26 Aralık 2016 Pazartesi

Ötekini anlamak ve uyum

İnsanlar, “Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır” (Antoine de Saint Exupery) sözünün aksine, öteki olarak gözüne kestirdiği birinin davranışlarını takip ediyor ve hemen kendi beyinlerine kodladıkları toplumsal veya kültürel değerlere uyup uymadığını kontrol ediyorlar. Uyarsa, ne ala; uymazsa, uyumsuz, ötekisin. Hâlbuki eskiden çevresine şöyle bir bakan insan, elinden geldiği ölçüde kendisini, davranışlarını içinde yaşadığı sosyal çevreye uydurmaya çalışırdı. Bu sırada da “Söz gümüşse, sükût altındır” ilkesine uygun davranır; söz ve eylemleri ile de kimseyi incitmemeye; canını yakmamaya çalışırdı. Uyum tek taraflı değil, karşılıklı bir etkileşimdi. Artık devir değişti. Herkes, özellikle de çoğunluğun kültürünü taşıyanlar, kendi aklına yatanı daha çok beğeniyor. Herkes, öteki olarak gördüğünün kendi değerlerine uymasını istiyor. Bunun toplumsal ve sosyal hayattaki adını da kocaman bir etiketle, uyum diye yaftalıyor. Uyum, akşamdan sabaha sonuçlanan, “uy” deyince uyulan, emir komuta zincirine bağlı bir durum değil ki… İnsan yeni bir ortama girdiğinde önce bir duracak, etrafına bakacak, inceleyecek, görüp göreceklerini duygularının ve aklının süzgecinden geçirecek, beğendiklerini kabul edecek, aklına yatmayanları da olduğu gibi bırakacak. Uyumu hayatı boyunca gelişen bir öğrenme, kültürleme süreci olarak yaşayacak.

Uyum, hayatın seyrine göre, içinde bulunulan şartların veya beraber olunan arkadaşların kişiyi nereye çekerse o yöne gitmek olmadığı, sosyal sorumluluklara bağlı olarak şekillendiği unutulmamalıdır. Uyum için bir okula gitmek veya gitmemek, hayatın olmazsa olmazı değildir. Kaldı ki bireyin sosyal gelişim hızı, şekli ve yeni durumlara kendini uydurabilme yeteneği okula göre değil, kişiden kişiye kişisel özelliklere göre değişkenlik gösterir. Burada eğitim kurumlarının katkısı, bireyin gelişimini biçimsel olarak yönlendirmektir. Eğitim alan birey öğrenme sürecinde kendini tanır; yeteneklerinin farkına varır, sınırlılıklarını öğrenirse, süreçten beklenen istendik sonuçlar daha kolay alınır ve uyum diye tanımlanmak istenen toplumsal ve sosyal hayattaki yaşanmışlıklar olumlu olur.

Uyum sağlamak için kişinin köken dilini, kültürünü bırakması, terk etmesi gerekmez. Bununla birlikte içinde yaşanılan hedef kültüre ait dilin, örf ve adetlerinin öğrenilmesi gerekir. Öğrenmek ile öğrenilenlerin hayatın pratiğine dökülmesi farklıdır. Uyum için hedef dili (Almancayı) bir Alman kadar iyi öğrenmek, nüansları ile konuşmak, toplumsal ve sosyal hayatın içinde başarı ile yer almak için bir anahtardır. Ama uyum sağlayacağım diye kökenini, ana dilini, ana yurdunu unutmak gerekmez; aksine dil öğrenmenin kültürü de öğrenmek olduğu düşünülürse, ana dilini öğrenmenin de köken kültürü ile bağın sürdürülmesi konusunda önemli bir kazanım olacağı unutulmamalıdır. Ana dilini bilen özünü bilir; özünü bilen kendine güvenir; kendine güveni olan da karşıdakine korku veya şüphe ile yaklaşmaz. Birlikte yaşamanın, ortak değerlerin kesişim noktalarını anlar, bir davranışın arka planındaki niçin ve nedenleri bilir ve nihayet yaşadığı anın keyfini sürer.

Okul çağındaki çocukların yaşadıkları çevreye uyum sağlaması, kimlik bunalımı yaşamaması ailenin sorumluluğunda olduğu kadar, çocuğun gelişimiyle ilgisi olan bütün kurum ve kuruluşların da sorumluluğundadır. Bu sorumluluğun paylaşılması, süreç içinde ortaya çıkabilecek kimi sorunların çözülebilmesi konusunda ilgili paydaşlarla işbirliği yapılmasını gerektirir. Eğitim, aile ve sosyal işler ile ilgilenen kurumlar, bu süreçte çocuklara, ailelerine koruyucu ve destek hizmetlerini eksiksiz sunmalıdır. Bu destek aile danışma merkezleri, psikologlar ve uzman hekimler üzerinden sağlanabilir. Bu desteği Avusturyalı yerel makamlar kadar; Türk temsilciliklerinin de istihdam ettiği alan uzmanları üzerinden vermesi beklenir.

Bu kurumların başında sorumlu olanların, çocukların sosyal çevreye uyum sağlaması için onlara duyarlı davranması; çocuk ve aile ile işbirlikçi davranış modelleri sergilemesi, kişisel ikbal yerine toplumsal ve sosyal hayatın gelişimine yönelik projeleri teşvik edip hayata geçirmesi tercih edilir. Bu tutum sorunlar karşısında bunalan ailelerde duyarlık, kurumlara farkındalık ve saygınlık kazandırırken, kişiler arası ve toplumlar arası iletişimde de belirgin bir rahatlama sağlar.

Örneğin bir okul yöneticisi, okulunda öğrenim gören Türkiye kökenli öğrencilere ders dışındaki serbest zamanlarda kendi aralarında Türkçe konuşmayı yasaklayarak, ne onların topluma uyum sağlamasına ne de Almancayı daha iyi öğrenmesine katkı sağlayabilir. Olsa olsa toplumsal gerginlik yaratır; toplumda varlığı hissedilen ve yerel politikacılar tarafından daha belirginleştirilmeye çalışılan kimi ayrışmaları, kanayan yaraları derinleştirir. Bunun yerine başarıyı ödüllendirerek, öğrencilerin Türkçenin yanı sıra Almancayı öğrenmeleri de teşvik edilebilir.

Öğretmen okulda Türkçeyi, aileler de evlerinde Almanca konuşmayı yasaklamak yerine ihtiyacı hissedilen dil konuşulmalıdır. Bu süreçte çocukların duygu ve düşüncelerine değer verildiği hissettirilerek, onları anlamaya çalışmalı; onları hangi dilde istiyorsa, o dilde düzenek değiştirmeden konuşmaya, kendilerini özgür bir şekilde ifade etmelerine yardımcı olunmalıdır.  Bu tutum bazen bir öğrenciyi bazen de bütün öğrencileri anlamanın ipuçlarını verir veya onların ortaya koyduğu farklı dünya görüşü ve hayat tarzlarının, çok kültürlü hayatın doğru yorumlanmasının yolunu açar. Öte yandan bir dilin öncelikle konuşulması yönündeki baskı, o dilden uzaklaşılmasına yol açacağından, gerekçeli olarak anlatılmalı; zorlama yerine teşvik ve ödüllendirme sistemi tercih edilmelidir.

Bireyler toplumda bir insanı uyumsuz olarak ötekileştirip etiketlerken, aslında kendi iç dünyalarını, duygularını ve bilinçaltına yer etmiş önyargılarını da dışa vururlar. Burada sözü edilen yansıtma, bir kimsenin kendi motiflerini, duygu ve davranışlarını başkalarına atfetmesi, anlamında bilinçli olarak kullanılmıştır. Yansıtma bir kimsenin kendine ait fikirleri, duyguları veya kişisel özelliklerini başkalarına atfedilmesi ile ilgili her türlü ötekileştirmeyi de içine alan ağır bir anlam taşır. Atfetme de yansıtma gibi pasif değil, aktif ve sonucu bazen yıkıcı olabilen bir eylem, bir etiketlemedir. Bu süreçte diğerkâm olanlar, kendi menfaatini değil başkalarının hayrını düşünenler ne kadar aktif olurlarsa, sürece o denli olumlu katkı sağlarlar ve sahip oldukları birikimi karşılarındakine o denli olumlu, etkili ve başarılı bir şekilde aktararak yeni oluşumlara katkı sağlarlar. Böylece yeni ufukların açılmasına yardımcı olurlar.

Bir kimseyi anlamayı, bir sanat eserini anlamaya benzeten uzmanlar insanların başkalarını anlamak için onların fizik ifadelerini yorumlayabilmek için kendilerini arkadaşlarının yerine koyması gerektiğini, yani onları taklit etmesi gerektiğini söylemekte ve “bir kimsenin davranışını taklit etmediğimiz zaman onu anlamakta zaafa uğrarız” demektedirler. Uyumun ne olduğunun anahtarı biraz da burada gizlidir. Kendinin ne olduğunu unutmadan, gördüğünü kendine benzetmeye çalışmadan, olanı olduğu gibi görmek ve farklı olanın farkına varmaktır uyum. İster Türkün deyişiyle “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü” ister Alman deyişiyle “Leben und leben lassen” (Yaşa ve bırak yaşasın) demektir.

Söz gelimi, bir futbol oyununda, kendini oyuna kaptırmış heyecanlı ve taraf tutan seyircilerin oyuncuların hareketlerine aktif şekilde tezahüratlarla eşlik ederken, farkında olmadan grup dinamiği içinde yanındakileri de itip kakıştırdıkları görülür.

Bir sirkte gösteri yapan canbazın biri direğin tepesine çıkar, bir diğeri iki direk arasında gerilen ip üzerinde yürümeye çalışır. Bu sırada sarsılan direkle beraber, yürümeye çalıştığı ipin üzerinde öne ve arkaya sallanır. Onu izleyen kalabalık da canbazın ritmine kapılarak öne arkaya sallanır.

Siyasetçilerin, toplumsal rol modeli oluşturan kanaat önderlerinin söylemleri de tıpkı buna benzer. Vatandaş, onların olumlu-olumsuz söz ve eylemlerine kendini kaptırabilir. Bu nedenle toplumlarda rol model olan, rol model olmaya soyunan kişilerin, toplumsal ve sosyal uyumdan veya bir durumdan söz ederken kendi söz ve eylemlerinde ölçülü, tutarlı olmaları, kamuoyunu buna göre yönlendirmeleri beklenir. Aksi halde son derece saygı gören, taraftar toplayan bir liderin çıkıp bütün yabancılar, Türkler vs uyumsuzdur, şudur, budur demesi, bütün toplumun bu söze göre tavır almasına neden olur. Böylece toplumsal hayatın dinamikleri bozulur, giderek daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Oysa hayat yaşarken zorlaştırılmamalı, sorunlar daha ortaya çıkmadan çözüme kavuşturularak kolaylaştırılmaya çalışılmalıdır.

Olumsuzluklar karşısında aklın yerine ani tepkilerin ve aceleci davranışların hâkim olması anlaşılabilecek bir durum olmakla birlikte tercih edilmemesi gereken bir tutumdur. Karşı karşıya kalınan zorlukların üstesinden sakin, duru bir akılla ve kulaktan dolma değil, bilimsel tutuma dayalı bilgiyle gelinebileceği unutulmamalıdır.

Pozitif düşünceyi, akla dayalı bilimsel bilgiyi kullanacak yeni neslin yetiştirilmesi için ilk başta en önemli görev ve sorumluluk aileye, sonra da okula, dolayısı ile öğretmenlere düşer. Bunun altyapısını hazırlamak ise yerel ve ulusal yönetimlere.

Kaldı ki ötekini anlamak ve yaşananları sağduyu ile değerlendirebilmek için önce niyet, ardından bilgi ve çaba gerekir. Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyükse, bunların üstesinden gelmiş olmanın verdiği hazzı yaşamak da o denli gurur ve mutluluk vericidir.

Yurt dışında yetişen çocuklarımızın ve gençlerimizin yaşadıkları çevreye uyum sağlamalarını kolaylaştırabilmek, kendilerini ötekileştirilmiş, dışlanmış hissetmemeleri için öncelikle özgüvenlerinin pekiştirilmesi üzerinde durulmalıdır. Bu da dil ve tarih bilincinin yerleştirilmesi ile mümkün olabilir.

Batılılar kendi çocuklarına önce kendi kişisel, maddi menfaatlerini korumayı öğretirler. O çocuklar büyüdükleri zaman kendi kişisel menfaatlerini, “insan hakları” olarak algılar ve öteki olarak gördüklerine “insan hakkı” adı altında zulme varan baskılar uygulayabilirler.

Çocuklarımızın özgüvenlerini geliştirirken, onların yaratıcılıklarını ve eleştirel düşünme yeteneklerini de geliştirecek ortamların oluşturulması gerekir. Gençler her türlü olumsuz şartların yarattığı psikolojik baskının üstesinden edinecekleri bilimsel bilginin yanı sıra “kul hakkı” diye şekillenen maneviyata dayalı güç ve kuvvetin desteğini de alabilecek altyapıya sahip olmalıdır. Bununla birlikte ulusal bilinç, edep ve estetik zevkler açısından da onları geliştirecek sosyal ve kültürel çevrelerin hazırlanmasına çalışılmalıdır.

Mehmet Öz (2016, s. 4).’ün Türkiye’deki gençlere önerdiği gibi, yurt dışında yaşayan soydaşlarımızın da “Aklını başkalarına emanet eden bir güruha değil, aklı ve ruhuyla hareket eden, kendi olabilen ve aynı zamanda milletine mensubiyet şuuru yüksek bireyler yetiştirmesi esas gaye olmalıdır”. Bu süreçte de bize yani ailelere ve eğitimcilere düşen görev mazeret bildirmek değil, olası sorunlara çözüm üretmek, bunları hayata geçirebilmek için mücadele etmek olmalıdır.

Bugün Avrupalıların yabancılar söz konusu olduğunda herhangi bir olumsuzluk yaşanmasa bile zihinlerinde hissettiği olumsuz çağrışımlar, toplumsal ve sosyal hayatın kurgulanmasındaki sorunların dışa vurumudur. Yaşanan olumlu olumsuz her olay, toplumlara tutulmuş birer boy aynasındaki yanımadır. Unutulmamalıdır ki aynanın bir yüzü parlaksa öbür yanı karanlıktır ve ortak gelecekte bir arada huzur içinde yaşayabilmek için sorunların derinliğini gösteren karanlık yüzün sırlarına da vakıf olmaya çalışılmalıdır.

Not: Bu yazı "Haber Avrupa" Aralık 2016 ve Ocak 2017 sayıları için hazırlanmıştır. Dergiye sosyal medya hesaplarından ulaşmak mümkündür. 
https://tr-tr.facebook.com/haberavrupa.europajournal/

Kaynak:

Öz, Mehmet (2016). Durum Değerlendirmesi ve Geleceğe Bakış. İçinde: Türk Yurdu. Kasım 2016, Yıl 105, S. 351, ss. 3-5.

27 Kasım 2016 Pazar

Merhabayı unutma

Bu satırların yazarı 70’li yılların ikinci yarısından bu yana Avrupa ülkelerini geziyor. Türlü amaçlarla, türlü kimliklerle... Demem o ki bazen bir işçi çocuğu olarak, bazen bir üniversite öğrencisi olarak, bazen de bir akademisyen kimliği ile. Bu süreçte gözlediğim, günlüklerime aktardığım kimi konuları paylaşıyorum.  

Avrupalılar tarih boyunca kendinden görmediğini, sırf farklı olduğu için dışlamış, onları bazen düşman olarak bazen de öteki olarak göstermiş, zaman zaman türlü cefalar çektirmiştir. Ayrıntıya girmeye gerek yok, Avrupa tarihini bilenler bilir. Buna rağmen bu “ötekiler” tutucu, tutuk, ezik, bağnaz ve kendi içine kapanık bir hayat sürmek isteyen “yerlilerin” arasındaki gelişimlerini sürdürmüş, toplumsal ve sosyal hayatın her alanına nüfuz ederek, Avrupalıların gelişmesine katkı sağlamıştır. Bugün bir Avrupa uygarlığından söz edilebiliyorsa, bunun arka planında geçmişte yaşananlardan çıkarılan dersler, farklı olanın bir zenginlik olarak görülmesi, farklı olanın yeni bakış açıları sunması vardır.

Günümüzde de zaman zaman suçlanan, seçim arifelerinde ülkeden “kovulma fermanlarına” maruz kalan yabancılar veya yurttaş olduğu halde yabancı olarak görülenler, hayatın hemen her aşamasında ötekileştirilmelerine karşın bir yandan kendilerine güvenen yurttaşlar olarak gelişimlerini devam ettirirken, öte yandan da topluma sundukları olumlu katkılarla saygın yurttaşlar olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar. Yani kuvvetli esen fırtınalar içinde sessiz kalan, sükûnetini muhafaza etmeyi başaranlar çalışkan insanlar, mesleki başarılarından da söz ettirebiliyorlar.

Her biri ayrı bir başarı öyküsü olan bu çalışmaların sahiplerinin aslında ortak bir özelliği var. Bunlardan ilki bu satırların yazarının da çoğu defa ortaya koyduğu gibi, çok sayıda bilimsel araştırma ile de ortaya koyulmuş. Ana dili hâkimiyeti ve köken kültürüne olan bağlılık. Ana dili eğitimi ile öğrenci başarısı arasında doğrusal bir ilişki olduğunu pek çok bilimsel araştırma ortaya koymuş. Ana dilini iyi bilen öğrenciler, bilmeyenlere göre hem derslerinde hem de iş hayatlarında daha başarılı oluyor. Köken kültürünü muhafaza edenler de içinde yaşadıkları toplumda ortaya koydukları ürünlerin yaşadıkları kültüre göre “özgün” ve “örnek” olmasını sağlıyorlar.

O halde, Türk Milleti’ndenim diyen her insan, gurbette de olsa, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe öğrenmeli; evinde çocuklarına Türkçe öğretmeye, onlarla Türkçe konuşmaya azami özen göstermelidir. Türkçe konuşamayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia etse de buna inanmak doğru olmaz. Çünkü dil geçmiş ile gelecek arasında, gözle görülmeyen, ama varlığı da hissedilen kuvvetli bir kültürel bağ; gelecek kuşakların Türk kimliği ile tanınabilmesi için güvenlik sigortasıdır.

Ana dili geleneklerimizi, göreneklerimizi yaşatır. Öteki olarak etiketlenilen bir toplumun içinde erimemenin, yok olmamanın teminatıdır. Gelecek kuşakların, taze fidanların can suyudur. Bu canlara verilen suyun, ham hamasetten arındırılmış olmasına özen gösterilmelidir. Bu nokta özellikle yabancı kültürün baskın olduğu ortamlarda daha da önem kazanmaktadır. Esaslı bilgiye dayanmayan milliyetçiliğin ırkçılığı; sağlam inanca, köklü bilgiye dayanmayan ve aklın süzgecinden geçirilmeyen dindarlığın da bağnazlığı getireceği unutulmamalıdır. Yakın geçmişe duyulan saygı ve özlemin, Cumhuriyetin temel değerleriyle çatıştırılmadan, moda olduğu için değil, geniş bir bakış açısı ile ihtiyaç olduğu için verilmesi gerekir.

Ana dilini ‘doğru-düzgün’ konuşamayan çocuklar ilerleyen yıllarda, yetişkin konumuna geldiklerinde sosyo-kültürel sorunlarla karşı karşıya geliyorlar. Dil ile dolaylı aktarımı yapılamayan, eksikliği hissedilen maneviyatın arayışına yöneliyor; radikal inanç gruplarının istismarına açık hale geliyorlar. Bu süreçte suça karışanların, toplumsal kabul görmeyen davranış biçimlerini sergileyenlerin sayısı giderek artarken, aile içi iletişim azalıyor ve giderek kopuyor; değerler çatışması yaşanıyor. Birinci kuşak ile üçüncü, dördüncü kuşak arasındaki bağın her geçen yıl giderek zayıfladığı görülüyor. Birinci, ikinci kuşak torunlarıyla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyor. Okullarda uluslar üstü anlaşmalar nedeniyle verilen, ama velilerin gerekli önemi vermediği Türkçe hızla unutuluyor. Böylece yetişen her yeni kuşağın aile bağları ile ana yurtları ile ilişkileri de zayıflıyor. Evli çiftler arasında boşanma oranı hissedilir şekilde yükseliyor.  

Bu konuyla ilişkili olarak, ana dili eğitiminin yetersizliği Avrupa’daki gençlerin inançlarına, maneviyatlarına olumsuz yansıyor. Türkçe anlayamadığı hutbeyi imamdan Almanca okumasını isteyen gençlerin sayısı belirgin şekilde artıyor. Dikkatle incelendiğinde, bu gençlerin Almanca dil düzeylerinin de istendik düzeyin altında olduğu, kendilerini her iki dilde de yeterince ifade etmekte zorluk çektikleri görülüyor.

Öte yandan, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenliler elinde olmayan ve kontrol edemedikleri dış etkenlere karşı da ayakta durma, varlıklarını sürdürebilme mücadelesi vermek zorunda kalıyorlar. Yaşadıkları ülkelere bağlılıkları sorgulanıyor; onların iki ülke arasındaki sıkışmışlıkları siyasi ikbal hırsı güden bazı politikacıları her geçen gün daha cüretkâr, daha pervasız ve daha acımasız bir hale dönüştürüyor. Bu durum toplum içinde “farklı” olana karşı hoşgörüyü zayıflatırken, farklı olanın farkının ortadan kaldırılmasına yönelik kampanyaların giderek güç kazanmasını sağlıyor.

20. Yüzyılın medeniyet projesi olarak ortaya çıkan ve giderek kuruluş amacından sapan Avrupa Birliğinde bugün kabul edilmiş 23 resmî dil var. Bu dillere ilave olarak birlik içerisinde 175 göçmen dili ve 60 bölgesel ve azınlık dili konuşuluyor. Üye ülkelerin tamamı 1992 yılında Avrupa Konseyi’nde kabul edilen Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Anlaşması’nı kabul etti. Anlaşma söz konusu dillerin öğretimi için gerekli bütçenin ayrılmasını da öngörüyor. Ancak bilhassa son 10 yıl içerisinde ana dili eğitimine verilen devlet desteği kimi ülkelerde ya tamamen kaldırıldı ya da ihtiyacı karşılamaktan uzak rakamlara çekiliyor. Bu durum 1900’lü yıllarda kalan ve Avrupa yerel dillerini yok etmek için uygulanan politikaları çağrıştırıyor.

Avrupa’da Türkçe ana dili eğitiminin önündeki en büyük engellerden biri bulunulan ülkedeki politikalar ise diğeri de Türk ailelerin bilinçsizliği. Birçok aile geçmişte olduğu gibi günümüzde de ana dili eğitiminin çocuklarının yaşadığı ülkenin dilini öğrenmesine engel olacağını sanıyor. Oysa bilimsel çalışmalar bunun tam tersini söylüyor. Ana dilini iyi öğrenen bir çocuk hem yaşadığı ülkenin dilini hem de diğer üçüncü dilleri daha kolay öğreniyor. Toplumda adeta önceki kuşaklardan miras olarak devralınan “cahil Türk” algısının yer yer içselleştirildiği görülüyor. Bu kısır döngünün kırılması için el birliği ile çalışılması, okul-veli-öğretmen üçgeninin iyi kurulması ve sağlıklı işletilmesi gerekiyor.

Türk kültürünün yeni kuşağa aktarılması konusunda yetersizlikleri olan, geliştirilmesi gereken bir diğer konu da Türk televizyonlarının Avrupa’ya yayın yapan kanalları. Buralarda daha çok paket yayınlar, reklam, şans oyunu ve doğrudan satış odaklı yayınlara yer veriliyor. Türk dili ve kültürüne yönelik yayınlar neredeyse yok denecek kadar az. Oysa cazip programlarla dil ve kültüre katkı sağlayacak yayınlar yapılabilir. Bu yayınlarda Türkiye ile Avrupa birbirinden farklı alanlarda karşılaştırmalı olarak anlatılabilir. Farklı yayın kuşaklarında Avrupa uygarlığının ortaçağdan itibaren ortaya koyduğu, her yeni kuşakla birlikte geliştirerek üstüne koyduğu rönesansı, aydınlanmayı, türlü çeşitli düşünce akımlarını, edebiyatı, felsefeyi, müziği, sosyolojiyi kesintisiz bir tarihsel kronoloji içinde karşılaştırmalı olarak, kuru hamasi söylemlerin batağına saplanmadan, özenle aktarmak mümkün olabilir. 

Bitirirken şu belirteyim ki Avrupalı gençlerimize akademik bakış açısıyla baktığımda karamsar değilim, iflah olmaz bir iyimser de olmadım. Demek istediğim, 1980’li yılların çalkantılı dönemlerinde bir süre Almanya’da Avrupalı Türkler ile bir arada, gönül gönüle yaşamış olan Cem Karaca, birbirlerine “Guten Tag!” diye Almanca selam veren Türk gençlerinin yukarıda özetlenen durumunu çok iyi gözlemiş ve “Merhabayı Gençler” diye adlandırdığı değerli albümündeki “Almancılar” şarkısı ile büyük sükse yapmıştı. Evet, “merhaba” tek bir kelime, ama yurt dışında yaşayanların bir olmasını ve iri olmasını sağlayan önemli bir anahtardır.

Bu yazı Haber Avrupa Kasım 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Kaynağa http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2016/cakir112016.jpg (27.11.2016) adresinden ulaşabilirsiniz.

15 Kasım 2016 Salı

CRI TÜRK FM - Mustafa Çakır Röportajı - Manşet Programı (08 Kasım 2016)

CRI TÜRK FM  (Çin Devlet Radyo Televizyon Kurumu) Türkiye Almanya ilişkilerinin son durumuyla ilgili olarak yaptığımız mülakattan satır başları:

Her yeni güne alışılmadık duygularla başlıyoruz. Her bir yeni gün, bir zamanlar İstanbul’da çıkan “halka ve olaylara” Tercüman adlı günlük gazetenin alt başlığındaki sloganı çağrıştırıyor: “Her sabah dünya yeniden kurulur; her sabah taze bir başlangıçtır.”

https://soundcloud.com/criturkfm/mustafa-cakir-roportaji-manset-programi-08-kasim-2016
Son yıllarda bu taze başlangıçlar hiç de hayra alamet başlangıçlar gibi görünmüyor. Türkiye’de ilginç olaylara tanık oluyoruz. Nedenini bilemediğimiz, aklımızın almadığı olaylar birbirini izliyor. Bir kesimin, “yıllarca dışlanan, tepeden bakılan, adam yerine koyulmayan, adeta sömürülen, köylü, çoban, baldırı çıplak, makarnacı, kömürcü, cahil gözüyle bakılan en alttaki insanların toplum içinde ayağa kalkmasından son derece rahatsız olmaya başladığı” görülüyor. Bir başka kesimin de dün canım, ciğerim dediği; birinin ötekinin derdiyle dertlendiği günleri geride bıraktığı; karşıt kutuplara geçtiği görülüyor.

Adeta, dünün doğruları, bugünün yanlışları olarak anlatılıyor. Vatandaşın kafası karışmış; geçim derdinde. Başka bir günün aydınlık sabahına merhaba demek istiyorsunuz; ne mümkün. O gün güvenlik güçlerine kurulan kalleş pusularda hayatını kaybeden askeri, polisi, kamu görevlilerinin olduğunu öğreniyor veya dinliyorsunuz; terörün her türlüsüne lanet olsun demekten başka bir çıkar bulamıyorsunuz. Kimin neyi paylaşmak istediğini soruyor, sorguluyor, cevabını bulamıyorsunuz. Okuduklarınız, kendinizce yaptığınız analizleriniz iç ve dış bağlantıların safları sıklaştırdığını haber veriyor sanki…
Belleği geleneksel dostluk söylemi ile doldurulmuş vatandaşlarımız, Türkler aleyhinde gündeme getirilen söz veya eylemleri duyunca zihinlerinde ciddi soru işaretleri oluşmakta, hayal kırıklıkları yaşayabilmektedir.

Her fırsatta ülkesini Batı'ya, Almanya’ya şikâyet eden ve algı operasyonlarının altına imza atan bir grup var. Bu bağlamda, millete hizmet edenler ile milletin oluşturduğu katma değerlerden nemalanmaya çalışanlar ayrı sevdaların peşinde olduğu; menfaat sahipleri kol kola görülüyor. Batılı açısından kim haklı, kim mağdur anlamak adeta mümkün değil.

Türkiye, 20. yüzyıl boyunca küresel iletişim sahnesinde suskun bir ülke oldu. Hakkında olumlu olumsuz pek çok şey konuşuldu; ama bu kadim ülke suskunluk zincirlerini kırıp tarihi gerçekleri ortaya koyup, suçlamalara cevap verme gereği duymadı. Türkün sessizliğini görenler, bu durumu suçluluğun dışa vurumu olarak değerlendirip, “durumdan kendilerine vazife çıkarmaya” yeltendiler. Tıpkı Bayan Merkel ve kimi Avrupalı yandaşlarının yaptığı gibi…

Gerçekten Türkiye’yi mesken tutan Suriyelileri “muhacir” olarak görüp, onlara “ensar” olmaya çalışıyoruz; bir yere kadar lokmalarımızı da paylaşıyoruz; ama Batılı bu durumda da bir eksik arıyor, Türkiye’nin imdat çığlıklarını duyan “medeni” Avrupalının yardım sesi çok cılız çıkıyor. Akdeniz, çaresiz insanların can pazarı halinde. Kimi bu çaresiz insanların üzerinden para kazanma; kimi de insanlık dersleri vermeye telaşında.

Bir başka gün, gazetelerden Ege Denizi’ne açılan, Yunanistan adalarına çıkmak, oradan da Avrupa ülkelerine gitmeyi hayal eden Suriyeli mültecilerin botlarının Yunan sahil güvenlik teknelerindekilerce patlatıldığını ve geri dönmeye zorlandıklarını okuduk. Haberlerde insanların bu yolla Avrupa sevdalarından vaz geçmelerinin sağlanılmaya çalışıldığını okuduk. Balıkçılar can pazarına dönen denizden insan bedenlerini sayarak toplarken, çağdaş, medeni Avrupalı dostlarımızın, kendi aralarında yaptıkları istişarelerde, bu insanların Türkiye’de tutulmasının yollarını tartıştığını öğrendik.

Avrupalı Türkiye’nin her yeni gün bir krizden ötekine savrulmasını adeta elini ovuşturarak seyrediyor. Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarlar, çaresiz insanlara yardım etmek bir yana, bir yandan Türkiye’nin verdiği mücadeleye “aferin” çekiyor; güzel sözlerle gönlümüzü almaya çalışıyor, öte yandan kirli savaşın etkisiyle ekonomisini düzeltmeye çalışıyor. İnsanlık, bazen iki ülkeyi ayıran sınırdaki tel örgülerin altında aç, susuz dipçik yerken, bazen bir aracın kapalı tentesinde can verirken, bazen de Akdeniz’in soğuk sularında yeni bir hayat peşindeyken batan, batırılan botlarda, sandallarda, insan tacirlerinin elinde çoktan boğulmuş.

Yani tam da Romalı komedi yazarı Titus Maccius Plautus (MÖ 254–184) tarafından yazılan Asinaria (Eşeklik) adlı güldürüde geçen homo homini lupus durumları yaşanıyor. İnsanların bir kısmı uzayın derinliklerini keşfetmeye çalışırken, bizim coğrafyamıza yakın bir kısmı cehaletin pençesinde ortaçağ karanlığına geri dönüyor; tarifi imkansız acılarla boğuşuyor.

Bayan Merkel’in Türkiye’yi ve Türkleri sevme gibi bir zorunluluğu yok. Bununla birlikte, ülkesinde yaşayan ve sayıca önemli bir kısmının Alman vatandaşı olduğunu çok iyi bildiği yaklaşık üç milyon Türkiye kökenli insana, sadece Türkiye’den geldikleri için değil ama insan oldukları için saygı göstermesi; bunların onurlarının, Alman toplumu içindeki geleceklerinin kişilerin siyasi ikballerinden daha önemli olduğunu unutmaması gerekir.

Öte yandan deneyimli bir politikacı olarak ülkedeki yoksunluk ve yoksulluk nedeniyle sürekli ötekileştirilen ve hedef gösterilen yabancıların, göçmenleri maruz kaldığı saldırgan politikalara tepkisiz kalmamalı; geçen dönem başlatılan meclis araştırma komisyonu çalışmalarını devam ettirerek somut sonuçlara ulaştırmalıdır.

Almanya’nın son yıllarda verdiği mesaj, işbirliğine açık değil. Hâlbuki Alman toplumu aldığı göçle hızlı bir şekilde çoğulcu bir topluma dönüşüyor ve bu durum birlikte yaşamanın asgari ölçütü olan ötekileştirmemeyi gerekli kılıyor. Ülkede bulunan göçmenlerin de aynı gök kubbe altında yaşadığı ve kader birliği ettiği diğer vatandaşlar gibi siyasetin kirlenmeden, mevcut sorunlara çözüm üretmesini beklediğini düşünmesi; yeni dönemde daha sorumlu bir politika izleyerek “insanları işkembeleri yoluyla avlamayı”[1] amaçlayan halkçı politikalardan vazgeçmesi gerektiğini uygulamaları ile göstermesi gerekir.

Bir diğer husus da ülkedeki göç ve uyum tartışmalarında hemen her taşın altından çıkan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın konuya ilişkin politikalar belirlenip uygulanırken yer alacağı pozisyonu belirlemesi ve çoğulcu toplum anlayışını sınırlayan “yabancılara en yabancı ülke” imajını ortadan kaldırması gerekir. Bunun için de İslamcılık korkusuyla Müslümanların mercek altına alınması, dini gereksinimlerini yerine getirmeleri konusunda gerekli kolaylıkların sürdürülmesi ve sünnetin yasaklanması yönündeki tartışmaların Müslümanlar ve Yahudiler tarafından nasıl algılandığının iyi analiz edilmesi, hatta hiç tartışmaya açılmamasında yarar vardır. Siyaseti siyaset, dini din olarak kabul etmek gerekir. Eğer bu durum günlük hayatta pratiğe geçirilebilirse, halklar arasındaki işbirliği de dün olduğu gibi, bugün de, yarın da siyaset üstü huzur ve güven bağlamında tesis edilir. Bu durum, iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri hem de halklar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlar. Kaldı ki bu tür popülist politikaların tarihte Almanlara nelere mal olduğunu bütün dünya gibi Alman dostlarımız da gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle, popülizmin bulaşıcı illetinin yaşandığı Fransa’daki Pujadizm veya Löpenizm’e bakarak Almanya’yı bu illetten bir an önce kurtarmaya bakmalılar.

"Milletvekilleri tutuklanmıyor. Teröre destek veren, terör propagandası yapan, ifadeye çağrıldığı halde gitmeyenler hakkında işlem yapılıyor. Partiler yaşamalıdır ama kimse terör faaliyetlerinin arkasına saklanmamalıdır" Bakın İspanya'nın doğusundaki Katalonya özerk yönetimindeki Berga kasabasının kadın belediye başkanı Montse Venturos, ayrılıkçı girişimleri ve mahkeme çağrısına kayıtsız kalması nedeniyle gözaltına alındı. Türkiye'yi seçilmişleri içeri tıkmakla suçlayan batı ise birebir aynı olan İspanyol Başkan konusuna sessiz kaldı.

Geçmişte yaşadığı kimi olumsuzluklara rağmen Almanya’yı hala bir hayal ülkesi, “dost ve “müttefik” olarak gören kadim Anadolu’nun evlatları “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını” ayırt eden bir kültürel mirasın bekçisidir. Her iş iyi niyetle, güzel düşüncelerle yapılınca amacına ulaşır, yeter ki niyetler iyi, hedefler belirgin olsu. Bugün de kendini Almanların “tarihi dostu” ve “müttefiki” olarak gören bu milletin çocukları ile bütün dünya âleme “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını”  gösterecek güce ve olgunluğa sahiptir. Yaşananların farkındadır.

"AB artık PKK konusundaki çeşitli kurumların çifte standartlarına bir düzen getirmelidir. Belçika'daki bir mahkemenin PKK'yı terör örgütü olarak tanımama kararı, doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne saldırıdır. PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmeyen bir mahkeme kararı, meşru devletlerle bir terör örgütünü eşit saymaktadır. Bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, BM şartına ve hepimizin altında imzası olan bütün uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bu asla kabul edilemez. Böyle bir çifte standart olmaz. DEAŞ söz konusu olduğu zaman bütün dünyayı ayağa kaldıracaksınız ama PKK söz konusu olduğunda sempati moduna geçeceksiniz. Bu asla kabul edilemez."

Yeni dönemin Türk Alman ilişkileri için yeni işbirliklerine ve aydınlık günlere başlangıç olması herkesin ortak dileği. Bilindiği üzere, Merkel geçmiş iktidar dönemlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye yerine ayrıcalıklı üye yapılarak birliğe üye değil, sanki köle olmasını önermişti. Merkel’in bilmediği özelliklerimizin de olduğunun farkındaki sağduyulu politikacılar ilk başlarda bu öneriye pek itibar etmediler ve Türkiye, tam üyelik için tarih aldı, ama zamanla rüzgâr tersten esmeye başladı.

Eskiden bir şehirde Haset mi haset birisi yaşarmış. bu yüzden komşuları ile arası açık. Yöneticinin kulağına gitmiş ve o kişiyi çağırmış. Sana ne dilersen onu vereceğim ama bir şartım var. Aynı şeyin iki katını da komşuna vereceğim demiş. Hasetin talebi bir gözünün çıkarılması olmuş. Maksat komşunun iki gözü çıksın mantığı. Pek çok çevre, pek çok ülke Türkiye'ye karşı, 'Maksat komşunun iki gözü çıksın' mantığıyla bir husumet politikası yürütüyor. 'Türkiye ayağa kalkmasın, Türkiye belini doğrultmasın, muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmasın'. İsteseniz de istemesiniz de biz muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkacağız.

Yayının podcasti:
https://soundcloud.com/criturkfm/mustafa-cakir-roportaji-manset-programi-08-kasim-2016



[1] Popülizm ile ilgili olarak bkz.: Umberto Eco (Çev. Cemal Karaağaçlı). “Avrupa Popülizmin Tehdidinde” Türk Edebiyatı. 369, 112471/2004/07, s. 19.

Avusturya ile güncel ilişkilerimiz

TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu ve Memleketim FM tarafından 15.11.2016 tarihinde 14:00-14:50 arasında canlı yayımlanan "Biz Burada Kalıcıyız" adlı programda "Avusturya ile güncel ilişkilerimiz" konusu işlendi. Röportajdan satır başları.

Ele alınan konular:
1. Yabancılar Avusturya sosyal sistemine yük mü?
2. Avusturyalı Türklerin gündelik hayatı nasıl?
3. Gençlerin kendi aralarındaki sohbet konuları neler?
4. Avusturyalı Türklerin Türkiye ile bağları, Türkiye’ye karşı besledikleri hisleri nasıl?
5. Geri dönüş planları, geleceğe ilişkin beklentileri neler?
6. Ülkeye sadakat duyguları nasıl?
7. Türkiye Avusturya’da iç siyaset malzemesi yapılıyor mu?
8. Avusturya’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türklere nasıl yansıyor?
9. Türkiye aleyhine afişler neyi işaret ediyor?
10. Müslümanlara karşı yıldırma ve baskı politikası var mı?
11. Avusturya ile Türkiye Arasındaki Büyükelçi Krizi
12. Türkler, Avusturya’daki Türkiye karşıtlığı konusunda ne düşünüyor?
Sonuç ve Değerlendirme

Giriş
Avrupalı kendisi 'kıtlık' olan bir 'bolluk' çağında yaşıyor ve aslında bunun farkında değil. Henüz göremediği şey; birbirine benzer ürünleri tüketmek veya tekdüzelik. Bu durum insanları bıktırıyor. Avrupa'da 'popülist' hareketlerin yükseliş çizgisini endişeyle izliyoruz. Bu durumun Avusturya'da da Avrupa’da Medya ve Siyasetçiler adlı yazısında şunları söylüyor[1]: Medya da topluluklar arasındaki bölünmelerin oluşmasında büyük bir rol oynadı Sağ eğilimli medyadaki göçmen ve Müslüman karşıtı propaganda, topluluklardaki gerilimleri artırdı ve yerli işçi sınıfından oluşan toplulukların önemli bir bölümünü göçmen aleyhtarı bir hale getirdi. Medya kampanyası o kadar başarılı oldu ki her sosyal problemin adresi olarak 'göç' gösterilir oldu ve İslam, Batılı değerlerle uyumsuz ilan edildi. Bir katile, Müslüman ismi taşıyorsa 'terörist' yaftası yapıştırılıyor; teröristten farklı olmadığı söyleniyor. Göç dalgasının yol açtığı demografik yapının hızla değişmesine tepki olarak ortaya çıkan aşırı sağcı partiler toplum tabanında 'prim' yapıyorlar. Volkan Meral,

1. Yabancılar Avusturya sosyal sistemine yük mü?
19 Mayıs 2016'da açıklanan araştırmaların sonucu Avusturya'da yaşayan yabancı kökenli insanların sosyal sistemden faydalandıklarından çok daha fazla sisteme katkı sağladıkları görülüyor. Yabancı kökenli insanlar 2015 yılında sisteme 5,3 milyar Euro katkıda bulunurken, sistemden 3,7 milyar Euro aldıkları ortaya çıktı. Köklü Avusturyalılar ise 50,5 milyar katkı sağlarken, sistemden 57,6 milyar yararlandılar. Başka bir rakam ile ifade etmek gerekirse, köklü Avusturyalılar, katkılarından 970 Euro fazlasını alırken; yabancı kökenli işçiler aldıklarından 1490 Euro fazla katkı sağlamakta. Daha önceden yapılan araştırmalarda, Avusturyalıların yüzde 30'u yabancıların sisteme katkısından daha çok, sistemden faydalandıkları düşünüyordu. Bu araştırmaya katılanların yüzde 63'ü yabancıların sosyal sisteme katkısı ve sistemden aldıklarının hemen hemen aynı olduğunu düşünüyordu. Sadece yüzde 7'si ise yabancılarının sosyal sisteme katkısının, sosyal sistemden aldıklarından daha yüksek olduğunu tahmin ediyordu. Nihayet yapılan araştırmadan çıkan sonuçlar bu yüzde 7'lik azınlığa hak veriyor. Aslında yabancı kökenli Avusturyalılar yaş oranı yüksek olan yerli Avusturyalıların emekli maaşlarının teminatı durumunda. Bugüne kadar sürekli söylediğimiz gibi, biz bu ülkeye yük değiliz; aksine bu ülke için bir velinimetiz.

2. Avusturyalı Türklerin gündelik hayatı nasıl?
Murat Durdu, Havadis gazetesindeki köşesinde Avrupa'da yaşamak, Türkiye için ölmek başlıklı yazısında şu tespiti yapıyor:[2] Sabahları kalkıp Avrupa plakalı araçlarımıza binip işyerimize gidiyor, Avrupa sisteminde helal ekmeğimizi kazanıyor, yine Avrupa'nın öngördüğü şekilde harcamalarımız yapıyor ve hayatımızın büyük bir bölümünü Avrupa'nın şekillendirdiği ortamlarda geçiriyoruz.  Akşamları eve geldiğimizde ise, kendi özümüze göre düzenlediğimiz yuvamızda kendi öz dilimiz ile selamladığımız ailemizle bambaşka bir dünyada istirahat ediyoruz. Hafta sonları aile ziyaretlerimiz, vakit geçirdiğimiz camiler, dernekler ve kahvehaneler yine Avrupa'nın tasarladığı kanun ve değer çerçevelerine saygılı olma çabasıyla birlikte 'paralel' dedikleri dünyada buluyoruz kendimizi.

3. Gençlerin kendi aralarındaki sohbet konuları neler?
Birçoğumuzun özel hayatında köklü Avrupalılar ile irtibatımız yok denecek kadar az; daha fazla kendimize yakın gördüğümüz Anadolu insanı ile selamlaşıyor, muhabbet ediyor ve dertleşiyoruz. Spor konuşulduğunda lig belli, siyaset konuşulduğunda devlet belli, siyasetçiler konuşulduğunda meclis belli. Çünkü akşamları baktığımız televizyon kanalları belli. Çünkü gelecekte kendimizi nerede görmek istediğimiz ülke belli (birçoğu için hayalden öteye geçmese de), çünkü yerel halka ve yerel siyasete olan güven belli. İstisnaların kaideyi bozmadığı tatbiki aşikâr.

4. Avusturyalı Türklerin Türkiye ile bağları, Türkiye’ye karşı besledikleri hisleri nasıl?
Ömrünün bir kısmını anavatanda geçirmiş olan ve o topraklara bağı daha kuvvetli olan insanlar bir yana, burada dünyaya gözünü açan ve açtığı günden bu yana bu topraklarda yaşayan insanımız adeta Avrupa'da yaşıyor; ama kalbi Türkiye için atıyor. Türk Milli Takımı oynadığında ekranların önüne kilitleniyor, ülkemizde bir terör saldırısı olduğunda birlikte üzülüyoruz ve ana vatanımızın bağrından kopmuş bir bilim adamının Nobel Ödülü aldığını duyduğumuzda hep beraber gururlanıyoruz.

5. Geri dönüş planları, geleceğe ilişkin beklentileri neler?
Türkiye’ye 'temelli dönüş' birçoğumuz için hayalden ibaret ise, burada doğup büyüyen insanlar için de temelden abes. Zira bir yerden gelmediklerine göre bir başka yere geri dönme ihtimali de bir o kadar mantık dışı olur. Her ne kadar köklerine ve ana kimliğine laf söyletmeseler de, ata toprağını bir tek yaz mevsiminde görmüş olan bu neslin hayatını burada geçirecekleri ihtimali çok yüksek. Öyleyse önce bunu kabullenmeli, gelecek ile ilgili endişelerimiz bu yönde olmalı. Çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini teminat altına alabilmek için sorunlarımız ile yüzleşmeli, kabullenmek ve sineye çekmek yerine bunlar için mücadele etmeliyiz. Bizi hiç bir zaman kabul etmeyecekler' veya 'Bunlar için biz her zaman Gastarbeiter konumunda kalacağız' gibi kavramlardan kurtulup önce bu toprakları benimsemeli ve bu topraklar ile onlardan daha çok ilgilenmeliyiz. İlgilenen arkadaşlarımıza önyargıları bir kenara bırakarak desteklemeliyiz. İşte ancak o zaman bu topraklarda başarılı nesiller yetiştirebilir ve ancak o zaman mutlu ve güçlü olabiliriz.

6. Ülkeye sadakat duyguları nasıl?
Avusturya Dışişleri ve Entegrasyon Bakanı Sebastian Kurz, devlet televizyonu ORF’ye yaptığı açıklamada, 15 Temmuz darbe kalkışmasına karşı çıkan Türklerin katıldığı gösterileri eleştirerek, “Türkiye kökenli insanlar, Avusturya'ya karşı sadık tutum göstermeli” dedi[3]. Hatta Türkiye’ye ilgisi olanların geri dönmeleri gerektiğini belirtti. Aşırı sağcı Avusturya Özgürlükçü Partisinin (FPÖ) cumhurbaşkanı adayı Norbert Hofer, Türk kökenlilerin Avusturya vatandaşlığının iptal edilmesini isterken, Yeşiller Partisi Viyana Eyaleti Sözcüsü Joachim Kovacs ise darbe karşıtı protestolarda kullanılan "bozkurt" selamının yasaklanmasını talep etti. Öte yandan Avusturya’nın Wiener Neusttadt şehrinde, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimine karşı çıkan Türklerin evlerine ve balkonlarına Türk bayrağı asması yasaklandı. Türkler, bu konuda farklı düşünüyor. Sinan Şahinoğlu[4], Avusturya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin Avusturya veya Türkiye’ye bağlılıklarını şöyle özetliyor: “Avusturya'da yaşayan gurbetçiler olarak, eşi ile annesi arasında kalan erkeğin acıklı durumunu yaşıyoruz”.

Bir yanda annemiz konumunda olan "ana" vatanımız Türkiye, diğer yanda hayat arkadaşı olarak seçtiğimiz ve ömrümüzü vereceğimiz eş konumunda olan yaşadığımız ülke olan Avusturya. Bir yandan annemiz konumunda olan Türkiye üzerimizdeki etkinliğini sürdürmeye çalışıyor, diğer yanda eşimiz konumunda olan Avusturya. “Avusturya, "Anneni artık unut, artık o yok, ben varım; sadece beni düşün" diyor. Dışişleri Bakanı Kurz, Türkiye'yi eleştirince annesi eşi tarafından eleştirilen bir erkek gibi büyük bir kızgınlık yaşıyor; aynı şekilde Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Avusturya'yı eleştirince de eşi annesi tarafından eleştirilen ve "Ne gerek var şimdi anne" diye serzenişte bulunan bir erkek konumuna dönüşüyoruz.” diyor. Türkler bu ülkede, “Annesi ve eşi çok iyi geçinen "nadir" erkekler gibi mutlu olmak istiyor, Avusturya ve Türkiye'nin sorun yaşamadığı ve çok iyi ilişkileri olduğu bir durumun hayalini kuruyor” Buna karşın, “Anneler ve eşler; erkeğin hem anneye hem de eşe ait bir varlık olduğu gerçeğini kabul etmeyerek; yaşanan herhangi bir sorunda erkeği illaki bir tercih yapmak zorunda bırakmaya çalışıyor". Bu konuda tecrübeli olan erkek, annesi ile eşini aynı anda idare edebilen ve başarı ile tercih yapmak zorunluluğundan sıyrılabilen erkektir. Üzerimizde egemenlik kurmaya çalışan annemizi de, eşimizi de kıramıyor; arada biz üzülüyoruz.

Yani uzun lafın kısası, Avusturya'da yaşayan gurbetçiler olarak bir tercih yapmak istemiyoruz; eşimiz (Avusturya) ve annemizle (Türkiye) beraber mutlu bir şekilde yaşamak istiyoruz. Gerçi illaki bir tercih yapmak zorunda kalındığı zaman "eşini" tercih edebilen erkekler olsa da; akıllı erkek "Bin tane eş bulabilirim, ama bir tane daha anne bulamam" gerçeğini çok iyi bilir. Annesi ile eşini aynı anda idare edebilen ve başarı ile tercih yapmak zorunluluğundan sıyrılabilen erkeklerden olmak istiyoruz, ancak illaki bir tercih yapacaksak; akıllı bir erkek olarak tercihimiz tabi ki çok nettir...
7. Türkiye Avusturya’da iç siyaset malzemesi yapılıyor mu?
Avusturya’da özellikle Suriye, Irak,  Filistinlilerin yönetimden olduğu Avusturya’daki tüm Müslümanları temsil eden Avusturya İslam Cemiyeti’nin (IGGIO) özellikle Viyana’da düzenlediği Gazze halkına destek bin ile iki bin kişiden olusan gösterilerilerde başta Milli Görüş-Sadet Partisi, AK Parti sempatizenleri, Süleymanlılar ve Türk Federasyonu Türk bayrakları açarak vermesi Avusturya’da Türk düşmanlığını tepe yaptırdı. Burada sanki Avusturya’daki tüm Türk toplumu Bayraklar ile tepki verdi. Avusturya Parlamentosunda grubu bulunan altı siyasi parti, Türkiye karşıtı ortak bildiri imzaladı. Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) Grup Başkanvekili Andreas Schieder, Halk Partisi (ÖVP) Grup Başkanvekili Reinhold Lopatka, Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Genel Başkanı Heinz-Christian Strache, Yeşiller Milletvekili Aygül Berivan Aslan, Yeni Avusturya Partisi (NEOS) Grup Başkanvekili Matthias Strolz ve Stronach Ekibi Partisi (Team Stronach) Grup Başkanvekili Robart Lugar, Meclis'te ortak basın toplantısı düzenledi. Toplantıda, Türkiye hakkında hazırladıkları ortak bildiriye imza atan siyasiler, tutuklanan HDP'li milletvekilleri ve gazetecilerin serbest bırakılması ve Türkiye-AB müzakerelerinin askıya alınması çağrısında bulundular. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürürlüğe giren olağanüstü hal uygulamasının eleştirildiği bildiride, darbecilerin, milletvekilleri ve gazetecilerin tutuklanması nedeniyle derin kaygı duyulduğu ifade edildi. Bildiride, "Türk hükümetinden tutuklu milletvekilleri ve gazetecileri derhal serbest bırakmalarını talep ediyoruz" denildi. Bu eylemde de yine Avusturya'da birbiriyle anlaşmazlıklarıyla bilinen siyasetçilerin, Türkiye karşıtlığında birleşmeleri dikkat çekti. Öte yandan Avusturya Başbakanı Christian Kern "Erdoğan'ın Türkiye'yi ters yöne doğru götürdüğünü görmek çok düşündürücüdür. Avrupa'nın demokrasi değerlerini benimseyip, hukuk devleti olma yönünde ilerleyip insan haklarını güçlendirmek yerine büyük adımlarla bu değerlerden uzaklaşıyor" diye demeç vermiştir. Türkiye kökenli vekiller de farklı düşünmüyor. Örneğin Avusturya Yeşiller Partisi Federal Milletvekili Berivan Aslan Berivan Aslan; Avusturya Dışişleri Bakanı Kurz'a; "Kurz, Avusturya'nın Ankara büyükelçisini geri çekmeli" şeklinde bir çağrı yaptı. Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmeler ve yukarıda özetlenen demeçler sonrası, ülkede yaşanan siyasi gerginlik Vorarlberg'e taşındı ve ATİB Rankweil Camisi'ne siyasi yazı yazıldı ve Türkiye Cumhuriyeti Bregenz Başkonsolosluğu önünde Türkiye karşıtı gösteriler yapıldı. Her seçim öncesi Türk ve Müslüman karşıtı yaptığı açıklamalar Türk ve Müslüman toplumu üzerinde zaten yeteri kadar tedirginlik ve nefret oluşturmuş olsa da, yaptığı son açıklama Avusturya'nın toplum huzuruna zarar verecek boyuta geldi. Bunun üzerine, Vorarlberg Eyalet Başkanı Markus Wallner, NBZ yönetim kurulu olarak Vorarlberg Türk toplumu adına kendisine gönderilen ''Gerçekten Avusturya'yı terk etmelerini istiyorsanız, haklarını verin'' başlıklı mektuba, bir mektup ile cevap verdi. Mektupta ''Vorarlberg'in dünyanın en yaşanabilir bölgelerinden biri olması, etnik köken gözetmeksizin bütün toplumumuzun günlük katkılarıyla mümkün olmuştur'' ifadelerini kullanan Başkan Wallner, Vorarlberg'de Türkiye iç sorunlarının tartışılmasını eleştirdi.

8. Avusturya’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türklere nasıl yansıyor?
4 Aralık 2016 Pazar günü gerçekleşecek olan Avusturya Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Heinz-Christian Strache, FPÖ'nün cumhurbaşkanı adayı Norbert Hofer için oy toplama çalışmalarına devam ediyor. FPÖ Genel Başkanı Heinz-Christian Strache'nin, Avusturya'da yaşayan Sırp vatandaşlara yönelik olarak sarfettiği; "Sırp'lar Avrupa'nın Müslümanlaşmasını istemiyorsa, Hofer'e oy versinler" ifadelerini şiddetle kınıyor ve Avusturya'da yaşayan ırk ve inançlar üzerinden siyaset yapmasını da asla kabul etmediğimizi kamuoyuna ilan ediyoruz.
Alexander Van der Bellen ise diğer gruplar tarafından destekleniyor.

9. Türkiye aleyhine afişler neyi işaret ediyor?
Başta PKK ve diğer terör örgütleri olmak üzere Türkiye'nin aleyhine çalışan bütün terörist yapılanmaları destekleyen Avusturya'da FETÖ'nün başarısız darbe kalkışması da büyük destek gördü. Darbe kalkışmasını protesto eden vatandaşların Türk bayrağı asmasını yasaklayan Avusturya, Viyana Havalimanında Türkiye'yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alan bir dizi reklam afişi asılmasına sessiz destek verdi. Yayınlanan afiş gelen tepkiler üzerine kaldırıldı.

10. Müslümanlara karşı yıldırma ve baskı politikası var mı?
Yakın geçmişte bir İslam Yasası çıkarıldı. Bu yasa ile mevcut kimi haklar kısıtlandı. Türkler ve Müslümanlara karşı bir baskı ve yıldırma politikası izleniyor gibi bir izlenim var. Sosyal paylaşım sitesi Facebook'ta düzenlenen ''Avrupa'ya korku yayalım'' adlı bildiri Müslümanları çileden çıkardı. Almanca olarak yayınlanan bildiride, 30 Eylül 2016-02 Ekim 2016 tarihleri arasında başörtülü ve zenci kadınlara yumruk atma çağrısı yapılıyor. Akılalmaz bildiride sadece kadınlara saldırılması çağrısı yapılırken, ''Başörtülü veya siyahi bir bayanın yüzüne yumruk atarak yoluna devam et''''İkinci yumruk yok, sadece karşılık verirse''''Böylece Müslümanlar ve zenciler arasında korku yayacağız. Kadınlar ya evde kalacak ya da sadece kocalarıyla sokağa çıkacak'' gibi ırkçı ifadeler ile şiddet çağrısı yapılıyor. Almanya'dan bir kişinin Instagram üzerinden yayınladığı düşünülen bildiri için Alman Polisi geniş çaplı bir araştırma başlatırken, Facebook'ta paylaşım yapan kişilerin ekran resmi (Screenshot) alarak paylaşım yaptığı ve bildiriyi yazan ilk kişinin araştırıldığı belirtildi.

11. Avusturya ile Türkiye Arasındaki Büyükelçi Krizi
23 Nisan 2015'te 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddiaları lehine ortak deklarasyona imza atmış ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Viyana Büyükelçisi Hasan Göğüş'ü Ankara'ya çağırmıştı. Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz'un, Ankara'ya giderek 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarını tanımadıklarına ilişkin taahhüt vermesi üzerine Büyükelçi Göğüş, 5 ay sonra Eylül 2015'de Viyana'ya dönmüştü. Büyükelçi Göğüş, terör örgütü PKK yandaşlarının 20 Ağustos 2016'da Viyana sokaklarında Türkiye aleyhine yürüyüş düzenlemesi üzerine yeniden Ankara'ya çağrıldı. Avusturya hükümetinin Türkiye karşıtı tutumu nedeniyle Viyana'da yaklaşık üç aydır büyükelçi bulunmuyor. Resmi Gazete'nin 4 Ekim 2016 tarihli sayısında yayınlanan karara göre, Türkiye'nin yeni Viyana Büyükelçisi Mehmet Ferden Çarıkçı oldu. Kısa bir süre önce yaşanan Avusturya-Türkiye krizinden sonra Türkiye'ye çağrılan Türkiye'nin Avusturya Büyükelçisi Mehmet Hasan Göğüş ise Portekiz Büyükelçisi olarak atandı.

12. Türkler, Avusturya’daki Türkiye karşıtlığı konusunda ne düşünüyor?
Hüsrev Bayraktar Havadis Gazetesi’ndeki Büyük Türkü Ye! Başlıklı yazısında, yaşananların farkında olduklarının ışığını veriyor[5]. Avrupa’daki siyasiler her geçen gün Türk ve İslam karşıtı sözlerini daha da hırçınlaştırıyor. Peki Sebep? Türklerin Avrupa’daki uyumsuzluğu ya da Avrupa’ya yük olması mı? Tabii ki hayır! Türk milleti kendi sırtını kendi kaşımayı bilen sayılı milletlerden, Avrupa’da yaşayan 83.000 Türk girişimci 500 binden fazla insana istihdam sağlarken, Avrupa’daki yıllık gayri safi milli hasılaya katkısı yaklaşık 330 milyar Euro. Demek ki Türklere olan düşmanlık AB ye yük oluşumuz falan değil. Mantıksal olarak ta olamaz. Korkulan tek şey, Türk-İslam zihniyetinin tekrar canlanması korkusudur. Büyük düşünen, hızla gelişen, teknoloji, bilim, fikir ve ekonomide sürekli farklılık yaratmaya çalışan ve en önemlisi İslam coğrafyasını bir araya getirme arzusu bizleri AB nezdinde hedefe oturtuyor.

Sonuç
Uluslararası ilişkiler uzun soluklu ve uzun emek isteyen çalışmalarla kurulur ve yürütülür. Biz kendimize baktığımızda eksiklerimiz var mı diye sorduğumuzda şunu görüyorum: Batı medeniyeti ile onun üstün olduğu maddi alanlarda yarışmak, varlık gösteremediği mana alanında çözüm sun(a)mamak, bizim asıl kusurumuz ve yanlışımız olarak görünüyor.



Programın podcastine şu adresten ulaşabilirsiniz:
http://medya.trt.net.tr/medya7/ses/2016/11/22/6f092a91-0bd0-4fbb-b3b8-8fcf03777681.mp3 (5.12.2016)

11 Ekim 2016 Salı

Eğitim ihmale gelmez

Eğitim düzeyinin bireyin yaşadığı sosyal refah düzeyi ile yakın ilişkili olduğu yazılır, söylenir. Bununla birlikte gerçekliği denenmemiş, yürekten söylendiğinde inanılmayan sözler uçar gider. Dinleyenin üzerinde de bir etkisi olmaz.

Okullar açılalı bir hayli zaman geçti.  Bu süre içinde içimizden kaçımız çocuğumuzun okuduğu okula gidip, öğretmenleri ile görüştü? Kaçımızın çocuğu ne kadar devamsızlık yaptı veya okula gidiyorum diye evden çıkıp, geri dönene kadar nerelerde vakit geçirdi? Kaç öğretmen, dersler başladığından bu yana gerek meslektaşları gerekse öğrencileri ile sorun yaşadı ve bu sorunun çözümü için çaba sarf etti?  

Bu ve benzeri sorular uzar gider. Konuyu dağıtmadan öze dönelim. Türkiye’de isterse yurt dışında bir ülkede okula giden her öğrencinin, her bir velinin hedefi, çocuklarının iyi eğitim alması, istikbalde iyi bir iş güç sahibi olarak yaşamasının sağlanması. Pek çok aile bunun yolunun iyi bir üniversiteden geçtiğini düşünüyor.

Bakıyorum da kimi veliler daha anasınıfından itibaren çocuklarına yabancı dil dersi aldırmaya çalışıyor. Yabancı dilin dünyaya açılabilmek için bir pencere olduğunu düşünüyor. Yurt dışında da bizler çocukların mümkün olduğunca okul öncesi eğitim basamaklarına devam etmelerini ve burada en azından temel Almancayı öğrenmelerini öneriyoruz. Türkiye’dekiler “Ben doğru dürüst bir yabancı dil öğrenemedim, bari çocuğum öğrensin” düşüncesinde iken, yurt dışındakiler de çocuğun okul başarısı için Almanca bilgisinin olmazsa olmaz şartlardan biri olduğunu biliyor. Bu yönde çaba sarf ediyor; aylık gelirlerinin önemli bir kısmını eğitime ayırıyor.

Eğitime yapılan yatırımın uzun vadeli, sonucunun hemen alınamayacağını bilenler, aslında çocuklarının değil, kendilerinin geleceklerini de güvenceye alıyorlar. Çünkü yapılan araştırmalar gösteriyor ki eğitim kültür düzeyi yükseldikçe, ailenin ekonomik gelir düzeyi de artıyor; sosyal refah düzeyi yükseliyor. Dolayısı ile eğitim, özellikle alt ve alt orta sınıfa ait olanlarımız için önemli bir sınıf atlamak, sosyal refaha ulaşmak için önemli bir işleği yerine getiriyor.

Eğitimden sorumlu olan yetkililer hemen her öğretim yılı başında önemli sözler söyler, topluma önemli gördükleri mesajları verirler. Bu mesajlarda geleceğe ilişkin öngörüler, beklentiler sıralanır. Bunlardan bir kısmı gerçekten ulaşılmak istenen sahici hedefleri gösterirken, bir kısmı da “halkın duygularını okşamak” için veya “gelecek seçim dönemi yatırımı” olarak söylenir. Ne bu sözleri verenler, ne de söylenen nutukları dinleyenler hallerinden şikâyet etmezler. Alışılagelen bir döngü sürer gider.

Bu süreçte sıradan vatandaşların devletten beklentisi, sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesinden başka bir şey değil aslında. Bunun için de bütçe imkânlarının biraz daha geliştirilmesi yeter. Örneğin okullarda ücretsiz dağıtılan kitaplar; tam gün eğitim ve yine ücretsiz öğle yemekleri vb. hiç de yersiz talepler olarak görünmüyor. Bir veli, bir öğrenci sosyal devletten başka ne bekler dersek, makul sayıda öğrenciden oluşan, çağın gereklerine göre donatılmış derslikler, boş zamanlarını değerlendirebilecekleri mekânlar; spor ve kültürel etkinlik alanları…

Çocuklar okula giderken ayakları geriye gitmeden evden çıkmalı. Aileler “Bugün çocuğumun başına neler gelecek acaba?” kaygısından arınmış olmalıdır.

Türkiye’de okula giden öğrencilerin önemli bir kısmı kendi oturduğu mahalledeki bir okula gitmiyor veya gidemiyor. Bunun yerine uzak semtlerdeki okullara gidiyor. Bunun velilere yüklediği maliyet var. Servisi var, dolmuşu var…

Buna rağmen, Türkiye’deki okullaşma oranı istenen düzeye çıkmıyor. Bir önceki yılın istatistikleri hatırı sayılır miktardaki çocuk ve gencin okula gitmediğini gösteriyor. Örneğin ilkokullarda 193.289, ortaokullarda 293813, liselerde 157346 olmak üzere toplam 644.448 öğrenci zorunlu eğitim kapsamında olan okullarda olması gerekirken, 41 gün ve üzeri olan “sürekli devamsız” durumda bulunuyor. Devamsızlık yapan öğrencilerin bir önceki yıla göre oranının % 225 arttığı kayıtlara geçiyor. Öte yandan 507.225 öğrenci yaşıtları ile birlikte normal, örgün eğitimde olması gerekirken, açık öğretim sistemiyle eğitim verilen liselere devam ediyor. MEB verilerine göre 229.727 erkek, 207.798 kız öğrenci açık liselere kayıt yaptırmış. Bu durum, Türkiye okul sisteminin çözülmesi gereken ciddi sorunlarının açık birer göstergesi olarak değerlendirilmeli ve gerekli çözüm önerileri geliştirilip hayata geçirilmelidir.

Gelelim yurt dışındaki öğrencilerin durumuna. İstatistiklere göre, Avusturya’daki çocuk ve gençlerimizin durumu çok da iç açıcı görünmüyor. Daha önceki yazılarımda da kısmen gündeme getirdiğim gibi, Türkiye kökenli öğrencilerin önemli bir kısmının ilkokuldan sonra ortaokula (Hauptschule) ayrıldığı ve bu okula devam eden öğrencilerin ancak % 7’sinin genel eğitim verilen liselere (AHS-Oberstufe) devam ettiği, % 21’inin mesleki eğitim verilen okullara, % 27’sinin çıraklık eğitimi verilen politeknik meslek okullarına devam ettiklerini, %29’unun ise mesleki lise eğitimi verilen okullara devam edebildiklerini ve bu okullara devam edebilen öğrencilerden %35’i meslek ağırlıklı yükseköğretim kurumuna veya bir üniversiteye devam edebildiği görülüyor. Bununla birlikte bunlardan okulunu diploma alarak bitirebilenlerin oranı ancak % 78. Meslek eğitimini kalfalık, ustalık diploması ile bitirebilen ve hayata kalifiye eleman olarak katılabilenlerin oranı da henüz istendik düzeyin epey altında.

Ülkede yaşayan Türkiye kökenlilerinin genel eğitim durumuna bakıldığında da durum değişmiyor. Bunların % 60’ının zorunlu eğitim/ilkokul mezunu olduğu, % 24’ünün bir meslek eğitimi veya çıraklık eğitimi verilen okul mezunu olduğu; % 10’unun lise, meslek lisesi mezunu olduğu, % 5’inin de üniversite mezunu olduğu anlaşılıyor. Oysa yukarıda da belirttiğim gibi, eğitim kültür düzeyi arttıkça sosyal ve ekonomik refah düzeyi de artıyor.  Onun için eğitime hiç olmadığı kadar önem verilmeli, eğitim kültür düzeyinin geliştirilmesi için önemli çaba sarf etmeliyiz.

Şimdi yazının başında yönelttiğim sorulara dönelim ve gerçekçi cevaplar vermeye çalışalım. Çocuklarımızın eğitimi ile ne kadar ilgilenebiliyoruz; okul/öğretmen-öğrenci-aile üçgenini ne kadar sağlıklı kurabiliyoruz, bunları gözden geçirelim. Kendimize karşı dürüst olduğumuzda, sorunun kaynağı dışta olduğu kadar, kendi içimizde de gizli olduğunu göreceğiz.

Eğitim ihmale gelmez, gelecekte söylenecek “keşkeler”  de geçmişin hatalarını telafi etmeye yetmez.

Not: Bu yazı "Haber Avrupa" ekim 2016 sayısı için hazırlanmıştır. Dergiye sosyal medya hesaplarından da ulaşmak mümkündür. https://tr-tr.facebook.com/haberavrupa.europajournal/

29 Eylül 2016 Perşembe

Modern Batının Sancıları

Gerek Avrupa ülkelerine yaptığım gezilerde karşılaştığım gerekse Türkiye’de ders verdiğim gençlerin Avrupalılar ile ilişkilerimiz konusunda derin bir bilgiye sahip olmadıklarını gözlüyorum. Okullarda da sınıf geçme ve soru çözme tekniklerine yoğunlaşan gençlerde ortaya çıkan bu bilgi eksikliğinin de gerek Türkiye gerekse Avrupa hakkında kimi ön yargılara ve yanılsamalara neden olduğunu görüyorum.

Bazı gençlerin yaşadıkları şehirlerin ne tarihine ne de yaşadığı zaman dilimine ilişkin doyurucu bilgiye sahip olmamaları, araştırmamaları veya yeterince sorgulamamaları beni bu konularda düşünmeye sevk ediyor. Ben, bütün içtenliğimle, kişinin kendine olan güveninin öncelikle geçmişini bilmesiyle, mevcut durumu doğru değerlendirecek donanıma sahip olmasıyla ve bunlara ilave olarak geleceğe güvenle bakmasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Gençlerin bilgi eksikliğinin doğurduğu yanılsamalara pek çok örnek verilebilir. Söz gelimi Avrupa tarihi bilinmezse, günümüzde yaşanan kimi olguların sadece Avrupalıların iç işleri olduğu veya Batıya atfedilen kimi üstün değerlerin sadece buralara ait olduğu sonucu çıkarılabilir. Yaşanan olaylar hakkında doğru bir neden sonuç ilişkisi kurmak güçleşebilir.

Avrupalıların tarihine bakıldığında “Türk” kavramının 11. yüzyıla kadar pek fazla bilinmediği görülür. Bu zamana kadar bilinenler ise Türklerin Doğu Roma İmparatorluğu ile Malazgirt ovasında yaptığı savaş ve Hıristiyanlığa tehdit oluşturmaya başlamasıyla ilişkilidir. Öncesi yoktur. Bunun öncesindeki bilgilery Türklerle ilgili değil, 4. ve 5. yüzyıllarda Avrupa’da “tanrının kırbacı” (Flagellum dei) olarak bilinen Attilla’nın ordularıyla ilgilidir. Dolayısı ile o dönemde Türk sözcüğü yoktur.

Malazgirt Savaşı (1071) Türklerin Batı ile ilişkisinde önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Türkler, bu savaşta sadece Romalıları yenmemiş, onların şahsında Hıristiyan dünyasına da saldırmışlardı. Hıristiyan dünyasının önde gelenleri de “şiddet yanlısı, zalim, vahşi Türkler dinimizi yok edecekler”, “kökümüzü kurutacaklar”  şeklinde bir propagandaya başladılar. Bu propagandaların sonunda da bütün dünyanın “Haçlı Seferi” olarak bildiği, Alman tarih yazınına “Türkenkrieg” (Türk savaşı, Türklerle savaş) olarak geçen seferler ve savaşlar başladı.

Avrupalının Türk korkusunun, Türk karşıtlığının mayası tam da bu dönemde çalındı. Ne yazık ki bu maya tuttu; Türkler, yüzyıllar boyunca da “kötülükte benzeri olmayan” (!) ve “Hıristiyanlığın en amansız düşmanı” (?) gibi bir dizi gerçek dışı ifadelerle, her türlü yokluğun ve yoksunluğun nedeni olarak anlatıldı. Dikkat edilirse, bu tür propaganda faaliyetleri günümüzde de “ihtiyaca binaen” siyasi mühendislik faaliyetleri olarak sürdürülmeye devam ediliyor.

Bu faaliyetlerin kökenine inildiğinde Doğu’nun zenginliği, refahı ve gelişmişliği dillere destan iken Hıristiyanlaşmış Avrupa’nın sınırlı bir ekonomisinin olduğu görülüyor. Avrupalı için cennet, tasvirlerle anlatılamayan “altınla kaplı sokaklarından adeta bal ve süt akan” Doğu’da bir yerlerdeydi.

Avrupa’nın geleceğini kurtarmak isteyen Papalık, siyasi birliktelikleri pekiştirmek, ekonomiyi iyileştirmek gibi düşüncelerle önderlik rolünü üstlendi. Dinin birleştirici gücü de kullanılarak güçlü bir “Avrupa Birliği” projesi oluşturuldu. Projenin hayata geçirilebilmesi için de biraz “şiddet” ve biraz da “zor” kullanmak gerekiyordu. Papalık tarafından da bunun için türlü bahaneler üretilmiş; hedefler belirlenmişti. Müslüman “kâfirlerin”, “dinsizlerin” ve “paganların” bütün Avrupa’yı ele geçirmesinin önüne geçmek gerekiyordu. Doğu Romalılara saldıran Türkler ilk hedef olarak belirlenmişti. Çünkü Doğu Roma’ya ve dolayısı ile Doğu Hıristiyanlığına darbe vurmuşlardı. Böylece Avrupa’da tarihin, belki de dünya tarihinin ilk topyekûn savaşı için topyekûn seferberlik başlatılıyordu. Bu duruma Batı dünyasının din adamları ve yağmacılığa hazır şövalyeleri,  öncülük ve önderlik ettiler. Tasarlanan seferlerin provası önce İspanya’da yapıldı ve Yahudilerden “İsa’nın öldürülmesi dolayısıyla” öç alınmasının yanı sıra, fırsattan istifade, servetlerine de el koydular. Almanya’da da Haçlı Seferlerine hazırlanırken Ren boyunca yerleşik Yahudileri öldürdüler, mallarını gasp ettiler.

İlk sefer 1095 yılında Almanya üzerinden başlatıldı ve vaatlerle kamçılanmış, kandırılmış, kışkırtılmış insanlar yol boyu ilerledikçe çoğaldılar. Bilinçsiz, geri ve gözü dönmüş kitleler, inanışları ve kulaktan dolma bilgileri ile düzensizce yola koyuldular.

Yüzlerce yıl aralıklarla tekrar edilen savaşlarda yüzbinlerce insan katledildi; çok sayıda insan esir edildi. Sefere katılan Avrupalı tarihçiler, Avrupalıların Türk ve Müslümanların çocuklarını şişe geçirip kızartarak, yetişkinleri kazanlarda kaynatıp pişirerek yediklerini yazdı (Frank kronikçiler Raoul de Caen ve Albert d’Aix). İnsan etinin seferler sırasında yendiği, sonraları Avrupa tarihine de geçti.

Doğu ile Batı arasındaki çıkar çatışmaları şu veya bu nedenler gerekçe gösterilerek günümüzde de devam ediyor. İstedim ki bugün toplum liderliğine soyunanlar daha dün gibi yaşanmış olan tarihi gerçekleri görsün ve gençler de bilgi eksikliklerini gidererek kimi değerlendirmelerde yanılsamalara düşmesinler.

Unutulmamalıdır ki haklılık, toplumsal ve öznel bir kavramdır; yaratılabilir; ikame edilebilir; dönemsel olabilir; duruma göre var edilebilir. Peki, evrensel geçerliliği olan ahlaki kurallar? Hukuk? Ahlaki kuralları geçmişte kilise dışında kimse koyamıyordu. Bu kural koyucuların başlattığı savaşlarda da hukukun uygulanmasına gerek ve imkân olmadığını tarih belgeleri ile ortaya koyuyor. Savaş ve hukuk ilişkilerine gelince: Inter arma silent leges (Savaş zamanı hukuk susar).

Sanırım günümüzde de değişen bir şey yok.

Not:
Bu yazının oluşturulması sırasında yararlandığım ve okuyucuya önerdiğim kaynak: Alp HAMUROĞLU. Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa. Doğudan Batıya Uygarlık Kapıları. İstanbul: 2016. ISBN 978-605-5888-49-7

Bu yazı Europa-Journal - Haber Avrupa Gazetesinin 2016/Eylül sayısı için hazırlanmıştır. http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/september2016/cakir092016.jpg (29.09.2016).

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Türk Alman İlişkileri

Türk kamuoyunun Alman Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU/CSU) Başkanı unvanından çok Türkiye karşıtı tutumlarından tanıdığı Bayan Şansölye Angela Merkel, bundan bir süre önce Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne “tam üye” yerine “ayrıcalıklı üye” yapılarak birliğe üye değil, sanki köle olmasını önermişti[1]. Türkiye bu öneriye şiddetle karşı çıktı. Bununla birlikte, pek çok Avrupa ülkesinin sokaklarını temizleyen, ekmeklerini pişirenlerin Türk olmasına rağmen, Merkel’in bilmediği özelliklerimizin de olduğunun farkındaki sağduyulu politikacılar bu öneriye itibar etmediler ve Bayan Merkel Avrupalı meslektaşlarının yanı sıra Alman kamuoyunda da bir defa daha itibar kaybetti. Türkiye, tam üyelik için tarih aldı.

Ardından NATO’nun 60. yıl toplantısında Türkiye karşıtı politikası ile Fransız mevkidaşı ile dayanışma içinde olduğunu gösterir toplantı düzenledi. Bunlar, Türkiye’nin NATO Genel Sekreteri konusundaki çekincelerini, kapalı kapılar ardından AB üyelik süreci ve müzakerelerle ilişkilendirip, Türkiye’ye gözdağı vermeye kalkıştılar. Kaale alınmadı...

Almanya’da yapılan kamuoyu araştırmalarında “oyları” yeniden tırmanışa geçen Yeşiller ve Sosyal Demokratlardan oluşan koalisyon hükümeti, Bayan Merkel’i yeni bir arayışa yöneltti. Birileri ona Alman ekonomisinin, çökmekte olan sosyal devlet anlayışının nasıl kurtarılması gerektiği yönünde çalışmasını değil de sanki soykırımın 90. yılı olduğunu fısıldadı. Hemen, yeni bir önerge hazırlanıp sunuldu meclise. “24 Nisan 1915’te Ermeni Sürgünü ve Katliamının başlangıcının 90. yıldönümünün anılması-Almanya, Türkler ile Ermeniler arasında barışa katkıda bulunmalı” Hem zaten stratejik ortakları olan Fransa ve kimi Avrupalı dostlarımız (!) benzer öneriyi çoktan kabul etmemişler miydi? İnsanlık tarihindeki kiri Yahudilerden özür dileyip pişman olduklarını söyledikten sonra temizlenmiş Almanya neden bu ülkelerden geri kalsındı ki!

Soykırım iddiası 1915 ve 1916 yıllarını kapsıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak isteyen emperyalist devletler, imparatorluğun sadık tebaası olan Ermenilere bağımsızlık vaat ederek onları isyana, ülkede karışıklık çıkarmaya zorluyorlardı. -Bunu o dönem Osmanlı ordusunu yöneten Alman komutanlar ile İstanbul’daki arşivi Almanya’ya kaçıranlar iyi bilirler. Dolayısıyla Bayan Merkel de kendi ülkesindeki gizli belgeleri inceletirse olayın boyutlarını daha iyi anlayabilirdi. Neyse, konuyu dağıtmayalım.- İmparatorluğun Almanya safında savaşa girmesi, Ermeniler ile emperyalistlerin hazırladığı planın uygulanmasını kolaylaştırmış; Ermeniler Türk ve Müslüman köylerine saldırmışlardı. Osmanlı Hükümeti, Ermeni patriği ile cemaat ileri gelenlerini hatta milletvekillerini de çağırarak, isyandan vazgeçilmesini istemiş; Müslüman katliamının durdurulması talimatını vermişse de bu talebinden olumlu sonuç alamamış; nihayetinde Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinden 235 kişi tutuklanmış; Nisan 1915'te de "tehcir" kararı alınmıştı. Ermeniler, Anadolu’daki çatışmanın sona ermesi ve huzurun yeniden oluşturulabilmesi için Doğu Anadolu'dan, yine imparatorluk toprakları içinde bulunan Suriye ve Lübnan'a nakledilmişti [2]. 1916 yılında da bu olaya fiilen son verilmişti.

Ermenilerin Doğu Anadolu'da Türklerle girdikleri çatışmalarda, yaptıkları köy baskınlarında kayıp vermediklerini öne sürmek mümkün değildir. Yedi düvelin katıldığı bir dünya savaşı yapılmaktadır ve tehcir, bu süreçte durumu fırsata çevirmeyi hedefleyen Ermenilerin dış tahriklere aldanarak sergilediği bir ayaklanmanın, isyan ile birlikte devlete baş kaldırma operasyonunun doğal bir sonucudur. Devlet, o günün koşullarına uygun olarak, bir kısım vatandaşlarını, ülkenin görece olarak daha güvenli olan bir başka bölgesine nakletmeye karar vermiştir. Bu nakil sırasında yolcuların güvenliğinin sağlanması, harcırahlarının ödenmesi, geride bıraktıkları taşınmazlarının yed-i emine teslim edilmesi gibi bir dizi önlemlerin alındığı arşiv kayıtlarında yer almaktadır. Bununla birlikte, savaş şartlarından kaynaklanan genel asayişsizlik, şahsi kin ve intikam duygularının yaşanmamış olduğu söylenemez. Tehcir edilen kafilelerin içinde yer alan birtakım insanların işgalcilerle işbirliği yapması ve binlerce Müslüman’ı katletmiş olması, onların saldırılara uğraması için de zemin oluşturmuştur. Canı acıyan halkın kendine zulmedenlere karşı koyması ve tehcir sırasında konvoylara saldırmaları olayın tabiatına aykırı değildir. Ziya Gökalp’ın deyimiyle ortada katliam veya soykırım değil, tam anlamıyla bir "mukatele" yani insan kırımı yaşanmıştır. Bunun anlamı da "Birbirini öldürme, vuruşma, savaş, kavga"dır[3]. Her iki taraf da var olma savaşımı vermiştir. ABD’li Prof. Dr. Justin McCarty’e göre de ortada bir savaş vardır ve bu savaş sırasında her iki ulustan da kayıplar verilmiştir[4]. Yitirilen her bir can kuşkusuz çok önemlidir. Bununla birlikte o günün savaş şartlarında hayatını kaybeden Müslümanların sayısı beş milyonun üzerindedir ve yine o günün şartlarında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni nüfusun toplam sayısı bir milyon civarındadır.

Bugün “1,5 milyon Ermeni soykırıma uğradı” şeklinde öne sürülen iddialar üzerine, olaylar sıcağı sıcağına iken, daha 1920 yılında Dâhiliye Nezareti tarafından genel bir soruşturma açılmış, mahkeme kurulmuş, 1397 kişi dört değişik komisyon tarafından yargılanmıştır. Bunlardan 143 kişi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle Malta adasına sürgüne gönderilmişlerdir. Bununla birlikte Dünya Savaşı’nın ağır koşulları altında yeni iskân bölgesi olarak belirlenen Suriye’de Bahriye Nâzırı Cemal Paşa’nın, olağanüstü insani yardım projeleriyle Ermeni göçmenleri kucaklaması anlatılmamış, anlatılamamış; yok sayılmış; hatta Paşa’nın iyi niyetli kimi girişimleri, günümüz tarihçileri tarafından eleştirilmiştir.[5]

Bu arada Dünya savaşından Almanya ile birlikte yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinin 13 Kasım 1918’den 2 Ekim 1923’e kadar İngiliz, Fransız ve İtalyanlar tarafından işgal altında tutulduğu; 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşmasının imzalandığı, Osmanlı’nın gizli açık bütün belgelerinin işgal kuvvetlerine açık olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca, Ermeniler lehine taraf olan İngilizlerin, Anadolu’daki başkonsoloslukları aracılığıyla Ermeni iddialarını destekleyecek bilgi ve belgelerin toplanıp İngiltere’ye iletilmesini istedikleri; Kraliyet Başsavcılığı’nın toplanan belgelerin Ermenilerin iddialarını kanıtlamaya yetmediğine karar verdiği de konuyla ilgili şahısların malumudur [6].

Türkler, yaşananlarla ilgili olarak geçmişte bedel ödemişlerdir. Örneğin Yozgat Mutasarrıf Vekili ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey "Ermeni tehciri ve taktili" suçlamasıyla, İngilizlerin emrindeki "Nemrut Mustafa Divan - ı Harb - i Örfisi"nin kararıyla, 10 Nisan 1919 Perşembe günü Beyazıt Meydanı'nda idam edilmiştir [7]. Bundan başka Bahriye Nazırı (Donanma Bakanı) ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın, sürgün bölgesi olan Suriye’yi de denetleyen 4. Ordu’nun imkánlarını Ermeniler için nasıl kullandığı çok fazla gelmedi gündeme [8].

Bugün Ermeni diasporasının öne sürdüğü rakamlar, o dönem yeryüzünde yaşadığı sayılan toplam Ermeni nüfusunun sayısından daha fazla olduğu tarihçiler tarafından ortaya koyulmaktadır. Bununla birlikte savaş sırasında her iki ulusun da önemli kayıplarının olduğu belirtilmekte, ortada Ermeni iddialarını destekleyecek hiçbir tarihi bilgi ve belgenin olmadığını, aksine o zamana ait olduğu tespit edilen toplu mezarların da Türklere ait olduğunu belirtiyorlar. Ne gam. İyi niyetle iletişim kurmaya çalışan vatan evlatları, her seferinde küçük düşürülmeye, hırpalanmaya çalışılıyor.

Alman Hıristiyan birlik partileri lideri Bayan Merkel, Şansölye koltuğuna oturduktan sonra da kadı kalben rüşvet almaya karar vermişse, zalimi mazlumdan ayırt edemez[9] misali bir yandan Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturma çabalarına devam ediyor; öte yandan Türkiye ile imzalanan göç anlaşmasının bozulmaması için azami özen gösteriyor; Türkiye’nin talepleri karşısında da “riyakarlığın” hırçın yüzünü göstermekte sakınca görmüyorlar. Onun ve Alman toplumu tarafından kabul görülme arzusuyla yanıp tutuşan Türkiye kökenli Cem Özdemir gibi siyasetçilerin siyasi ikbal çabaları, her türlü sağduyunun, akıl ve mantığın önüne geçiyor.

Mezopotamya ve Kafkasya üzerinden sıkıştırılmaya çalışılan Türkiye, 20. yüzyıl boyunca küresel iletişim sahnesinde suskun bir ülke oldu. Hakkında konuşuldu, necip Türk Milletine türlü çeşit hakaretler edildi; ama bu suskunluk zincirlerini kırıp kendisini ifade etmekte yetersiz kaldı. Türkün sessizliğini görenler, bu durumu suçluluğun dışa vurumu olarak değerlendirmeye yeltenip, “durumdan kendilerine vazife çıkarmaya” gayret etmeye başladılar. Türkiye’ye nasihatte bulunurken, kendi topraklarına göçmen gelmemesi için onca politik manevra yaparken ve hatta kendi ülkesine bir zararı olmayan Suriye’yi Almanya’dan kalkıp Türkiye’de konuşlandırdığı uçaklarla vurmayı kendine hak görürken insan olmanın onurunu bir kenara bırakıyorlardı. Bu ülkedeki çifte standartlı demokrasinin mimarları, 2 Haziran 2016 tarihinde Alman Parlamentosunda 1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” olarak niteleyen önergeyi de kabul etmekte bir beis görmediler.

Bilindiği üzere, bu önerge büyük koalisyon hükümetini oluşturan Hıristiyan Demokrat/Hıristiyan Sosyal Birlik Partileri (CDU/CSU) ile muhalefet kanadından Yeşiller tarafından ortaklaşa verilmişti. Sonunda kabul de edildi. Şansölye Merkel, göstermelik olarak oylamaya katılmazken, Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir, yaptığı konuşmada ecdadı “katil” olarak tanımlarken, aslında kendi zihnindeki sirkati ortaya döküyordu.

Arnold Toynbee, 1966’da Lord James Bryce ile yazdığı ve Ermeni iddialarına kanıt olarak gösterilen Mavi Kitap’ta verdiği bilgilerin doğru olmadığını yıllar sonra itiraf etmiş [10]; kitap için,‘Bilseydik böyle bir şeyi yapmazdık’ diyor. Ama bu kitapta yer alan iddialar, bizzat Ermeni Diasporası tarafından bugün de bilinçli olarak kullanılıyor, referans gösterilmeye devam ediliyor ve dünyanın değişik ülkelerindeki Ermenileri bir arada tutmaya yarayan kuvvetli bir yapı harcına dönüşüyor. Diaspora bu söylemi güncel tutarak ayakta kalmaya çalışıyor, bu yolla bir kısım azınlığın mali kaynaklarının sürekliliğini temin etmek için kullandığı yegâne kaynak olarak dikkati çekiyor. Oysa, bu anlamsız politikayı sürdürmek için harcadığı bütçeyi, Ermenistan’ın refahına harcasalar, bugün Kafkasların en yoksul ülkesi olan Ermenistan, dünyada sosyal refah düzeyi bakımından ön sıralarda yer alabilecek bir potansiyele sahip olurdu.

Türkiye her türlü dış etkilere rağmen olumlu adımlar atmaya devam ediyor. Türkiye Ermenistan ile olan ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtabilmek ve geçmişte yaşananlarla objektif olarak yüzleşebilmek için gerekli adımları atmaktan çekinmiyor. Ermenistan’da yaşayan halkın yaşadığı sefaletin tanığı olarak da hayatını idame ettirmek için ülkeye gelen Ermenilere gerekli yardımı yapmaktan geri kalmıyor. Duvarcılar, her bir tuğlayı üst üste koyup inşaatı yükseltebilmek için çimentoya, harca gereksinim duyar. Sonra da öreceği duvar için gerekli tuğlayı, harcı taşıyacak amelelere… Sonuçta herkes bilir ki, duvarı ören ustanın bilgisi tuğlayı taşıyan ameleye, duvarın örülmesi işini üstlenen taşeronun bilgisi ve kurnazlığı da ustaya göre daha üstündür. 1915 yılında Anadolu’da yaşananlar, ayrıntıları iyi planlanamadığı için, bazılarının yüzüne bulaştırdığı yarım kalan bir öyküdür. O zamanlar harç, tuğla vardı, ama usta ve ameleler beceriksiz çıktı. Dünya Savaşının sonunda ise Avrupalıların Sevr diye hazırlayıp önümüze koydukları plan da uygulanamadı. Bugünün Almanya’sı yarım kalan bu projenin tamamlanması için büyük bir gayretkeşlik örneği gösteriyor. Türkiye içinden ve Türkiye dışından işbirlikçileri vasıtası ile Türkiye’yi “savaş suçu işlemek” ve “insan haklarını ihlal etmek” suçlamaları ile Karlsruhe’deki Federal Savcılığa Şırnak ve Cizre’de yaşanan olaylarla ilgili olarak Alman Ceza Muhakemesi Kanunu (Völkerstrafgesetzbuch= VStGB) gereğince Erdoğan ve ilgili yetkili birimler hakkında Savcılığa suç duyurusunda bulunmaktan geri durmuyor [11]. Bu girişimin başarıya ulaşması halinde, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne kadar gitmesi ve Türk siyasetçilerini suç işlemiş pozisyonuna düşürebileceği hesaplanıyor.

Geçmişte Fransızlar, Türk toprağını parçalama işini Ermenilere ihale ederek inşaata kalkışmışlardı. Ustaları iyiydi ama kalfalar beceriksiz çıktı. Pabuç pahalı olup, Anadolu’dan kaçarken, çıraklarını de beraberlerinde götürmek zorunda kaldılar. Şimdi bunların torunları Fransa’da Avusturya’da ve daha pek çok ülkede ardı ardına Ermeni anıtı dikiyor, parlamentolarından Türkiye aleyhine kararlar çıkarıyorlar. Peki, Almanya’ya n’oluyor? Almanya’nın Türkiye’deki terörle mücadeleyi insan hakları ihlali olarak görmesi, Türkiye’ye Ermenistan ile ikili ilişki kurmasını tavsiye etmesi ne hakkı, ne de haddi aslında. Bunu kendileri de biliyorlar. Ama bizim tarih bilinci ve bilgisi yoksunu kimliksizlerin seslerini yükseltmeleri daha bir dikkati çekiyor. Alman okullarında okutulan ders kitaplarında mesnetsiz iddialar yer almaya başladı bile.

Tarihi boyunca kendi evini yapma konusunda bilgi ve maharetine sahip Türk ulusu, her bir parçasını şehit kanları ile sulamak suretiyle bedelini ödediği yeryüzü arsasına kendi binasını kurmayı başarmıştı. Ustalar, ameleler kendi bağrından yetişmişti ve bütün dünyadaki mazlumlarla aynı dili konuşuyorlardı. Taşerona gereksinim duymamışlardı.

24 Nisan, Ermenilerin Türklere karşı yeltendiği başkaldırının başarısızlıkla sonuçlanması ve olayın elebaşılarının dönemin yöneticilerince gerekli cezalara çarptırılmaları üzerine, olayın akabinde İstanbul’da toplanan bir grup Ermen komitacının o dönemin önde gelen kabine üyelerini tek tek öldürmek suretiyle intikam almak için yemin ettikleri gündür. Soykırım iddiaları ile bağlantılı olarak anılan bu tarih, edilen yemini hatırlatmak, diyasporada yaşayan Ermenileri bir arada tutmak içindir! Ne hazin ki, bu yeminin gereğini yerine getirmek için başlanan meşum cinayetler 15 Mart 1921’de Berlin’de Talat Paşa’nın katledilmesiyle başlamış; Alman adaleti de olayın gerçek tanıklarını dinlemeksizin “hiç de adil olmayan” bir kararla katil Soğomon Tehliryan’ı aklamış ve dosyayı kapatmıştır[12].

Bizi AB masalları elli yılı aşkın bir süre oyalayan, ikili ilişkilerde hor gören, zaman zaman aşağılayan, sürekli "istiskal" eden Almanya’ya karşı böyle bir yasa önerisiyle ortaya çıkıldığında sessiz kalınmamalıydı. “kendi tarihsel katilliklerini ve pisliklerini hiç eşelemeyenlerin, Ermeni sorununu Türkiye’nin başına küresel bir çorap gibi geçirmeye çalışmaları ‘tarihsel siyasi’ ve ‘güncel siyasi’ hesaplaşmanın parçası olarak ortaya çıkmaktadır… Bu durum aydın ve entelektüellik adı altında, /…/ büyük bir rezilliğin pazarlanmasıdır /…/ haksız yere baltayla kafamızı, ayaklarımızı kesmeye, bizi üstelik ruhen de yok etmeye hayır[13] demeliydik; sanki biraz geç kaldık. Bu konu sağduyulu Alman halkına anlatılabilirdi.

Bayan Merkel Alman siyasi yaşamında geleceği yeri ve Türkiye ile ilgili politikalarının sonucunu görüyor ki, böyle bir konunun gündeme getirilmesine ses çıkarmıyordu. Bu sessizlik, “Türkiye bizim umurumuzda değil” anlamına mı geliyor? Yoksa Almanya için Alternatif'in (AfD) önde gelen üyelerinden Alexander Gauland’ın Almanya Ulusal Demokratik Partisi'nin (NPD) sloganından esinlenerek söylediği Bugün hoşgörülü olursak yarın ülkemizde yabancı olacağız sözü ile mesaj mı veriliyor. Türk halkı ile Alman halkının kaderlerinin iç içe geçmiş olması, iki ülke arasındaki çok yönlü derin ilişkiler bundan sonra nasıl seyreder, bekleyip göreceğiz.

Bayan Merkel’in veya onunla birlikte sapı bizden olup, bize saldıran Türkiye kökenlilerin Türkiye’yi ve Türkleri sevme gibi bir zorunluluğu; sanatçı bozuntusu mukallitler üzerinden Türkiye ve onun siyasilerine hakaret etme özgürlüğü de yok [14]. Dolayısı ile Türkiye kökenli Alman milletvekillerinin ikide bir ortaya çıkıp, “Biz Alman parlamenteriyiz, Türkiye’nin Almanya’daki uzun kolları değil” deme hakları ve hadleri de değildir. Yolunuz açık, mankurt yaşamınız uzun olsun. Lakin, bunların Almanya’da yaşayan ve sayıca önemli bir kısmının Alman vatandaşı olduğunu çok iyi bildiği yaklaşık üç milyon insana, sadece Türk oldukları için değil ama önce insan oldukları için saygı gösterilmesi; bunların onurlarının, Alman toplumu içindeki geleceklerinin çapsız siyasetçilerinin ikbal planlarından önce geldiğinin unutulmaması gerekir.

Almanya’daki kimi politikacıların sürekli saldırdığı ve hedef gösterdiği insanların bu saldırgan politikalara tepkisiz kalmayacaklarını, bu bağlamda siyaseti kirletmeden, mevcut sorunlara çözüm üretilmesini beklediklerinin düşünülmesi; daha sorumlu bir politika izlenerek “insanları işkembeleri yoluyla avlamayı”[15] amaçlayan halkçı politikalardan bir an önce vazgeçilmesi Türk kamuoyunun beklentileri arasındadır. Bu yaklaşım hem iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri hem de halklar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlar. Kaldı ki bu tür popülist politikaların tarihte Almanlara nelere mal olduğunu bütün dünya gibi kendileri de biliyordur ve popülizmin bulaşıcı illetinin yaşandığı Fransa’daki Pujadizm veya Löpenizm’e bakarak Almanya’yı kurtarmayı denesinler.

Alman siyaset sahnesinde hemen her gün ırkçı zihniyetin dışa vurumu türlü şekillerde okunabiliyor. Bu durum, yani çağ dışı dünya görüşünün, olayları kendi bütünlüğü içinde görememenin, konuları birbirinden ayırıp olgulara tek tek bakamamanın ve tarihsel gerçekleri değerlendiremeyecek zayıf entelektüel donanımın bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Bayan Merkel’in ülkesinde savaş sonrası yokluk dönemini yaşayan yoksul, ama onurlu insanların bedenlerini azar azar eprimiş kumaşına rağmen ana şefkati gibi sıcacık saran ceketlerinin iki yakasını birleştirmeye çalıştıkları zor dönemlerde ortaya çıkan onurlu devlet adamları, günümüz burjuvasının yarattığı duyarsız siyasetçi modeline göre gövdesini daha dik tutuyordu, daha da duyarlıydı.

İki Almanya birleşti; göçün üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçti. Türkiye Cumhuriyeti niteliksiz işgücü ihraç eden ülke konumundan epeyce uzaklaştı. Tarihi birikiminin farkına varmaya ve dünya siyaset sahnesine "çağdaş" ülkeler gibi sömüren değil, kaynak aktaran bir ülke olarak çıkmaya başladı. Binlerce kilometre uzaklarda yaşamasına rağmen kendini nostaljik bir şekilde Almanların “tarihi dostu” ve “müttefiki” olarak gören bu aziz milletin çocukları, bugün pozisyonunu kaybetme kaygısı ile türlü politik hesaplar içinde kıvranan Almanya'yı kendi yanında görememenin, bir destek sözünün yanında bin nasihate yeltenen bir tutumla karşı karşıya kalmanın burukluğunu yaşıyor.

Yaşanan türlü çeşit olumsuzluklar ve atlatılan badirelere karşın, bu aziz millet, içte ve dışta günübirlik hesaplar peşinde koşanlara “kötü adın çirkinliğinin harften, deniz suyunun acılığının kaptan olmadığını”  gösterecek kültür ve birikime sahiptir.

Gün ola devran döne, bakalım daha neler göreceğiz.




[1] Bu benzetme Ümit ZİLELİ’ye aittir. Bkz.: Ü. Zileli. “Düz Çizgi: ‘Soykırım’ Saldırısı Başladı!”. Cumhuriyet Gazetesi. 3 Mart 2005, s. 17.
[2] 27 Mayıs 1915'te geçici Tehcir (yer değiştirme) Kanunu çıkarıldı. Tehcirin nasıl yapılacağını anlatan 15 maddelik genelgede tehcir sırasında dikkat edilmesi gereken bazı maddeler şunlar: Yedirin, dinlendirin Göç ettirilenler bütün hayvan ve taşınabilir mallarını birlikte götürebilir. Göçmenlerin can ve mal güvenliklerinde, yedirilme ve dinlenmelerinin sağlanmasında geçiş yollarındaki memurlar görevlidir. Aksaklıklardan rütbe sırasıyla bütün görevliler sorumlu olacaktır. Göç sonunda göçmenler, tarıma elverişli köy ve kent evlerine yerleştirilecektir. Her aileye yeterli toprak verilecektir. Uygun arazi yoksa, devlet malı ve köy çiftliklerinden yararlanılacaktır. Muhtaç durumda bulunan göçmenlerin masraflarını hükümet karşılayacaktır.
Tarım yapacaklardan veya zanaatkârlardan muhtaç olanlara uygun miktarda araç veya sermaye verilecektir. http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=81402 (17.03.2005)
[3] Bkz. Hasan PULUR. “Olaylar ve İnsanlar: Ermeni Sorunu Yok Değil Vardır” Milliyet Gazetesi. http://www.milliyet.com.tr/2005/03/09/yazar/pulur.html (09.02.2005)
[4] Prof. Dr. McCarty'nin CHP'nin çağrılısı olarak Türkiye'ye geldiği 21.03.2005 tarihinde basına verdiği demeçte, ''O dönemde bir savaş vardı ve soykırım söz konusu değildi. Bu savaş içerisinde hükümete baş kaldıran insanlar vardı. Hükümet buna  reaksiyon gösterdi. Ermeniler öldüler, zaman zaman Türkler tarafından  öldürüldüler, ama çok daha fazla Türk insanı öldü. Bu bir savaştır, soykırım değildir” demiştir.
[5] Hikmet Özdemir. Cemal Paşa ve Ermeni Göçmenler. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2009, ISBN: 978-975-14-1336-9.
[6] Türk Tarih Kurumu'ndaki bir 'İngiliz belgesi' çok ilginç. Dosya no: UK-WO: 158/933. Doküman no: 5796. Belgeyi hazırlayan: İngiliz Karadeniz Ordusu istihbarat Birimi. Gönderildiği makam: Savaş Kabinesi. Belgede 'il il' Türk, Rum ve Ermeni nüfusları var. Nüfus 1914'te neymiş, 1919'da ne olmuş. İngiliz belgeleri 'soykırım' değil, 'göç' diyor. Osmanlı, 1919'da '4 tarafsız ülkeye' (İspanya, Danimarka, Hollanda, İsveç) başvurmuş: “Acele 2'şer hukukçu yollayın, bu konuyu (Ermeni meselesini) araştırsınlar” Sadece bu belge bile 'soykırım iddialarını' çürütmeye yetmiyor mu? Aktaran: Şakir Süter. “Soykırım Tüccarları”. Akşam Gazetesi. http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2005/03/12/yazarlar/yazarlar16.html
[7] Taha Akyol. “Objektif: Şehit Kemal Bey”. Milliyet Gazetesi. http://www.milliyet.com.tr/2001/01/22/yazar/akyol.html (09.02.2005)
[8] Sefa Kaplan. Ermeni kadınların boynunda Cemal Paşa’nın resmi vardı. Hürriyet Online. 13.03.2009. URL: http://www.hurriyet.com.tr/ermeni-kadinlarin-boynunda-cemal-pasa-nin-resmi-vardi-11199092?_sgm_campaign=scn_a004850058058000&_sgm_source=11199092&_sgm_action=click (29.06.2016).
[9] Mevlana’dan Ziya Elitez (Derl.). Mevlana’dan Öğütler. İstanbul: Kozmik Kitaplar, 2004, s. 110.
[10] Mavi Kitabın Yazarı İtiraf Emiş. http://www.aktifhaber.com/mavi-kitabin-yazari-itiraf-emis-29727h.htm (17.06.2016)
[11] Süheyla Kaplan. Almanya’dan Erdoğan, Davutoğlu ve Bakanlar Hakkında 200 Sayfalık Suç Duyurusu. OdaTv. URL: http://odatv.com/almanyadan-erdogan-davutoglu-ve-bakanlar-hakkinda-200-sayfalik-suc-duyurusu-2706161200.html (29.06.2016).
[12] Ahmet Yıldırım. Talat Paşa'yı öldüren Tehliryan'ın oğlundan çarpıcı açıklamalar. Hürriyet Online. 22.04.2015. URL: http://www.hurriyet.com.tr/talat-pasayi-olduren-tehliryanin-oglundan-carpici-aciklamalar-28807577 (29.06.2016).
[13] Orhan BURSALI. Perşembe: “Ermeni Sorun”. Cumhuriyet Gazetesi. 3 Mart 2005, s. 6.
[14] Alman mahkemesi Erdoğan’ı haklı buldu. Yeniçağ Gazetesi, 18.05.2016. Online: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/alman-mahkemesi-erdogani-hakli-buldu-137661h.htm (29.06.2016).
[15] Popülizm ile ilgili olarak bkz.: Umberto Eco (Çev. Cemal Karaağaçlı). “Avrupa Popülizmin Tehdidinde” Türk Edebiyatı. 369, 112471/2004/07, s. 19.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...