanmalı, sırf bu nedenle yaşadıkları yeni yurtlarına bağlılıkları sorgulanmamalıdır. Türkler geçmişte de bu tür soruları “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanım” diyerek dışa vurmuştur. Bugün Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa ortak değerlerini savunurken Meryem gibi Türk, Maria kadar Avrupalı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Asıl şaşırılması gereken durum, Meryemlerin Marialar kadar toplumsal kabul görememesi ve “öteki” olarak görülmesidir.

Türkler bir yandan yaşadıkları ülkelerde iyi şartlarda sosyal, ekonomik ve siyasi olarak bir statü elde etmeye çalışmakta, öte yandan ecdadını unutmamaya, geride bıraktıkları hısım, akrabaları ile ilişkilerinin kopmasına izin vermemektedir. Türklerin yeni yurtlarındaki yöneticiler, yeni yurttaşlarının ülkelerini ne derece benimsediklerinden kuşku duyarken, bu gerçeği göz ardı etmektedirler. Bu engelin aşılabilmesi için egemen kültürün taşıyıcıları ile azınlık kültürünün taşıyıcıları daha fazla sosyal, kültürel etkileşimlerde bulunmalı, azınlıkları toplum içinde öteki olarak değil, yeni birer değer olarak görmelidir. Bilinmeyene karşı tepki göstermek yerine öğrenmeye çalışmak, her iki tarafın da düsturu olmalıdır.

Yeni vatandaşların yaşadıkları ülkelere uyum sağlayabilmesi, sosyal ve ekonomik olarak sınıf atlayabilmesi, bu kesimin iyi eğitim almasından geçer. Bu bağlamda hiçbir çocuğun köken dili ve kültürüne yönelik eğitim hakkından mahrum bırakılması gerekmez. Köken dilini öğrenmek isteyen Türklerin yaşadığı ülkeye bağlılıkları sorun edilmez.  Çünkü artık küreselleşen dünyada çoklu kimlikler herkes tarafından normal kabul edilen bir durumdur. Hiçbir toplum, hiç kimse, hiçbir şahıs tek bir aidiyete zorlanamaz. Çok dillilik ve çok kültürlülük küreselleşmenin, etkileşimin ve iletişimin açtığı zorunlu ya da yönlendirdiği bir alandır. İnsanların birbirlerini anlayabilmesi için zihinlerde oluşturulan ve kültürel normlara yönelik önyargıların aşılması öncelikler arasına alınmalıdır.

Söz gelimi, Türkiye’de kendine yaşam alanı bulan ve günden güne gelişen Alman toplumu da Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilere katkı sağlayacaktır. Yabancı kültürler içinde oluşan farklı yaşam alanları sorun adacıkları değil, ortak sorumluluk alanlarında gelişen ve ikili ilişkilerin gelişmesine olumlu zemin hazırlayacak önemli fırsatlar oluşturmaktadır.

STK’lar ve çatı kuruluşları yeni dönemde eğitim, dil, kültür ile yükselen İslam karşıtlığı ile ilgili alanlarda, bireylere ve toplumlara yönelen saldırılar, tacizler ve bu konuda alınması gereken tedbirler üzerine yoğunlaşmalı ve işbirliği alanlarını sayılan bu alanlara yöneltmelidir.

Avrupa Türk toplumunun yurt edindikleri topraklardaki yöneticilerinden önemli beklentilerinin olduğu bilinmektedir. Bu beklentilerin kısa sürede karşılanması mümkün olmasa bile “İslam bize ait değildir” gibi mesajlarla toplumu ayrıştırmak yerine, ortak bir toplum ve huzurlu bir gelecek için beslenen olumlu beklentilerin ve umutların yeşertilebilmesi için olumlu mesajlar verilmesi ve karşılıklı anlayış içinde birlikte hareket edilmesi gerekmektedir. Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların hepsi köktendinci, radikal değildir; aksine bunların ağır bir ekseriyeti günlük hayatını sürdürmeye çalışan, devlete ve topluma karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışan, mütevazı insanlardır. Özellikle Ramazan ayının huzurla yaşandığı bu dönemde Müslümanların teröristlerle özdeşleştirilmesi ve inançlarının, kimliklerinin sorgulanır hale getirilmesi, toplumu germekte ve ortak bir hayatın temelini oluşturmaktan uzak, ayrıştırıcı mesajlar olarak değerlendirilmektedir. Bu olumsuz havanın verdiği tedirginlik ve savunma refleksi farklı değerlendirilmemeli; en azından bu insanların yaşadıkları, ikinci vatan olarak benimsedikleri topraklara bağlılıkları tartışma konusu yapılmamalıdır.

Eğitim konularında işbirliği yapma arzusunda olan “ötekiler”, zaman zaman muhataplarından yeterli karşılık göremeyebiliyor. Oysa dil ve din eğitiminin formal alanların dışındaki zeminlere kayması, bu alanlarda verilecek eğitimin içeriğinin de sorgulanır hale gelmesine neden olacak bir tehdit olarak görülmelidir. Neredeyse birbirleriyle bağı kopmuş şekilde faaliyet gösteren, kökü bir olsa da zaman içinde ayrışan toplumsal grupların, geleceğe yönelik planları arasında din, eğitim ve kültür alanını ekonomik birer faaliyet alanına dönüştürmesinin toplumsal bütünlük açısından tehdit oluşturacağı hususu gözden kaçırılmamalıdır.  Bu tehdidin önüne geçilebilmesi için başta dini cemaatler olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşlarının kendi görev alanlarına çekilmesi; siyaset, kamusal alan ve ticaretten elini çekmesi; kayıt dışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olması sağlanmalıdır. Şeffaf ve denetlenebilirlik, ilişkilerde karşılıklı güvenin tesis edilmesine yardımcı olacaktır.

Her ne olursa olsun, karşılıklı anlaşmanın temelinde uzlaşı kültürü yatmaktadır. Altım seneye yaklaşan göç tarihinde eşit vatandaşlık hakları verilen yurttaşların hala “yabancı” olarak görülmemesi, her iki tarafın da karşılıklı anlayış ve işbirliği ortamlarının oluşmasına zemin hazırlayacak girişimlere daha fazla destek vermesi; günlük dilde “uyum” kavramının yerine de “kabul etme” tutumunun tercih edilmesi için çaba gösterilmesi gerekir.

Her canlının aslı bir çekirdektir. Önemli olan bu çekirdeğin doğasına uygun iklim şartlarını oluşturup, filizlenmesini sağlamaya çalışmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman, insanoğlunun hangi coğrafyadan gelirse gelsin, beşeriyet bahçesinde meyve veren bir ağaç olması mümkün olacaktır.

22 Nisan 2018 Pazar

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlama Mesajı


Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Milli Bayramı ve 1 Kasım 1922’de  saltanatın kaldırılması ile önce 1 Kasım kabul edilen, sonra 1935 yılında 23 Nisan Milli Bayramı ile birleştirilen Hakimiyet-i Milliye  Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyetinin, yani Çocuk Esirgeme Kurumunun, 1927’de ilan ettiği ve ilki Atatürk’ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramının kendiliğinden birleşmesi ile oluştu. 1980’den itibaren de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı adını aldı.

Hakimiyet-i Milliye Bayramı (Ulusal Egemenlik Bayramı), TBMM’nin açılışı ile ilişkili olup, bu günün anısını yaşatmak amacını gütmektedir. Çocuk Bayramı ise savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirilmesi amacını taşımaktayken, 1979 yılının UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı olarak ilan edilmesiyle birlikte yeni bir özellik kazandı.  Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu, bu yıldan itibaren Uluslararası Çocuk Şenliği başlattı ve bayram uluslararası düzeye taşındı. Günümüzde birçok ülkeden gelen çocukların katılımı ile kutlanan bu bayram vesilesi ile birbirinden güzel gösteriler hazırlanmakta, okullarda ve okul dışında çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. 1933’te Atatürk ile başlayan çocukları makama kabul etme geleneği de günümüzde sürdürülmekte, çocuklar kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmektedir.

Türk Milleti’nin ülkesine olan bağlılığının, sevgisinin, saygısının genlere işlemiş hâli, güzel bir yansıması olarak yapılan bu törenler, çocuklar arasında uluslararası dayanışmanın ve gelecekte kurulacak dostluk köprülerinin bugünden atılan temel taşlarıdır. Yıllardır devam eden bu törenlerin gelecekte de uluslararası boyutlarda devam etmesi, gelecek kuşaklar tarafından da sürdürülerek dünya barışına olumlu katkılar sağlamasını dilerim.

Yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın, vatandaşlarımızın ve bizimle birlikte aynı duyguları paylaşan Avrupalı dostlarımızın da bu kutlamalara katılması bizler için mutluluk vesilesidir. Tarihi dostumuz ve NATO müttefikimiz olan Almanya Federal Cumhuriyeti yetkililerine de Avrupalı Türklerin yeni yurtlarında kurduğu hayatları boyunca edindikleri kadim dostları ile dayanışma ruhu içinde kutladıkları bu etkinlikleri gerçekleştirmelerine imkân sağladıkları için teşekkür ederim.

Organizasyona katılan bütün çocuklarımızı başarılı sunumları için ayrı ayrı tebrik eder; bayramlarını içtenlikle kutlarım. Bu bayramın uluslararası nitelikte, dostluk ve kardeşlik çerçevesinde kutlanması için emeği geçen organizatörlerimizi, öğretmenlerimizi, veli derneklerimizi, onlara destek olan bağışçılarımızı ve katılımlarından dolayı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine teşekkür ederim. Ayrıca velilerimizi ve kutlama etkinliklerine katılımları ile anlam kazandıran bütün vatandaşlarımızı, soydaşlarımızı saygı ve sevgi ile selamlar, herkesin bayramını en içten dileklerimle kutlar; saygılar sunarım.

Prof. Dr. Mustafa ÇAKIR
Türkiye Cumhuriyeti Münih Başkonsolosluğu Eğitim Ataşesi V. 

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...