16 Aralık 2018 Pazar

Çocukluk deneyimlerinin mutluluk ve başarıyla ilişkisi


Aristoteles’e göre insanlar mutluluğun peşinden koşar. Mutluluk insan hayatının amacıdır. Bu amaca ulaşmak için de bir dizi faaliyetlerde bulunur. Mutluluk bilişsel (düşünme, hissetme, öğrenme, hatırlama, karar verme, problem çözme ve yargılama gibi zihinsel süreçler) ve duyuşsal (insan duygularını içeren ilgi, tutum, akademik özgüven, değer ve alışkanlıklar) olmak üzere iki açıdan tanımlanıyor. Kişinin kendini psikolojik olarak iyi hissetmesi, öznel olarak yaptığı mutluluk tanımına uyuyor. Bu durumda bireyin olumlu duyguları (sevinci, neşesi, gurur ve güven duyması), olumsuz duygulara (öfke, korku, kaygı) göre daha fazla yaşaması, yaşamın çeşitli alanlarında yüksek doyuma ulaşması, onun mutluluğunda önemli rol oynuyor. Mutlu bireyler kendilerini iyi hissediyorlar; olumlu duygular yaşıyorlar. Mutlu bireylerden oluşan toplumlar da mutlu toplumlar oluyor.

Mutlu olunabilmesi için üçüncü şart da kişiler arasındaki iletişimin doğru ve etkili kullanılmasıdır. Sağlıklı iletişim kişiler arasındaki ilişkilere olumlu yansıyabileceği gibi iş başarısına da olumlu katkı sağlar.

Uzmanlar hayatta başarı ve mutluluğun kaynağını erken çocukluk dönemi ile ilişkilendiriyor. Çocuk ve dil gelişimi uzmanları erken çocukluk dönemine bu nedenle çok önem veriyorlar.  Erken çocukluk deyince de çocuğun 0-6 yaş arasında geçirdiği dönem anlaşılıyor. Bu dönemde çocuğun zihinsel ve fiziksel gelişimi ileri yaşlara göre daha hızlı olur ve yaşanan olumlu veya olumsuz deneyimler, bundan sonraki hayatının belirleyicisi olarak görülür.

Çocuğun mutlu bir ailede büyümesi, erken yaşta toplum içine çıkarılması, çok dilli ve çok kültürlü ortamlarda “öteki” dil ve kültürün farkına varmasının sağlanması öneriliyor. Çocuğun bu dönemde içinde büyüdüğü çevre, öğrenme süreçleri ve edindiği tecrübeler, çocuk gelişimiyle ilgili tartışmaların da bir parçasını oluşturuyor. Günümüzde sosyal ve ekonomik değişkenlerin çocukların bilişsel ve bilişsel olmayan becerilerinin zengin veya fakir aileye mensubiyete göre nasıl değişiklik gösterdiği, erken çocukluk döneminde edinilen deneyimlerden yola çıkılarak tartışılıyor. Çocuğun bu dönemde yaşadıklarının ilerideki hayatını nasıl etkileyeceği önceden kestirilmeye çalışılıyor.

Bilimsel araştırmalar (örn. Dünya Bankası tarafından hazırlatılan Mind, Society and Behaviour adlı rapor) zengin ve daha düşük gelir sahibi ailelerin çocukları arasındaki gelişim farkının her geçen yıl arttığını gösteriyor. Buna göre, düşük gelire sahip ailelerin çocuklarının performanslarının daha düşük oluyor. Bu gruptaki çocukların dinlediğini ve okuduğunu anlamada gelişmiş gruba göre daha geri kaldığı gözlenirken, uzun süreli dikkat ve kısa süreli bellek gelişimleri de daha iyi değil.

Erken dil gelişimi okulun ilk yıllarındaki okuma ve sayılarla işlem yapmayı öğrenme kadar, ileri yaşlarda daha karmaşık okuma ve matematik işlemlerini yapmada ve bu alanlarla ilgili tam öğrenmede de belirleyici oluyor. Refah seviyesinin en alt diliminde yer alan çocukların söylenenleri anlama ve bir süre sonra hatırlama becerisi, en üst dilimde yer alan çocuklardan yaklaşık 1/3 kadar geride olduğu tespit edilmiş. Dolayısı ile bu çocukların içinde bulunduğu olumsuz çevresel faktörlerin ortadan kaldırılabilmesi için gerekli tedbirlerin bir an önce alınmasında yarar görülüyor.

Çevresel faktörlere geri dönecek olursak, zekânın bir kısmının genetik veya kalıtsal olduğu öne sürülse de çocuğun çevreden alacağı destek, onun performansını geliştirebilmesi için gereklidir.  Bu destek, en temel boyutlarda çocukla yapılacak sohbeti (sözel iletişim), bilişsel ve sosyal-duygusal uyarımlarla birlikte doğru beslenmeyi, davranış özgürlüğünü ve yeterli sağlık hizmetlerini almasını kapsıyor.

Alman okul sisteminden ayrılıp, Türk sistemine geçen çocukların karneleri incelendiğinde, çocukların derste ağırlıklı olarak sessiz, sakin ve derse katılımlarının istendik düzeyde olmadığı; okul ve sınıf içi aktivitelerden uzak durduğu belirtiliyor. Dolayısı ile bu çocuklara verilen kanaat notu da düşük oluyor. Türk aile yapısının çocukları çok öne çıkarmayan özelliği ve çocukların içinde bulunduğu dar sosyal çevrenin kendilerini ifade etme becerisinin geliştirilmesi için yeterli olmadığını da açık bir şekilde gösteriyor. Dolayısı ile çocukların okulda arzu edilen akademik başarıyı yakalayamamasının nedenlerinden biri bu bağlamda kendini gösteriyor. Çocuğun derste “uslu” durması; onun dil ve iletişim becerilerinin yeterli gelişmediği, alan bilgisinin yeterli olmadığı şeklinde olarak yorumlanıyor ve bu tutum çocuğun okuldaki akademik başarısına olumsuz yansıyor. Düşük karne notları da daha alt eğitim basamağına yönlendirilmesine neden oluyor. Ailenin dil ve eğitim durumu yetersizse, öğretmen ve okulun verdiği karar saygı ile karşılanıyor.

Bazı çocuk gelişim uzmanları, psikologlar çocukların sosyal beceri (soft skills) olarak tanımlanan gelişimlerini kişilik özellikleri ile ilişkilendirirken, bazı nörobiyologlar da kendini kontrol etme becerisi (öz-düzenleme) ve ilgili yapıları merkeze alıyor.  Alman eğitim uzmanları ve öğretmenlerin bu değerlendirmede Türk aile yapısının özelliklerini de göz önüne alması gerekirken, Türk ailelerin okul aile birliği çalışmalarına katılmaması, Alman okulları ile yetersiz iletişimi, öğrenci-öğretmen-aile arasındaki iletişim kanalının önünü kesiyor.

Ön düzenleme denilen hususlar; dikkat yöneltme, kendine doğru odaklanma, bakış açısını değiştirebilme, değişimlerde esnek olabilme, kısa süreli bellek, problem çözme gibi bir hedefi gerçekleştirmek üzere biriktirilen otomatik veya haz, doyum isteyen; neden sonuç ilişkisini düşünmeden ortaya koyulan dürtüsel tepkilerden oluşuyor. Örneğin, çocuk derste verilen arada arkadaşları oyun oynarken, öğretmenin verdiği matematik problemini çözmeye devam ediyorsa, ön düzenleme denen beceriyi kullanmış oluyor.  Bu beceri duyguları düzenleme, kendini kontrol etme, gelecekteki bir kazanım için doyumu erteleme gibi bileşenleri de kapsıyor.  Uzmanlar ön düzenleme becerilerinin çocuğun okula başlamak için gerekli temel gereksinimler olarak değerlendiriyor ve bu konuların üzerinde durulması gerektiğini belirtiyorlar.

Ekonomik olarak az gelişmiş bir çevrede büyüyen bir çocuğun ön düzenleme becerisinin gelişimi önceden kestirilemeyen çevresel şartlar ve uzun süren stres nedeniyle aksayabiliyor. Bunlara ilave olarak dezavantajlı çocukların devamlı destek ve yönlendirme almaları, güdü kontrolü, perspektif değiştirme, alternatif sosyal uyaranlar alma ve dikkat toplama gibi becerileri geliştirme fırsatına sahip olmaları daha düşük oluyor.

Ailelerin gerek çocukları ile konuşurken gerekse küçük çocuklarının yanında üçüncü şahıslarla konuşurken dikkat etmesi, çocukların konuşulan her bir sözü hafızalarına kayıt ettiklerini unutmaması gerekir. Örneğin çocuk düşük puan aldığı bir sınav kâğıdını eve getirdiğinde çok güzel, ama şurası eksik kalmış; şu kısmı neden yanlış çözdün gibi eleştirilerde bulunulursa, çocuk olumludan önce olumsuzu algılayıp seçip zihnine kaydeder. Hayatı boyunca da başarısızlık, yetersizlik gibi olumsuz duyguları yük olarak taşır. Bu durum çocuğun özgüvenini zayıflattığı gibi, yukarıda yapılan mutluluk tanımının da eksik kalmasına, sağlıksız toplumların ortaya çıkmasına neden olur.

Eksik kalan çocuk etrafındaki nesne ve olguların farkına varmakta, neden – sonuç ilişkisi kurmakta ve olaylar zincirini analiz etmekte zorlanır; bilişsel, duyuşsal, devinişsel ve sezgisel davranışları istendik düzeyde geliştiremez. Oysa çocuklar toplum denen ormandaki ağaçları besleyen birer kök gibidir. Kökler kurursa, ağaçlar da kurur. İyi yetiştirilemeyen çocuklar, milletlerin geleceklerini de tehlikeye atar.

Okuma notları:
1. Erken çocukluk dönemine https://tedmem.org/mem-notlari/degerlendirme/erken-cocukluk-donemi-uzerine adresinden ulaşılabilir.
2. Dünya Bankası Araştırması için: World Bank. 2015. World Development Report 2015: Mind, Society, and Behavior. Washington, DC: World Bank. doi:10.1596/978-1-4648-0342-0

Bu yazı Zeitung Europa-Journal Haber Avrupa Gazetesi'nin Aralık 2018 sayısı için hazırlanmış olup, gazeteye http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/dezember2018/cakir122018.jpg adresinden ulaşılabilir.

3 Aralık 2018 Pazartesi

Türk eğitim sistemi üzerine


Ankara'da yayımlanan BY PROTOKOL Dergisi ile Türk Eğitim Sistemi üzerine yapılan mülakatta yöneltilen sorulara aşağıdaki cevaplar verilmiştir. Röportaj derginin kasım 2018 sayısında yayımlanmıştır (ss. 90-95)

Bir akademisyen gözüyle, geçmişten günümüze Türk eğitim sistemini nasıl yorumluyorsunuz?
Bugün uygulanan eğitim sistemimizin geçmişi Osmanlı İmparatorluğunun yenileşme çabalarına kadar geri gider. O zaman atılan tohumlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında somut hedeflere dönüşmüş; çıkarılan kanunlar ile ihtiyacı karşılamak üzere yapılan çalışmalar bazen yetersiz kalsa da toplumun yetişmiş insan gücü bu sistem ile oluşturulmuştur. Bu sistemin gelişmeye açık olan yönü; bireysel yetenekleri geliştirmekten uzak, yarışmacı bir anlayışın egemen olmasıdır. Öğrencilerin üzerinde sınav baskısı, velilerin çocuklarını sınava hazırlama kaygısı, okulların üzerinde ise diğer okullarla yarışma ve başarılı olma kaygısı var. Sınavlar merkezi yapıldığından, okullar arasındaki gelişmişlik farkı gelişmiş ülkelerdeki okullar arasındaki farkın yedi katı daha fazladır. Dolayısı ile bu sınav eşit olmasına karşın, adil bir çözüm olarak görünmüyor; bununla birlikte tamamen kaldırılması da mümkün görünmüyor.

Zamanla sarmal bir yapıya dönmüş olan eğitim sistemimizin iyileştirilmesi için yapılan planlamalar da ülkemizin karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm üretmede yetersiz kalmış, kâğıt üzerinde çok iyi görünen projeler ya uygulamaya geçirilememiş ya da istenen sonuç alınamamıştır.

Sorunların çözülebilmesi için bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı, öbür yandan eğitimin diğer paydaşları ciddi çalışmalar yapıyor; birbirinden çarpıcı tespitlerin yer aldığı raporlar hazırlıyorlar. Tespit edilen güçlü yönler, fırsatlar, tehditler ve gelişmeye açık yönler bir arada toplanınca, gelişmeye açık olan yönlerin bugünden yarına çözülemeyecek kadar karmaşık olduğu görülüyor. Gerek uygulamadaki gerekse sistemin kendi yapısından kaynaklanan yetersizlikler de ilave edilince, eğitim sisteminin toplumun beklentilerini karşılayacak, hayatın akışını düzenleyecek özellikte olmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Çocuklar, gelişen çağ teknoloji 4.0’a ayak uydurabilmek için ülkenin ihtiyaçları, bireysel ilgi ve becerileri doğrultusunda değil, adeta ailelerin egolarını yarıştırmak için okula gönderilmektedir.

Yarışmacı sistemin getirdiği baskı ile okullarımızda verilmesi gereken uygulamalı eğitim yetersiz kalmakta, bu yetersizliğe sistemin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan yönetim organizasyon sorunları da ilave edilince, eğitim sistemi arzu edilen gelişmeyi sağlamakta zorlanmaktadır. Tehditleri ortadan kaldırmak için uygulamaya koyulan her yeni uygulama; alınan bütün tedbirlere ve uğraşılara rağmen, eğitimin ticarileşmesinin önünü kesemiyor.

Tüm devlet yatırımlarına rağmen, kimi okullardaki derslik sorunları hala çözülebilmiş değil; buna ek olarak nüfus artışı, şehirleşme ve taşımalı eğitime harcanan olağanüstü para yeni eğitim yatırımlarının önünde engel olarak görünmektedir. Bilimsellikten, sanattan, spordan uzak, yavan ve içeriği tartışmalı programlardan oluşan bir insan yetiştirme düzenimiz var.

Sistem içindeki öğretmenler adeta çözümün değil, sorunun bir parçası durumundalar. Öğrettiği alana hakim olmayan öğretmenleri bu sistem yetiştiriyor ve yine bu sistem istihdam ediyor. Eğitim kurumlarında görev yapan personel arasında o kadar belirgin ayrışma ve ötekileştirmeler var ki öğretmen odalarında bir araya gelmeyen, birbirine selam vermeyen öğretmenler görülebiliyor.

Eğitim çıktılarının, yani büyük bir yarışın içinde uzun nefesli olup da bir yükseköğretim kurumuna yerleştirilenler veya yerleştirildiği kurumdan mezun olanlar, hayata ve insana dair o kadar kısıtlı bilgiye sahip oluyorlar ki mezuniyet sonrasında tam bir hayal kırıklığı yaşıyor; beklentilerine ulaşamadıkları için mutlu olamıyorlar.

Hal böyle olunca eğitim alma ve sistemden eşit pay alma konusundaki avantajsız grup her geçen gün büyüyor. Köylerde yetersiz altyapı nedeniyle geçilen taşımalı eğitim nedeniyle hem köylüler başları sıkıştığında müracaat edebilecekleri öğretmene ulaşmaktan yoksun, hem de çocuklar kendi köylerinden taşınarak bir başka merkezdeki okula gitmek zorunda kaldı. Köylü doğal lideri olarak öğretmen değil, imam ve kendi içinden çıkardığı muhtarla başbaşa kaldı. Köylerin kalkınması ve köylülerin eğitilmesi için buralara küçük eğitim kampüsleri kurulmalı; bu kampüslerde okul ve yaş gruplarına göre derslikler, beceri kurslarının açılacağı merkezler, sağlık hizmetleri alınacak sağlık kabinleri, köye gelen yabancıların kalabileceği konuk evleri, kültürel etkinliklerin düzenleneceği salonlar, kütüphaneler ve kamu hizmetlerinin yürütüleceği çalışma yerlerinin bulunması gerekir. Bu merkezlerde butik hizmetler STK’lar tarafından geliştirilecek projeler yoluyla uygulamaya geçirilecek, yaşayan mekânlar oluşturulacaktır. (X)

Türkiye’nin çocukları okullarda hayat için öğrenmeyi değil, her aşamada önlerine koyulan sıralama sınavlarında üst dilimlerde yer alabilmeyi önceliyorlar. Sınav baskısı ile psikolojik sorunlar yaşayan öğrenci sayısındaki artış dikkat çekici boyutlarda. Çocuklar her geçen gün örgün eğitimden çıkıp, açık öğretim sistemiyle eğitim verilen okullara geçiyorlar. Sistemin Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu insan modelini karşılama konusunda kat edeceği daha uzun bir yol var. Yarıştırdığımız çocukların üzerindeki yükü hafifletecek bir hobi edinmesine bile fırsat vermiyor; elimizdeki onca yetenekleri heba edip gidiyoruz.

Ülkemizde öğretmen olmanın zorlukları nelerdir?
Ülkemizde öğretmen yetiştirme alanında zihin bulanıklığı ve siyasal baskı var. Bir yanda görevini yapmaya çalışan eğitim fakülteleri, öbür yanda alan fakülteleri öğrencileri var. Öğretmen yetiştirme süreci vatandaşın talebi ve siyasal müdahaleler ile adeta çökertilmiş, eğitim fakülteleri de işlevini adeta yitirmiş durumda. Ülkenin ihtiyaç analizi yapılmadan, üniversite dışından belirlenen kontenjanlar; ülke ihtiyacı ile doğru orantılı olmadan açılan eğitim fakülteleri ve bu fakültelerden mezun olan öğretmen adayları bir yanda, öğretmenlik meslek derslerini kısa süreli eğitimlerle alan ve böylece öğretmen olunduğunu zanneden, atanmayı bekleyen öğretmen adayları bir diğer yanda. Milli Eğitim Bakanlığı hemen her öğretim yılı başında binlerce atama yapmasına karşın, ihtiyaç analizi yapılmadan mezun edilen öğretmen adaylarının istihdam sorununa çözüm üretmekte yetersiz kalmaktadır.

İstihdam edilebilen öğretmenler arasında değerlendirme ölçütlerindeki sıkıntılar nedeniyle terfilerin liyakate göre değil, öznel tercihlere bağlandığı, yetişmiş insan kaynaklarının verimli kullanılamadığı gibi bir genel duruma tanıklık ediliyor. Bu durum eğitim sisteminde tükenmişlik yaşanmasına neden olmakta; kamu ile özel eğitim-öğretim kurumları çalışanları arasında nitelikte ciddi bir farkındalık görülmektedir. Kamu eğitim kurumları giderek öğrenmeye gönülsüz, öğretmeye isteksiz, daha az bilgili ve etik değerleri zayıf insanların ağırlıkta olduğu bir ilişkiler ağına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öğrenciler başta olmak üzere değişik grupların öğretmenlere uyguladığı şiddet eylemleri, eğitim sisteminin veya öğretmenlerin yetersizliği kadar bireylerin kendilerini ifade edememelerinden kaynaklanan sorunların yansımasıdır. Arzu edilmeyen bu ve benzeri olaylar mesleğin toplumsal ve sosyal saygınlığına giderek zarar vermektedir. Toplumda öğretmenlik mesleğinin herkes tarafından kolaylıkla yapılabileceği şeklinde doğru olmayan bir algı vardır.


Öğretmenler, vakitlerinin büyük çoğunluğunu okumak, kendini geliştirmek yerine siyaset, spor ve magazine ayırmakta; kendilerine sunulan hizmet içi eğitim imkânlarına katılımı adeta “angarya” olarak değerlendirip karşı çıkmaktadır. Öğretmenlerin düşük gelir grubuna inmesi, devlet okullarındaki politik ayrışmanın girerek belirginleşmesi ve nihayet eğitim kurumlarının ticari işletmelere dönüşmesi, nitelikli insanların öğretmenlik mesleğini tercih etmemesine neden olmaktadır. Çağı yakalayamayan, 1930’lu yıllardan kalan ve neyi, nasıl, niçin yetiştireceğimize dair bir eğitim felsefesinin yeterli olmayan çalışma şartları ve vizyonsuzluk nedeniyle toplumu getirdiği nokta, ülkeyi ancak gelişmekte olan ülkeler kategorisine taşıyabilmiştir. Ülkeyi daha ileri gelişmişlik düzeyine taşıyabilmek için bütün paydaşlarla birlikte gerçekçi stratejiler belirlenmeli uygulamaya geçirilmelidir. En son atanan Sn. Milli Eğitim Bakanı’nın ilk çalışmalarından biri olan “Bulma Konferansı” bu konudaki kararlılığın ve iyi niyet ışığının göstergesi olarak değerlendirilmelidir. 

Sizce son yıllarda eğitim alanında gerçekleştirilen projeler eğitim alanındaki aksaklıkların giderilmesinde ne kadar başarılıdır?
Son yıllarda iyi niyetli girişimler ve çabalara rastlanıyor. Devlet, halkın tamamına eğitim hizmeti vermek ve rahat, güvenli ve uygarca yaşaması için gerekli tedbirleri almak üzere var olduğunun bilinciyle yeni eğitim politikaları geliştirmeye başladı. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak üzere ücretsiz ders kitabı dağıtılmasından özel okul öğrenim giderlerine katkı sağlamaya kadar bir dizi tedbirler hayata geçirildi. İnsana ve geleceğe yapılan yatırım stratejileri devletin öncelikleri arasına alındı; eğitim anlayışında da köklü bir yenilenme ve değişim isteği görülmektedir. Alınan tedbirlerin, uygulamaya koyulan projelerin kısa sürede sonuç vermesini beklemek, uzun vadeli eğitim yatırımları açısından gerçekçi görülmemektedir. Ancak olumlu sonuçlarının zaman içinde alınacağını belirtmek gerekir. Başarılı uygulamalardan öne çıkanlar kısaca şunlardır:
  • İlköğretim okullarında kullanılan öğretim materyallerinin, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılmaktadır.
  • Gerekli altyapının oluşturulmadan başlanmasına ve bu nedenle istendik sonuçlara ulaşılması zaman alan FATİH Projesi, eğitimde teknoloji kullanımı için atılmış önemli bir adım olarak dikkat çekmekte olup, projeye uygulamada tespit edilen gelişmeye açık hususlar iyileştirilerek devam edilmelidir.
  • Eğitimde öğretmeyi değil, öğrenmenin dolayısı ile öğrenciyi merkeze alan anlayışın öne çıkarılmaktadır.
  • Dershaneler kapatılmış; bunlardan ileri uygulamaları olan ve altyapıları yeterli görülenler temel liselere dönüştürülmüştür.
  • Özel ders uygulaması kademeli olarak azaltılmakta, öğrencilere özel ders yerine öğrenim gördükleri okullarda etüt imkânı sunulmaktadır.
  • Öğrencilere ve öğretmenlere bilgiye erişim imkânı sunan bilişim altyapıların kurulmasına ve mevcutların geliştirilmesine başlanmıştır.
  • Özel eğitime gereksinim duyan çocuklar ile üstün zekâlı çocukların eğitimiyle ilgili önemli çalışmalar yapılmış, uluslar ötesi model uygulamalar üzerinde çalışılmaya devam edilmektedir.
  • Talim ve Terbiye Kurulu’nun okullarımızda okutulan bütün derslerin müfredatlarını güncellemesi sağlanmış ve değişen müfredatlara uygun öğretim materyalleri hazırlanmasına yönelik çalışmalar devam etmektedir.
  • Ortaokuldan liseye geçişlerde yaşanan yarışmacı anlayış kırılarak, yapılan sıralama sınavına katılımın isteğe bağlı hale getirilmesi, daha az gerilimli bir geçiş sisteminin uygulamaya geçilmesini sağlamıştır. Uygulamada ortaya çıkan eksikliklerin giderilmesi halinde sistemin uzun süre değiştirilmeden kullanılması mümkün görünmektedir.
  • Kısıtlı imkânlara, sınırlı altyapılara rağmen ikili öğretime kademeli olarak son verilip tam gün eğitimi uygulamasına geçilmesi için yapılan çalışmalar devam etmektedir.
  • Üniversiteye girişlerde uygulanan sınav sisteminin yeniden yapılandırılması ve alt öğretim kurumlarındaki müfredat ile ilişkisi kurulmuş; sorular öğrencilerin okulda kullandıkları ders kitaplarından üretilmiştir. 
Gözlemlediğiniz kadarıyla öğrencilerin genel durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Başarının yükseltilebilmesi için öğretmene, öğrenciye ve veliye düşen görevler nelerdir?
Öğrenciler yoğun bir stres altında bir sonraki eğitim kademesine geçiş için hazırlanan testlerle boğuşarak geleceğe hazırlık yaptığı algısıyla yetiştiriliyor. Bu ezberci bir yaklaşımla sınıf geçmeye ve test çözmeye yönelik bir eğitim alıyor. Bu öğrencilerin okulda öğrendiği bilgi ve becerileri günlük hayatta kullanabilme becerilerini ölçen PİSA veya TIMSS araştırmaları da bu görüşü doğrular nitelikte. Araştırmalar; çocukların fen, matematik sorularını çözemediğini, okuduğunu anlayamadığını, iki satır kompozisyonda kendini ifade edecek dilsel beceriden yoksun olduğunu ortaya koyuyor (Bkz. pisa.meb.gov.tr). Bu sistem içinde körelttiğimiz çocuklardan üstün nitelikli bilim insanı olmasını beklemek, onlara yapılacak en önemli haksızlıklardan biri olmakta; bu çocukları kör ve topal hale getiren sistemde ısrar etmek de ülkeye zarar vermektedir.

Bilim insanı kitaplarda yazılan bilimsel bilgiyi ezberleterek, çoktan seçmeli sorulardaki cevap seçeneklerinden en doğrusunu buldurularak yetiştirilmez. Bilim, halkın bildiğini bilimsel bilgiye dönüştürmenin yöntem ve tekniklerini uygulamalı olarak hayata geçirme ile başlar; bilim, kesin bilgiler yerine sürekli gelişen bilgileri içerdiği için, bilinenden bilinmeyene doğru sürekli bir arayışı gerektirir. Mevcut sistem içerisinde alan bilgisi istendik düzeyde olmayan, kendini geliştirme konusunda direnç gösteren, sosyal ve sendikal faaliyetlerle ayrışan, birbirini paydaş olarak görmek yerine ötekileştiren öğretmenlerin bilimsel bilgiyi üretecek öğrencileri yetiştirmesini beklemek, sisteme katkı sağlamasını ümit etmek; okuma yazma bilmeyen bir kişiye en son hangi kitabı okuduğunu sormak kadar gereksizdir. Sistem içindeki öğretmenlerin alan yeterlilikleri ölçülmeli, alanında yeterli, gelişmeye açık ve öğretmenlik mesleği için yetersiz olanlar tespit edilerek geleceğe yönelik stratejik eğitim planlaması yapılmalıdır. Uygulama aşamasında ise öğretmenlik mesleğine elverişli olmayanların kamu kurumlarının ihtiyaç duyulan diğer alanlarında görevlendirilmesi, gelişmeye açık olanların eksiklerini gidermek için hizmet içi eğitimlere ağırlık veren çalışmalar yapılmalıdır.

Veliler için ülkede velileri bilgilendirme ve bilinçlendirme amacıyla “Veli Okulu” kurulmalıdır. Veliler ve çocuklar Türkçenin yanı sıra, bir yabancı dili ileri düzeyde kullanabilecek bilgi birikimine ulaşmalıdır. Yabancı dil bilmeyen bir kişinin ülke sınırları dışına çıktığında okuryazar olma özelliğini yitirdiği unutulmamalıdır. Bu sistem okullarda rehberlik servisleri ile başlatılarak, velilerle çocuklarının bilgiye ulaşma imkânlarını geliştirmeleri için uygun eğitim ortamları oluşturulabilir. Veliler kendilerinin çok isteyip de ulaşamadıkları, içlerinde ukde kalan meslekleri çocuklarının yapması konusunda hayal kurmayı bırakıp, onların ayrı birer birey olduğunun bilincine varmalı; çocuklarına onların sahip olduğu özel ilgi alanına, yetenek ve isteklerine göre eğitim imkânı sunmalı ve başarılı oldukları alanlarda destek olmaya çalışmalıdır. Başarısız olunan alanlarda ısrarcı olmak, çocuğun ruh sağlığını bozmakta, aileye maddi-manevi yük getirmektedir. Buna karşın başarılı çocukların üzerinde durulması ve başarılarını daha ileri taşıyacak imkanlar sağlanması ülkenin geleceğinde iyi yetişmiş bilim insanlarının ortaya çıkmasına katkı sağlayacaktır. Özetle özel çocuklara özel eğitim verilmeli, normal çocukların özel çocuklar düzeyine çıkarılması için harcanan kaynakların boşa gittiğini görerek, bu kaynakların çocukların özel ilgi alanına yönelik eğitim yatırımlarında kullanılmasına özen gösterilmelidir. 

Yaşadığımız gök kubbenin altında hepimizin ortak veya kimimizin özel sorunları olmasına rağmen, geleceği yönlendirmek için aydınlık bir kafa ile düşünmek ve bir an dahi hayal etmekten vaz geçmemek; geleceğe olan umudu yitirmemek lazımdır. 

Türk eğitim sisteminde neyi iyi yaparsak, sorunları aşabiliriz?
Toplum olarak bugün dünden kalan eksikleri telafi etmeye çalışmaktan geleceği planlamaya vakit bulamıyoruz. Oysa eğitime, teknolojiye, bilime yatırım yaparak dünya milletleriyle yarışacak nesilleri yetiştirmek için uzun vadeli programları bugünden yaparak gelecekte uygun ortamlarda hayata geçirmeliyiz. Evrensel değerleri anlayabilmek, uluslararası rekabette söz sahibi olabilmek için yabancı dil bilen; maziyi unutmadan atiye hazırlanan vatandaşlar yetiştirmeliyiz. Bunun için de dil bilmeyen dil öğretmenlerinden, alan bilgisi olmayan alan öğretmenlerinden, çocuk sevmeyen sınıf öğretmenlerinden bir an önce kurtulmalı; eğitim politikalarını ve kurumlarını günlük siyasetin dışına taşıyıp, gelişmiş ülkeleri geçmek, ortak idealleri gerçekleştirmek için birlikte çalışmalıyız. Sistemin oyaladığı çocuklara, üniversiteye geldiğinde hala YÖK zoru ile Türkçe, Türkiye Cumhuriyeti tarihi öğretmeye veya bir temel yabancı dil becerisi kazandırmaya çalışıyorsak, bu durum, yenilemekte zorlandığımız sistemin zayıf ve gelişmeye açık yönlerini göremediğimiz ve alt eğitim basamaklarında başarılı olamadığımız anlamına gelir. Gençlerin mutlaka bir yabancı dili öğrenmesi için alt eğitim kademelerinde ana dilde verilen eğitimi terk edip, yabancı dilde eğitime geçilmemelidir. Yabancı dilde eğitim sömürge ülkelerinde, sömürenlerin sömürülenlere benimsettiği bir modeldir. Bunu söylerken, yabancı dile karşı bir tutum içinde olduğumuz anlaşılmasın. Yabancı dil bilenler Türkiye dışında da bir dünyanın varlığının farkına varır, hayata ve insana bakış açıları değişir. Evrensel değerler ile tanışır, eğitim yoluyla gelişirler. Yerel değerleri yaşatma inat ve kaygısı ile evrensel değerleri ihmal etmemek lazımdır. Çünkü evrensel değerleri bilmeyenlerin yerel değerlere katkı sağlaması, gelecek kuşaklara aktarması zordur. 

Gelelim ana soruya. Neyi yaparsak sorunları aşabiliriz? Eğitim sistemimiz bir yandan çocuklarımıza yaşantıları yoluyla arzu edilen olumlu davranış modellerini kazandırmaya çalışırken, onları geleceğe hazırlamakta yetersiz kalıyor; öte yandan onları milli ve insani değerlerinden uzaklaştırıp, yaşadığı topluma ve değerlerine yabancılaştırıyor. Eğitimli olmak, aydın ve entelektüel birikime sahip olmak, toplumla araya mesafe koymayı gerektirdiği gibi bir yanılsamayı uygulamaya dönüşüyor. Oysa, hayatta en zor olan, insan olmayı becerebilmektir. Sistemin bu nedenle uzak hedefler yerine ulaşılabilir somut hedefler üzerinde yoğunlaşması gerekir.

Türk eğitim sistemini, diğer ülkelerin eğitim sistemleri ile karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Ülkeler ekonomik gelişmişlik düzeyi gibi eğitimdeki gelişmişlik düzeylerine göre de sınıflandırılmaktadır. Türkiye eğitim alanında da “gelişmekte olan” ülkeler grubunda yer almaktadır. Gelişmiş ülkelerde yaşayan bir çocuğun eğitimine yapılan yatırım, hem toplumu, dolayısı ile insanlığı geliştirmek, hem de çağdaş uygarlık iddiasında olan milletin geleceğini güvence altına almak üzere atılan küçük ama anlamlı bir adımdır. Gelişmiş ülkelerde eğitim hedeflerinin belirlenmesi ve bu yöndeki çalışmalar partiler üstü bir strateji içerir ve iktidarlar değişse de hedefler değişmez. Bu ülkeler yeni kuşağı geleceğin öngörüleri ile eğitirken, geçmiş kuşaklardan devralınan kültürel mirası, günübirlik kavgalar ve çatışmalardan uzak tutar; günün mirasçıları geçmiş kuşaklardan devraldıkları değerler ile barışık şekilde yaşarken ve yerel değerlerini geleceğin ihtiyaçlarına göre yapılandırılmak, evrensel değerler manzumesi içine taşımak için toplumsal uzlaşma içinde çalışılır. Eğitim süresince öğrenilen bilimsel bilgiler, hayatın gereksinimleri için uygulamaya geçirilirken, kuramsal alandan pratik alana aktarılır. Bu süreçte bilimsel bilgiyi üretenlere gösterilen saygı ve toplumun ihtiyaçlarına karşılık veren kişilere değer verilir, mevcut değerler maddi ve manevi desteklerle rol modeller olarak ileri pozisyonlara taşınır. 

Gelişmiş ülkelerde gelişmişliğin göstergesi olarak okumuşların, okumaz yazmaz bireylere dönüşmesi ve zamanla hayata başlanan zaman ile yaşanan an arasındaki gelişmelerden doğan boşluğu kendi kültür kodları ile araya mesafe koyarak kapatmaya çalışan nobranlara rastlanılmaz; aydınların toplumdan uzaklaşması söz konusu değildir. Toplum, kendi ihtiyacına uygun insanı kendi öz kaynağı içinden yine kendine özgü yöntemlerle geliştirdiği eğitim sistemi ile somut, ulaşılabilir hedefler koyarak, yani ülkenin gerçekten ihtiyaç duyduğu insan kaynağını yetiştirmeye çalışırlar. İthal sistemler ile toplumun bünyesine uymayan, vitrinde şık göründüğü halde giyince üzerine uymayan sun’i elbiseler peşinde koşmazlar. Bilgi ile etkileşime girer, bilimsel bilgi üreterek bireysel anlamda refah düzeyine ulaşmak, yüksek standartlarda bir hayat kurmak ve sürdürmek için çalışırlar. Bunlar toplumsal kalkınmayı sağlamış ve gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alırlar. Devam ettirmek için de ekonomik gelir düzeyine paralel olarak demokratik ve sosyal hukuk devletini oluşturan sistemi kurup, onu geliştirmenin yolunu ararlar.

Yaptığınız ve yapacak olduğunuz projelerden bahsedebilir misiniz?
Özgeçmişimde yaptığım çalışmalar kısmen yer alıyor. Geçmişte yapılanlar elbette önemli; ama geride kalmış başarılar ile oyalanarak, geleceğe yönelik planlamalar göz ardı edilmemeli. Her yeni güne dünden çıkarılan derslerle, yeni umutlarla, planlarla başlamalı; yeni adımlar atılmalı. Mevlana’nın dediği gibi, “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”. Geleceğe yönelik projelere gelince; Avrupa Türk toplumunun bütün sosyal katmanları ile birlikte daha gelişmiş, çağdaş standartlarda bir hayata ulaşması için çalışıyoruz. Bu süreçte temel önceliğimiz eğitimdir. Ben de bu kendi görev bölgemdeki eğitim faaliyetlerini planlayan, uygulayan ekibin lideri ve yurt dışı teşkilatı olarak adlandırılan sistemin bir parçasıyım. Görev bölgemdeki rutini yönetmenin yanı sıra, Avrupa Türk toplumunun öncelikli eğitim sorunlarının çözümü için çok uluslu çok paydaşlı projeler üzerinde çalışıyoruz. Bu projelerde Avrupa Türk toplumunun eğitim ve kültür düzeyinin ileri toplumların düzeyine gelmesi, sosyal sınıf bilincinin geliştirilmesi, gençlere akademik bilginin yanı sıra beceri ve mesleki formasyon kazandırılmasını hedefliyoruz. Gençlerin içinde yaşadığı toplumun dilini ve kültürünü öğrenerek sosyal hayata uyum sağlamalarını teşvik ediyor; bu süreçte de köken kültürünü unutmaması; sahip olduğu değerleri gelecek kuşaklara taşıması gibi hedefler koyuyor; her birinin mesleki saygınlığı olan, sosyal sorumluluk sahibi entelektüel bireyler olarak yetişmesi için mesai harcıyoruz. 

Sivil toplum kuruluşları ile birlikte çalışıyor musunuz? İletişim halinde misiniz?
Bizim işimizin bir parçası da STK’lar ile yürütülüyor. Hem iyi bir eğitim altyapısı oluşturmak hem de oluşturulan yapının içinde verimli ve üretken nitelikte insan yetiştirmek gerektiğine inanıyorum.

Dergiye, http://byprotokol.com/3224-2/ adresinden ulaşılabilir.
(X) Bu kısım sonradan eklenmiştir.

26 Kasım 2018 Pazartesi

Öğretmenler günü hitabı


Değerli Öğretmen Arkadaşlarım,

Öğretmenler günü, öğretmenlik mesleğini icra eden kimseleri onurlandırmak için çeşitli etkinliklerin düzenlendiği bir kutlama günüdür.

Almanya’ya geldiğimden bu yana, akıp giden zamanı düşünüyor; geride kalan ömrüme ve çevremdeki insanlara bakıyorum; nefsinin isteklerine boyun eğen; adeta yaptığı işin kölesi gibi davranan, para kazandıkça ahlaki değerlerini aşındıran kimi insanları gözlüyorum. Oysa kimseye yar olmadı dünyanın malı, mülkü. Her solukta bir an eksiliyor ömrümüzden; Türkiye’den geldiğimden bu yana pek çok arkadaşım, sevdiğim Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine duçar oldu. İyi de kötü de göçüp gidiyor.  Allah geride kalanların ömrüne bereket, anılarını yaşatacak güç versin; ülkemizi güvenli kılsın. Bu insanların içinde onları eğitmeye çalışan öğretmenleri ve onların yanı sıra kendine ve ötekine zarar vermeden hayat mücadelesi verenleri korusun. Bin bir özveri ile görev yapmaya, yokları var etmeye çalıştığımız bu ortamda öğretmen arkadaşlarımızın içindeki mesleki heyecanı nasıl yaşatabildiklerini imrenerek, takdir ve şükranla izliyorum. Her bir öğretmenimizin gayretini, içindeki yurt ve insan sevgisini büyük özen ile anı defterime kaydediyorum.

Öğretmenlerimizin bu süreçte içinde bulunduğu yalnızlık ve sessizliğini her geçen gün daha iyi anlıyor; kendime gerçek öğretmenin kim olduğunu soruyorum. Gerçekten, burada öğretmen kim ve ne iş yapar?

Siz marifetlerinizi gül bahçesinde ötüşen bülbül gibi sergileseniz de her şeyi en iyi bildiğini düşünen muhataplarınızın zaman zaman sizi anlamaya çalışmak yerine, kinayeli sözlerle, aralarında kurduğu tenasüp ve tenakuzlarla sizleri adeta bir cümbüşün, kargaşanın içine çekmeye gayret ettiklerini de dikkatle gözlüyorum. Herkesin eğitimci, her önüne gelenin öğretmen olduğu yerde çalışmak imkânsız olmasa da zordur. Boş keseyle gidilen pazardan, boş file ile dönüleceğini bilmeyen toplumların ayağa kalkması kolay değildir. Kuşkunuz olmasın ki öğretmenim diye ortaya çıkanların hiçbiri gerçek öğretmenlerin başarısını yakalayamaz; zira ekinini yeşil biçenin harmanı güç olur.

Ciğerlere çekilen hava ömrü uzatır; bırakılan soluk, bedeni rahatlatır. Öyleyse her bir solukta iki nimet vardır ve her ikisine birlikte sahip olabilmek şükür etmeyi gerektirir. Bizim için bu diyarı gurbette, sevdiklerimizden uzak, ama ideallerimize yakın olmak güzel bir duygu olsa da vatandaşlarımıza ve milletimize karşı duyduğumuz sorumluluğumuz, adeta Muhsin Çelebi’nin Tebriz’e giderken üzerinde taşıdığı pembe incili kaftanın ağırlığı gibi duruyor[1].

Atatürk’ün deyişi ile “Yeni kuşak, en büyük cumhuriyetçilik dersini bu günkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. Cumhuriyet ise fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesil, öğretmenlerimizin eseri olacaktır.” Bütün bu sözler, aslında gelişmiş dünyanın bulabildiği çözümlerdir.

Bir konuya daha değinmek istiyorum. Şairin dediği gibi, “Biz elçiyiz; elçiye zeval olmaz” Bazı velilerin, “öğrencilerinizi zaman zaman azarladığınız, çocuklara onların hoşuna gitmeyen sözlerle hitap ettiğiniz” şeklinde yakınmaları oluyor. Unutmayın, “Padişahın hoş görüsü ile ayıp güzelleşirmiş” Öğrencilerinize göstereceğiniz sabır ve hoşgörünüzle zoru başarmanız hemen, imkânsızı başarmanız ise biraz zaman alacak, o kadar.

Bilgili, bilgisiyle davranışı uyumlu; güçlü, başarılı, yardım isteyenlerin rehberi, öğrencilerini seven ve kollayan, vatandaşlarımızın gururu, devletimizin güç kaynağı, geleceğimizin güvencesi olan sevgili öğretmen arkadaşlarım; Allah ömrünüzü uzatsın; bilginizi, değerinizi ve onurunuzu artırsın; yüreğinize huzur versin.

Başkalarına ışık verirken, bir kandil misali kendini tüketen ve terör örgütlerinin, hainlerin tehditlerine boyun eğmeden görev yaptığı yerlerde eğitim ateşini yakarken maruz kaldığı meş’um saldırılarda hayatını kaybederek şehit olan öğretmenlerimize de en derin şükranlarımızı sunar; Allah’tan rahmet dilerim.

Nuh’un kaptanlığındaki gemiye binen, denizin fırtınasından korkar mı? Eğitime gönül vermiş bir Başkonsolos ve arkamızda yüce Türk Milleti var. Yerlerin, göklerin ve bu ikisinin arasındakilerin Rabbi olan Allah, toprak ve rüzgâr durdukça Türk’ü fitne yelinden korusun; birlik ve beraberliğimizi daim eylesin. 

Öğretmenler günümüz kutlu olsun!



[1] Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan adlı öyküsüne gönderme.

11 Kasım 2018 Pazar

En büyük rüyam


Bu yazımda Avrupa’da yaşayan Türklerin eğitim, kültür konusundaki gelişmeye açık yönleri ve dilini, kimliğini koruması üzerinde duracağım. Zaman artık ümit etmek değil, düşünceyi eyleme dönüştürmek zamanı.

Bir zamanlar Anadolu’dan Viyana kapılarına kadar giden âşıklar ordusu, aynı topraklarda yaşadığı yoldaşlarına soyunu, sopunu sormadı. Hepsi el birliği ile birlik ve beraberlik ülküsü içinde Türk üslubunu, Türk töresini ve Türk yurdunu oluşturdu. Türk töresine göre kıbleye doğru ayak uzatılmaz; nimete şükür edilir; sofradaki ekmek kırıntıları bile tek tek toplanır. Her gelen Hızır bilinir, gösterişten kaçılır.

Bugün ne günlere geldik. Avrupalılara Türk olduğunu söylemeden önce düşünen, yutkunan, zihninin derinliklerinden türlü çeşitli kariyer planı akıp giden mahzunlara diyecek bir sözüm yok; ama ezelden ebede, Malazgirt’ten Viyana’ya anlatılan destansı öykülerin bir parçası olduğunu düşünen; orada uğradığı bozgunun ardından Sakarya’da yeniden ayağa kalkabilmenin heyecanını duyan bir milletin evlatlarının bugün Avrupa ülkelerine dağılmış neslinin devamını sağlayabilmesi için gelecekte de özü Türk, sözü Türkçe olmak zorundadır.

Gelişmiş ülkelerde, en ileri eğitim imkânlarının ayağınızda olduğu topraklarda yaşıyorsunuz. Ancak sahip olduğunuz nimetlerden yeterince yararlanma konusunda biraz çekimser davranıyorsunuz. Düşünmeyi öğrenemeyenlere hangi fırsatları verirseniz verin, hangi hakları sağlarsanız sağlayın, onlar “Önce hangi ayağını atıyorsun?” sorusuyla aklı karışan, bir türlü yürümeye başlayamayan kırkayağın akıbetini hatırlayın. Sizler asil Türk milletinin aziz evlatlarısınız. Sizlerin içinde bulunduğu derin gaflet uykusundan uyanmanız, benim için görülebilecek en büyük rüyadır. Yaşadığınız, yurt edindiğiniz bu topraklarda çocuklarınızı yaşıtlarıyla aynı eğitimi almalarını sağlamadan, bilimde, teknolojide, yüksek katma değer üretmeden bu toplum içinde tutunmanız kolay olmaz.  Martin L. King Jr.'ın dediği gibi, "Bu dünyada hiçbir şey, bilinçli cehaletten ve aptallıktan daha tehlikeli değildir". Çocuklarınızı okutun. Onları yalansız, dolansız helal lokma ile büyütün. İçlerindeki gücü fark etmelerini sağlayın. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütleyin onlara. Sonra hayallerinizin gerçeğe dönüştüğünü göreceksiniz!

Tarihinizi, soyunuzu araştırın. Avrupa tarihinden Türkleri çıkardığınızda, Avrupa ve dünya milletler tarihi diye bir durumun da ortadan kalkacağını öğrenin. Öğrenin ki bugünkü Avrupa kültürünün nasıl bir eritme kazanına dönüştüğünü görün. Aradaki farkın Greko-Latin kültürü; Hristiyanlığın töresel etkileri, Fransız devrimi ve Alman felsefesinin ulusalcılığı ve nihayet endüstri (sanayi) devrimine dayandığını, özünde ne Türk’e; ne de başka milletlere üstün olmadığını analiz edin; ışığın doğudan yükseldiğini bir kere daha duyumsayın. İnsan olduğumuz için eşitiz. Sonra bizde Greko-Latin kültürü yoksa Hristiyan kültürü yerine İslam’ın canlanışı vardır. Eşitlik özgüvenle, kendine güvenmeyle başlar. Kendine güvenen, özgüveni yüksek, başarma azmi ve kararlılığında olan eğitimli bir kişinin giderek zorlaşan hayatın, küstahlaşan insan ilişkilerinin üstesinden gelemeyeceği düşünülemez. Geçmişte yaşanan,  günümüzde anlatılan pek çok başarı öyküsü bu azim, kararlılık ve planlı çalışmanın ürünüdür. 

Siz yükseldikçe, sizin başarı öyküleriniz anlatılırken, siz John F. Kennedy’nin Halil Cibran’dan alıntıladığı gibi, “Vatan bizim için ne yapabilir diye değil; ben vatanım için ne yapabilirim” diye sorun. Vatanı ve milletiyle özdeşleşmiş bireylerin başarıları ile yeni Türkiye Atatürk’ün deyişiyle “Medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır”.

Bu nedenle, bugün de yarın da “Anadolu’nun bozkırından, çorak ikliminden gemileri yakıp, bilmediği bir kültüre, iklime dalan insanların yeni yetişen gençleri olarak, geride kalanlar için daha yapabilecek neyim var?” diye sorun. Köyünden yalın ayak baş açık, cep delik, cepken delik çıkan; bazen sepetindeki üç beş yumurtayı satıp harçlık eden yahut istikbal için harcayan fakir Anadolu çocuklarının öğretmen, mühendis, doktor, diplomat ve daha fazlası olan bu cumhuriyetimizi kuranları da unutmayın. Cumhuriyeti sahip çıkın, onu gelecek nesillerden ödünç aldığınızı unutmayın.

Aldığınız eğitim ile “dalları meyva ile dolu” ağaç misali açan güneşin, esen rüzgârın, yağan yağmurun altında sahip olduğunuz meyvaların birileri tarafından koparılmasını beklemek yerine, siz onların her birini değerlendiriyor, birilerine dağıtabiliyor; hayır dua alabiliyor musunuz, ona bakın.

Bugün bazılarından duyduğum gibi, siz de dost, ahbap söyleşilerinde şunları söylüyor olabilirsiniz: Sahip olduklarım için çok çalıştım; acı çektim. Bedel ödedim. Devlet bana ne verdi? Bu ülke, çorak topraklara bir tohum attı mı ki benim hasat günümde ortağım olsun? Akılsız mıyım ki bedava dağıtayım.

Bugün bir kandil misali karanlığı aydınlatıyorsam, o kandilde parlayan alev, beni gurbete atan o ülkeye ait değil ki…  Bendeki kandilin yağını koyan başkası, fitilini ateşleyen başkası. Kaldı ki ben artık Türkiye vatandaşı da değilim… Bugün çevreyi aydınlatma vakti gelmiş olsa da başkasının elindeki kandilden kendi karanlığını aydınlatmasını beklemek niye?

Ben, yüreğinin derinlerinde genç bir ergen misali, kimseye açamadığım gizli sırlarla, özlemle gelmeyecek günlerin hayalini kurarken, bugün sahip olduğum kandil senin değil ki… Ödünç aldığımız gök kubbe altında bin bir zahmetle yeni düşler edindik. Bu düşler, geride kalanlar için değil; gelecek için kuruluyor. Geride kalan hüzünler, gelecek için umuda dönüştü… 

Unutmayın, herkesin ardında bir hikâyesi vardır; kiminin şiir olup, şarkı olup terennüm ettiği, kiminin kimselere söyleyemediği. Herkesin hikâyesi kendine göre değerlidir, anlamlıdır. Eğer insanların hikâyelerini bilip anlayabilirsek insanlara daha anlayışlı davranabiliriz. Bu aziz millet böyle düşünenlere hiçbir şey veremediyse bile ayla yıldızı, bağımsız bir devlet olmanın sembolü olan şanlı bayrağımızı bıraktı.

Birinci kuşaktan, ikinci ve üçüncü kuşaktan canlar geçmişte yaşanan kırgınlıklar bizi ayırmasın; aramıza nifak sokmasın. Bilin ki Anayurdun üzerimize düşen ışığı iyi günde, dar günde yüzümüzü ağartan, ufkumuzu aydınlatan güneş oldu. O güneş bazen yüzümüzün akı, bezen gözümüzün yaşı oldu. Anıları bıraktığımız ülkeye büyük özlem duyuyoruz. Bu özlemin ana dili Türkçe olsun. Sizin de torunlarınıza ana dilinizde anlatabileceğiniz yurt öyküleri olsun. 

Mevlana der ki “Bitip tükenmek bilmeyen dertler yağmur olup üstüne yağar; ama rengârenk gök kuşağı yağmurlardan sonra ortaya çıkar”. Gök kuşağının kaynağı güneş ışığıdır. Gençlerin aydınlanabilmesi için eğitim güneşinin aydınlığına ihtiyacımız var.

İki dilli çocuklarla ilgili görüşler

Çocukların dil gelişimini desteklemek için nelerin yapılması, hangi davranışlardan kaçınılması gerektiği konusunda vatandaşlarımızdan gelen sorulara cevap ve özellikle vatandaşların kendi aralarında sıkça dile getirdiği konularla ilgili akademik görüşlerimi paylaşmak isterim. Aşağıda neredeyse şehir efsanesine dönen; kimi ortamlarda rahatlıkla ortaya atılan ve sorgulanmadan kabul edilen kimi görüşlerle ilgili kısa bir değerlendirmeye ve ardından ilgi duyanlar için bilimsel kaynaklara yer verilmiştir.

1. Tek dilli çocuklar ile çok dilli çocukların dil gelişimi arasında fark yoktur.
İlkesel olarak doğru bir görüştür. Bununla birlikte çok dilli çocukların dil gelişimi iki ayrı dili birden öğrendikleri için tek dilli çocuklara göre daha geriden başlar. Yani bu çocuklar daha geç konuşmaya başlayabilir. İki dilli çocuklar öğrendikleri dilleri konuşmaya başladıktan kısa bir süre sonra geride kalmışlıklarını telafi eder ve yaşıtları olan tek dilli çocukların dil gelişim düzeyine erişirler.

Chilla, Solveig. 2011. Bilingualer Spracherwerb. In: J. Siegmüller & H. Bartels (Hrsg.): Leitfaden Sprache-Sprechen-Schlucken-Stimme. München: Elsevier, 46-51.

2. İki dilli çocuklarla konuşurken tek bir dilde değil de iki dilde karışık konuşulması onların dil gelişimini olumsuz etkilemez.
Çocukların gelişim dönemlerinde onlarla tek bir dilde iletişim kurmak yerine iki ayrı dili karıştırarak iletişim kurmak "Code-Mixing" veya "Code- Switching" denen düzenek değiştirmek, günlük hayatın akışında son derece olağan bir durum olarak dikkati çekmektedir. Bu durum bir dilde eksikliği hissedilen bir kelimenin, kavranın diğer dilden ödünç alınması şeklinde işe yarayabilir; önemli bir dilsel iletişim gereksiniminin karşılanmasını sağlayabilir. Anlatılmak istenen bir konuda, iletişim kolaylığı bile sağlar. Bu ortamlarda büyüyen çocuklar zaman içinde her iki dildeki gelişimlerini tamamladıkça iki dili birbirinden ayırma becerisini de edinirler. Çocuğun iki dili birbirinden ayırmadan konuşmaya devam etmesi, iki dili karıştırarak kullanmasının altında ana dilini veya ikinci dildeki yetersiz dil gelişimi gibi başka nedenler olabilir. Bu nedenlerin iyi araştırılması, gerektiğinde uzman yardımı alınması gerekir.

Auer, Peter. 2009. "Competence in performance: Code-switching und andere Formen bilingualen Sprechens". In: I. Gogolin und U. Neumann (Hrsg.): Streitfall Zweisprachigkeit – The Bilingualism Controversy. Wiesbaden: VS Verlag für Sozialwissenschaften, 91-110.
Paradis, Johanne, Genesee, Fred, & Crago, M. 2011. Dual language development and disorders: A handbook on bilingualism and second language learning (2nd Ed.). Baltimore, MD: Brookes Publishing.

3. Çok dilli çocuklara göre tek dilli çocuklarda dil gelişim bozuklukları daha az görülür.
Bu doğru bir görüş değildir. Dünyada bütün çocukların % 6-8’i dil gelişim bozukluğuna sahiptir. Çocuklarda görülen bu dil gelişimi bozukluğunun çok dillilikle ilgisi yoktur. Çok dilli çocuklar için geçerli olan sorun varsa, her iki dilde de ortaya çıkan sorundur ki o da iki yaşına geldiğinde 50 kelimeden daha az sözcük dağarcığına sahip olması, iki kelimeden daha fazla uzunlukta cümle kuramaması, belli jest ve mimiklerin fazlaca tekrar edilmesidir.


4. Çocuklar önce bir dili, ana dilini doğru öğrenmeli, sonra ikinci dili öğrenmeye başlamalı
Bu görüş doğru değildir. Bilim insanları geçmiş yıllarda çocuklara iki ayrı dili aynı anda öğretmeye çalışmanın doğru olmadığını öne sürseler de günümüzde yapılan bilimsel araştırmalar, bu görüşün aksini ortaya koymuştur. Çocuklar gelişim özellikleri bakımından her iki dili de aynı anda öğrenmeye yatkın bir özelliğe sahiptir. Şartları uyan çocukların üç yaşında veya daha erken çağda ikinci bir dilin konuşulduğu ortamlara sokulmasında yarar vardır.

Chilla, Sibylle & Fox-Boyer, Annette. 2016. Zweisprachigkeit/Bilingualität. Ein Ratgeber für Eltern. 2., überarbeitete Auflage. Idstein: Schulz-Kirchner.

5. İki dilli yetişen çocukların ebeveynleri hangi ana diline sahip olurlarsa olsunlar, çocuklar okula başladığı zaman sorun yaşamaması için çocukları ile mümkün olduğunca Almanca konuşmalıdır.
Bu anlayış hatalıdır. Ebeveynler çocukları ile en iyi bildikleri dilde, yani Almanca biliyorlarsa Almanca, Türkçe biliyorlarsa Türkçe olmak üzere en iyi bildikleri dilde iletişim kurmalıdır. Çünkü çocuklar bir dili öğrenmek için iyi bir rol modele ihtiyaç duyarlar. Evde çocukları ile özellikle Almanca konuşmaya gayret eden  ailelerin Almanca dil düzeylerinin yeterli olması gerekir. Aski halde bu durumun çocukların ana dili gelişimini ve hatalı öğrenilen Almancanın okul başarısını da olumsuz etkileyeceği göz ardı edilmemelidir.  

Chilla, Solveig. 2011. Bilingualer Spracherwerb. In: J. Siegmüller & H. Bartels (Hrsg.): Leitfaden Sprache-Sprechen-Schlucken-Stimme. München: Elsevier, 46-51.
Klassert, Annegret, Gagarina Natalia. 2010. "Der Einfluss des elterlichen Inputs auf die Sprachentwicklung bilingualer Kinder: Evidenz aus russischsprachigen Migrantenfamilien in Berlin". In: Diskurs Kindheits- und Jugendforschung 4, 413-425.
Owens, Robert E. 2012. Language Development. An introduction. 8th edition. Upper Saddle River: Pearson.

6. Almanca öğrenmesini sağlamak için çocukları Kita’ya (Kindertagesstätte/kreşe) göndermek ve orada Almanca konuşulan ortama sokmak yeterli midir?
İlkesel olarak doğru bir yaklaşımdır. Ancak bu soruya cevap vermek için çocuğun Kita’ya ne sıklıkta gittiği ve okul öncesi eğitim kurumuna her gidişinde ne kadar süreyle kaldığının da bilinmesi gerekir. Esasen çocuğun mümkün olduğunca erken yaşlarda okul öncesi eğitim kurumlarına götürülmesi ve buralarda dil öğrenecek, ikinci dili ana dili olarak konuşan çocuklarla etkileşim içinde bulunacak uygun sürelerin olması ve çocukların ikinci dilin konuşulduğu ortamlara sokulması ve hayatta ikinci bir dilin varlığını görmesi gerekmektedir. Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus da çocukların bu ortamlarda konuştuğu Almancanın yeterliliği, kiminle olduğu ve konuşulan dilin dilsel niteliğidir. Dil yeterliliği olan bireylerin olduğu ve/veya Almancanın ana dil olarak konuşulduğu ortamlara girilmesi, çocuğun Almancayı ikinci dil olarak edinmesini kolaylaştıracağı gibi, çabuklaştıracak bir etkiye de sahiptir.

Chilla, Solveig. 2011. Bilingualer Spracherwerb. In: J. Siegmüller & H. Bartels (Hrsg.): Leitfaden Sprache-Sprechen-Schlucken-Stimme. München: Elsevier, 46-51.
Owens, Robert E. 2012. Language Development. An introduction. 8th edition. Upper Saddle River: Pearson.

Özetle
Günümüzde çok dillilik olağan, günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Almanya’da her üç çocuktan biri göçmen kökenlidir. Bu durumda çok dillilik hem çocuklar hem de yaşadıkları ülke ile geldikleri ülkeler açısından bir avantaja çevrilebilir. Çok dilli ortamlardaki çocuklar için ana dili kesinlikle dil gelişiminin ve öğrencinin okul başarısının önünde bir engel değildir. Aksine ana dilini bilen çocukların ikinci dili daha iyi öğrendikleri ve çok dilli çocukların geleceğinin aydınlık olduğunun bilinmesinde yarar vardır.

9 Kasım 2018 Cuma

Eğitimli insanın değeri


Kadim kültürümüz der ki; "kem âlât ile kemâlât olmaz." Günümüz Türkçesindeki karşılığı "sıradan aletlerle mükemmellik yakalanmaz." demektir. Bu yolla olsa olsa vasat, yani ortalama olan yüceltilir, vasat zorlandığında, yarım debriyaj ile rampa çıkmaya çalışan araç gibi patinaj yapılır. Patinaj ile çıkılmaya çalışılan rampadan bazen düzlüğe çıkılır; bazen de motor yanar; araç yola çıkılan noktadan daha geri gider. Zararın telafisi pahalıya mal olur. Onun için araç satın alanlar önce “Beygir gücü ne kadar?” diye sorar. Kimse aldığı arabanın arkadaş sohbetlerinde maytaba alınmasını istemez; aksine iftihar vesilesi olsun ister. Bu insan hayatı için de böyledir. Uluslararası milletler cemiyetinde rekabet edebilmek için hedefimiz; sıradan, vasat insanlar değil; üstün nitelikli insan gücü yetiştirmek olmalıdır. Bu da eğitime önem vermek, eğitimli insana değer vermekle mümkün olur.

Eğitimi ekonomiden ayrı düşünmek mümkün olmaz. Ekonomik açıdan bakıldığında, iki değerden söz edilir. İngiliz ekonomist Adam Smith kullanım ve değişim değeri olmak üzere iki ayrı ekonomik değerden söz eder. Smith, bu ayrımı yaptıktan sonra kullanım değeri üzerinde fazla durmaz, hatta bunun değişim değeri için bile gerekli olmadığını savunur. Smith, konunun anlaşılabilmesi bakımından elmas ve su örneğini verir. Elmasın fiyatı çok pahalıdır, değişim değeri (Smith buna gerçek fiyat der) çok yüksektir. Fakat buna rağmen elmasın günlük hayatta kullanım değeri yok denecek kadar sınırlıdır. Suda ise bu durum tam tersinedir. Su çok yüksek bir kullanım değerine sahiptir, çünkü susuz yaşamak mümkün değildir. Burada suyun kullanım değeri, elmasın değişim değerine göre çok düşüktür. Kullanım değerinin ölçüsü fayda, değişim değerinin ölçüsü ise emektir. Başka bir deyişle, o malın gerçek fiyatı yani değişim değeri, o malı üretirken harcanan emekle ölçülür.

Konu eğitim açısından incelendiğinde, eğitilmiş insanın yetiştirilmesi için geçen zamanda harcanan emek, yani değişim değeri çok yüksektir. Ancak günlük hayatta eğitilmiş insana verilen değer adeta yok denecek kadar sınırlıdır. Hâlbuki kullanım değeri de göz önünde bulundurulmalı ve eğitimin günlük hayatta ihtiyaç duyulan su gibi, bakkaldan alınan ekmek gibi önemli olduğu unutulmamalıdır.

David Ricardo (1772-1823)  ise malları nitelikleri bakımından iki gruba ayırır. Birinci grup mallar, yeniden üretilmesi mümkün olmayan mallardır. Örneğin, kıymetli tablolar, heykeller, kitaplar, antika paralar ve pullar gibi. Bunların değeri kıt olmalarından ve bu malları satın alanların isteği ile gelirinden doğar. Bu tür malların dışında kalan mallar ise ikinci gruba girmektedir. Bu tür mallar yeniden üretilmesi emek harcanarak mümkün olan mallardır ve değişim değeri hem kıtlık derecesine ve hem de üretimleri için gerekli olan emek miktarına bağlıdır. 

Ricardo, tarihin hiçbir döneminde emeğin tek başına üretimde kullanılmadığını ve mutlaka bir araçla kullanıldığını öne sürer. Ona göre, “Herhangi bir silah olmadan ne kunduzu ve ne de geyiği avlamak mümkün olabilir; bu nedenle değişim değerleri de sadece onları yakalamak için harcanan zaman ve emekle değil, fakat aynı zamanda avcının kapitalinin, yani hayvanları yakalamak için kullandığı silahların üretimi için gerekli zaman ve emek ile birlikte belirlenir”. O halde eğitimli insanlar, toplumun değerlerini ileri taşımak, koyulan hedeflere ulaşmak, idealleri gerçekleştirmek için gereklidir. Onlara sahip çıkılmalıdır. Her bir insan özel bir değer olmakla birlikte, eğitimli insan yeniden üretilmesi kolay olmayan insandır ve kıymetli tablolar gibi ihtimam gösterilmeye değer.

Türkiye sıra dışı marka olmak istiyorsa, sıra dışı beyinler de cazibe merkezi haline gelmelidir. Tıpkı en iyi beyinlerin göç ettiği ülkeler gibi biz de beyin ekonomisinden faydalanmalıyız. Avrupalı Türklerin aklını başkalarına emanet eden bir güruha değil, aklı ve ruhuyla hareket eden, kendi olabilen ve aynı zamanda milletine aidiyet bilinci yüksek eğitimli bireyler yetiştirmesi gelecek için yegâne amaç olmalıdır.

---------
Bu çalışma Avusturya'da aylık periyotlarla  yayımlanan Haber Avrupa - Europa Journal adlı gazetenin Kasım 2018 sayısı için hazırlanmış; anılan yayın organında basılıp yayımlanmıştır. Çalışmaya internet üzerinden de
http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2018/cakir112018.jpg adresinden ulaşılabilmektedir. 

19 Ekim 2018 Cuma

Okul korkusunu yenelim, kendimize gelelim


Geçtiğimiz ay yeni eğitim öğretim yılı başlarken çocukların okul başarısı, Türkçe ve Türk Kültürü Dersi ve velilerin okul aile birliği toplantılarına katılımları üzerinde durulmuştu. Bu yazıda ise çocukların okul başladıktan sonraki uyum süreçleri ve okulda bir sorun yaşadıkları zaman başvurduğu yöntemler üzerinde durmak istiyorum.

Okulların uzun bir tatil sonrası açılması ile havaların soğumaya başlaması aynı zaman dilimine denk geliyor. Dolayısı ile çocuklar yaz alışkanlıklarını terk etmek istemediği ve kıyafet seçimine dikkat etmediği zaman üşütüp rahatsız olabiliyorlar. Buna ilave olarak çocukların değişen beslenme rejimleri, uyku düzenleri de beklenmedik sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına ve çocukların sıkça “başım ağrıyor, midem bulanıyor” gibi şikâyetleri artıyor. Bu şikâyetler gerçek olduğu kadar, bir dizi psikolojik rahatsızlıkların da habercisi olabilir.

Okula sorun çıkarmadan severek, isteyerek giden çocuklar; günün birinde okula gitme konusunda isteksiz davranmaya başlıyorsa, durumlarını takip etmekte fayda var. Çocuklar sıkça “Başım ağrıyor; midem bulanıyor” diyorsa, öne sürülen şikâyetlerin ardında biyolojik rahatsızlık olabileceği gibi yaşam tarzından kaynaklanan, değişime adapte olamamaktan kaynaklan durumlar da olabilir.

Çocuğun şikâyetleri biyolojik ise doktora götürür, alacağınız öneri ve ilaçlarla rutine dönebilirsiniz. Rahatsızlığın biyolojik değil de psikolojik nedenleri varsa, çocuğun ve birlikte yaşadığı ailenin yaşam biçiminin de gözden geçirilmesi gerekir. Örneğin uzun tatil nedeniyle uyku düzeni bozulan çocukların yeni döneme uyum sağlaması zaman alabilir. Dolayısı ile geç vakitlere kadar televizyon veya film izleyen, bilgisayar oyunu ile meşgul olan çocukların derin uykuya geçmesi ve olması gerekene göre daha az uyku uyuması sabah uyanamama, yataktan kalkınca da bedensel şikâyetlerle kendisini belli eder.  Okula geç gitmeler veya aralıklı devamsızlıklar çocuğun okuldan ve derslerden geri kalmasına neden olur. Okula gitmediği gün derslerde işlenen konuları öğrenemez, verilen ödevi yapamaz. Ertesi günü yeniden okula giderken veya gitmesi istendiğinde, bir önceki geceden kalan uykusuzluk ve buna bağlı iştahsızlıkla kahvaltı yapamaz; sorumluluklarını yerine getirememiş olmanın verdiği rahatsızlık, okula gitme baskısı ile birleşince baş ağrısı, mide bulantısı veya bununla ilgili biyolojik ve psikolojik rahatsızlıklar görülmeye başlanır. Çocuklar zamanla okula daha fazla devamsızlık yapmaya başlar. Her yeni devamsızlık, geçmişin biriktirdiği ve geleceğin yeni ilaveler yaptığı endişelerin, baskısının artmasına, psikolojik kaygı eşiğinin yükselmesine ve okul korkusu denen psikolojik rahatsızlığın ortaya çıkmasına neden olur. Yetişkin yaşlarda okula gidiyorum diye evden çıkan çocuğun, vaktini okulda değil de okul dışında geçirdiği durumlar görülmeye başlanır. Bu aşama kritik olup, çocuğun rehber öğretmenlerden veya çocuk psikoloğundan alınacak destek ile tedavi edilmesi gerekir.

Okul korkusu ilkokula yeni başlayan küçük çocuklarda daha belirgin şekilde görünür. Çocuk annesinden ayrılmak istemez. Bu durum aile bireylerinin birbirine olan duygusal bağlarının güçlü olduğu zaman, dışarıdaki hayatın güven vermediği algısının oluşmasına bağlanır. Sorun, kısa sürede kronikleşmeden sevgi ve şevkatle aşılabilir.

İleri yaşlardaki çocuk ve gençlerde ortaya çıkan okul korkusu ise okula yeni başlayan çocukların durumuna göre daha kritik bir süreçtir. Erken müdahale ve tedavi şarttır.

Çocuklar, okula gitmek istememeye başladığında, gerekçe olarak; öğretmeninden korktuğunu, arkadaşlarının kendisini rahatsız ettiğini, okulda kendisine kötü davrandığını söyleyebilir. Hele yurt dışında yaşayan bir öğrenci bu durumu yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi gerekçelerle de ilişkilendirerek anlatabilir.

Akranları tarafından başarısız olduğu için veya farklı giyim tarzı nedeniyle alay edilme, ötekileştirilme gibi durumlar da yaşanır. Bu durumların nedeni yukarıda anlatılan nedenlerden dolayı ortaya çıkan olumsuzluklar olabildiği gibi, değişik özellikleri ile farkındalık yaratan çocuklar arasında da görülebilir. Değişik özellikleri ile farkındalık yaratan başarılı çocuklar, okulda ötekileştirilmeye başladığında da duruma müdahale edilmesi gerekir. Bunun adı çocuk ve ergen psikolojisinde “akran baskısı” olarak tanımlanmaktadır. Bu durumlarda çocuk evde kalmayı okula gitmeye tercih eder. Evde kalan çocuğun üzerindeki olumsuz baskının kalkması nedeniyle, okula gitmesini engelleyen rahatsızlık da kısa sürede geçer; hayat rutin akışına döner.

Gerek okul korkusunun yenilmesi, gerekse akran baskısının bertaraf edilebilmesi için her ana babanın çocuklarının eğitim öğretim sürecini takip etmesi, okul aile birliği çalışmalarına etkin olarak katılması, biyolojik rahatsızlıklarda doktora danıştığı gibi psikolojik rahatsızlıklarda da okullardaki rehber öğretmenlere, ruh sağlığı uzmanlarına yönlendirilmesinde yarar vardır.

Bu sorunların yaşandığı ailelerde de aile içi iletişim bozulabilir. Çocuk kadar, ailenin de yaşam biçimini gözden geçirmesi ve hatta tedavi edilmesi gerekir. Avrupa ülkelerinde yaşanan okul-aile-çocuk ilişkilerindeki sorunların önemli bir kısmı, yabancı olmanın, farklı dil konuşmanın veya dini inanç farklığından değil; yukarıda anlatılan nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Gelecekte “keşke” dememek için, iş işten geçmeden, gerekli tedbirleri bugünden almayı ihmal etmeyin. Özellikle çocuklarınıza, onların okul dışı hayatlarını sosyal çevresi, kitle iletişim araçlarının etkin şekilde yönlendirdiğini unutmadan, geleceğe uzanan yolun da geçmişten günümüze gelen değerlerimizle bağlantılı olduğunu anlatın; sorun yaşıyorsanız, aile içi ilişkilerinizi ve yaşam biçiminizi gözden geçirin; köklerinize arkanızı dönmeyin. Moderniteyi yok saymadan, onun gereklerini yerine getirerek yaşayın; çocuklarınızın hayatın gerektirdiği en iyi eğitimi almasına çalışın; dünyayı daha fazla öğrenmek, insanları daha iyi anlamak ve çevreyle sağlıklı iletişim kurarak başarılı olmak için mutlaka yabancı dil öğrenmeye gayret edin. Dış dünya ile iletişimi kesmeyin; hayatı paylaşmak için yeni arkadaşlar edinin. Her şeye rağmen evinize döndüğünüz zaman sizi dış dünyadaki fırtınalardan koruyacak, sığınacak güvenli bir limanınız olsun. O limanda, geleneksel aile hayatınızda yerel değerlerinizi muhafaza edebilen yaşam biçiminin utanılacak bir durum olmadığına, aksine özel olduğuna, sizi bu değerlerin özel kıldığına öncelikle siz inanın, ardından sahip olduğunuz yaşam biçiminiz, bilgi birikiminiz ve özgüveniniz ile çevreye örnek olun.

Her neye inanıyorsanız inanın, iyilik ve güzellikler sizinle ve sizi sevenlerle yoldaş olsun.
------------------------------------------

Bu çalışma Avusturya'da aylık periyotlarla  yayımlanan Haber Avrupa - Europa Journal adlı gazetenin Ekim 2018 sayısı için hazırlanmış; anılan yayın organında basılıp yayımlanmıştır. Çalışmaya internet üzerinden de
http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2018/cakir102018.jpg adresinden ulaşılabilmektedir. 

30 Eylül 2018 Pazar

Çocukların dil gelişimi ve evde konuşulan Almanca


Bir süre önce kamuoyunun gündemini meşgul eden, Alman siyasetçiler tarafından da sıkça gündeme getirilmesi üzerine kimi ailelerde de “Biz burada kalıcıyız” düşüncesi ile pratiğe dönüşen bir konunun üzerinde durmak istiyorum. “Almanya’da Almanca konuşuluyor. O halde biz de çocuğumuzla evde Almanca konuşalım. Okula gidince Almanca dil sorunu yaşamasın.”

Öncelikle şunun altını çizerek belirteyim ki bir ülkenin tek bir dili konuşan milletten ibaret olduğu düşüncesi 18. ve 19. Yüzyıllardaki bir anlayışın ürünü. O dönemde bile insanlar evde, sokakta aynı dili konuşmuyordu. Bugünkü Almanya toprakları üzerinde değişik diyalektler, ağızlar demiyorum, diyalektler konuşuluyordu. Hatta bir köyde yaşayanların, komşu köydekinin ne dediğini anlayamayacağı durumlar yaşanıyordu. Zaman içinde bir köşe yazısının sınırları içinde anlatılması mümkün olmayan dil, kültür ve siyasi tarihin sonucu bugünkü sınırlar çizildi ve herkesin ortak dili kullandığı resmi eğitim kurumları oluşturuldu. Bu eğitim kurumlarında öğretilen dil de ulusal dil olarak benimsendi; kamu kurum ve kurumlarında kullanılmaması yadırganır oldu; öyle ki bu dili konuşmak ile ülkeye bağlılık, ülkenin hükümranlığı arasında doğrudan ilişki kurulmaya başlandı.

Eğitim kurumları, doğal olarak geçmiş ile gelecek arasında köprü görevi yapan ve eğitim sisteminin en temel yapı taşlarından bir kısmıdır. Doğal olarak da bu kurumlarda eğitim alan çocukların belli normları olan, ortak dilde ve içeriği kamu tarafından belirlenmiş ortak müfredatta eğitim görmesi gerekir. Kamu kurum ve kuruluşlarının dışına sapıldığında, toplum için öngörülen ortak gelecek hedeflerinden de şaşma olur. Dolayısı ile okullarda geçerli olan müfredat ve eğitim dilinin yanı sıra bu kurumların yönetim ve organizasyonu da önemlidir. Okullar toplumsal dönüşümün ve geleceğe yönelik planlamaların odak noktasını oluşturur; burada uygulamaya koyulan öğretim programları bir ülkenin, milletin geleceğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar.

Türk eğitim tarihi incelendiğinde, bir zamanlar Almanca ve Fransızcanın önemli yeri olduğu görülür. Zamanla İngilizcenin etkisi ile yeni bir dil ve dünya görüşü egemen olur. Benzer süreçler Almanya’da da görülür. Bundan 50-60 yıl öncesine geri gidildiğinde, okulda veya okul öncesi eğitim kurumlarında konuşulan dil ile bugünkü dil çeşitliliğinin aynı olmadığı görülür. Daha da gerilere gidildiğinde, Fransızcanın önemli izleri görülür. Toplumun Almancayı koruma refleksi ile “Dil Temizleme Cemiyetleri” kurduğu dönemlere şahit olunur. Ancak yaşanmışlıklar ve ihtiyaçlar eğitim konusuna daha liberal bir bakış açısını zorunlu kılmıştır. Almanya’daki istatistikler 2004 yılında 340 adet iki dilli okul öncesi eğitim kurumuna yer verirken, on sene sonra bu sayı 1035 olarak kayda geçirilmiş.

İki dillilik üzerine olumlu tespitler ve değerlendirmeler yapılıyor. Bununla birlikte Almanya’da yetişen iki veya daha fazla dilli çocukların kendiliğinden avantajlı bir durumda olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü her şeyden önce bu çocukların her iki dildeki kelime hazinesinin ilk yıllarda son derece sınırlı ve yavaş geliştiğini bilmek lazım. Dil gelişiminin zaman içindeki kullanıma göre şekil aldığını unutmamak lazım. Çocuklar farklı dillerden farklı kelimeleri gerek aile ortamında, gerekse arkadaş ortamında veya eğitim kurumlarında bazen edinerek, bazen de öğrenerek büyüyorlar. Okul öncesi eğitim kurumları bu süreçte oldukça etkili oluyor. Çocuk iki ayrı dile ait kelimeleri öğrendiği sürece iki dildeki gelişimi de birbirine paralel olarak gelişiyor ve çocuk iki dilli oluyor.

Çocuk okul çağında okulda sadece Almanca konuşmaya başlayınca, doğuştan itibaren edindiği köken dil, kaynaklarda buna ana dili veya birinci dil de deniyor, gerilemeye başlıyor. İşte bu noktada her türlü siyasi değerlendirmeleri geride bırakıp, çocuğun köken dilini öğrenmesi ve ikinci diline paralel olarak geliştirebilmesi için eğitim kurumlarında da yer açılması gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde, okulda Almanca konuşan çocuk, evde ve arkadaşları ile de Almanca konuşmayı tercih etmeye başlıyor; ebeveynleri ile kurulan bağ ise zamanla yavaşlıyor. Çocuk Türkçe konuşurken sadece kelimeleri seçmekte zorlanmıyor; farkında olmadan köken kültüründen de uzaklaşıyor. Bu süreçte köken diline ağırlık verilmezse, çocuk iki dilli olma avantajını kaybediyor.

Okula yeni başlayan iki dilli çocukların gelişimi, tek dilli çocuklara göre daha geriden gelebilir. İki dilli çocukların dilsel performansı ile ilgili deneysel çalışmalar var. Bunların birinde çocuklardan 60 saniye içinde akıllarına gelen hayvan isimlerini bir kâğıda yazmaları istenmiş. Tek dilli çocuklar verilen süre içinde iki dilli çocuklara göre daha fazla hayvan adı yazarken, iki dilli çocukların yazabildiği hayvan adlarının sınırlı olduğu görülmüş. Bununla birlikte önceden hazırlık yapılmadan, kendiliğinden anlık olarak verilen bir harfle başlayan kelime bulma oyununda ise iki dilli çocukların bulduğu kelime sayısı tek dilli çocuklara göre daha fazla olmuş. Ancak bu noktada çocukların beyinlerinin serebral gelişimlerinin de dikkate alınmasında fayda var. Çünkü beyin kelimeleri alfabetik sıraya göre kaydetmeyip, nesneleri oluşturulan kavramlar ve o kavramlara verilen ada göre tasnif etmektedir. İki dilli çocukların beyin gelişimleri de bir bilgisayarın ana belleğinin iki ayrı formatta iki ayrı işletim sistemine göre yapılandırılmasına benzer şekilde iki ayrı dile göre yapılandırılmakta ve her bir dile ait öğrenilenler beyindeki ilgili dile ait kısıma depolanmaktadır. Bu nedenle de iki dilli çocukların beyinleri tek dilli çocukların beyinlerine göre daha farklı bir işletim sistemi oluşturmaktadır. Bu farklı yapı veya işletim sistemi beynin işlevleri üzerinde de olumlu etkiler bırakmakta, öğrencinin devam ettiği eğitim kurumlarında dil dışındaki alanlardaki bilişsel becerilerin tek dilli yaşıtlarına göre daha ileride olmasını sağlamaktadır; iki dilli çocuklar bu özelliği ile de tek dilli yaşıtları arasında öne çıkmaktadır. Beynin bu farklı gelişimi çocukların erişkin dönemlerine geldiklerinde tek dilli çocuklarla olan gelişimsel farkların kapanmasını sağlamakta; iki dillilik akademik hayatın yanı sıra toplumsal ve sosyal hayatta da farkındalık yaratmaktadır. Bilimsel çalışmalar, iki dilliliğin hayat boyu avantajlarının olduğunu ortaya koymakta; örneğin ileri yaşlarda dil yitimi (afazi) yaşayan bireylerin tedavilerinin tek dillilere göre iki dillilerde daha kolay olduğunu, iki dillilerin tek dillilere göre daha geç yaşlarda demansa (zihinsel becerilerin yitirilmesi, bunama) yakalandığını ortaya koymaktadır.

Çocukların iki dilli ortama ne kadar erken yaşta çıkarılırsa dil gelişimine o kadar olumlu katkısı olacağına ilişkin araştırma bulguları vardır. Eğer uygun ortamlar varsa, çocuk aile ortamında da ikinci bir dilin olduğu bilinciyle büyürse, ikinci dildeki dil gelişimi daha kolay olur. Bununla birlikte şartlar uygun değilse, aile dışında konuşulan dil yeterli düzeyde bilinmiyorsa, çocuğun okul öncesi dönemde yarım veya eksiltili konuşulan bir ikinci dil ile zihnini bulandırmanın anlamı yoktur. Bu durumun çocuğa faydası yerine zararı dokunabilir ve doğru bilinen yanlışlar kalıcı olabilir; dil yanlışlarının ileri yaşlarda düzeltilmesi zaman alabilir. Özellikle aile içinde ebeveynlerin kendilerinin yeterince hâkim olmadıkları bir dili çocuklarına öğretmeye çalışmaları çocuğun dil gelişimine zarar verir. Unutulmamalıdır ki dil sadece kelimelerden ve dilbilgisi yapılarından ibaret değildir. Aileler çocuklarına bir dili öğretirken yahut çocuklar aile ortamında bir dili edinirken o dille ilgili kültürü de öğrenmekte ve/veya edinmektedir. Çocuğun yeterli dilsel altyapının olmadığı aile ortamında ikinci bir dili konuşmaya zorlanması, altyapı olsa da çocuğun iki dilli ortamdan hoşnut olmamaya başlaması halinde, iki dilli iletişim ortamına son verilmeli; çocuk ikinci dili konuşmaya zorlanmamalıdır. Aksi durumlar çocuğun dil ve zihin gelişimine olumsuz etkileri kaçınılmaz olacaktır. Bu süreçte ilave öğretim malzemeleriyle ikinci dilin öğrenilmesine okul dışından destek olmaya çalışmanın zaman, emek ve ekonomik kaybı dışında kayda değer bir etkisi olmayacaktır. 8-16 aylık bebekler üzerinde yapılan bir araştırmada, bebeklere günde asgari bir saat müzik dinletilmiş veya çocuk filmleri izletilmiş, bu uygulamanın sonuca olumlu bir katkısı olmamış. Yani çocuk doğduktan sonra ne müzik dehası olmuş, ne de dil gelişimi normal gelişim süreçlerinin dışında gözlenmiş. Bunun yerine anne ve
Kaynak: sakhalife.ru
babanın çocukları ile çok uzun süre olmasa da anlamlı bir zaman geçirmesi, bu arada kendisine kısa bir öykü okuması, bir masal anlatması veya çocuğun hoşlandığı bir oyunu birlikte oynaması aile içinde kullanılan tek dilin, iki veya daha fazla dilin iletişim aracı olarak geliştirilmesine katkısı olacağı gibi aile içi bağların güçlendirilmesine, çocuğun bilişsel ve sosyal gelişimine daha olumlu etkileri olacaktır.

Gerçekte olmayan veya varmış gibi gösterilen iki dilliliğin ne çocuğa ne de topluma bir faydası olur. Bir annenin çocuğu ile yeterince bilmediği bir dilde konuşması veya bu ailenin bireylerinin akşam olup bir araya toplanınca Türkçe yerine Almanca konuşması ne kadar mümkün değilse, bu aileden çocukları ile Almanca konuşmasını beklemek de Anadolu deyişiyle abesle iştigal etmektir. Bununla birlikte tek dilli ailelerde yetişen çocukların mümkün olan en erken yaşlarda ikinci dil konuşulan ortamlara sokulması, onların zorunlu eğitim çağından önce okul öncesi eğitim kurumlarına verilmesi, ikinci dile yatkınlıklarını kolaylaştıracak, bu tutum çocukların okul başarısına da olumlu yansıyacaktır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...