26 Aralık 2019 Perşembe

İş işten geçmeden


Herkes çocuğuna sahip olduğu imkânların en iyisini sunmaya çalışıyor. Kendince “yemeyip yedirmeye, giymeyip giydirmeye” çalışırken de “çok iyi” bir anne veya baba olmaya gayret ediyor. Bu süreçte oynanan anne veya baba rolü, “çocuğun istediği” anne veya baba rolü mü? En iyi anne veya en iyi baba rolünü yerine getirirken en güzel giysilerin veya en pahalı oyuncakların alınması değil konu. Yanı sıra çocukla ilgili birbirinden güzel gelecek hayalleri de kuruluyor. Bu kısa yazıyla, kurulan hayallere ulaşabilmek için kaçınılmayan maddi fedakârlıkların yanı sıra anne veya baba olarak yerine getirilmesi gereken bazı ufak davranışlar söz konusu edilecek.

Çocuklar için kurulan hayalleri gerçeğe dönüştürmek için çıkılan yolda yer yer molalar verip dinlenmek, geride bırakılan başarılar ile gelecek için koyulan ulaşılabilir hedeflerin gerçekçi bir bakış açısıyla gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi hem çocuğa hem de aileye iyi gelir. Gerçekçi olmayan, ulaşılamayan hedefler, sahibini hayal kırıklıklarıyla, telafisi emek gerektiren bir yola götürür. Dolayısı ile yolculuğa çıkmadan önce nasıl hazırlık yapılırsa, çocukların geleceğine yönelik planlama yaparken de aynı titizlikle gerçekçi bir yol haritası oluşturmak gerekir.

Hazırlıklar tamamlanıp yola çıkılırken, yol arkadaşlarının yani öğretmenlerin ve okulun iyi seçilmesinde sayısız yarar vardır. Çünkü çocuğu kurulan hayallere ulaştıracak en önemli yardımcı öğretmenlerdir. Onlar iyi iletişim kurulduğunda, doğru seçilmiş birer yol gösterici, faydalı birer rehberdir. Çocuğun okul başarısını takip ederken, veliler olarak onlarla yakın, yapıcı ve sorunlara çözüm odaklı bir ilişki kurmakta sayısız yararlar vardır. Öğretmenlerle kurulacak olumlu ilişkiler, çocuğun okul başarısının yönetilmesi için de yol göstericidir.

O nedenle veli toplantıları öğretmenle kurulacak en kestirme yoldur. Öğretmenle görüşmeye gitmeden önce iyi bir hazırlık yapılmasında yarar vardır. Bu hazırlık, çocuk okuldan geldikten sonra, verilen ev ödevlerinin takibi, işlenen konuların ve çocuğun akademik gelişiminin takip edilmesi ve anlaşılmayan konuların, öğretmene yöneltilecek soruların not alınması şeklinde dönem boyunca yapılabilir.

Bu demek oluyor ki çocuğun okul başarısının gelişim sürecinin takip edilmesi gerekir. Çocuğun okul başarısını ya da başarısızlığını abartmamak, başka çocuklarla kıyaslama yapmadan takip etmek, sorunlar akut hale dönmeden tedbir almak gerekir. Başarı bir çocuğun başladığı nokta ile geldiği nokta arasındaki olumlu farktır. Başkaları ile kıyaslanan çocuğun psikolojisi bozulur; duygu dünyasında git gel yaşar. Başkaları ile yarıştırılan çocuk, yetişkin olduğunda da yarışmayı bırakmaz. Yarışmacı zihniyet, yaşam biçimine dönüşür. Yetişkin olduğunda ya arabasının modelini yarıştırır, ya aldığı maaşı yarıştırır; gerçekçi ve ulaşılabilir hedefler koyulmayınca veya yarışmaktan yorulup bitap düşünce, geriye kalan yaralı bir ruhun teslim aldığı yarım kalan hayatlar olur.

Öğretmenle yapılan veli görüşmesinde ele alınması gereken bir diğer konu da okulun veliden veya öğrenciden beklentilerinin tam olarak ne olduğudur. Çocuğun öğrenme sürecinde olumlu bir gelişme var mı? Çocuk öğrenmeyi öğrenmiş mi? Bu durumun takip edilmesi ve öğretmenle istişare edilmesi gerekir. Öğrenmeyi bilmeyen çocuğun okul başarısı yaşıtlarına göre göreceli olarak geriden gelir. Bavyera okul sistemi içinde öğrencinin çalışma ve öğrenmeye yönelik tutumu (Lern- und Arbeitsverhalten) da önem verilen hususlardan biridir.

Çocuğun aile çevresi dışına çıktığında öğretmenleri ve arkadaşları ile ilişkileri de özellikle takip edilmesi gereken durumlardan biridir. Okul başarısı derken sadece derslerden aldığı notlar değil; toplumsal ve sosyal hayatın içindeki hal ve gidişatı (Sozialverhalten) da önemlidir. Aile içinde paşa olarak yetiştirilen çocuğun, toplumsal hayatta yurttaş olmakta zorlanmaması için gerekli tedbiri almak; başta ailenin, sonra da okulun ve öğretmenin görev ve sorumlulukları arasındadır. Okul idaresi, öğretmen ve veli işbirliği sorunlu çocukların topluma kazandırılabilmesi için bu noktada önem kazanmaktadır.

Öğrencinin ilkokula kayıt yaptırdıktan sonraki ilk üç yıl boyunca gelişimi yukarıda sayılan hususlar üzerinden gözlenir ve karneye not değil, gözlem ve değerlendirme sonuçları yazılır. Takip eden 3. ve 4. sınıflarda Almanca, Matematik, Hayat ve Yurttaşlık Bilgisi derslerinden alınan notlar sınıf geçmeye ve bir üst eğitim kurumunun belirlenmesine etki eder. Bu derslerden alınan notların ortalaması 2,33 olması halinde Gymnasium (üniversite veya akademik eğitime hazırlayan ortaokul ve lise), 2,66 ise Realschule (mesleğe hazırlayan üst eğitim basamağı), 3,00 ise Mittelschule türündeki okula yönlendirilir. Genel olarak not ortalaması 2,00 olan öğrencilerin velisi ile Mayıs veya Haziran ayında bir toplantı yapılır ve çocuğun gideceği üst eğitim kurumu belirlenir. Nihai karar aileye bırakılır.

Bu aşamada veli olarak çocuğun gelişimi izlenmeli, özel notlar tutulmalı ve veli görüşme saatlerine hazırlıklı gidilmelidir. Yapılan görüşmede her bir kritik sorunun cevabı öğrenilmeye çalışılmalıdır. Bu görüşmede gündeme getirilen sorular, öğretmene hesap sormak şeklinde değil de çocuğun başarısını yönlendirmek için öğretmenin görüş ve önerilerinden istifade etmek için yapıldığı unutulmamalı; bu duygu öğretmene hissettirmeli, ilişkiler bu mantık üzerine kurulmalıdır.

Yıl içindeki veli öğretmen görüşmesinin amacı da çocuğun akademik ve sosyal gelişiminin öğretmen ile velinin birlikte değerlendirmesi ve varsa öğrencinin eksiklerinin birlikte tespit edilerek, önceden tedbir alınmasıdır. Dolayısı ile veli görüşmesi saati, hem öğretmene he de veliye çocuğun gelişimini değerlendirmek için verilmiş bir fırsat olarak görülmelidir. Bu görüşmelerde ne öğretmenin ne de velinin birbirine şirin görünme gibi bir derdi yoktur; aksine konuşulanlardan karşılıklı çıkarılabilecek olumlu dersler vardır. Konuşmada ele alınan konular ve eleştiriler kişisel olarak algılanmamalı ve çözüm odaklı düşünülmelidir. Veliler ile öğretmenin karşılıklı görüş alış verişi için bir araya gelmesinden amaç birbirlerini suçlamak değil; çocuğun gelişimi için olası sorunlara önceden çözüm üreterek tedbir almaktır ve bu ilişkiyi sürdürülebilir tutmaktır. Bu görüşmelere dil engeli nedeniyle katılmak istemeyen velilere, önceden haber vermeleri halinde tercüman desteği verilmektedir.

Çocukların gelecek aydınlık günleri için yemeden içmeden mahrum kalınıyorsa, yoklar var edilmeye çalışılıyorsa; iş işten geçmeden, karar verin ve sorunun değil; çözümün bir parçası olun. Eğitime yatırım yapın.

Not: Bu yazı Post Atüel Gazetesi Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.
Mustafa Çakır (2019). İş işten geçmeden. Post Aktüel Gazetesi. Aralık 2019, s.20.

14 Aralık 2019 Cumartesi

Öldürmeyen güçlendirir


Yurt dışında yaşayan Türkler zaman zaman yaşadıkları ülkeye ne kadar bağlı oldukları, bu ülkeyi ne kadar sevdikleri konusundaki sorulara muhatap oluyorlar. Hazırlıksız yakalananlar, kendilerini eve gelen misafirlerin “Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun?” türünden yönelttiği sorulara muhatap olan çocuklar gibi hissediyorlar.

Böyle sorulara cevap vermek her babayiğidin harcı değil. Çünkü sevgi ve güven duygularının gelişimi, karmaşık ve uzun bir süreç içinde oluşur. Örneğin sokağa çıkan bir kimse kendini ne kadar güvende hissederse; okula giden bir çocuk kendine ve kültürel değerlerine ne ölçüde saygı duyulduğunu deneyimlerse, yaşadığı çevreyi benimser, deneyimlerini içselleştirir ve orayı kendine yurt olarak görür. Sevgi dili kendini yeniden üreten insansal bir varoluş biçiminin dışa vurumudur. Güven ise bu süreci deneyimleyen insanın varoluşunun doğal sonucudur. Bu bağlamda baskın kültürün taşıyıcılarının yabancılarla ilgili olarak hemen her fırsatta dile getirdiği sevgi, sadakat ve aidiyet ile ilgili sorularına cevap ararken, aralarında yaşayan ötekiler ile kurdukları sosyal iletişimin insani boyutlarını da samimiyetle gözden geçirmelidir. Sosyalleşme bir süreçtir;  insanın beklenti ve gereksinimlerine dönük olduğu ölçüde olumlu seyreder. Karşılıklı ilişki içindeki bireyler birbirlerini tanımak, bir yere ait olmak, bağlanmak vb. gereksinimlerinin giderilmesi ile karşılıklı güven duygusu gelişir; bu duygu zamanla bir sevgi katalizörü haline gelir.

Bu duyguların geliştirilmesi, güvene dayalı karşılıklı ilişkilerin sürdürülebilmesi için okulda öğretmen sınıf ortamının; siyasetçi ise toplumun psikolojik dokusunu oluşturan sevgi ve güven duygularının mimarı olmalıdır. Özellikle seçim dönemlerinde sıkça başvurulan ötekileştirme söylemleri, özellikle burada sözü edilen güven duygusunu zayıflatmakta, köken kültürüne duyulan özlemi ve kaynak ülkeyle olan bağı pekiştirmektedir. Yani “öldürmeyen güçlendirir”.

Sevgi ve güven duygusunun gelişmesi için ilişkilerin karşılıklı sevgi ve güvene dayalı olması,  kurulan ilişkilerin, kazanılan olumlu deneyimlerin, bireyin yaşadığı çevreye aidiyet duygularını da geliştirip, pekiştirmesi yadırganmamalıdır. Bu bağlamda eğitim, toplumu oluşturan bütün paydaşların birinci önceliği olmalıdır. Eğitilmiş insan; insanı ve hayatı sever; sevgi ve dostluğu bir armağan gibi algılar; üretkendir.

Üretkenliğe gelince; bu kavram zihinsel ve duygusal süreçlerin özgürleşmesini tanımlar. Yaşamı dönüştürmeyi ve iyileştirmeyi amaçlayan bütün insansal çabaların en soylusu, eğitimdir. Bu yüzden, hem öğretmen hem de politik hayata yön verenler, eğitimin sınırsız imkânlarından yararlanarak, hayatı uygarca yorumlama ve toplumu geleceğe hazırlama yeteneğine sahip olmalıdır. Öğretmenin bir rol model olabilme yeteneği ise yaşamı yorumlama ve yansıtmada göstereceği tutarlılığa, kararlılığa bağlıdır. Başarılı bir öğretmen, kendini sürekli geliştirmeyi amaçlamalıdır. Yalnız bu gelişme süreci, sadece kuramsal bilgileri değil, günlük yaşamın psikolojik gerçekliğini de kapsayan, özgün ve doğal bir duyarlılığı içermelidir (Aydın 2013, s. 9).

Burada sözü edilen siyasetçi kavramına gelince, bu kavramın toplumsal hizmet üretimini gerçekleştirmek için doğal kaynak, sermaye, emek gibi üretim faktörlerini bir araya getirip faaliyete geçiren ve girişimlerinin sonucu doğabilecek tüm riskleri üstlenen kişi olarak tanımlanması gerekir.

Alman filozof Nietzsche “Derisini değiştiremeyen yılanlar ölmeye mahkûmdur” der ve ekler “Bu durum, düşüncelerini değiştiremeyen zihinler için de geçerlidir.” Zaman ayrışmanın, ötekileştirmenin değil; birlik ve beraberlikle ortak geleceğe hazırlık yapmanın zamanıdır.
---------------

Ayhan AYDIN (2013). Sınıf Yönetimi. 16. Baskı. Ankara: Pegem Akademi. ISBN 978-605-5885-08-3

Not:

Bu yazı HABER AVRUPA - EUROPA JOURNAL NOVEMBER / ARALIK 2019 sayısı için hazırlanmıştır. Yazının tamamına http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/ dezember2019/ cakir122019.jpg adresinden ulaşılabilir.

18 Kasım 2019 Pazartesi

Birlikten kuvvet doğar


Toplumu oluşturan her bireyin kendine düşen bir görevi ve sorumluluğu vardır. Bu anlayış ile hareket etmeye, bunu yaşam biçimine dönüştürmeye holistik düşünce denir. Bu düşünce; yurttaşların birey olarak taşıdığı değerin farkında olmakla birlikte, toplumun bir parçası olarak yapılan bireysel girişimlerin değil, birlikte hareket edilerek ortaya koyulan girişimlerin daha kısa sürede sonuçlanabileceğini savunur. Bu düşünce doğanın yapısına da uygundur. Çünkü doğadaki bütün canlılar birbirleri ile sürekli etkileşim halindedir.

Avrupa’daki her Türkün tek bir bütünün parçası olduğunu bilmesi ve birbirlerinden haberdar olarak tek bir sistem içinde birlikte hareket etmesi gerekir. Türklerin Avrupa’daki varlıkları birbirleriyle anlamlı ilişki kurdukları, etkili iletişim ve etkileşim içinde bulundukları ölçüde bir anlam taşır. Çünkü bireyler tek başına değil; birlikte hareket ederek, diğerlerini etkileme, değiştirme ve yönlendirme özelliğine sahiptir. Buradan büyük grubun içinde azınlığı oluşturan bireylerin tek başına anlamsız, işe yaramaz olduğu sonucu çıkarılmamalı, aksine bu büyük grubun içinde yer alan bireylerin en küçük bir girişiminin bile gerekli, önemli, anlamlı ve değerli olduğu unutulmamalıdır. Bu girişimlerin anlamlı ve toplumun yararına olması için sistem yaklaşımı içinde hareket edilmesi gerekir.

Sistem ise kendi alt unsurlarıyla (iç çevre) ve dış çevresindeki değişkenlerle, alt sistemler kendi aralarında ve dış çevreyle ayrı ayrı ve bir bütün olarak etkileşim içerisindedir; bu tanım, Ludwig von Bertalanffy’nin 1928 yılında öne sürdüğü Genel Sistem Teorisi’nin yönetim alanına taşınmış şeklidir. Buna göre; her sistem kendi çevresinden bağımsız değil, bir bütün içinde kendini oluşturan alt sistemleriyle ilişkisi de dikkate alınarak incelenmelidir. Bertalanffy’e göre; “Bütünü anlayabilmek için tek tek parçaları veya süreçleri ele almak yetersiz kalmaktadır. Parçalar ve süreçler arası etkileşimi de incelemek gerekir.” 

Burada Aristoteles’in “bütün, kendisini oluşturan parçaların toplamından fazladır” önermesi de yeniden bir anlam kazanmaktadır. Bu anlayışın yeni bir sinerji[1] oluşturduğu; bütünün kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla ve daha anlamlı bir değer yarattığı görülmektedir. Buna göre, bir sistemin alt sistemleri birleşirse, onu oluşturan bütünün parçalarının her birinin sahip olduğu değerlerin toplamından çok daha büyük bir güce sahip olan yeni bir bütünü, yani gücü oluşturmaktadır. En çok bilinen tanımıyla sinerji 2+2=5 ifadesiyle veya “birlikten kuvvet doğar” deyişiyle açıklanabilir.

Bir otomobilin şanzımanını oluşturan dişlilerden birini tutan küçük bir pimin işlevini kaybetmesi, o düzeneğin çalışmamasına ve otomobilin hareket kabiliyetinin ortadan kalkmasına neden olur. Toplumu oluşturan bireyler ve o bireylerin oluşturduğu bütün kurumsal paydaşlar, sivil toplum kuruluşları da bu anlamda önem kazanmaktadır. Burada parçaların yani derneklerin veya onların başkanlarının kişisel özelliklerinden çok, bu derneklerin üyeleriyle birlikte oluşturduğu kurumsal kimlik ve yarattığı sinerji, yani toplumsal ve sosyal hayata sağladığı katkı, tekil kazanımlardan daha önemlidir.

İşte bu nedenle, Russell Ackoff parçaların oluşturduğu bütünün önemine dikkat çeker: “Eğer bir sistemi alır, onu oluşturan parçalarına böler ve parçaların en iyi şekilde çalışmasını sağlarsanız, bir şeyden kesinlikle emin olabilirsiniz: Parçalar tek tek iyi çalışsa bile, onlardan oluşan sistem en iyi verimi sağlamayacaktır.” Üst sistemin görevini yerine getirebilmesi için onu oluşturan alt sistemlerin uyumlu çalışması da önemlidir, yani aslolan bütünü oluşturan alt sistemlerin bütünüyle birlikte koordineli çalışmasını sağlayabilmektir. Bu sağlanamadığı takdirde; ne un, şeker, yağ karışımıyla hazırlanan helva helvaya benzer; ne de tek tek dişlilerden oluşan şanzımanın eksik kalan bir pimi otomobili hareket ettirebilir.

Günümüzde Avrupa Türk toplumunun zayıf yönlerinden biri de bu anlayışın yerleştirilememiş olmasıdır. Zaman geçirmeksizin, farklı uzmanlıklara sahip çalışanlardan oluşturulan sivil toplum kuruluşlarıyla bu yönde bir görevdeşlik, sorumluluk ve işbirliği anlayışı geliştirilmelidir. Bir işletmede karşılaşılan sorunlara farklı uzmanlık alanlarına sahip çalışanların işbirliği yaparak daha iyi çözümler ürettiği göz önüne alınırsa, toplumsal ve sosyal hayatın sorunları da bu anlayışla çözülebilecektir. Türk toplumu da sorunlarına çözüm üretebilmek için sahip olduğu birikimi görevdeş anlayışa çevirmek ve farklı alanlarda sahip olduğu enerjiyi holistik bir anlayışla sinerjiye dönüştürmek zorundadır. 

“Birlikten kuvvet doğar” Birlik ve beraberlik içerisinde yapılan işler daha iyi sonuçlar verir; sıkıntılı konular bile kolayca aşılabilir. 




[1] Birden fazla öğenin bir arada meydana getirdiği etkinin bu öğelerin ayrı ayrı yapacakları etkilerin toplamından daha fazla olması durumu.


-----------------------
Bu yazı HABER AVRUPA - EUROPA JOURNAL NOVEMBER / KASIM 2019 sayısı için hazırlanmıştır. Yazının tamamına http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2019 /cakir112019.jpg adresinden ulaşılabilir.

21 Ekim 2019 Pazartesi

Eine relevante Eintrittskarte für ein besseres Leben

Unser Bundesland Bayern wird immer internationaler und bunter. Hier bestimmt die soziale Herkunft in stärkerem Maß über den Schulerfolg als in vielen anderen Ländern. Es fragt sich nun, wie die Schere zwischen den Bildungschancen der benachteiligten und der privilegierten Schüler kleiner wird. Die Kinder aus neuen oder schon lange hier lebenden Bürger haben hier in Bayern gute Erfolgschancen. Alle Kinder und Jugendliche erhalten gleichen Zugang zu hochwertiger Grund- und Sekundarbildung. Um den vorzeitigen Schulabbruch zu verhindern, sollten jedoch einige Maßnahmen getroffen werden.

Damit die hier geborenen Kinder mit Migrationshintergrund in den Schulen, in denen viele benachteiligte Schüler versammeln, bessere Bildungschancen haben, sollten die Eltern, die nicht imstande sind, ihre Kinder zu Hause selber sprachlich und pädagogisch zu betreuen, im Vorschulalter die nötigen Maßnahmen treffen und ihre Kinder mit über 4 Jahren in den Kindergarten bringen, damit sie neben der Herkunftssprache gute Deutschkenntnisse erwerben, denn wer nichts versteht, kann sich nicht verständigen und wer sich nicht verständigen kann, tut sich schwer, ihre schulischen Aufgaben zu erledigen.

Im Kindergarten, wo Gleichaltrige mit Gleichaltrigen spielen und gemeinsam die Welt entdecken, wird nicht nur Sprache, sondern auch eine ganz neue Lebensform, Kulturen und Sitten gelernt, Freundschaften geschlossen und die Kinder eignen sich an ein interkulturelles Leben.

Vor dem Kindergartengehen ist es wichtig, Abschiedsdramen zu vermeiden und den Kindern klar mitzuteilen, dass es ihnen dort gut gehen wird und gut betreut werden, sogar sie dort selbständig zur Toilette gehen können und ein gewisses Zeitverständnis beibringen, “ich bleibe hier ein bisschen um zu spielen und meine Mama oder mein Vater holt mich danach wieder ab. Nachmittags gehört uns als Familienzeit” usw.

Den Eltern, welche ihre Kinder zu Hause zu betreuen beabsichtigen, wird es empfohlen, in bestimmten Zeitabschnitten auf organisierten Arbeits- und Spielgruppen zu gehen, und die Selbstbetreuung zu Hause nur als eine Notlösung zu sehen, denn wenn die Kinder aus bildungsfernen Familien zur Schule kommen und bis zur Einschulung zu Hause betreut werden, weisen gegenüber Kita-Kindern häufiger Defizite auf. Die Eltern, die sich in finanzieller Not befinden, haben auch die Möglichkeiten, Zuschüsse vom Staat für den Kita-Platz in Anspruch zu nehmen.

Damit auf die Bedürfnisse der Kinder eingegangen werden können und die Kinder später starke, selbstbewusste Erwachsene werden können, sollte dieser Kindergartenbesuch nicht abgewertet werden. Parallel zu dem Kindergarten wäre es von Vorteil, den Kindern zu Hause auch die Herkunftssprache beizubringen, mit den Kindern Bücher in der Herkunftssprache lesen, denn die Herkunfts- bzw. Muttersprache ist ein wesentlicher Teil der persönlichen Identität von migrationsstämmigen Bürgern und der Gruppenkultur.

Mit dem Wechsel vom Kindergarten in die Schule schließen Kinder in der Regel innerhalb kürzester Zeit eine Menge neuer Freundschaften. Dort merken sie die fehlende Anerkennung ihrer Herkunftssprache. Auch dort sollte ihnen die Möglichkeit gegeben werden, ihre von den Eltern lückenhaft mitgebrachte Familiensprache zu ergänzen. Die Schule sollte ein Ort, an dem die Kinder aufwachsen und ein Grundgefühl von Geborgenheit und Identität spüren und die Verbindung von räumlicher und sozialer Sicherheit haben.

Wenn dem Kind implizit oder explizit die Botschaft vermittelt wird “Lass deine Sprache und Kultur vor dem Schultor!” dann lassen die Kinder einen wesentlichen Teil ihrer Identität vor dem Schultor.  Die Gefahr liegt dann nahe, dass sie weniger aktiv am Unterricht teilnehmen, sich schlechter mit der Schule und der Gesellschaft identifizieren, sich minderwertig fühlen und Schwierigkeiten haben, eine stabile Identität zu entwickeln.

Die Sprache ist deshalb ein wichtiger Teil der persönlichen Identität und in diesem Sinne wäre sie unter anderen eine relevante Eintrittskarte für ein besseres Leben unter dem Himmel der bunten Bayern.

Ps. Dieser Artikel wurde in der deutsch türkischer Zeitschrift Ari-Magazin (www.ari-magazin.de) herausgegeben. Mustafa Cakir (2019). Eine relevante Eintrittskarte für ein besseres Leben. Arı: Deutsch türkisches Magazin für Berichte, Reportage, Kommentare. 24. Jahrgang: Juli-August-September, Ausgabe 121. 2019, s. 28.

20 Ekim 2019 Pazar

Avrupa deyince


Avrupa deyince bazılarımızın zihninde adeta bir masal ülkesi canlanıyor. Türkiye’de yaşayanların bir kısmı, bir milyonu aşkın evsizin yaşam mücadelesi verdiğinden habersiz, zihinlerinde canlandırdığı bu sanal âlemdeki insanların bilim, kültür ve sanatın zirve yaptığı bir dünyada gönüllerince yaşadığını hayal ediyor.

Yaklaşık 750 milyon insanın yaşadığı ve Avrasya’nın 1/5’ini oluşturan Avrupa kıtasında 5 Mayıs 1949 senesinde Londra Antlaşması ile kurulan Avrupa Konseyine dâhil olan 47 ülke ve 820 Milyon nüfus yaşıyor. 28 ülkenin yarım milyardan fazla nüfusuyla oluşturduğu Avrupa Birliği denen ve bir türlü Avrupa Birleşik Devletleri yapısına evrilemeyen, toplumsal ve sosyal sorunlara çözüm üretme konusunda çaresiz kalan stagnant (durgun) bir örgüt var. Bu kara parçasında yaklaşık 111 milyon nüfus yoğunluğu Londra’dan Roma’ya yay gibi çizilen hat üzerinde yaşıyor[1].

Şimdi bu kadar farklı ülkelerden, onca kültürlerden milyonlarca insanın bir şemsiye altında toplanmasıyla oluşan Avrupa’ya toptan bir güzelleme yapmanın anlamsız olduğu da gün gibi aşikâr. Bu nedenle Avrupa sevdası ile yanıp tutuşanlara “Hangi Avrupa?” diye sormak, abesle iştigal olmaz sanırım.

Avrupalıların ortak bir kültüründen söz etmek zor olsa da Batı Kültürünün ortak kaynağının Hristiyanlık inancı olduğu söylenebilir. Hristiyan batı kültürü birbirinden farklı ögeleri birbirine ustalıkla bağlarken, ekonomik altyapısında Hindistan, Latin Amerika ve Afrika’daki sömürgecilikten doğan madunlarının katkısı olduğunu da unutmamak gerekir.

Avrupa halkları kendi içinde ayrışsa, bile Doğu dünyasına karşı her dönemde bir araya gelmekte zorluk çekmemiş; ortak tarihe önemli katkılar yapmıştır. Her yaşanan olaydan sonra siyasi çıkarlarının dini karakterlerinin önüne geçtiğini anlayan Avrupalılar, yeni diplomatik ilişkiler ve stratejik hamleler ile devletler arasında ki siyasi ilişkilerde özellikle politik güç dengelerine dayalı küresel bir yol izlemelerine zemin hazırlayacak bir politika geliştirmiştir. Bu anlamda geçmişte yaşananlar, geleceğe yön vermeye yönelik bir anlayışa dönüşmüştür.

Özellikle 15-16. yüzyıllardaki İtalya’da sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki dönemde Rönesans hareketlerinin öne çıktığı görülüyor. Bu süreçte Antik Yunan filozofları ve bilim insanlarının çalışmaları çeviri yoluyla Avrupa’ya getirilmiş; bilimsel tutumun getirdiği uyanışa bağlı olarak 16. yüzyılda Katolik kilisesine karşı dinsel bir reform hareketi ortaya çıkmıştır. Otuz yıl, seksen yıl birbiriyle savaşan devletler Vestfalya Barışı ile Roma-Vatikan merkezli birleşik Avrupa’dan ulusal devlet merkezli, parçalanmış bir Avrupa’ya evrilmiş; bugünkü yapının temelleri atılmıştır.

Bütün bu gelişmeler, Albert Sorel’in “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler kaçınılmaz olur.” sözünü doğrularcasına, 18. ve 19. yüzyıllarda yapılan yeni buluşların üretime olumlu yansımasıyla buhar gücüyle çalışan makineler icat edilmiş; bu yolla endüstriyel faaliyetler gelişmiş ve Avrupa’da sermaye birikiminin artmasına yol açmıştır. Bu süreç, bugün Endüstri 1.00 olarak da tanımlanan Sanayi Devriminin temellerini atmıştır.  

Avrupa’nın değişik ülkelerindeki kültürel altyapıya bağlı olarak gelişen felsefe akımları, müzik türleri, musiki zevkleri, danslar ve folklorik özellikler ortak bir kültürün hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu hareket noktasının ulaştığı ortak kurumsal noktada çeşitli ilişkiler olsa da ülkeler arasında yapılan anlaşmalar Avrupa Birliği olarak vücut bulmuştur. Bu yapının oluşturduğu Batı Kültürü bir anlamda Avrupalının geçmişini yansıtmakta, geleceğini yönlendirmektedir. Bugün bu geçmişin izlerini doğal çevre, tarih ve kültürel kaynaklar, aile ve akraba ilişkileri, sağlık ve beslenme, eğitim süreci, şehirleşme ve mimari, ekonomi ve teknoloji, bilimler ve sanatlar, din ve devlet yapılarında karşımıza çıkmaktadır.

Bugünkü Avrupa kültürü ve kimliği, bir coğrafya veya siyasi örgütsel yapıların ötesinde kendi geleceğini belirleme mücadelesini vermiş, derin kökleri bulunan düşünsel temelli ve temsil yeteneği olan bir kavramdır. Bu kavram üçüncü dünya ülkelerinden bir umut ışığı, kariyer ve türlü hayalleri süsleyen kaleydoskopik renk cümbüşü şeklinde görünmektedir. 

Bize gelince, bizler kendi özümüzün, kültürümüzün varlığından adeta habersiz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki ifadesiyle “…bir aksülamel (karşı çıkma) devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz” (s. 116) [2].




Not: Bu yazı Europa-Journal / Haber Avrupa Ekim 2019 sayısı için hazırlanmış olup, http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/oktober2019/cakir102019.jpg adresinden erişime açıktır.

[1] Sayılar Vikipedi’den alınmıştır.
[2] Sevim KANTARCIOĞLU. Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm. Ankara: Akçağ Yayınları, 2004. (ISBN 9753386158).

15 Eylül 2019 Pazar

2019-2020 Eğitim Öğretim Yılı Mesajı


Değerli veliler, sevgili öğrenciler!

Uzun bir tatilden sonra yeni bir eğitim öğretim yılına başlamanın sevincini ve tatlı heyecanını sizlerle birlikte yaşıyor; geleceğe yönelik beklentilerimizin şekillendiği, umutlarımızın yeşerdiği taze başlangıçlara hep birlikte “Merhaba!” diyoruz.
   
Avrupa Türk toplumunu geleceğe taşımak, gelişmiş milletler arasında araştırma, sorgulama yeteneğine sahip, bilgi üretebilen, değerlendirebilen, bilimsel gelişmeleri takip edebilen, öğrendiklerini hayata aktarabilen seçkin bireyler olarak yer almak için en temel ve vaz geçilmez önceliğimiz eğitimdir. Bu amaca ulaşabilmek için çocuklarımızın ve gençlerimizin mümkün olan en iyi şekilde eğitilmesi gerekmektedir.

Bilginin her an yenilendiği, teknoloji 4.00’ın hayatımızın hemen her aşamasına girdiği bir zaman dilimi içinde, yeni dünya düzenindeki çok yönlü gelişmeleri eş zamanlı olarak takip edecek, dünyaya daha geniş bir ufuktan bakacak, geleceğe ilişkin kestirimlerde bulunabilecek bireyleri yetiştirmek, sadece eğitim ile mümkündür. Hepimizin ortak amacı; her şeyi bilen değil; hayat boyu öğrenmeyi yaşam biçimine dönüştüren, sosyal hayatın içinde söz sahibi olan, eğitimden aldığı güçle çalışma hayatının yoğun rekabet ortamına kolaylıkla uyum sağlayan, bağımsız düşünen, yakın ve uzak çevresinde gördüğü bilgiyi dönüştüren, yaşadıklarını sorgulayan, eleştirel düşünen bireyler; mutlu insanlar yetiştirmektir.

Bu beklentileri ne bir öğretmen, bir anne-baba, bir yönetici, kamu görevlisi tek başına karşılayabilir ne de toplumsal ve sosyal hayatın olumsuzluklarını ortadan kaldırabilir. Toplumu oluşturan paydaşlar bir araya gelir, birlikte hareket etme bilincini ve yeteneğini geliştirip hayata geçirebilirse, önemli sonuçlar, kazanımlar elde edilebilir. 

Hangi alan olursa olsun, ne yapacaksak aklın ve bilimin yol göstericiliğinde hep beraber yapacağız. “Onlar yapsın, bir bakalım, beğenirsek biz de katılırız” demeyip; ilk hareketi başkalarından beklemeyip, ilk kıvılcımı tutuşturanlarla birlikte olma azim ve kararlılığında olacağız. Öğretmen, yönetici, anne-baba, okul aile birliği bir araya gelerek işbirliği yapacak, geleceğe yönelik somut hedefler koyup, buna göre eylem planları yapıp uygulamaya koyacağız. Önceden belirlenecek hedeflere ulaşmak için ayrışmak yerine birlik olmak, birlikte hareket etmek ve gerekirse kamunun menfaatlerini kişisel menfaatlerimize tercih etmek zorunda olduğumuzu unutmayacağız.

İyi yetiştirilmiş insanlar, toplumların geleceğinin güvencesi, gençler ise paha biçilemez sermayesidir. Bu nedenle çocuklarımızın ve gençlerimizin iyi yetiştirilmesi, sadece onların veya ailelerinin kazanımı değil; milletimizin, içinde yaşadığımız toplumun geleceği için de büyük önem taşımaktadır. Çocuk ve gençlerimize saygıyı, millet ve ülke sevgisini, yurttaşlık bilincini, tarihte yaşananların anlamını ve geleceğin önemini belleten yer okuldur. Okul dışında bir kurum aramak yanılgıdır. Okul hayatı; çocukluk ve ilk gençlik döneminde bir süre yaşanmak zorunda kalınan bir zaman değil; etkisi ömür boyu hissedilecek, kalıcı kazanımların edinildiği, insan hayatında önemli davranış değişikliğinin kazanıldığı bir süreçtir. Bu süreçte eldeki fırsatların iyi değerlendirilmesi gerekir. Okul dışında oluşturulan eğitim ortamlarında veya öğretmenlik formasyonu olmayan kişilere teslim edilen çocuklarda kalıcı öğrenme bozukluklarının yanı sıra toplumsal ve sosyal hayatı olumsuz etkileyecek psikolojik hasarlar görülebilir.

Konuya öğrenciler açısından bakıldığında; okul başarısının sırrı çok fazla değil, ama düzenli çalışmaktır. Öğrenmeyi öğrenen bir öğrenci, dersi benimsemeli, anlatılan konuyu derste öğrenmeli; dersten sonra da tekrar alıştırmaları yaparak kendini geliştirmelidir. Okuduğunu anlamanın, kendini toplum içinde bir birey olarak ifade edebilmenin yolu konuşulan dili iyi ve doğru öğrenmekten ve başarıyla kullanmaktan geçer. Bu anlamda Almanca veya hangi ülkede yaşanıyorsa o ülkenin dili içinde yaşanılan toplumda kabul görmek, eğitim öğretim sürecinde, toplumsal ve sosyal hayatta başarılı olmak için gereklidir. Hayatın olmazsa olmazları arasındaki önceliklerden birincisi dil öğrenimidir. Çocuk ve gençlerimiz Almanca üzerinden gidilirse, sadece bir dili öğrenmiyor; Alman yaşam biçimini, dünya görüşünü de öğreniyorlar. Köken dilimiz Türkçe ise anadilimiz, geçmişten kalan kültürel mirasımız, gelecek kuşaklara vermek için özenle saklayacağımız, geliştireceğimiz değerli bir armağandır. Bu anlamda Türkçe, hayata ve insanlara bakışımızın penceresidir, “çokluğumuzu” kültür ve medeniyetimize uygun şekilde “birliğe” çevirebilmenin; birlik içinde çokluğu barındırma becerisini kazanma alanıdır.

Öğrenci sorumluluğunun yanı sıra, velilerimizin de önemli sorumlulukları var. Velilerin “Evde zaten Türkçe konuşuyoruz. Bir de okulda Türkçe dersine ne gerek var?” diye düşünmeden, türlü bahaneler üretmeden, çocukları Türkçe ve Türk kültürü derslerine devam etmeleri konusunda teşvik etmeleri gerekir. İsteğe bağlı bu dersler, küçük çocukların keyfine göre seçtikleri bir ders olmayıp, velilerin çocuklarının eğitiminde öncelikleri arasına alması gereken bir uzmanlık alanıdır. Bu ders, aynı zamanda her Türkçe konuşanın her öğretmen olmaya özenenin de verebileceği bir ders değildir. Özel bir uzmanlık alanıdır. Evde konuşulan dilin sınırlı kelime hazinesinin gelecekteki çalışma hayatı için yeterli olacağı yanılsamadır, doğru değildir. Velilerin çocuklara Almanca öğretirken, Türkçeyi de öğretmesi, ihmal etmemesi gerekir. Çok dillilik modern toplumlarda ortaya çıkan önemli bir avantajdır. Türkçeyi yok saymak, bu avantajı kaybetmek anlamına gelir. Ayrıca Türkçe dersini alan öğrenciler, ileri eğitim basamaklarında bu dersi almış olmanın kendilerine sağladığı ayrıcalıkları gördüklerinde, “keşke” yerine “iyi ki” diyecektir.

Modern çağlarda çok kültürlü şehirlerde her bir göçmen diğerinde estetik gördüğü kültürel özü alarak yeniden, farklı bir şekilde yorumluyor. Böylece ortak bir şehir kültürünün oluşmasına katkıda bulunuyor. Böylelikle insanlar arasında dilleri, inançları ve tarihi geçmişleri farklı da olsa yeni bir şehir bilinci ve kültürü gelişiyor; farklı kültürler arasında yeni köprüler kuruluyor. Doğal olarak sahip olunan, ecdat yadigârı bu zenginliği gelecek kuşaklara aktarmak için de Türkçeyi ihmal etmeyin. Çocuklarınızı devam ettikleri veya en yakın okulda açılan Türkçe dersine götürün. Diğer veliler ile birlikte hareket ederek, okulunuzda diğer modern dillerin yanında Türkçe dersinin de açılması için çalışın. Dilekçeler yazın. Yazdığınız bu dilekçeleri çocuklarınızın devam ettiği okul idarelerine, yöneticilere, Türkçe öğretmenlerine verin. Türkçe dersinin de açılması için ısrarcı olun. Çevrenizdeki Türkçe öğretmenleri ve bağlı bulunduğunuz bölgedeki başkonsolosluklar bünyesindeki eğitim ataşelikleri de size dersin açılması ve Türkçe öğretmeni ile ders materyallerinin temininde yardımcı olacaktır. Yerel yönetimlerle, sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapın. Veliler birlikte hareket edin. Türkçe konusunda ortak bir toplumsal bilinç oluşturmaya çalışın ve çok dilli, çok kültürlü bir ortamda yetişen çocukları tek dilli olmaktan, kültürel köklerinden kopmaktan koruyun. Çok dilli ve çok kültürlü toplumlarda yetişip bir tek dile bile hâkim olamayan bireyler, kendini ifade edemez. Tek kültürlü olmaya inat eden toplumlar da kendi birliği içindeki çokluğu (in varietate concordia[1]) zenginlik olarak göremeyeceği gibi, sahip olduğu zenginliğin, insan kaynağının farkına varamaz.

Bireyler içinde yaşadığı toplumun gelişmesi ve ilerlemesi için önce kendisinden başlayarak kültürel dönüşümü ve atılımı gerçekleştirmelidir. Bu zihinsel dönüşümü gerçekleştirmeyi başarabilen bireyler, Türk milleti içindeki Alevi’nin de, Sünni’nin de, Türkmen, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Ahbaz vd. hepsinin bizim kadim kültürümüzün bir parçası olduğunu; başı örtülü, başı açık olan herkesin insan olarak ne kadar ortak yanının olduğunu daha iyi görecektir. Var olmak, varlığımızı sürdürebilmek için bu dönüşümü başarmaya mecburuz. Bu dönüşümün en etkili ve kestirme yolu eğitimdir.

Türkçe tarih boyunca sadece bir dil olarak görülmemiş onu konuşan insanlara ad, eşsiz medeniyetlere ışık; kadim kültürlerin yaşandığı vatan topraklarındakilere yurt; insanlığın ortak vicdanı, mazlum milletlerin umudu; dillerden düşmeyen bir sevda türküsü olmuştur. Hayatın en zorlu veya en keyifli anlarında ortaya çıkan Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Baki, Nedim, Şeyh Galip, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç ve daha niceleri eserlerinde Türk toplumuna ses, dertlerine derman olmuştur. Bu birikimler Türkçe ile kuşaktan kuşağa aktarılırken bazen şarkı olup söylenmiş; bazen şiir olup dinlenmiş; bazen de öykü olup dilden dile, kulaktan kulağa anlatılmıştır. Sahip olduğumuz bu zengin birikim kişisel kimliğimizin bir parçası, geleceğe olan güvencemizdir. Avrupalı Türkler yeter ki kendi problemleriyle yüzleşme cesaretini göstersin; diline ve kültürüne yabancılaşmayı, günübirlik menfaatler peşinden koşmayı bıraksın, birbiriyle çatışmaktan vaz geçip birliğine sahip çıksın. Evrensel değerlerimizi yerel ve konjonktürel ilişkilere mahkûm ederek bugünkü bunalımları aşamayacağını görsün, anlasın. Bunun öncelikli şartı da varlığımızın bilincine varmak ve özgüvenimizi tazelemektir. Bunun en kestirme yolu yine Türkçe ve Türk kültürüdür.

Gençlerin eğitimine bugün gerekli özen gösterilmezse, bu ihmalin gelecekteki yansımaları; yarım kalan hayatlar ile kırık hayaller olacaktır. O gün geldiğinde Avrupa Türk toplumunun geleceğinde ne Türk ne de Türkçe kalır. Türk toplumu diliyle birlikte dinini ve kimliğini de kaybeder. Türk ve Türkçe kavramları nostaljik birer öge, Türkiye ise tatil beldesi olarak anlatılır. Bu durumu korkarak, birbirimizi dışlayarak, ötekileştirerek değil; zengin yerelliğimizden insanlığa açık evrensel değerler üretip Avrupa kültür dünyasına armağan ederek önleyebilir, insanlık tarihinde hak ettiğimiz onurlu yeri alabiliriz.

Bu duygu ve düşünceler ile geleceğimizin teminatı çocuklarımıza en iyi imkânları sağlamaya çalışan değerli ailelerimizin, bulundukları şehirlerde büyük gayretlerle Türk dilini ve kültürünü gelecek kuşaklara aktarmaya çalışan değerli öğretmenlerimizin, eğitim öğretim hizmetlerinin yürütülmesi sırasında desteğini gördüğümüz paydaşlarımızın ve elbette sevgili öğrencilerimizin 2019-2020 eğitim öğretim yılını kutlar; bütün eğitim camiasının başarılı bir yıl geçirmesini dilerim.

Not: 
Bu yazı Haber Avrupa / Europa Journal 2019 Eylül ayı sayısında yayımlanmıştır. Gazeteye www.europa-journal.net adresinden; yazıya da http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/september2019/cakir092019.jpg -15.09.2019 adresinden ulaşılabilir.


[1] AB’nin 2000 yılı sloganı. Çeşitlilikte birlik. Bizim kültürümüzdeki “vahdette kesret” gibi.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Bir günün hikâyesi


Her seferinde “Artık bu son” diye yazmaya başlıyorum. Bazen nedenini kendime bile açıklamakta zorlandığım, zihnimde birbiriyle çarpışarak yeni biçimler oluşturan, sıra dışı düşüncelere evrilen tarifi imkânsız duygularla boğuşuyorum. Bir yanım al başını, uzak yerlere git derken öbür yanım otur oturduğun yerde diyor. Yaşadığım bu karmaşık duygular, olasılıklar içinde kurulmuş bir âlemde yan yana düşenlerin birbirleri üzerindeki etkileriyle yeniden şekilleniyor; kendine sonsuz evrende yol bulup akıp gidiyor; serencama (yani yaşanan bir günün öyküsüne) dönüşüyor.

Her yeni güne bir merhaba diyecek kadar bile tanımadığımız insanların yanında, yakınında olmaya, hayatlarına dokunmaya çalışarak başlıyor; günün akşamında da veda ediyoruz. Ödünç aldığımız gök kubbenin altında, Ludwig Wittgenstein’ın “Benim dilim, benim dünyamın sınırlarıdır” sözünü tekrar tekrar deneyimliyoruz. Bildiğimiz dilin sınırları içinde anlatmaya çalıştıklarımızı, muhataplarımızın dil dünyasının sınırlarına sığdırmak her zaman kolay olmuyor. Bazen muhataplarımıza azı anlatıyoruz, anlamıyor; çoğu anlatıyoruz, anlamıyor.  O an şair Paul Verlaine’in “İşte hayat! Aç gözünü gör; bak ne kadar sade. Her gün sâkin gürültüdür” sözleri aklımıza geliyor. “Ey sen ki durmadan ağlarsın, döversin dizini; gel söyle bakalım ne yaptın? N'ettin gençliğini?” sorularına karşılık, dernekte - dergâhta vatandaşlarımızın haliyle hemhal olup, deyim yerindeyse “her günü yeniden kuruyor; her güne taze bir başlangıç” yapıyor, milletimize şükran ve minnet borcumuzu ödemeye çalışıyoruz. Honoré de Balzac’ın deyişiyle “kara bir dikeni yutarken, onun içini parçalayıp geçtiği sırada dahi hiç ses çıkarmadan” sabrederek; bildiklerimizi paylaşıyor, öğrendiklerimizi anlatmaya gayret ediyoruz.

Bu süreçte eğitime bir ömür vakfetmiş olanları görmezden gelenlere, sıradanlaştırmaya, ötekileştirmeye, bazen de itibarsızlaştırmaya yeltenenlere inat; bilineni bilmezden, görüleni görmezden geliyor, “tecahülü arif” yapıyor; bizimle aynı gönül dilini konuşan insanlarla hemhal olmaya çalışıyor; bölündükçe bölünmeyi marifet sayanları bir olmaya, iri olmaya, diri olmaya davet ediyoruz.

Herkesin her şeyi bildiğini sandığı, ama tam olarak neyi bildiğini bilmediği bu çağda, pirinç tanelerinin içindeki beyaz taşları sabırla ayıklamaya, doğru bildiklerimizi ısrarla söylemeye çalışıyor; toplumumuzu içinde bulunduğu gaflet uykusundan eğitim, eğitim diyerek uyandırmaya; devenin çöl dikenini yerken aldığı karşı konmaz hazzın ve lezzetin aslında dikenden değil, kendi kanındaki tuzdan kaynaklandığını ve bu tehlikeli sürecin sonunun yok olmaya varacağını anlatmaya çalışıyoruz.
Bu arada “Okumuş, profesör olmuş da ne olmuş?” diye söylenenlere cevap vermek yerine, Mevlana’nın “Bir lafa bakarım laf mı diye; bir de söyleyene bakarım adam mı diye” özdeyişini hatırlıyor; böylesine anlamlı sözleri söyleten yüce kuvvetin adaletini diliyor; ilk günkü heyecanımızı kaybetmemeye bakıyoruz.

Duyguların gergin, ruh halinin gelgitlerinin elverdiği ölçüde vatandaşların her birinin diğerinden daha özgün olan göç hikâyelerini dinlemeye, dertlerini çözmeye, önerilerini anlamaya, kavramaya, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Anlatılanların kimi zaman öznesi olmaktan gocunmadan, bazen bir ressamın günlerce emek vererek yaptığı muhteşem tablosuna bakarken duyduğu hissiyatına ortak oluyor; bazen de o ressamın sıradan bir çalışmanın karşısında duyduğu tatminsizliği yaşıyoruz.

Kimi zaman konuştuğumuz çocuklara "Ebeveyninin kendine hayrı yok" diyememenin yürek yangınını; kimi zaman da gördüğümüz manzara karşısında "Olay başka türlü yaşansa da sonuç değişmeyecekti;  çünkü sorunun kaynağı sizsiniz" diyememenin sabrını yaşıyoruz. Toplumun karşı karşıya bulunduğu durumun, yaşadığı sorunların önemli bir kısmının ne farklı kültürler içindeki ötekileştirilmelerden, ne yabancı düşmanlığından, ne de günlük siyasetin yansımalarından kaynaklandığını görüyoruz. Sorun aslında dünyayı tersine döndürmeye çalışırken hayatları alt üst eden; yeterince sözcük, anlam ve kavrama sahip olamayan kısır döngüye bağlanmış gündelik hayatlarımızdan, hayatı algılama ve yaşama tarzlarımızdan kaynaklanıyor.

Çocuklara, gençlere; "Başarı, onu arzulayan ve ona hazır olana gelir. Başarı, aşk gibidir. Dışarı çıkman, onun peşinden koşman gerekir!" desek de tanık olduğumuz birçok başarı öyküsünde de başarısızlıklarda da bu kısır döngüyü, yaman çelişkiyi görüyoruz.

Hayatında ders kitabı dâhil hiçbir basılı yayını başından sonuna kadar okumamışlar toplum içinde âlim kesiliyor. Veli toplantısına gitmek bir yana, çocuğunun hangi okula, kaçıncı sınıfa gittiğinden habersiz olanlar, iş eğitime gelince öğretmenden daha iyi öğretmen oluyor. Bu aileler öğretmenin verdiği ödevi ve sorumluluğu yerine getirmeyip laf olsun diye okula gidip gelen; çoklu iletişim imkânlarının sağladığı fırsatlarla zihinleri bulanmış; sorumlulukları hatırlatıldığında “bir daha derse gelmeyeceği” tehdidini savurabilen ve hayatın gerekleriyle gerçeklerinden uzak, şımarık ve saygısız bir kuşak yetiştirdiğinin farkında bile değil. Çocuklarına evde, aile ortamında “paşa” muamelesi yapıyor; bunların dümen suyundan çıkamıyor; okulda gerçeklerle yüzleştikleri zaman da çocuklarının “ayrımcılığa” uğradığını öne sürüyorlar. Bu iddia ile birlikte, eğitimin gerektirdiği temel bilgilere, yaşam becerilerine ve çağın gerektirdiği teknolojik donanıma sahip yurttaş yetiştirme idealinden sapıyor; temel meslek eğitimi dahi almadan hayata atılan niteliksiz, eğitimsiz insan grubu yetiştiriyoruz. Elbette konunun farklı boyutlarını ve istisnalarını ve her birimizin göğsünü kabartan başarı öykülerini saklı tutuyoruz. Bununla birlikte, içimizi acıtsa bile, gerçeklerin söylenilmesinde yarar görüyoruz.

Dünyanın neresine giderseniz gidin, çalışmayan tembellere methiye düzülmez; “tembelliğe” övgü ortaçağ masallarında olur! Başarı öyküleri anlatılırken, başarılı olanların çalışma biçimleri ile başarıya ulaşırken ödedikleri bedeller de anlatılır. İnsanlar hayatları boyunca bir şeyler başarmak, belli amaçlarını gerçekleştirmek için çalışır. Körü körüne çalışmak da başarılı olmak için yeterli değildir. Çalışmanın arka planında hedef koymak; bu hedefe ulaşmak için azmetmek, sabretmek, direnmek, zaman harcamak, fedakârlık yapmak, hedefe sadık kalmak gibi ilkeler bulunur. Bunlar eksikse, başarıdan söz etmek de mümkün olmaz. Toplum olarak çocuk ve gençlerimize anlatmakta yetersiz kaldığımız hususlardan bir kısmı da bu gerçeklerdir. Uçurumdan aşağı düşmeden önce atılan son bir adım, derin sulara dalmadan önce alınan derin nefes gibi yaşadığımız gerçekler ile yüzleşmek zorundayız.

Biz çocuklarınıza Almanca öğretin; Türkçeyi unutturmayın dedikçe; eğitim, dilimiz, kültürümüz gibi konuların önemini bıkıp usanmadan, heyecanla anlatırken, alacağı arabayla ona buna nasıl hava atacağının düşünü kuran, aybaşında bankaya yatacak üç kuruşun hesabını yapan kimi veliler, kendilerine kendi gelecekleriyle ilgili bilgi verenleri “Bir kuştur şu dalda öten; o da kendi Türküsünü söyler” misali yarım kulak dinliyor. Ardından şevkle söz isteyip, “Hemşerim, nerelisin?” veya üç dört senedir önünden bile geçmediği “Şu başkonsolosluk binası…” muhabbetine dönüştürüyorsa,  bize ancak sabır ve metanetimizi muhafaza ederek “Ya Sabır!” çekmek, yeniden ve ısrarla eğitimin insanın hayatında ne gibi değişiklikler yapabileceğini anlatmak, merhum Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle,  “Ben bu yoldan dönersem yazık bana, vahlar bana” demek düşüyor.

Bu yazıda, aslında kendi durumumuzu, yaşadığımız bazen gerçek bazen sıra dışı hikâyelerin içindeki serencamımızı çarpıcı bir üslupla anlatmaya çalıştık. Romalı şair Horatius günümüzden iki bin sene önce yazdığı Taşlamalar adlı kitabında şöyle der: "Ne gülüyorsun? Anlatılan senin hikâyendir." (Quid rides? de te fabula narratur) Ben de siz okuyuculara soruyorum: Siz de hala gülüyor musunuz? Gülmeye devam edin; olsun deminiz, olmasın gamınız; hayra dönsün serencamınız.


----------------
Bu yazının teknik redaksiyon yapılmamış versiyonu Haber Avrupa Journal-adlı gazetenin Haziran 2019 sayısında yayımlanmıştır. http://www.europa-journal.net/?fbclid=IwAR3gVWfcfC3weEkCMk2J-wpayKBFFI79joHgDuqb9PY8HGmo3im5UNG3Rbs (27 Temmuz 2019).

Modern akıl mutlu olmaya yetmiyor


Günlük hayatın içinde kısa veya uzun aralıklarla ortaya çıkan, saman alevi gibi parlayan, yani nevzuhur olan popüler kültürün ögeleri, geçmişi uzun zamana dayanan, yani kadim olan köklü gelenekler karşısında tutunamasa da insanoğlu, mutlu olmak için sürekli bir arayış içine giriyor, kendine yeni bir yol arıyor. Bu düşünceden yola çıkarak, toplumsal ve sosyal hayata dair yaptığım gözlemleri, iyi ve güzel davranışları derledim ve bir yazıya dönüştürdüm. Okurken keyif almanızı dilerim.

Avrupa ülkelerinde gözlenen Türk ve İslam karşıtlığı aslına bakarsanız kökü artık çok eskilerde kalan “korkunç Türk” imgesine kadar geri gitmektedir. Bilinçaltına yerleşen bu imge, tarihi süreç içinde evrilerek Türkofobiye veya İslamofobiye dönüşmüştür. Avrupa tarihinde ve günümüz siyasetçilerin diline yerleşmiş bu kavramlar, Türk karşıtlığını yansıtan nefret eğiliminin yeniden üretilip piyasaya sunulması ve bu yolla maddi manevi kazanç elde etme çabasıdır.

İçimizden bir kısım insan, Batılıların ürettiği bu söylemi taklit ederek, kendilerini tatmin ediyor; Batılı gibi davranıyorlar; ya da öyle davrandıklarını zannediyorlar. Aslında tamamen içsel olan bu duygusal tatmin dışarıdan bakan üçüncü gözlere, davranış sahibinin ne kadar kimliksiz ve kişiliksiz kaldığını gösteriyor.

Heyhat, biz konumuza devam edelim.

Avrupa genelinde yayılan ve tarihsel önyargıların devamı olan bu yeni akım, modern Türkiye’ye ve Müslüman Türk varlığına yönelik olup; yakın geçmişte Londra ve Paris’in desteğini alan Sırp ve Hırvatların Bosnalı ve Arnavut Müslümanlara yaptığı etnik temizlik ile kendini bir kere daha göstermiştir. 1389 yılında I. Kosova Savaşı’nda alınan yenilginin[1] intikamını almak isteyen Sırp askerlerini Türk olarak gördükleri Müslüman milletlere karşı yaklaşık 600 sene sonra Srebrenitsa Katliamını yapması, bu duygunun açık bir göstergesidir. Bir yanda asırlardır devam eden kin ve intikam duygusu, öte yanda tarihte yaşanmışlıkları unutan ve Batılıların Türklere karşı popüler söylemlerini gerçek zannedip, hal ve yaşam biçimleri ile Batıya uyum sağladığı yanılsaması ile yaşan Türkiye kökenli Avrupalı Türkler.

Bu nevzuhur Avrupalı Türk anlayışı, Batılı söylemleri eleştiri süzgecinden geçirmeden kabul etmekle Türkiye’deki mevcut yönetim ve milliyetçi görüşe karşı olduklarını, Türkiye’deki mevcut iktidar sahipleri ile araya mesafe koyduklarını zannediyorlar. Bunlar şu veya bu şekilde Türkiye’ye karşı çıkarken, aslında Batılıların bilinçaltındaki “Türkiye’nin tarihi liderlik gücüne” de karşı çıkıyorlar; lakin farkında değiller.

Bu şekilde kadim olana duyulan tepki ile batılıların nezdinde “beyaz” Türk statüsünü kazandıklarını ve mütedeyyin, milliyetçi ve muhafazakâr Anadolu insanından yani “siyah” Türklerden farklı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar.

Bu Türkler, Avrupalı ve liberal olarak tanınmak istiyor ve Avrupa’nın kendilerinden istediklerini düşündükleri şeyleri talep ediyorlar. İmajları ve istekleri o derece bilinçsizce taklit ediyorlar ki, asıl amaçları “aydın” liberaller veya solcular haline gelmek olduğundan tartışılan konular dahi fuzuli hale geliyor. Zamanla başkalarının gözünde kendilerini nasıl görüyorlarsa ona dönüşüyorlar. “Efendilerinin” algı ve pratiklerinin bu derece taklit edilmesi ve Avrupalı olarak tanınma arzuları, mevcut tartışmada önemli bir rol oynamaktadır[2].
İnsan hayatında kurduğu ilişkilerde samimi olmalıdır. Samimiyet, dilimiz ile kalbimizin, yazdıklarımız ile yaptıklarımızın birbirini tutmasıdır.

İslami yaşam biçimini kabul edenlere de söyleyecek, anlatacak hususlar var. Bizim kültürümüzde, Mümin, kendisinden emin olduğumuz kişidir. Dostlukta ve zorlukta sebat edendir. Fedakârlıkta mahirdir. Vefanın imandan geldiğini bilir. Yaptığı iyilikleri alacak hanesine yazmaz. İnşallah böyle insanlar olarak yaşayıp gideriz.

Günlük hayatta da 'Bir kimsenin kıldığı namaz, tuttuğu oruç sizi aldatmasın!' “Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda, doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünya kendisine güldüğünde, takvayı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat anındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin.” (Kenzul-Ummal, h. No: 8435). Güvenilir olmayanın dini de olmaz.

‘Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır” (Ankebut 64). Dünyanın eksiği, insanın isteği bitmez. İhtiyaç ile ihtiras arasındaki mesafe uzun gibi görünse de bir anda kısalabilir. “Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı şeytan da Allah hakkında sizi aldatmasın." (Lokman, 31/33). Yoklukta şaşırmayan, varlıkta şımarmayan insanlar ne kadar kıymetlidir.  Sadi Şirazi’nin dediği gibi, “Düşmanın en büyük hilesi dostluğudur.”

Yukarıda da değindiğim gibi, ilişkilerde önce hasbi olmak, Allah’ın rızasını kazanmak için çalışmak lazım. Açık aramaktan yorulan gözler, doğru ve güzel işleri göremez. Dedi ki sevginin tartısı fedakârlıktır. Güven duvarı yıkılırsa, insana ait birçok incelik o duvarın altında kalır. Artık o andan itibaren insan insanın kardeşi değildir, kurdudur. “Verilen söz sorumluluk gerektirir” (İsra, 17/34). Damlada bulamadığını deryada da bulamazsın. Sâdi-i şirazi’nin dediği gibi, “Sevgisiz bakınca Yusuf bile çirkindir, şeytana aşkla bakınca melek sanırsın." Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî demişti dersin, “Seni sende olmayan meziyetlerle öven bir insanın, bir gün seni sende olmayan hallerle kötüleyeceğinden şüphen olmasın.”

Hangi yönden gelirse gelsin, maruz kaldığınız ithamlar karşısında sakın yılmayın! Üzüntüye kapılmayın! Eğer iman ediyorsanız, mutlaka üstün gelirsiniz!  (Âl-i İmran 139) Dedi ki iyiye karşı iyilik et, kötünün şerri kendine yeter. “Sana kötülük yapsalar dahi sen iyi olmaktan vazgeçme. Sabret, Allah’a havale et ve bekle. Unutma; Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır” Yükünü kaldıramayacağın kalbe, elinden tutamayacağın insana talip olma. Amenna ve saddaknâ (İnandık ve tasdik ettik).

Bu âleme dost kazanmaya geldik. İnan başka bir şey yok! Bizi bize gösteren ayna çok önemli. Böyle bir ayna bulana ne mutlu. Bunlar öyle aynalar ki, senin iyi tarafını gösterip, iyi tarafını parlata parlata zaman içinde geliştirerek olumsuz taraflarını silip atar. Hayatın değişir, birden senden güzelliklerin doğduğunu hissedersin.  İnsanız; etimiz yenmez, derimiz giyilmez, tatlı dilimizden başka neyimiz var. İşte böyle mutlu yasamak üzerimize farz; iyilikleri dillendireceğiz, iyilikleri yaşayacağız, iyilerden olmaya çalışacağız, böyle de mutlu ve huzurlu yaşayacağız. 

Bütün bunlar karşısında modern akıl mutlu olmaya yetiyor mu? Mutluluk uzaklarda bir yerde değil, yine kendi içimizde, yaşadıklarımızda gizli ve her birimiz mutlu olmak adına aslında kendimizi ve kendimize dahi itiraf edemediğimiz yahut itiraf etmeye çekindiğimiz hakikatimizi arıyoruz.

“...Ey Rabbim, Sana yönelttiğim duada cevapsız bırakıldığım hiç olmadı.” (Meryem Suresi /4) Bizleri kapından eli boş dönenlerden, kendi hakikatini kaybedip yanılgılarının peşi sıra kuvvetli güz rüzgarlarının etkisiyle kuru yapraklar misali oradan oraya savrulan biçarelerden eyleme.



[1] I. Kosova Savaşı veya Birinci Kosova Meydan Muharebesi, Sultan I. Murad önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar Hrebelyanoviç önderliğindeki Hırvat, Leh, Macar, Çek ve bütün Balkan prenslikleri Osmanlılar'a karşı birleşerek oluşturduğu çok uluslu Balkan ordusu arasında 28 Haziran 1389 tarihinde yapılan muharebenin adıdır.
[2] Hakan Yavuz (2019). Kendinden Nefret Eden Türkler ve Soykırım Tartışması. Daily Sabah. 07.02.2019.AVIM: Avrasya İncelemeleri Merkezi-Center for Euroasian Studies. Blog No: 2019/14. – 19.02.2019 tarihinde https://avim.org.tr/Blog/KENDINDEN-NEFRET-EDEN-TURKLER-VE-SOYKIRIM-TARTISMASI-DAILY-SABAH-07-02-2019?slid=SlE2P_G0vb6QGsWqnuy1U5xJtK0&utm_campaign=100936&utm_content=SlE2P_G0vb6QGsWqnuy1U5xJtK0&utm_medium=email&utm_source=newsletter&utm_term=campaign-100936 adresinden ulaşıldı.

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Köken Dili Türkçe

Hemen her fırsatta göçmen kökenli çocukların Almancayı çok iyi öğrenebilmesi için köken dillerini de iyi bilmesi; ikinci dili bu dilin üzerine kurması gerektiği vurgulanıyor. Ayrıca evde, sokakta konuşulan dilin akademik başarı için yeterli olmadığı biliniyor. Nasıl temeli çürük bina yaşamazsa, köken dilini öğrenmeyen toplumlar da geleceğini sağlıklı kuramaz; özgüven eksikliği ile hangi tarafa ait olduğunu kestiremeden arafta yaşar. Bu durumun sosyal ve psikolojik sıkıntılarıyla mücadele eder.

Konuyu Bavyera’daki okullarda verilen köken dili dersi Türkçe özelinde bir kere daha özetlemek isterim. Bilindiği üzere, Türkçe liselerde 10. sınıftan itibaren seçmeli yabancı dil dersi olarak veriliyor. Dileyen bu dersi yabancı dil olarak seçebilir; hatta lise bitirme sınavına bu dersten girebilir. Bir ikinci seçenek ise ilkokuldan itibaren verilen köken dili dersi Türkçe. Bizim ifademizle Türkçe ve Türk Kültürü dersi.

Türkçe; Bavyera Hükümetinin 2004 yılında aldığı karar uyarınca Yunanlıların, Boşnakların, İtalyanların, Yunanlıların, Portekizlilerin, İspanyolların çocuklarına verdiği köken dili dersi gibi, genel müfredatın dışında ve isteğe bağlı olarak verilmektedir. Bu dersler Bavyera Eyaleti Eğitim ve Kültür Bakanlığı ile yapılan işbirliği halinde ilgili ülkelerin konsoloslukları tarafından planlanmakta ve yine ilgili ülke öğretmenleri tarafından verilmektedir. Derslerin içerikleri de ilgili ülkeler tarafından belirlenmektedir.

Bu ders bazen, derste işlenen konular araştırılmadan, öğretmenlerle konuşulmadan tamamen ön yargıların esiri olarak eleştirilerin hedefi oluyor. Bu nedenle, kamuoyunun ve velilerin bilgilendirilmesi açısından şunu belirteyim ki Türkçe ve Türk Kültürü dersi ile ilgili çerçeve program, Türkiye’de üniversitelerimizde görev yapan alan uzmanlarının bir seneyi aşan titiz bir çalışmasının ürünüdür. Türkiye’de uzmanlarca hazırlanan bu program, Almanya’da yaşayan ve buradaki çocuklara Türkçe dersi veren öğretmenler ile ilgili paydaşların görüş ve önerileri ile geliştirilmiş ve uygulamaya hazır hale getirilmiştir.

Daha sonraki aşamada ise alan uzmanlarınca öğretmenlerin önerileri doğrultusunda hazırlanan bu çerçeve program esas alınarak, ders yılı boyunca her hafta işlenen konuların içeriklerinin yer aldığı yıllık planlar hazırlanmıştır. Derslerin içerikleri alanda çalışan öğretmenler tarafından, öğrencilerin yaşadığı çevrenin özellikleri, bölgenin yapısı ve öğrencilerin dil, yaş ve eğitim düzeylerine göre oluşturulmuştur.

Gerek Türkçe dersinin çerçeve programı, gerekse her hafta işlenen konuların içeriklerinin yer aldığı yıllık planlar, ilgi duyanların bilgilenmesini sağlamak amacı ile Türkçe ve Almanca olarak yurt dışı temsilciliklerimizin web sayfalarında yayımlanmıştır. Dileyen herkes bu belgelere ulaşabilir; hatta dinamik bir yapıda hazırlanan bu çalışmaların geliştirilmesi için görüş ve önerilerini de en yakın eğitim ataşeliklerine iletebilirler.

Bir sene süren bu çalışmalara paralel olarak hazırlanan ders kitapları da yine öğrencilerin yaş, dil ve eğitim durumları göz önünde bulundurularak tasarlanmıştır. Ders kitaplarının yanı sıra Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmen ve öğrencilerin eğitim öğretim sürecindeki iletişimini kolaylaştırmak ve sanal öğrenme süreçlerini desteklemek üzere oluşturduğu EBA (Eğitim Bilişim Ağı) yurt dışında yaşayan öğrencilere de açılmıştır. Yeni ders kitapları ve etkileşimli eğitim materyallerinin yer aldığı EBA gelecek öğretim yılından itibaren yurt dışındaki çocuklarımızın tabletlerinde, cep telefonlarında erişime hazır olacaktır. EBA üzerinde derslerin ve öğretim materyallerinin yanı sıra yaş gruplarına göre eğitici ve bilgilendirici oyunlar da yer almaktadır.

Dersi veren öğretmenlere gelince; her bir öğretmenimiz Türkiye’deki belli başlı üniversitelerin öğretmenlik programlarından mezun olmuştur. Alanları ile ilgili öğretim yöntem ve tekniklerini, çocuk gelişimini, psikolojisini, sosyolojiyi, ölçme ve değerlendirmeyi, program ve öğretim materyalleri geliştirmeyi kaynağında, alan uzmanlarından öğrenmiştir. Her biri bir başka okulda danışman öğretim elemanları ve uzman rehber öğretmenlerin gözetiminde öğretmenlik uygulaması derslerine katılmış ve başarılı olmuşlardır. Mezuniyetlerinden sonra ise Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okulda öğretmenlik yapabilmek için girilen zorlu bir yarışma sınavlarını kazanıp, en az beş yıl öğretmenlik deneyimi kazanmışlardır. Beş yılın sonunda, yurt dışında Türkçe ve Türk Kültürü dersi vermek için bakanlığa müracaat ettikleri zaman, yukarıda sayılan bu bilgi ve deneyimlerini ölçen alan bilgisi, genel kültür, yabancı dil gibi alanlardan yazılı ve sözlü sınavlara girip seçildikten sonra yurt dışı göreve uyum kurslarından geçirilmişler ve yurt dışına, görev yaptıkları şehirlere gönderilmişlerdir. Gittikleri her ülkede Başkonsolosluklar bünyesinde bulunan eğitim ataşelikleri ile birlikte çalışıyorlar. Görüldüğü üzere, her bir öğretmenimizin öğretmenlik yeterlilikleri dünya standartlarındadır.

Bu öğretmenlerimizin derste hangi konuları işlediği konusuna gelince; derse katılmadan, çerçeve programı ve yıllık çalışma planlarını incelemeden, tamamen önyargı ile suçlanmaya çalışılan öğretmenlerimiz, bazılarının öne sürdüğü gibi derste siyasi propaganda yapmıyor; iki ülke arasındaki günlük siyasi ilişkileri anlatmıyorlar. Aksine, çocuklara Türkçeyi ve Türk kültürünü öğretiyorlar. Yurt sevgisi, bayrak ve ulusal marşları anlatırken; sadece Türkiye’yi değil; doğuştan Alman vatandaşlığı kazanmış olan Türkiye kökenli çocuklara, yaşadıkları ülkenin ulusal değerlerini de öğretiyor; yurt belledikleri bu toprakları da vatan olarak görmeleri, bu ülkenin yurttaşı olmanın kıvancının yanı sıra, sorumluluklarını yerine getirmenin gerekleri konusunda da bilinçlendiriyorlar.

Türkçe ve Türk Kültürü dersi öğretmenlerimiz, düzenledikleri kültürel etkinliklerle farklı kültürlerden gelen bireyler arasında eşit vatandaşlık statüsü öngören, yeni bir birliktelik kültürü yaratmayı hedefleyen karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler bütünü olan toplumsal ve sosyal uyum sürecine de olumlu katkılarda bulunuyorlar. Dolayısı ile Türkçe ve Tür kültürü dersi de bu ülkenin okullarında öğretilme şansı verilen diğer ülkelerin köken dilleri ve kültürleri gibi, birbiriyle eşit, doğası gereği farklı ve meşru kabul edilen diğer kültürler arasındaki yakın alışveriş ve iletişim ilişkilerini yaşatmakta, olumlu katkılar sağlamaktadır. Beklentimiz, eyalet okul yöneticilerinin bugüne değin yaptıkları işbirliği anlayışı ve desteğini gelecekte de sürdürmesidir.


Türkçe tarihi değeri olan en eski dünya dillerinden biridir. Bu dili konuşanlar aynı zamanda Yusuf Has Hacib’in, Yunus’un, Mevlana’nın, Hacı Bayram’ın insanî fikirleriyle beslenmiş bir milletin evlatları olarak ecdadımızdan miras kalan zengin bir kültürü gelecek nesillere taşımaktadır.  Bu ülkede Türk kültürü, milletin gönlüdür; milletin gönlünü rahatlatıp yüzünü güldüren de köken dili, Türkçesidir. Türkçe; Almanya için de bir şans ve gelecek kuşaklardan ödünç alınmış değerli bir kültürel mirastır.

Not: Mustafa Çakır (2019). Köken Dili Türkçe. Bayern Aktüel: Bildung-Eğitim. Mayıs - Mai 2019. Sayfa: 12 (www.bayern-aktuel.de) 

15 Nisan 2019 Pazartesi

Evde konuşulan dil ve okul başarısı


Çocuklarımıza ve gençlerimize sıkça yöneltilen “Evde hangi dili konuşuyorsunuz?” sorusunu bugünlerde yeniden ve daha sıklıkla duymaya başladık. Buradan alacakları cevaplarla, geleceğe yönelik tahminler yürütmeye çalışanların olduğu görülüyor. Muhataplarının hangi dile ve kültüre daha yatkın olduğunu tespit etmeye gayret eden siyasetçiler veya bunlarla beraber çalışan araştırmacılar da gün geçmiyor ki “evde konuşulan dil” ile ilgili soru sormasın. Evde konuşulan dil ile bireyin toplumsal ve sosyal hayata uyumu, aidiyet duygusu ve benzer pek çok soruya cevap aranıyor. Bu nedenle bu ay bu konulara değinmek istiyorum.

Genç anne babalar biraz gelecek kaygısı, biraz da sözünü ettiğim dış etkenlerin yönlendirmesiyle evde Almanca konuşuyor; onların içinde yaşadıkları toplumun dilini daha çabuk öğreneceği, bu yolla baskın kültüre ve onun taşıyıcılarının belirlediği toplumsal ve sosyal hayata daha kolay uyum sağlayacağı, çocuklarının okullardaki akademik başarılarının daha yüksek olacağı varsayımını savunuyorlar.

Evde Almanca veya Türkçe konuşmak, ailelerin tercihidir. Ancak yukarıdaki varsayımla yola çıkıldığında, bu görüşün bilimsel gerçekliğinin olmadığını, ailelerin beklentilerini karşılamakta yetersiz kaldığını; bu görüşteki ikinci kuşak ailelerin üçüncü kuşak temsilcisi çocuklarının yükseköğrenim gördükleri üniversitelerde yabancı dil olarak Türkçe dersi aldıklarını da hatırlatmak isterim. Bu süreç kesintisiz devam ederse, Türkçenin beşinci kuşak için büyük dedelerinin konuştuğu nostalji dili olacağı aşikar görünüyor. O halde ne yapılmalı? Evde hangi dil konuşulmalı? Aile içinde konuşulan dilin toplumsal ve sosyal hayata etkileri neler; yansımaları nasıl?

Karma evlilikler dışındaki anne ve babadan oluşan ailelerin içinde köken dilinde konuşulması, özellikle kritik dönem olan çocukluk çağında çok önemlidir. Çocuk bu yaşlarda edineceği köken diliyle, anadiliyle, yahut birinci diliyle[1], sadece toplumsal ve sosyal hayattaki paydaşları ile iletişim kurmakla kalmayacak, aynı zamanda o dili kullananların geçmiş kuşaklardan günümüze getirdiği kültürü de öğrenerek bir kuşak daha ileriye taşıyacaktır. İlk dört senenin sonunda, ikinci dilin konuşulduğu ortama sokulacak çocuk, burada karşılaştığı ikinci dil edinimini, ilk dilinin üzerine kuracak, böylece bilimsel araştırmalarla açıklanan art zamanlı iki dilli birey olma özelliğini kazanacaktır. İki dilli özellikleri ile farkındalık yaratan çocukların Almanca dil kullanımı ve okul başarısı tek dilli çocuklara göre daha gelişkin olacaktır. Karma evlilik dışında köken kültürü aynı olan eşlerin çocukları ile tam hâkim olmadıkları dilde iletişim kurmaya çalışmaları, çocuğun ikinci dil gelişiminde sorunlara yol açabilir. İkinci dilin ediniminde kazanılan yapısal hataların düzeltilmesi ya mümkün olamayacak ya da uzun zaman alacaktır. Dolayısı ile çocuk ikinci dili akıcı bir şekilde konuşsa dahi, ikinci dilin yazılı anlatımı ve söz diziminde çokça hata yapacağından, çocuğun okul başarısı olumsuz etkilenecektir. Bu nedenle tek dilli ailelerin çocukları ile erken çocukluk döneminde mutlaka köken diliyle konuşması önerilmektedir.

Anne veya babanın farklı köken kültüründen gelmesi, karma evliliklerin olması durumunda, anne ve babanın çocukları ile kendi köken dilleri ile konuşmasında bir sakınca yoktur. Çocuk bu durumda doğuştan, eşzamanlı iki dilli olurlar. Bu çocukların erken dönemdeki dil gelişimleri tek dilli çocuklara göre biraz geriden gelse de zaman içinde aradaki fark kapanacak ve iki dilli çocuklar dilsel ve çok kültürlü performansları ile sosyal ve akademik hayatta daha avantajlı bir konuma gelirler.

Evde kendileri ile Almanca konuşulan çocukların içinde yaşadığı topluma kolay uyum sağlaması konusu ayrı bir araştırma sahasıdır. Bireylerin içinde yaşadığı bir topluluğa uyum sağlayabilmesi için kendilerini dil yoluyla ifade ettikleri kadar, etkileşim içinde oldukları çevrede de kabul edilmeleri beklenir. Bir taraf kendini baskın kültürün taşıyıcılarının kullandığı dilde ifade etmeye çalışırken, bu kültürün taşıyıcılarının da muhatap oldukları ve etkileşim içine girdikleri partnerlerini sahip oldukları doğal haliyle kabul etmeye hazır olması beklenir. Bu hazır bulunurluk bir takım şartlara bağlanmamalı; niyetler karşılıklı anlayışla eyleme geçirilmeye çalışılmalıdır. Bunun aksi hallerde, tek taraflı girişimlerden sonuç alınması imkânsız olmasa da zor olur. Olumsuz seyreden ilişkilerde girişimde bulunan, dışlayana karşı olumsuz yargılar geliştirmeye, öteki kültürün taşıyıcılarından uzaklaşmaya ve yaşadıkları ile kendi iç dünyasında hesaplaşmaya başlar. Bu hesaplaşmalar ve zihinsel karmaşalar ne kadar sık ve yoğun yaşanırsa, iki sosyal grup arasındaki duygusal mesafe açılmaya başlar. Psikosomatik rahatsızlıklar görülebilir. Olaylar geri döndürülemeyen bir sürece, tek yönlü bir yola girdiği andan itibaren, her iki kültürün taşıyıcıları birbirleri ile konuşmaktan çok birbirleri hakkında konuşmaya başlar. Birbirleri hakkında konuşanlar; zamanla dış etkiler ve ön yargıların etkisiyle çözümü olmayan akıl dışı yollara sapmaya başlayabilir. Ödünç alınan gök kubbenin altındaki hayatlar ortak değerlerin paylaşıldığı hayatlar olmaktan çıkıp, paralel hayatlara dönüşür. Paralel evrenlerde yaşayanlar, ortaya çıkan her yeni ve alışılmadık durum karşısında çözüm aramak yerine kolay yolu seçer ve birbirlerini suçlamaya, ötekileştirmeye başlar. Zamanla ötekinin varlığına tahammül sınırı zorlanmaya başlanır. Bu tahammülsüzlük aklın sınırlarını aşıp siyasal söylemlerle ortadan kalkar, toplumları eyleme dönüştürecek sloganlara dönüşürse; zihinsel ayrışmanın toplumsal ve sosyal hayata yansımaları insanlığı tarihte örnekleri sıkça görülen tehlikeli süreçlere ve sonuçlara götürür. 

Okula geri dönelim. Okula gönderilen çocuk, evde ne kadar Almanca konuşulursa konuşulsun, egemen kültürün dilini ne kadar ileri düzeyde öğrenirse öğrensin, içine girdiği toplumda “ötekinin çocuğu” olarak görülür veya bu düşüncenin yıkıcı, yıpratıcı etkisine maruz kalırsa akademik performans olarak gelişemez; içinde bulunduğu duygusal ortam onu ileri değil, geri götürür. “Bizim çocuk” ile aynı sınıfta okuyan ve benzer sınav kâğıdı veren “ötekinin çocuğu” örneğin matematikteki bir işlem hatasında veya yazdığı kompozisyondaki bir hatadan dolayı “arkadaşı” ile eşit puan alamıyorsa; bizimkinden bir ötekinden iki puan kırılıyorsa, ötekinin çocuğu gördüğü eşitsiz muamele karşısında ya içine kapanacak, ya da okul idaresinin veya öğretmenin “kural dışı” bulduğu farklı tepkiler vermeye başlayacak; kendine o okulda yer olmadığı hissiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu tepkiler nedeni ile “uyumsuz” diye etiketlenen “öteki” çocuk maruz kaldığı eşitsiz muameleyi, daha çok çalışmak için bir “dış motivasyon” nedeni olarak görmediği sürece, akademik başarısı “bizim” çocuğa göre geri kalacaktır. Akademik başarısı istendik düzeyde olmayan çocuk, kendi iç dünyasına kapanacak, içinde yaşadığı toplumsal ve sosyal hayatın içinde kendisine yer olmadığını düşünmeye başlayacaktır. Bu duygu ortamında yaşayan çocuk her gün “öteki” olduğunu, dışlandığını hissettiği bir ortamdan tatil için gittiği “atayurdunda” yaşayan akrabaları, dostları ve tanıdıkları ile daha sıcak ve doğal ilişkiler kurduğunda, babalarının ya da dedelerinin ülkelerine daha bir sempati ile bakmaya başlayacaktır. Çocuğun doğup büyüdüğü ülkeden uzaklaşıp, babasının veya dedesinin ülkesine bu denli bağlanmasının nedenlerini araştırıp, tespit edilen sorunlara çözüm üretmek durumunda olan “bizim” bazı politikacılar, ortaya çıkan sorunun çözülmesi için durumu anlamaya çalışmak, neden sonuç ilişkisi kurmak yerine, çocuğun sorunları ile birlikte sistemin dışına çıkması ve sistemin bu yolla rahatlamasını sağlayacak yeni öneriler geliştirmeye başlıyorlar.  Çoğu zaman yeterli taraftar bulmayan gerçek dışı öneriler, sorunun daha kronik bir hal almasına neden olurken, çözümün bir parçası olması gerekenler, sorunun bir parçası olmaya devam ediyorlar. Kamuoyuna akıl almaz bir şekilde “Doğuştan vatandaşlık verdiğimiz bu çocuklar, acaba doğdukları bu ülkeye ne kadar bağlılar?” diye aslında cevabı aşikâr olan sorular yöneltiyorlar.

Eğitim istatistiklerine bakıldığında okulda akademik olarak geri bırakılan çocukların, yeterli meslek eğitimi almak için de şanslı oldukları söylenemez.

Yaşanan kısır döngünün kırılması için tarafların birbirleri ile konuşmaya başlaması, anne ve babaların da sorumluluk alarak geleceğe yapılacak en iyi yatırımın eğitim yatırımı olduğunu görmesi ve bu bilinçle eyleme geçmesi gerekiyor. Eğitim yatırımı deyince sadece çocuğun Almanca öğrenmesi akla gelmesin. Çocukların köken dilini ve kültürünü de unutmaması; ailelerin eğitim öğretim süreçlerine aktif katılımının sağlanması gerekiyor. Bu katılım aile-çocuk-okul üçgenindeki ilişkinin sağlıklı kurulmasıyla mümkündür. Ailelerin çocuklarını “öteki” olarak gören öğretmenlere, eğitim yöneticilerine hak ve yükümlülükler bakımından eşit yurttaşlar olduklarını, kısaca “biz” olduklarını okul aile birliği çalışmalarına aktif olarak katılıp okuldaki bütün paydaşlarla işbirliği yaparak, örnek uzlaşmacı davranışları ile yasa ve yönetmeliklerin kendilerine sağladığı hak ve yükümlülükler çerçevesinde ortaya koyması gerekiyor. Bu seçenek, zor ama imkânsız olmayan bir süreçtir. Yıpranmadan aşılabilmesinin yolu ise velilerin birlik olduğu, sorun ve çözüm önerilerinin açıkça tartışıldığı veli toplantılarına aktif olarak katılmaktan, bilinçli yurttaş olmaktan geçmektedir.

Anne ve babalar, “Evde zaten Türkçe konuşuluyor” düşüncesiyle çocuklarının köken dilini öğrenmesi için ücretsiz sunulan imkânları görmezden gelmemeli, hatta takipçisi olmalıdır. Ergenlik dönemindeki kimlik arayışları, özgüven bunalımları, çocuğa köken dili ve kültürünün öğretilmesi ile daha kolay aşılır. Köken dili; çocukların kendini yaşadığı toplum içinde konumlandırmasını, aidiyet duygusunun geliştirilmesini ve özgüveninin pekiştirilmesini sağlar. Özgüveni yüksek, ayakları yere basan bireyler; Almanya veya her neredeki ülkeyse, o ülkenin vatandaşı olmanın kendisine sağladığı kazanımların yanı sıra, yüklediği sorumlulukların bilinciyle hareket eden, toplumun ortak değerleri ile barışık, “biz” anlayışı ile yaşar. Bu yaklaşım topluma olumlu katkılar sağlarken, bu düşünceyi temsil eden bireyler sahip oldukları özelliklerin, içinde yaşadıkları toplumun geleceği için de güvence kaynağı olduklarını bilirler.

Anneler, babalar; çocuklarınızın toplumsal kabul görmek için öncelikle iyi eğitim alması; hayatın bütün aşamalarında karşılaştığı paydaşlarla etkili iletişim kurabilmesi için muhataplarının dilini iyi öğrenmesi gerekir. Bu zorunluluk anadilinin konuşanlarına sağladığı avantajların göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelmez.  Önemli olan insanın nereden geldiğini unutmadan, nereye gideceğini iyi planlaması ve yol haritasını ona göre belirlemesidir.

Not: Bu yazı Haber Avrupa 2019/Nisan-Mayıs sayıları için hazırlanmıştır. https://www.yumpu.com/de/document/view/62618248/haber-avrupa-europa-journal-april-2019 (Son erişim tarihi: 15.04.2019).


[1] Bu konuda farklı kavramlar ve içinin nasıl doldurulduğu tartışmalı terimler bulunmaktadır. Burada her üç terim de anadili karşılığında kullanılmıştır.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...