23 Aralık 2014 Salı

Toplumsal hayata katılım ve karşılıklı kabul

Göçün ilk yıllarında Köln Bülbülü olarak adlandırılan Yüksel Özkasap, türkülerine “Almanya’ya mecbur ettin yoksulluk beni” diye başlarken, Ali Ercan da hasretin dayanılmaz olduğu yokluk ve yoksunluk anlarında “Soğan ekmek yiyelim Zeynep’im, dön gel” diye ağıt yakıyordu. Bu ağıtlar göç gerçeğini değiştirmedi; ama zorunlu ayrılıkların bir kurala bağlanması için ülkeler arasında göç anlaşmaların imzalanmasına vesile oldu.

Göçün ardından insanların dilinden düşürmediği bir kelime ortaya çıktı: Uyum. Uyum, kimine göre toplumsal sosyal hayatın olmazsa olmazı; kimine göre kültürler arası iletişimin egemen olduğu, gelişmeleri ve sosyal hayatı etkileyen, toplumsal değişimi ve dönüşümü yönlendiren sosyolojik bir olgu. İsteyen istediği gibi yorumluyor; işine geldiği gibi kullanıyor.

Bu yazıda uyum ile ilgili kimi tespitlerimi, gözlemlerimi ve önerilerimi paylaşmak istiyorum.

İster psikolojik bir zorunluluk, ister sosyolojik bir olgu, isterse politik amaçlara ulaşmak için kullanılan sihirli bir anahtar olsun, hayatımızın kalitesini doğrudan ilgilendiren, sosyal ve kültürel değerler olarak karşımıza çıkan bir gerçekliğe ve kültürler arasındaki iletişime yatkınlığa ben uyum diyorum.

Benim anladığım kadarı ile uyum, bazen kültürel, siyasi, ekonomik sorunların kördüğüm olduğu noktada, düğümü çözecek anahtarın adı oluyor; bazen de uyum sağlamak durumunda olanların değil de daha ziyade sorunlara çözüm üretme mekanizmalarında olanların tutunduğu dal, sığındığı liman oluyor.

Toplumsal ve sosyal hayatta ortaya çıkan sorunların önemli bir kısmı iletişim sorunlarından kaynaklanıyor. Dil bilmeyen kişi iletişim kuramıyor; iletişim kuramayan kişi de toplumsal ve sosyal hayatın içinde yer alamıyor. Dolayısı ile “uyumsuz” diye etiketleniyor. Kültürler arası iletişim ve sosyal hayata katılım farklı olana saygı, farklı olanı değerli kılan olguyu koruma ve yaşatmaya çalışma gibi çağdaşlık, evrensellik gibi bir dizi değerler manzumesini içinde barındırıyor. Bu değerlerin günlük hayatta yer bulması kitaplarda anlatıldığı, nutuklarda dillendirildiği gibi olmuyor. Aksine, pratiğe başka türlü yansıyor. Uyum adı altında, sahip olunan kimi temel değerlerin değiştirilmeye zorlanmadan olduğu gibi kabul edilmesinden ziyade, ters yüz edilmeye, değiştirilmeye çalışıldığı görülüyor. Uyum tek yönlü bir talep içeriyor. Toplumsal ve sosyal hayata katılım ise çift yönlü bir etkileşimi içeriyor. Çift taraflı etkileşimde kabul etme, kabul görme söz konusudur. Tek yönlü, taleplerde huzur için var olduğu düşünülen din, huzursuzluk kaynağına; güven için var olan aile, toplum, millet gibi temel değerler güvensizlik kaynağına dönüşüveriyor. Bu durum psikolojik bir savunma refleksi doğuruyor ve taraflar birbirleri ile konuşmaktan ziyade birbirleri hakkında konuşmaya başlıyorlar. Katılımcı anlayışa göre ise bireyler birbiriyle bir araya geliyor, anlaşıyor veya anlaşamıyor; ama her halükarda konuşuyor.

Sıradan vatandaşın içinde yaşadığı “öteki” kültürün evrensel kodlarını (dilini, kültürünü ve mental değerlerini) öğrenmesi, bu süreçte kendi değerlerine sahip çıkarken, farklı olanın farkına vararak, ona saygı göstermesi kimi çevreler için yeterli görülmüyor. Farklı olanın, özgün değerini ortaya koyan özelliklerinin yaşatılmaya çalışılması da uyumsuzluk olarak görülüyor. Özgün değerlerin korunması, sonraki kuşaklara aktarılması yerine baskın kültürün hâkimiyetine girilmesi, onun içinde eriyip gidilmesi öneriliyor sanki. Örneğin, aile içine girip, ebeveynler veya kardeşler arasında hangi dilin konuşulduğu, hangi tv kanallarının izlendiği sorgulanmaya başlanıyor. Bu noktada farklı olanın kabul edilmesi, farklı olana saygı olgusu ortadan kalkıyor.

Değerlerin karşılıklı olarak sorgulanmaya başladığı andan itibaren alınan tek yönlü kararlar belli istişare süreçlerinden geçirilip olgunlaştırılmadan uygulamaya geçiriliyor. Bu uygulama ise toplumsal barışa zarar vermeye başlıyor ve uyumdan ziyade ayrışmayı teşvik eden bir görünüme bürünüyor. Bu tehlikeli durumun ayırdına varılması gerekir ve sorunlara kanaat önderlerinin, alan uzmanlarının siyasi karar alıcılarla birlikte çözüm araması, ortak akıl üretmesinde yarar var. Ortak akıl ile alınacak kararların karşılıklı yarar ilkesi içinde iletişimi, kabul görmeyi ve toplumsal hayata katılımı da içermesinde yarar görülmektedir.

Uyum söylemleriyle “uzaktaki yakınlarımız için” oluşturulmaya çalışılan tek taraflı toplumsal ve sosyal düzen, çağdaş dünyanın ve kültürler arası iletişim kuramlarının öngördüğü kanallar üzerinden değil de yerel oluşumlar üzerinden uygulanmaya çalışılırsa, “öteki” kültürün taşıyıcıları ile kurulması gereken iletişim kopar; toplumsal ve sosyal yaşam da egemen güçlerin belirlediği eski dünyanın değerler manzumesine göre inşa edilir. Çok yönlü işleyen bu sistem içinde Türk insanını ayakta tutan temel değerler giderek sıradanlaştırılmaya başlanır.

Kültürler arasındaki iletişimsizliğin kaynağında karşılıklı olarak eksikliği hissedilen güven duygusu ve giderek örselenen hoşgörü anlayışı yatıyor. Güvensizlik ise yanlış sosyal algılamalara ve kültürel çatışmalarla tetiklenen bir yabancılaşmaya dönüşüyor. Bu yabancılaşma bazen öze dönük yabancılaşma, bazen de içinde yaşadığı, parçası olduğu yönlendirici kültüre yönelik olarak ortaya çıkar.

Üçüncü kuşaktan gençler, anılarında yaşattıkları duygusal Türkiye imgesi dışında Türkiye ile bir bağı kalmadığı halde dudaklarından ve gönüllerinden Türkiye şarkısını düşürmüyorlarsa ve doğup büyüdükleri ülkelere yabancılaşıyorsa, gençlerin bu tutumları yönlendirici kültürün taşıyıcıları tarafından önemli bir uyum sorunu olarak görülüyorsa, iletişim stratejilerinin ve uyum politikalarının karşılıklı olarak gözden geçirilmesinde yarar var.

İletişim kurmak için de birinci dilin yanı sıra ikinci dili de kültürel altyapısıyla öğrenmek gerekir; dilin olmadığı yerde uyumdan, sağlıklı iletişimden, toplumsal ve sosyal hayata katılımdan ve “öteki” tarafından kabul edilmek ve dolayısıyla uyumdan söz etmek mümkün olmaz. 

Bu yazı, Haber Avrupa - Europa Journal 2014 Aralık Sayısı için hazırlanmıştır. Bkz: http://www.europa-journal.net/mustafa122014.html (son erişim: 23.12.2014)


1 Aralık 2014 Pazartesi

Edremit Van’a bakar

Yeni bir sınav arifesinde nostalji yapmak istedim. Van göreviyle ilgili izlenimlerimi yazdım.

2012-2013 öğretim yılı güz dönemi dönem sonu sınavları için aylar öncesinden başlayan hazırlıklar tamamlanmış; sıra uygulamaya gelmişti. 9-10 Şubat 2012 günleri yapılacak sınavlardan önce Atatürk Kültür Merkezi’nde bilgilendirme toplantısı yapıldı ve ardından yurdun dört bir yanına dağıldık.  

Bu sınav döneminde Van ilinde görevliydik. Görev bildirimini aldığımızda 23 Ekim 2011'de Tabanlı Köyü merkez üssünde meydana gelen 7.2 büyüklüğünde depremin yaptığı çağrışım tedirgin etmedi değil. Ama 381.163 vatandaşımızın yaşadığı bu bölgeye de eğitim kültür hizmeti götürmenin heyecanı bu algıyı çabuk sildi.

Ekibimizde on kişi vardı. Çarşamba günü Anadolu’nun üzerine doğan güneşin ilk ışıklarıyla birlikte, yola koyulduk. Üniversitemizin tahsis ettiği araçla Ankara Esenboğa Havaalanına ulaştık. Sınav sorularını THY Kargo görevlilerine teslim edip terminale geçtik. THY uçuş emniyet ve kalitesinden ödün vermeyen Anadolu Jet ile Van Ferit Melen Havaalanı’na ulaştık. Yolculuk bir saatten biraz fazla sürdü. Turkuaz renkli Van Gölü’nün üzerinden süzülerek alana indik.

Urartu Medeniyetine başkentlik yapan bu şehirde Hurriler, Hititler, Persler, Medler, Selçuklular, Osmanlılar gibi birçok kültür ve medeniyetin izleri var; şehir, tarihin pek çok olayına tanıklık etmiş. Urartu Kralı I. Sarduri (M.Ö. 840-825) tarafından yaptırılmış ve başkent Tuşpa'yı kuş bakışı gören tarihi Van kalesi geçmişin ayakta kalan tanıklarından biri olarak dikkati çekiyor. Şehirdeki pek çok cami ve külliyenin yanı sıra tarihi ve turistik değere sahip Akdamar Adası ve Kilisesi ayrıca görülmeye değer.

Konakladığımız Menua Hotel, bizleri artık tarihin derinliklerinde kalan ve bundan 2 bin 800 yıl önce yaşayan Kral Menua’nın başkent Tuşba’ya su getirmek amacıyla yaptırdığı su kanalı ile ilişkilendirilen bir aşk öyküsüne alıp götürüyor. Kral, eşi Tariria’ya duyduğu aşka izafeten kanalın kenarına bugünkü Kadem Bastı mevkiinde izleri görülen yapay teraslar şeklinde asma bahçeleri yaptırmış. Halk bu bahçeleri Asur Kraliçesi Semiramis’in Dünya’nın yedi harikasından biri sayılan asma bahçeleriyle özdeşleştirilerek efsaneleştirmiş; türkülerle günümüze kadar yaşatmış. “Edremit Van’a bakar, içinden Şamran akar…”
Gördüğümüz Van, depremin etkisini üzerinden atmış. TOKİ adeta yeni bir şehir kurmuş. Hatta Yüzüncü Yıl Üniversitesi, hasar gören binalarını onardığı gibi; yenilerini de yaptırmış. Bu süreçten %30 büyüyerek, daha da güçlenerek çıkmış. Rektör Prof. Dr. Peyami Battal, aynı zamanda üniversitemizin il koordinatörü olarak da görev yapıyor. Doç. Dr. Yusuf Uzun ve ÖSYM Van İl Koordinatörü Doç.Dr. Mahmut Elp ile birlikte güzel bir görevdeşlik duygusu yakalamışlar ve gerek öğrencilerimize gerekse Eskişehir’den giden ekibe her türlü kolaylığı sağlıyorlar.
Cana yakınlığı, beyaz, ipeksi kürkü, aslan gibi yürüyüşü, uzun ve kabarık kuyruğu, mavi veya kehribar renkli gözlerinin yanı sıra heterokromik göz renkleri ile haklı bir ün kazanmış olan Van kedileri görmeye değer.

Açıköğretim Fakültesi Van Bürosu da Büro Yöneticisi Dr. Ali Ertürk liderliğinde depremin yarattığı olumsuz havadan kendini kurtarmış; öğrencilere seçkin bankalardan birinin şubesinin modernliğinde, üniversitemizin sağladığı gelişmiş bilişim altyapısının sağladığı destekle başarılı bir şekilde hizmet veriyor. Uzak yakın geçmişinde yaşadığı onca acıya rağmen yüzündeki sıcacık gülümsemeyi eksik etmeyen Vanlı dostlarımız, sizi bağrına basmaya hazır. Van mı? 1500 km yakınımızda.

Fotoğraflar: Araş.Gör. Şükrü Görgülü

Fotoğraf açıklamaları:
1. Soldan sağa: AÖF Van Büro yöneticileri Öğr.Gör.Dr. Ali Ertürk, Emine Değertaş, Arslan Cidan, Prof. Dr. Mustafa Çakır

2. Soldan sağa: Prof. Dr. Ahmet Kazankaya (YYÜ-Rektör Yrd.), Doç.Dr. Yusuf Uzun (AÖF İl Koordinatör Yrd.), Prof. Dr. Mustafa Çakır (Anadolu Üniversitesi Temsilcisi), Prof. Dr. Peyami Battal (YYÜ Rektörü ve AÖF İl Koordinatörü), Doç.Dr. Mahmut Elp (ÖSYM Van İl Koordinatörü).

19 Kasım 2014 Çarşamba

Bireysel iki dillilik: Bir lisan bir insan*...

Bu yazıda geçen ay başladığımız bireysel iki dillilik konusuna devam edeceğiz. Bu defa çocuklarımızın dil öğrenmesi veya edinmesi süreci üzerinde duracağız. Anadolu insanı “Bir lisan, bir insan” diyerek dil bilmenin önemini ortaya koymuş zaten. İnsanın çevresi ile iyi ilişkiler kurabilmesi, yaşadığı topluma uyum sağlamak bir yana toplumsal ve sosyal hayatın içinde hayatın kendine sunduğu fırsatlardan eşit oranda yararlanabilmesi için de dili dil dışı unsurlarla birlikte öğrenmesi ve başarılı bir şekilde kullanma yetisini kazanması gerekir. Bu nedenle de iki dilli hayat, yurtdışında olmazsa olmazlardandır.

Burada ifade edilen görüşlerin doğru anlaşılabilmesi için öncelikle sık kullanılan kimi terimleri açıklamak istiyorum. Önce öğrenme ve edinme üzerinde duralım. Öğrenme, genel olarak bireyin yaşantıları sonucu davranışlarında meydana gelen oldukça uzun süreli değişmeler şeklinde tanımlanır (Bkz.: Özkalp 2009). Bireyler davranışsal, duyuşsal, bilişsel, nörofizyolojik temelli bir dizi kuramlarla açıklanmaya çalışılan öğrenme etkinliği ile sahip olduğu yetkinliği geliştirip önceden yapamadığı bir eylemi yapabilir hale gelir. Edinme ise bireyin anlama, akıl erdirme, görgü, sağduyu ve sezgisel özelliklerini kullanarak çevresinde olup biteni özümseyebilmesi ve uygulayabilmesidir. Çocuklar, doğuştan itibaren hiçbir eğitim kurumuna devam etmeden kimi dilbilimcilerin ana dili dediği ilk dilini bu şekilde edinir. Öğrenme ile edinme arasındaki farka gelince, öğrenme daha çok okul, kurs gibi ortamlarda, bir eğitmenin yardımı ile gerçekleşirken edinme bireyin yaşantısında doğal yollarla oluşur.

Yabancı dil öğrenme denildiğinde okul, kurs gibi eğitim kurumlarına devam edilmesi ve öğrenilen dilin kurum dışında ana dili olarak konuşan kişilerle pratiğini yapacak ortamın olmaması, öğrenilen dilin anadili veya birincil iletişim dili olarak kullanılmadığı dil öğrenme ortamları anlaşılır. Türkiye’deki bir öğrencinin Almanca öğrenmesi gibi. İkinci dil edinimi ise ikinci bir dili doğal süreçlerde özümsereyek kullanabilme becerisine ulaşmaktır. Bu süreç okul veya kurslar aracılığı ile yönlendirilmiş olabileceği gibi doğal süreçte de gerçekleşebilir. Avusturya’ya gelen bir işçinin hiçbir kursa gitmeden Almanca öğrenmesi doğal süreçle dil edinimi, onun çocuğunun okula giderek Almanca öğrenmesi de yönlendirilmiş dil edinimi süreci olarak değerlendirilebilir. Eğer bir çocuk doğumuyla birlikte doğal ortamında konuşulan ikinci bir dille karşılaşırsa, iki dili de eş zamanlı olarak öğreneceğinden, iki dilli olarak yetişir (Küpelikılınç ve Ringler 2004: 39). Bu çocuklar iki dili de eşit düzeyde kullanabilme becerisini gösterirler ve bu sürece eşzamanlı iki dillilik adı verilir. Bu çocukların ebeveynlerinden biri Türk, diğeri Avusturyalı olabilir. Eğer çocuk ikinci bir dille ilerleyen yıllarda karşılaşır ve bu dili kullanma becerisini gösterirse, art zamanlı iki dilli olur. Bu çocukların ebeveynlerinin Türk olmasına karşın, erken yaşta okul öncesi eğitim kurumuna devam ederek Almancayı doğal süreçte edinmesi sağlanır. Eşzamanlı iki dilli çocuklar her iki dili eşit düzeyde kullanırken, art zamanlı öğrenilen ikinci dil birinci dile göre daha geriden gelir. Çevrenin ve çocuğun özelliklerine göre gelişim gösterir.

Çocuklar dünyaya tek veya iki dilli olarak gelmez; aksine dil öğrenme yetisine sahip olarak doğarlar. Chomsky (1965) ve diğer uzmanların ortaya attığı görüşe göre çocuklar, içine doğduğu çevrede konuşulan dili edinirler veya öğrenirler. Çocukların doğuştan getirdiği dil öğrenme mekanizması da belli bir milletin diline has olmayıp, zaman içinde çevrede konuşulan baskın dile göre şekillenir.

Çocuklar ne doğumdan önce ne de doğumdan sonra iki dilli veya tek dilli birey olma gibi bir tercih yapma durumunda değildir (Nauwerck 2005: 56). Onlara bu özelliği kazandıran tamamen çevresel faktörlerdir. Kniffka ile Siebert-Ott (2007) tarafından ortaya atılan görüşe göre köken ülkenin dışında yetişen çocuklardan birinci dili olan anadilini/köken dilini yeterince öğrenemeyenlerin bilişsel gelişimlerinin tehdit altında olduğu, zaman içinde olumsuz psikolojik sonuçların ortaya çıkabileceği savunulur. Bu nedenle de ikinci, üçüncü dilin/dillerin öğrenilebilmesi için köken dilinin iyi öğretilmesi/öğrenilmesi gerektiği üzerinde durulur. Hatta eğitim kurumlarında da bilinçli bir plan ve program çerçevesinde anadili/köken dili öğretiminin yapılması, bireyin diğer dilleri daha kolay öğrenmesini sağlar ve bu durum genel okul başarısı açısından bir gereklilik olarak görülür (Kniffka ile Siebert-Ott (2007: 181).

Cumnis (1979) bu durumu dil edinimi kuramları arasında dil öğrenme eşikleri şeklinde tanımlar ve çocuğun birinci dili belli bir düzeyde öğrenmesi ve ikinci dili bunun üzerine inşa etmesi gerektiğini anlatır. Birinci eşikte gerekli dil düzeyine erişilemezse, ileride iki taraflı yarı dillilik durumu ortaya çıkar, ki bu durumda bireyin eğitim hayatında yaşayacağı başarısızlıkların yanı sıra toplumsal ve sosyal hayatta da kendini yeterince ifade etmesinde bir dizi güçlüklerle karşılaşmasına neden olur. Örneğin, Almanya'da henüz çocuk yaşta olduğu halde 60'ın üzerinde suç işleyen ve 1998 yılında Türkiye'ye sınır dışı edilen "Problem Çocuk" vak’ası bu görüşün gerçek hayata yansıması olarak değerlendirilir. İkinci eşikte, birinci dil normal olarak edinildikten/öğrenildikten sonra ikinci dil veya yabancı dil yarım edinilse/öğrenilse bile bu durumun bireyin hayatına olumsuz veya olumlu etkisi olmaz. Son eşikte, birey birden fazla dile eşit düzeyde veya birbirine yakın derecede hakimse, hayatında da olumlu etkileri olur (Cummins 1984: 193).

Peki “Çocuk ne zaman iki dilli olur?” dersek. Bu sorunun sihirli bir cevabı da yoktur. Bazen doğuştan itibaren, bazen doğuştan sonra. Bu durum tamamen çocuğun çevresinde iletişim içinde olması, ikinci dili konuşanlardan olumlu deneyimler edinmesi ve onlarla bir arada yaşaması süreciyle ilgili olup, karşı dil ve kültürle ilgili olumlu deneyimler ikinci dili edinmede kolaylık ve başarı sağlar (Bkz.: Kielhöfer/Jonekeit 1998: 15). Çocuğun ikinci dili konuşanlarla ilişkisi kopuksa veya ikinci dil toplum içinde saygınlığı pekiştirici bir unsur olarak görülmüyorsa, çocuk da ikinci dili öğrenmeyi/edinmeyi göz ardı eder.

Dil edinimi süreci gerçek hayatta kuramlarla anlatıldığı kadar karmaşık değildir. Dilbilimciler toplumsal gerçekliği olduğu gibi analiz eder; sınıflandırır ve kararı yorumculara bırakır. Gerekli tedbirleri almak ve uygulamak onların işi değildir. Dil öğrenme veya edinme sürecini karmaşık hale getirenler kural koyanlar ve koyulan kuralları uygulamaya çalışan (politikacılar, yöneticiler, öğretmenler, ebeveynler gibi) yetişkinler olmaktadır.

Çocuklar nerede, hangi ülkede yaşarsa yaşasın, kendi etkileri olmaksızın içine doğdukları, yaşadıkları toplumsal ve sosyal çevrenin durumuna göre şekil alırlar; büyüdükleri çevrede birden fazla dil konuşuluyorsa, çok dilli; tek dil konuşuluyorsa da tek dilli yetişirler (Jampert 2002: 72). Dil onlara göre hayatlarını idame ettirmek için gereksinim duyulan bir araçtır. Gereksinimler çok dilli ortamlarda birden fazla dil ile tek dilli ortamlarda da tek dil ile karşılanır. Bu duruma daha fazla anlam yüklemeye çalışmak yerine, çocukların dilsel gelişimlerine yardımcı olmaya çalışmak, çok dilli ortamları oluşturmak ve karşı kültürün taşıyıcıları ile iletişime geçmek daha akılcı bir çözüm gibi görünmektedir.

Yaklaşık üç yaşında anaokuluna başlayan çocukların haftada 35 saat olmak üzere toplam 4525 saatte yaklaşık 3500-4500 kelime öğrenmesi beklenmektedir (Zweitspracherwerb 2014: URL). Bu dilsel kazanım, çocukların okul başarısı bakımından toplumun bütün tarafları için arzu edilen bir durum olmakla birlikte, çocukların ebeveynlerince desteklenmesi ve bunun için de çocukların birinci dille ilişkileri koparılmadan ikinci dil ile de iletişim kuracakları ortamlara sokulması, yani okul öncesi eğitim kurumları ile tanıştırılmaları gerekir. Bu kurumları oluşturmak yerel yöneticilerin, ortamları ve fırsatları kullanmak da ebeveynlerin görevidir.

* Bu yazı, Europa Journal - Haber Avrupa (www.europa-journal.net) Kasım 2014 sayısında yayımlanmıştır. Yazının yayımlandığı adres: https://www.yumpu.com/de/document/view/29874347/haberavrupa-europajournal112014 (18.11.2014).

Kaynaklar
Bir gazete yazısında pek alışılan bir durum olmamakla birlikte, hem görüşlerimi desteklemek hem de konuya ilgi duyanlar için kaynak vermekte yarar görüyorum. Bu defa yararlandığım/önereceğim kaynaklar şunlar:

Chomsky, Noam. (1965). Aspects of the Theory of Syntax. (2. baskıyı 1969’da; 50. baskıyı 2012’de Olivia Newman ile yaptı). USA: The MIT Press.
Cummins, Jim. (1979) Linguistic interdependence and the educational development of bilingual children. Review of Educational Research 49, 222-51.
Jampert, Karin. (2002). Schlüsselsituation Sprache. Spracherwerb im Kindergarten unter besonderer Berücksichtigung des Spracherwerbs bei mehrsprachigen Kindern. Reihe: DJI-Reihe (Kinder). Opladen: Verlag Leske und Budrich.
Kielhöfer, Bernd; Jonekeit, Sylvie. (1998). Zweisprachige Kindererziehung (11. Baskı 2002). ISBN 3-923721-05-6.
Kniffka, Gabriele; Siebert-Ott, Gesa (2007). Deutsch als Zweitsprache. Lehren und lernen. (3., güncel baskı: 2012) Paderborn · München · Wien · Zürich: UTB-Band-Nr: 2819;  ISBN: 978-3-8252-3730-1
Küpelikılınç, Nicola; Ringler, Maria. (2004). Spracherwerb von mehreren Sprachen. In: Verband binationaler Familien und Partnerschaften (Hg.): Kompetent mehrsprachig – Sprachförderung und interkulturelle Erziehung im Kindergarten. Frankfurt a. Main: Brades & Apsel, S.29-50.
Nauwerck, Patricia. (2005). Zweisprachigkeit im Kindergarten. Konzepte und Bedingungen für das Gelingen. Freiburg (Breisgau), Pädag. Hochsch., Diss. (2. Baskı Stuttgart: Fillibach bei Klett, 2012.)  ISBN 9783931240356.
Özkalp, Enver (2009). Davranış Bilimlerine Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, Yayın No: 722.
Zweitspracherwerb (2014). Bildung ist die Chance auf eine gesicherte Zukunft. URL: http://www.zweitspracherwerb.com/seminare/ (son erişim: 03.11.2014).

6 Kasım 2014 Perşembe

Futbolmania

Geçtiğimiz gün, bir dost meclisinden dağılırken, eve gidip maç izleyeceğimizi konuştuk ve kendi aramızda hoş espriler yaptık. Şampiyonlar liginde oynayan GS, bu defa da “DÖRTmund” ile oynayacaktı ve her türlü sonuca hazırlıklı olmalıydım. Çünkü bu sezün Avrupa’da gidişat iyi değildi ve bir önce maçta da dört yemişti…

Maçı evde izledim; izlemez olaydım. Hayatımda bir futbol maçı izlerken bu kadar utandığımı, içimin daraldığını hatırlamıyorum. Bu durum maçın skoruna bağlı değil. Daha iki hafta önce Bayern München İtalya’da karşılaştığı Roma’ya bir düzine gol atıp döndü. Bunlar olur, sporda yenmek de yenilmek de var. Olmadı berabere kalırsın. Maç sonu takılmalarda, esprilerde de işi tadında bırakır; “Bu defa olmadı, önümüzdeki maçlara bakalım!” der, “için kan ağlasa da” güler geçersin.

Ben profesyonel futbolu, spordan ziyade bir temaşa, olmadı batılı deyişiyle bir entertainment olarak görüyorum. Bana göre ortada spor filan yok. Pek çok paydaşı olan çok büyük bir ticaret, hatta hatırı sayılır bir endüstri var. Ekmeğinin peşinde olan bir avuç emekçi, parayla oradan oraya alınıp satılan, örgütsüz, sahipsiz, her türlü hakarete maruz, bir grup insan, kitleleri eğlendirirken, paydaşlarını da zengin etmeye çalışıyor. Gün geliyor, insanlıktan çıkıyorlar, hayatlarının en sıkıntılı günlerinde “kan kusup, kızılcık şerbeti içtim” diyorlar… İçlerinde iyi niyetlileri olduğu kadar, feleğin çemberinden geçmiş, kenar mahalle kültürünü sokak aralarında attığı röveşata ile geçmiş; bu süreçte eğitimden, insanlıktan nasibini alamamış, cebinde üç kuruş parayı görünce popüler kültürün esaretine girenler de var. Bunların bir kısmının isyanını küfrün en galizi, hatta en bağrı açılmadık tumturaklısı ile bir çırpıda kusarken görürsünüz, duyarsınız. İçlerinde en masumları olduğu kadar utanmayanları, ar damarı çatlayanları da yok değil; ararsan istemediğin kadar… Bunlar mı çoluk çocuğa rol model olacak demekten kendimi alamadıklarımız da cabası; ama endüstri böyle…

Milyon dolarların döndüğü, kiminin ekmek, kiminin getirim peşinde koştuğu bu piyasada hemen herkes kendine göre bir rol tutturmuş, gidiyor... Racon keseninden, sosyal sorumluluk projelerine katılarak toplumsal rol model olmaya soyunana kadar geniş bir yelpazede ne ararsan var. Lakin spordan ve sportif ahlaktan söz etmenin gereği ve lüzumu yok.  

İster Türkiye'de isterse yurt dışında tribünleri dolduranların her biri ayrı bir âlem. Tam bir futbol-mania olayı var. Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımızın pek çoğu bu sportif etkinliğe gereğinden fazla bir anlam yükleyip, olayı vatan-millet savunması durumuna getirirler. Ertesi günü iş yerindeki arkadaşlarına "dün maça gittim" havası atacaklardır. Hele bir de maç kazanılmışsa, değme keyfine Mehmet'imin... Kaybedilen maçta ise ne oyun anlatılır, ne de oyuncuların esamesi okunur. Herkesin süngüsü düşmüştür. Söz tesadüfen maça gelirse, çalışma arkadaşlarından biri "nasıldı ama?" diyecek olsa, konu bir an önce kapatılmaya çalışılır. Kazanılan maçlar gurbetçilerin moral kaynağı olur, alınan bir galibiyet; gururlarını okşar.

"Türkiye'de durum daha başka!" diye düşünenler haklı mı bilemiyorum, ama hangi ülkede olursa olsun, maça gidenlerin bir kısmı “hoş vakit geçireyim” diye düşünüyor ki bunların sayısı giderek azalıyor; nitekim tribünlerdeki seyirci sayısı bu durumu gayet iyi ortaya koyuyor. Çoğunluk, takımdaş olarak manevi tatmin duygularını bastırıyor. Bağırıp çağırıp rahatladığını söylüyor. Sahada mücadele edenler ve onları sahaya süren paydaşları, yani “elin adamı” malı götürmüş; bizimki kâh ekran karşısında, kâh tribünde kendini parçalıyor; adeta insanlıktan çıkıyor. Rekabet zaman zaman ne arkadaşlık, ne de dostluk tanıyor; kanlar akıyor, canlar gidiyor. Bu da mı spor? Alakası yok. Temelinde sevgi, dostluk, barış olduğu söylenen sporla bu anlatılanların bağdaştırılması mümkün değil. Hem sen seyirci olarak tribünleri dolduracaksın, ağza alınmayacak galiz küfürleri kadın kız, çoluk çocuk demeden tezahürat kılıfı altında milletin ortasında utanmadan öküz gibi böğürüp kusacaksın… Sonra sahada oyun oynamaya çalışan, ortaya koyulan oyunun seyir zevkini göstermeye gayret eden bir avuç emekçinin alın terini, emeğini görmezden gelip, en ufak hatasında insanlıktan çıkıp saldırıya geçeceksin… Yok, olmaz böyle fair play; olmaz böyle dostluk, sevgi, barış ve kardeşlik. Zaten olamıyor da…

Kendine seyirci yaftasını yakıştıracak; taraftarı olduğun takımın tesadüfen veya planlı bir gol attığını görünce, insanlığından çıkıp her türlü yanıcı ve patlayıcıyı havaya, sahaya, bilumum seyircinin üzerine fora edeceksin; ortalık yangın yerine dönecek; işler ters gidip maçı kaybettiğini anlayınca da oturman, rahat edip insan gibi maç izlemen için koyulan koltukları parçalayıp, rast gele oraya buraya atacak, tribünü yakıp yıkacaksın.  Sonra bunun adı mı takıma destek? Hadi ordan!

Basın Muslera dün akşam başarılı bir itfaiyeciydi (!) diyor.
Önceki akşam oynanan Dotmund-Galatasaray maçına dönmek istiyorum. GS, ufak tefek hatalarına karşın maça iyi başlamış; iyi de götürüyor;  ikinci yarıda dengeyi biraz kurmaya başlamış; bir gol atmış. Olan bu golden sonra oluyor. Kural tanımayan tribün vandalları ortaya çıkıyor, holiganizm tribünleri ele geçiriyor, maç tatil edilme tehlikesi geçiriyor. Yaşananlar, aklı başındaki insanlar için utanç olurken, kim bilir belki vandallar için iftihar vesilesi. Bakıyorsun, tribünler alev alev yanıyor. Hakem maçı durdurmuş, soyunma odasına gitmek üzere. Futbol emekçileri tribünlere dönmüş, rica minnet, sükûnete davet ediyor; seyirciler "Oynasana ulan!" diye karşılık veriyor. Bir önceki maça, Arsenal-Galatasaray maçına bakıyorum, yine tribün olayı; tribünler, yeşil saha yangın yerine dönmüş. UEFA ceza vermiş.

N’oluyoruz? Bu hoyratlık, azgınlık niye?! Sevinmenin de yerinmenin de haddi hesabı, yolu yordamı, usulü erkânı var. Bu gördüklerimiz ise hadsizliğin, densizliğin daniskası, dik alası! Dediğim gibi, takım bir önceki maçtaki sorumsuz seyirciler, holiganlar nedeniyle zaten ceza almış; borç dersen bini aşmış; haddi hesabı kalmamış… Sen, seyirci olarak hala takımının ceza alması pahasına ortalığı yangın yerine çevirip tribünleri ateşe veriyor; var olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor; kulübe de ağır faturasını çıkartıyorsun. Kulüp başkanı maçtan sonra açıklama yapıyor; UEFA bizi kupalardan men edebilir. Öfkem, “etmese hatırım kalsın!” derken, aklımdan başka yorumlar geçiyor.

Tribün liderliğine soyunanlar, güvenlik görevlilerinin yaptığı sert müdahalelerden, Türklere kötü muamele edildiğinden şikâyet ediyor; “e biz bunu hak ediyoruz” diyor musunuz? Kendine seyirci yakıştırması yapan gereksizlere bu sözüm… Basın yayın organlarında çıkan onca olumsuz haberin sadece size değil, kulübe, ülkeye olumsuz yansımasına gönlünüz razı mı? Bazılarının tribünlerde sergilediği davranışları medeni ülkelerin insan türü dışındaki en eğitimsiz canlıları yapmıyorsa, orada, bir yerlerde sorun var demektir.

Tribünlerde gördüğümüz vandalizmin kurbanı olan masum seyircilerin maruz kaldığı insanlık dışı muameleye ve çektikleri onca sıkıntıya ne demeli? Bu insanların ne kabahati var!? Kulübe onca ceza ödetmeye ne hakkınız var?! Etrafınızın polis kordonuna alınmasından; bir gün sonra yayımlanan olumsuz gazete haberlerinden zevk mi alıyorsunuz?!

Tribüne Nazi selamı veren sporcular
En acısı da Almanya’daki maçta seyircinin ve rakip takımın maçı bırakıp, sürenin dolmasını beklemesi oldu.  Adamlar ek süreyi oynatmak verilen ek süreye itiraz edip, neden bitirmedin diye sordular. Maçı tamamlamak için kendi aralarında top dolaştırmaya başladılar. Bitsin, temaşa son bulsun diye… Bu arada tribünler “Sieg! Sieg!” diye çınlarken, anlamını bilenlerin, kültürel arka planın farkında olanların yüreği sızlıyor, gamsız vandallar, holiganlar kendilerine ne dendiğinin farkına bile varmıyordu; kim bilir…

Yeri gelmişken şu konuyu da ilave etmek istiyorum: Takımlarımızdan biri sezon açılışından önce yurtdışında bir ülkeye kampa gidiyor. Sanki Türkiye’nin suyu çıktı, o ayrı bir hikâye... Maliyet muhasebesi filan, anlıyorum… Sonra alt küme takımlarından biriyle bilmem ne köyünde bilmem ne kupası maçı yapıyor; teknik-taktik maçı filan… Kamp maliyeti malum, “biraz seyirci alalım, maliyeti düşürelim” görüşü ağır basıyor ve tribüne, saha kenarına bir kısım seyirci, holigan, vandal ne ararsanız artık dolduruluyor.  Sonra…  sonra n’oluyor? Kazara bir gol atılsa, yenilse, hakem bir hata yapsa veya maç bitmiş, emekçiler soyunma odasına gidecekler… Bir bakıyorsun ki bunlar yine sahaya doluşmuş. El insaf. Ya Hu! İnsan biraz utanır. Biraz haddini, sınırlarını bilir… Bunların yüzünüzden Almanya gibi ülkeler, takımlarımızın ülkelerinde ciddi anlamda yapacakları hazırlık maçlarına bile artık izin vermiyor; ekonomik getirisi olmasa belki kamplara da izin vermeyecek. Hem neden versin ki…

Bu yazıyı okuyan ve “ne yani, bu olaylar sadece bizde mi oluyor?!” diye iç geçirenlere Anadolu insanının şu sözü ile cevap vermek isterim: Elbette oluyor; lakin sui misal emsal olmaz!

Son söz olarak ne diyebilirim? Mevla, encamımızı hayreylesin!

---------------
Sieg-Heil, Nazilerin Nürnberg'de yaptığı önemli beyin yıkama mitinginde kullandıkları slogandır.  Bkz.: Darwinizm'in Karanlık Yüzü. (http://onemligercekler.wordpress.com/ 08.11.2014)

3 Kasım 2014 Pazartesi

Bilim ve yaşam ilişkisi

Burada ilgimi çeken kimi sözleri, alıntıları da zaman zaman paylaşıyorum. Bu defa da öyle yaptım.

“Bizde öteden beri şöyle bir iddia vardır: Bilim başka, yaşam başkadır. Oysa bunun tam tersi doğrudur. Bilim yaşamdan, yaşam bilimden ayrılamaz. Bilim yaşanan yaşamın sürmesidir. Ancak bilim soyut kavramlara, basmakalıplara bürünürse ancak o zaman yaşamla ilişkisi kesilir. Bizde olduğu gibi. Oysa gerçek bilgi yaşamla birlikte yürür (…) İnsanın sahip olduğu ve olmak istediği her şey, bilginin başarısıdır (…) Yapıp etmelerde, kararlarda, yargılarda, konuşmalarda, eleştirilerde nesnel olmak, bunların ilişkin bulundukları nesneye, şeye uygun olmaları demektir. Aynı fenomenle toplumsal yaşamda da karşılaşıyoruz. Siyasal yaşamımızda hiç eksik olmayan laf ebesi halk dalkavuğu ve avcısı (demagog), öznelliğin temsilcisidir; devlet adamı olmaksa nesnel olmak demektir (…) İster felsefe, ister bilim olsun, hepsi de insanın araştırma ve bilmesinde birleşir.”
Takiyettin MENGÜŞOĞLU, (Fenomenoloji ve Nicolaï Hartmann, İstanbul, 1976, s. X, XII).

“Platon’u severim, Sokrates’i de. Ama en çok doğruyu/gerçeği severim.” “Amicus Plato, amicus Socrates, sed magis amica veritas.”  ARISTOTELES

Elias Canetti (1905-1994)
“Bir bilim insanının en güçlü yanı, bütün kuşkularını kendi uzmanlık alanında toplayabilme, bu alan içinde her türlü kuşkunun, ardı arkası kesilmek bilmeyen azgın dalgalar gibi coşmasına izin verebilme yeterliliğidir.”
Elias CANETTI, (Körleşme, çeviren: Ahmet Cemal, İstanbul, 2005, s. 90).

Festival Turizmi: Geçmişin Toylarını Geleceğin Festivallerine Dönüştüren Turizm Etkinlikleri*


Giriş
Festival turizmi konusunda bir çalışma istenince önce “kültür turizmi” başlığı altında genel bir yazı hazırlamayı düşündüm. Sonra bu kapsamının oldukça geniş, vaktin de dar olması nedeniyle kültürün şemsiyesi altında ele alınan “festival turizmi” üzerine yoğunlaşmaya ve görüşlerimi bu alanla sınırlandırmaya karar verdim. Önceki yazılarımdan birinde festival turizmine ilişkin genel bir değerlendirme yapma fırsatım olmuştu (Çakır 2009). Bu defa “geçmişin toylarını geleceğin festivallerine dönüştüren turizm etkinlikleri” başlığı altında festival turizmi ele alıyorum. Yazıda festival kavramının tarihçesinden başlayıp Türklerde ve Avrupalılarda festival geleneği ve türlerini; festivalin turizm etkinlikleri arasında bir çekim ögesi olarak kullanılmasını, bu etkinliklerin sürdürülebilir turizm hareketi yaklaşımıyla sosyal, ekonomik ve kültürel değerlere dönüştürülmesi konusu üzerinde durup, İzmir özeli için de kullanılabilecek çözüm odaklı öneriler geliştirmeye çalıştım.

Festival teriminin kullanımı
İnsanların belli zaman dilimlerinde, önceden belirlenen yerlerde toplumsal, sosyal veya dinsel bir amaca bağlı olarak toplanması ve öngörülen etkinlikleri yapması festival, şenlik gibi adlarla anılmaktadır. Festival geleneği çok eskilere dayanmakla birlikte, günümüzde modernize edilmiş; ekonomik ve sosyokültürel özellikleriyle de beynelmilel bir özellik kazanmıştır.

Kavramın kökenine bakınca, dilimize batı dillerinden geçtiği anlaşılmaktadır. Festival, Latince festum kelimesine dayanmakta olup, İbranicede yaratıcı ile belli zamanlarda bütünleşmek, bir arada olmak anlamında kullanılan moed ile de anlamdaş olduğu belirtilmektedir (Bkz.: Gebhardt 1987). Germanik dillerden Almancada eğlence anlamında kullanılan Feier (Latince. Feriae; aslı fesiae) de bu kökenden gelmekte ve benzer anlamlarda kullanılmaktadır.

Türk tarihine bakınca da değişik kaynaklarda dini, sosyokültürel içerikli çeşitli şenliklerin, törenlerin düzenlendiği görülmekteri. Örneğin, Kaşgarlı Mahmud (Arapça: محمود بن الحسين بن محمد الكاشغري, Uygurca: Mehmud Qeshqeri, d. 1008 - ö. 1105) tarafından yazılan Divan-ü Lugati't-Türk adlı başyapıtta,  Türklerin bayram ve festival geleneklerine vurgu yapılır. Burada geçen bayram kelimesinin “bedhrem” olarak kullanıldığı, Oğuzların bu kelimeyi “beyrem” şekline çevirdiğini ve günümüzde de “bayram” olarak kullanıldığını öğreniyoruz (Kaşgarlı Mahmûd 1939 1941:I, III, 480 176).

TDK Türkçe Sözlüğü festival için dört ayrı karşılık vermiş. İlk önce “Dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan sanat gösterisi” festival olarak tanımlanmış. Ardından sinema ve tiyatro ile ilişkili anlam verilerek “Belli bir sanat dalında oyun ve filmlerin sunulması ve gösterilmesi sonunda ödül, derece verilmesi biçiminde düzenlenen ulusal veya uluslararası gösteri dizisi, şenlik” festival olarak tanımlanmış. Üçüncü anlam ise daha çok yerel yönetimlerce düzenlenen "Kiraz festivali" gibi etkinliklere atıfta bulunularak  “Bir bölgenin en ünlü ürünü için yapılan gösteri, şenlik” şeklinde bir açıklamaya yer verilmiş. Son olarak “Düzensiz toplantı, curcuna” da festival kapsamında değerlendirilmiş (TDK Türkçe Sözlük 2014: URL).

Festival geleneği ve türleri
Bilgi ve iletişim ağının yoğunlaşması ile birlikte, somut olmayan kültürel mirasların kültürler arasındaki dolaşımı da hız kazanmış; festival gelenekleri benzer özelliklere bürünmeye başlamıştır. Türkler arasında düzenlenen festival geleneğinin Hunlardan beri bayram ve şenlik gibi adlar altında devam ettirilerek günümüze kadar getirildiği biliniyor. Hatta düzenlenen etkinliklerde kimi protokol kurallarının uygulandığı anlatılıyor (Mandaloğlu 2012: 214). Tarihi kayıtlara bakınca, Batılı ülkelerdeki festival geleneği de en az Türklerin sürdürdüğü gelenekler kadar eski olduğu görülüyor. Dolayısıyla festivaller, şenlikler v.d. somut olmayan kültürel mirasın yerel ve evrensel düzeylerde tanıtılması ve gelecek kuşaklara aktarılması için önemli birer köprü görevi de görüyor.

Öte yandan, dünyada gelir kaynaklarının sıralanmasında turizmin en hızlı gelişen alanlar arasında olduğu bilinmektedir. Dolayısı ile ülkeler ve şehirler olimpiyatlar, dünya kupaları ve uluslararası fuarlar gibi etkinliklerin organizasyonu için önemli bir rekabet halindedir.

Batılı toplumların geleneği olarak görülen pek çok kültürel ögenin, aslında Türklerin toplumsal ve sosyal hayatında da yaygın olarak görüldüğünü; dolayısıyla ulusların kültür ve medeniyetlerinin içinde yaşadıkları coğrafyaların etkisiyle şekillendiğini ve bunun zamanla yaşam biçimine dönüştüğü gözlenmektedir. Aşağıda coğrafya, kültür ve ulus ayırımı yapılmaksızın tespit edilen etkinlik türlerine örnekler verilmiştir.

  1. Bütün kültürlerde takvime bağlı olarak görülen yeni yıl, gün dönümü gibi eğlencelerin bizim kültürümüzde de yılbaşı, nevruz, bağ bozumu gibi adlarla yaşatıldığını görmek mümkündür.
  2. Baharın gelişi Türk halkları tarafından Nevruz, Bahar Bayramı gibi adlarla anılmaktadır (Pirverdioğlu 2002: 44). Aynı şekilde Batı kültüründe de doğanın uyanması, bitkilerin yeşermesiyle gibi vesilelerle bir dizi etkinlik (Natur- und Vegetationsfeste (Frühlingsfeste, Erntedankfeste) düzenlenmektedir.
  3. Dünyanın hemen her yerinde siyasal nedenlere bağlı olarak kuruluş, kurtuluş bayramları ile ilişkilendirilen şenlikler, eğlenceler düzenlenmektedir.
  4. Dini bayramlar sadece İslam âlemine özgü değildir. Noel, paskalya ve diğer kutsal günler için şenlikler, eğlenceler düzenlenmektedir. Bu şenlikler sadece İbrahimi dinlerle de sınırlı değildir.
  5. Batılıların »Mundus inversus«-Şenlikleri olarak adlandırdığı, adeta dünyanın altını üstüne getiren karnaval gibi şenlikler hemen her coğrafyada düzenlenmektedir. Bu organizasyonların kimi dini, kimi ticari amaçlı olup; önemli iktisadi turizm girdilerinin sağlanmasına ve sosyal, kültürel kazanımların elde edilmesine yardımcı olmaktadır.
  6. Diploma törenleri, ergenlikten çıkışın kutlanması gibi özel günlerde de etkinlikler düzenlenip, hediyeler verilmektedir. Türklerde hayatın her aşamasında hediye alma, hediye verme geleneği vardır. Potlaç adı verilen ve günümüzde şekil değiştiren bir geleneğe göre ev sahibi önemli bir nedene dayandırdığı ziyafet verir, ardından davet sahibinin hazırladığı hediyeler konuklar tarafından alınıp götürülür ve davet sona erer.  Geri kalan, alınmayan hediyeler de imha edilir (Gökalp 1976: 74).
  7. Söz, nişan, düğün, nikâh gibi insan hayatının özel anları da şenlikler ve eğlencelerle kutlanır. Bu kutlama etkinliklerinin kalıcı anılara dönüştürülmesi, bu etkinliklere katılanlar için çekim ögesi olarak kullanılmasına bağlıdır.
  8. Cadılar bayramı, kadınlar günü, anneler günü gibi kadını odak noktasına alan, iktisadi hareketlenmeyi teşvik eden etkinlikler de şenlik vesilesi yapılabilmektedir.
  9. Ölümlerle ilgili organizasyonlar da turizm etkinlikleri kapsamına alınabilir. Vefat eden birinin geride kalan yakınlarının kaybettikleri kişi ile ilgili duygularını dışa vurdukları, dini veya sosyal organizasyonlar düzenlenmektedir. Batı kültüründe ölüm etkinlikleri (Totenfeste -Allerseelen, Gedenktage) olarak adlandırılan bu durum Türklerin tarih boyunca ölülerine saygı göstergesi olarak düzenlediği etkinliklerdir ve İslamiyetten önceki dönemde ölü gömme veya yas töreni olarak adlandırılan yoğ törenleri düzenlenmekteydi. Bu törenler canlandırılabilir; dini ritüellerle desteklenebilir.
  10. Doğum günü gibi kişisel etkinlikler de gerçekleştirilmekte; bu etkinliklerin turizm faaliyetleri kapsamında planlanması düşünülebilir.
  11. Tiyatro, konser gibi etkinlikler.
  12. Edebiyat günleri, kitap fuarları.
  13. Ziyaretçilerin de etkin olarak katılabildiği veya katılamadığı sergiler ve yılaşırı sanat etkinlikleri (bienalleri).
  14. İstanbul Shopping Fest 2014 gibi iktisadi canlanmaya yönelik dönemsel satış etkinlikleri.
  15. Açık kapı günleri ve ziyaretçilerin de etkin olarak katılabileceği kermes gibi etkinlikler.
  16. Ramazan şenlikleri, ortaoyunu, gölge oyunu gibi unutulmaya yüz tutan değerlerin canlandırılması ve yeniden, yeni formatlarla sunulması.
  17. Bilindiği gibi, en az iki aşığın dinleyici huzurunda veya herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde denemeleri esasına dayanan aşıklık geleneği de festival, şenlik kapsamında değerlendirilebilir (Artun 2013: 1).


Yukarıda sayılan etkinlik türlerinin artırılması mümkündür. Burada önemli olan her bir etkinliğin planlanması, yönetilmesi ve amaca uygun şekilde sonuçlandırılmasıdır. Bu da ayrı bir uzmanlık ve eğitim alanı olan etkinlik yönetimi (event management) adlı eğitimin alınmasını gerektirir.

Festivalin Çekim Ögesi Olarak Kullanılması
1950 yılında uluslararası turist varışları 25 milyon iken, 2011 yılına gelindiğinde, bu rakamın 980 milyona yükseldiği ve 2030 yılında da 1,8 milyara ulaşacağı öngörülmektedir (Bkz. TÜROFED 2014: 4). Dünya Turizm Örgütü’nün dünya turizminin gelişimi konusundaki uzun vadeli öngörüsünde; 2020 yılına kadar uluslararası seyahatin yaklaşık % 4,1’lik bir hızla büyüyeceği ve tüm dünyada uluslararası turist varışlarının 1,6 milyara ulaşacağı ve 2030 yılına değin 1,8 milyarı geçeceği beklenmektedir (UNWTO, 2013: 2).

Festivaller daha çok “yerel bir topluluk tarafından tarihi önceden belirlenmiş ve yörenin simgesi haline gelerek gelenekselleşmiş ve sürekliliği sağlanarak toplumun kolektif belleğinde yer alan etkinlikler” (Küçük 2013: 3) haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu etkinlikler, kültürel turizm etkinlikleri kapsamında yer alan halk dansları gösterimleri, konserler, sportif etkinlikler, özel ilgi turizmi ile desteklenmektedir. Bu öngörüden yola çıkarak pek çok şehrin yöneticisi, şehirlerine özgü fuarlar, festivaller, kültür ya da sportif organizasyonları düzenlemektedir (Özdemir, 2008: 33).

Bu bağlamda, Türkiye’de her yıl pek çok kutlama, festival, fuar, vb. etkinlik düzenlenmektedir. Bunlardan bir kısmı şunlardır: Bolu Beyaz Et Festivali, Mengen Aşçılık Festivali, Manisa Mesir Şenlikleri, Afyon Zafer Şenlikleri, Trabzon Fetih Şenlikleri, İzmir Kurtuluş Şenlikleri, İstanbul Caz Festivali, Antalya Film Festivali, Akşehir Nasrettin Hoca Festivali, Pamukkale Festivali, Tekirdağ Kiraz Festivali, Ordu Altın Fındık Festivali (Küçük, 2012: 14), Eskişehir Film Festivali (Akoğlan Kozak ve Gül 2006); İzmir Selçuk ve Pınarbaşı Deve Güreşi Festivali, Bursa Karagöz Festivali, Silifke Festivali (Çulha, 2008: 1833) gibi etkinlikler örnek olarak sayılabilir.

Bu festivallerin yerel boyutta düzenlenenlerin yanı sıra uluslararası boyutlarda düzenlenen New York, Londra, Tokyo, Berlin ve Paris gibi önemli metropollerin büyük konser salonları ve dünyanın en önemli festivallerinde sahneye çıkan müthiş virtüözleri, dev orkestraların önde gelen solistlerini uluslararası klasik müzik takvimleriyle aynı anda İstanbul’a sunulan İstanbul Resitalleri, elli yılı geride bırakan Uluslararası Troia Antik Kenti Festivali, Türkiye’nin en uzun soluklu festivallerinden biri olan Akbank Caz Festivali, Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı gibi başarılı örnekler de sayılabilir.

Etkinliklerin sürdürülebilir turizm hareketine dönüştürülmesi
Dünya Turizm Örgütü (DTÖ)’ne göre sürdürülebilir turizm; “insanın etkileşim içinde bulunduğu çevrenin bozulmadan korunarak kültürel bütünlüğün, çevreyle ilgili süreçlerin, biyolojik çeşitliliğin ve yaşamı sürdüren sistemlerin idame ettirildiği ve aynı zamanda tüm kaynakların ev sahibi bölgedeki insanların ve turistlerin ekonomik, sosyal ve estetik ihtiyaçlarını doyuracak şekilde ve gelecek nesillerin de aynı ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri biçiminde yönetildiği bir kalkınma şeklidir (Sarkım, 2008: 4). Dolayısıyla festival ve benzeri kültürel etkinlikler bir yandan dünya insanları arasındaki barışı ve dostluğu pekiştirirken, öte yandan yeni kültürlere ve yaşamlara duyulan ilgiyi uyandırarak insanları yeni yerler görmeye teşvik etmektedir (Tayfun ve Arslan, 2013: 193).

Turizm etkinliklerinin düzenlenen bölgeye ekonomik, sosyal ve iktisadi getirisinin olabilmesi için sürdürülebilirliğinin sağlanması gerekir. Sürdürülebilirlik kısaca daimi olma yeteneği olarak tanımlanabilir. Bu da ancak iyi işleyen bir kurumsal yönetim, kalifiye insan kaynağı, paydaşlar ile gerçekleştirilen uyumlu işbirliği, çevrenin korunması, yapılan projenin toplumsal ve kültürel hayata iktisadi getirisi ile mümkün olabilir.

Kültürel değerlerin festivaller, şenlikler gibi etkinlikler üzerinden tanıtımı için yerelden evrensele uzanan bir süreç izlenmektedir. Bu süreç, popüler kültürden başlayıp gölge oyunu, meddah gibi unutulmaya yüz tutan değerlere kadar, geniş bir yelpazeye yayılmakta; kültürel değerlerin tanıtımında önemli roller üstlenmektedir. Bu tür etkinlikler, modernite ile postmodernite arasında kendini konumlandırma konusunda zihinsel bulanıklık yaşayan genç kuşaklara yol gösterici olur; eski ile yeni arasında bağ kurulmasına yardımcı olur ve sonuçta bütün çalışmaların belli bir amaca bağlı olarak planlanması ve hayata geçirilmesi ile sağlanacak katma değerlerin yerel ve ulusal kalkınmaya önemli katkılar sağlaması beklenebilir.

Çözüm Odaklı Öneriler
Avrupa Komisyonu’nun Şubat, 2014’te yayınlamış olduğu ve değişik demografik özelliklere sahip 31.122 kişiyle telefon vasıtasıyla gerçekleştirilen araştırma sonuçlarının yer aldığı “Flash Eurobarometer 392, Preferences of Europeans towards Tourism” raporuna göre, Avrupa Birliği üyesi ülke vatandaşlarının 2013 yılına dair geçmiş ve 2014 yılına yönelik gelecek tatil ve turizm tercihleri sorgulandığında, görüşülen kişilerin yaklaşık % 50’si 2013 yılında deniz/güneş/kum amaçlı olarak arkadaş veya akrabalarıyla birlikte seyahat ettiği anlaşılmıştır (TÜROFED 2014: 11). Dolayısıyla eğlence, dinlence amaçlı turizm hareketliliğinin diğer turistik hareket alanlarına göre artışa devam edeceği de öngörülebilir bir durumdur.

Bu bağlamda, yerel ekonomiyi kalkındırma düşüncesinin, insanı ve aileyi odak noktasına alması ve bu önceliğin bütün yerel paydaşlar tarafından benimsenmesi ve güç birliği yapılarak yerel rekabetin güçlendirilmesinin sağlanması şeklinde ele alınması gerekir. Yerel yönetimlerin insanı merkeze alan vizyon ve hedeflerini gerçekleştirebilmesi için şu dört temel stratejinin izlenmesi önerilmektedir: Özel sektörün belediyeye olan güvenini artırmak, yerel rekabet avantajlarını belirleyerek bu avantajları kullanmak, yatırım temelli sürdürülebilir kalkınma programları hazırlamak, yerel düzeyde yatırımları ve dolayısıyla girişimcileri desteklemek (Gürler Hazman, 2011: 145).

Festivaller, şenlikler ve panayır gibi etkinlikler ülkemizde ve dünyada hemen her yere yayılmış; artık geniş halk kitleleri tarafından da kanıksanmış durumdadır. Günümüzde fuar, festival, pazar, kutlama, tören, yıldönümü, spor faaliyetleri ya da hayırseverlik gibi adlar altında düzenlenen etkinlikler, alanın doğrudan ilgilendirdiği hedef kitlelerin ilgi alanı dışına çıkmaya başlamış; organizasyon bozuklukları gibi değişik nedenlerden dolayı halkın katılımında göreceli bir azalma gözlenmektedir. Düzenlenen etkinliklerin birer çekim ögesine dönüştürülmesi için organizasyonun bütün aşamalarda yetkin uzmanların görevlendirilmesi ve bütün paydaşların destek vermesi gerekmektedir.

Kültür turizminin etki alanları sıralandığında ekonomik, ekolojik ve sosyo kültürel etkileri de içine aldığı görülmektedir. Bu kazanımların elde edilebilmesi için, pazarlanacak ürünün seçimi, tanıtımı, pazarlaması ve kalite standardının korunması gerekmektedir. Pazarlama stratejileri bakımından ise konukların doğru bilgilendirilmesi, yönlendirilmesi, iyi planlanmış etkinliklerin hedef kitlenin beklentilerine göre doğru seçilmesi ve satışı pazarlama yönetimi üzerinde kar-hizmet oranının iyi ayarlanması gerekmektedir.

Kültürel değerlerin turizme kazandırılabilmesi için tarihi ören yerlerinin, tarihi yapıların turistik etkinliklere açılması; park ve bahçelerin turistik çekim merkezine dönüştürülmesi; kilise, cami, saat kulesi gibi alanların turizme kazandırılması; askeri bölgelerin ve savaş alanlarının açık hava müzelerine dönüştürülmesi; anıtların ve şehitliklerin yanı sıra cezaevlerinin ve benzeri diğer mekânların turistik çekim merkezine dönüştürülmesi düşünülebilir (Bkz.: Steinecke 2007).

Bilindiği gibi, Türkiye’de âşıklık geleneğinde belli yörelerde “karşılama”, “deyişme”, “atışma” veya “karşıberi” gibi adlar altında toplanan sistemli deyişmeler; en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde denemeleri esasına dayanmaktadır (Günay, 1993: 47’den Artun 2013: 1).

Türkiye’de yaşayan Türk edebiyatının önde gelen yazarları ile okuyucuların bir araya geleceği edebiyat günleri, atelye çalışmaları yapılabilir. Bu etkinliklerden bağımsız olarak düzenlenen kitap fuarları ve imza günlerine ilave olarak, batılı kültürlerde yazarların yaptığı okuma günlerine benzer şekilde, canlandırmalar yapılabilir ve geçmişte kahvehanelerde yapılırken günümüzde unutulmaya yüz tutmuş “hikâye anlatma geleneği” yeniden gündeme getirilebilir (Bkz.: Başgöz 2013).

Tek merkezden yönetilecek şekilde organize edilen bir Türkiye festival haberleri ve etkinlik portali oluşturulmalı, her bir etkinlikle ilgili bilgilerin bu portalda yayımlanması yükümlülüğü getirilmelidir.
Turizm faaliyetleri ve festival etkinlikleri konusunda yerel esnaf eğitim yoluyla bilinçlendirilmeli ve etkinliklere katılımına önem ve öncelik verilmelidir. Bunun için de gerekli mali ve manevi teşvikler yoluyla festivali benimsenmesi ve sahiplenilmesi sağlanmalıdır.

Yöresel tanıma yönelik olarak düzenlenen festivallerde teşhir edilecek ürünlerin niteliği belirlenmeli; standartları önceden belirlenen türlerin tasnifi yapılmalı; yöresel kültüre ait olan değerlerin turistik değer haline getirilebilmesi için projeler hazırlanmalı ve proje çıktılarının ticari ürünlere dönüşerek yerel bütçelere katkı sağlamasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır.

Geçmişin toylarından kazandığı deneyimle geleceğin festivallerine ev sahipliği yapmaya hazırlanan güzel İzmir, gün batımının en güzelini gören gözlerin sahiplerinin senin gök kubbenin altında yaşarken kâh zaman unuttuğu, kâh sıradanlaştırdığı değerleri anlatabilmek için kelimeler kifayetsiz kalır. Hayatın bu şehirde yaşayanlarla aynı havayı teneffüs edince ayrı bir anlam kazanacağını söylemek isterim.

---
Bu çalışma Turistik Çeşme Gazetesi adına Başak Yasemin Arel tarafından hazırlanan Turizm Geliştirme-Araştırma Dosyası için hazırlanmıştır.

Kaynakça:
Akoğlan-Kozak, M. ve E. Gül (2006). “Festival Turizmi ve Uluslararası Eskişehir Festivali”. Eskişehir Ticaret Odası Dergisi, 23. Yıl, S.101, s.79.
Artun, E. (2013). Çukurova Âşıklık Geleneğinde Atışma. Folklor-Edebiyat (2013/3), s. 73-116. URL: http://turkoloji.cu.edu.tr/HALK%20EDEBIYATI/erman_artun_cukurova_atisma.pdf (son erişim: 21.10.2014).
Başgöz, İ. (2013). İran Azerbaycan’ında Türk Hikâye Anlatma Geleneği. Çev.: F. Özdamar. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi /Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kış 2013), s.371-386. URL: http://www.egeweb.ege.edu.tr/tdid/files/dergi_13_2/27_ilhanbasgoz.pdf (son erişim: 21.10.2014).
Çakır, M. (2009). Festival Turizmi. TÜROFED: Festival Turizmi Özel Sayısı. Şubat (2009). S. 29. ss. 88-90.
Çulha, O. “Kültür Turizmi Kapsamında Destekleyici Turistik Ürün Olarak Deve Güreşi Festivalleri Üzerine Bir Alan Çalışması”, Yaşar Üniversitesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 12, 2008, s.1827-1852.
Gebhardt, W. (1987). Fest, Feier und Alltag. Über die gesellschaftliche Wirklichkeit des Menschen und ihre Deutung. Frankfurt / Bern / New York / Paris: Peter Lang.
Gökalp, Z. (1976), Türk Medeniyeti Tarihi, Haz: İsmail Aka-Kazım Yaşar Kopraman. İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları.
“Günay, U. (1993), 17. yy Saz Şairi Karacaoğlan’la ilgili Bir Değerlendirme 2, Uluslararası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri, Adana”, s. 47’den aktaran Artun, E.
Gürler Hazman, G. (2011). Türkiye’de Yerel Düzeyde Kalkınma Hedefi ve Belediyeler. 1. Baskı. Ankara:  Seçkin Yayınevi.
Kaşgarlı Mahmûd, Divanü'l-Lugati't-Türk, I-III, Ankara 1939-41.
Küçük, M. (2013). Kültür Turizmi Kapsamında Yer Alan Festival Etkinliklerinin Yerel Kalkınmaya Katkısı: Uluslararası Beyşehir Göl Festivali Üzerine Bir Araştırma. KOP Bölgesi Üniversiteler Birliği (UNİKOP) Bölgesel Kalkınma Sempozyumu 14-16 Kasım 2013 Konya. URL: http://unikop.org/makale/KS13-4-02.pdf (son erişim: 21.10.2014).
Küçük, M. (2012). “Turizmin Yerel Kalkınmaya Etkisi: Ankara Kızılcahamam Örneği”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.  Ankara: Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Mandaloğlu, M. (2012). İslamiyetten Önce Türklerde Toplantı ve Törenler. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi. Yıl 16. S. 2, ss. 211-232. URL: http://www.tsadergisi.org/Makaleler/1380561632_Bolum12.pdf (son erişim: 21.10.2014).
Özdemir, G. (2008). Destinasyon Pazarlaması, Ankara: Detay Yayıncılık.
Pirverdioğlu, A. (2002). Türklerde Yılbaşı ve Bahar Geleneği, Türkler, Cilt III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Sarkım, M. (2008). Değişen Seyahat Eğilimleri Kapsamında Sürdürülebilir Turizm Anlayışının Turizm Politikaları Üzerine Etkileri, 2. Ulusal İktisat Kongresi, 20-22 Şubat 2008, İzmir.
Steinecke, A. (2007). Kulturtourismus: Marktstrukturen, Fallstudien, Perspektiven. München/Wien: Oldenbourg Verlag.
Tayfun, A., Arslan, E. (2013) Festival Turizmi Kapsamında Yerli Turistlerin Ankara Alışveriş Festivali’nden Memnuniyetleri Üzerine Bir Araştırma, İşletme Araştırmaları Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 2, ss.191-206.
TDK Türkçe Sözlük. URL: www.tdk.gov.tr. (son erişim: 21.10.2014).
TÜROFED (Yay.). (2014). Türofed Turizm Raporu. Yıl 4. S. 8. URL: http://www.turofed.org.tr/PDF/DergiTr/Turizm_Raporu-TUROFED%20RAPOR.pdf (son erişim: 21.10.2014).
UNWTO–World Tourism Organization (2013), Tourism Highlights, 2013 Ed, (http://mkt.unwto.org/en/publication/unwto-tourism-highlights-2013-edition) (son erişim: 21.10.2014).

20 Ekim 2014 Pazartesi

Bireysel iki dillilik ve çocuklarımız*

Farklı bir dili öğrenmek ve öğrenilen dilde iletişim kurmak, kültürler arası seyreden bir araçla evrensel bir yolculuk yapmak gibidir. Bu nedenle herkes en azından bir yabancı dili öğrenmeye veya çocuklarına öğretmeye çalışmaktadır. Özellikle Türkiye’de bu uğurda da oldukça yüklü maddi bedeller ödenmektedir. Yabancı dil öğrenmek bir amaçsa, bir yabancı dilde iletişim kurmak da ticari gerekliliklerin dışında ayrı bir saygınlık vesilesi olarak görülmektedir.

Söz konusu çocuklar olunca, çocukların küçük yaştan itibaren bir yabancı dili öğrenmeleri veya içinde doğdukları kültür ortamlarında birinci, ikinci dilleri edinmeleri yetişkinlere göre daha kolay olmaktadır. Çünkü çocukların dil ve iletişim becerileri onların içine doğduğu kültür ve bu kültürün taşıyıcıları ile kurdukları ilişkilerle sürekli olarak gelişmektedir. Bu gelişim sürecinde beyinleri de dil öğrenmeye programlanmış olduğundan, duydukları sesleri ve sözleri edinen çocuklar, aynı zamanda edindikleri dilin sözsüz iletişim ve beden dili normlarını da öğrenmektedir. Bu durumda, çocukların doğal olarak dil edinme becerisine sahip oldukları ve dil gelişimlerini sürdürdükleri; doğuştan getirdikleri iletişim yeteneklerini çevresel koşullara bağlı olarak geliştirdikleri söylenebilir. Dolayısıyla çocuklar ne kadar erken yaşta ikinci bir dil ve kültürle tanışırsa, öğrenilen ikinci dil o kadar kalıcı olur ve başarılı dil gelişiminin yanı sıra, ikinci dilin ve kültürün taşıyıcıları ile de sağlıklı ilişkiler kurulabilir.

Dili bir araştırma objesi olarak ele alan bilimciler, iki dillilikle ilgili dilbilimsel yetkinliği açıklayan bir tanım üzerinde henüz hemfikir olamadılar. Bununla birlikte çocukların ilk üç yıl içindeki dil öğrenme yeteneklerinin dikkat çekici düzeyde olduğunu kabul ediyorlar. Bu yaşlarda birden fazla dili aynı anda öğrenme kapasitesine sahip olan çocuklar, özellikle ilk beş yıl içinde ana dilini edinme sürecine benzer bir şekilde edindikleri ikinci, üçüncü dilleri anadili düzeyinde ve aksansız konuşabilmektedir (Lindfors 1999).
 
Birden fazla dili konuşanlara iki dilli diyoruz. Weinreich (1987), iki dillileri tanımlarken, bireyin her iki dili de gereksinim duyduğu an değiştirerek rahatça kullanması gibi genel bir açıklama yapmıştır. İki dilli olmanın ölçüsünü de her iki dili de çok iyi düzeyde kullanabilme becerisi şeklinde açıklamıştır (Weinreich 1987: 53). Buna karşın McLaughlin (1984: 8) ve Köppe (1994: 4) iki dillileri tanımlarken bir orta yol bulmaya çalışmışlar ve iki dilli insanları, bir dili ana dili düzeyinde konuşan ve ikinci bir dili de gerektiği ortamlarda kendini ifade edecek kadar kullanma yetkinliğine sahip olan kimseler olarak değerlendirmişlerdir. Yani bu görüşe göre her iki dilin anadili yetkinliği düzeyinde olması gerekmektedir.

İki dilli bir toplumsal ve sosyal hayatın gerçekleşebilmesi için çevresel koşulların ve dil öğrenme süreçlerinin de uygun olması gerekir. Koşulların ve süreçlerin farklılığı, iki dillilik üzerinde de doğal - kültürel iki dillik, elit - yerel iki dillilik veya erken-geç iki dillilik gibi bir dizi sınıflandırmaların yapılmasına neden olmuştur.

Doğal iki dillikte, iki dilli insanlar konuştukları her iki dili, doğal ortamında edinirken, kültürel iki dilliler, ikinci dili okul gibi resmi eğitim kurumlarında öğrenirler ve bunların öğrendiği ikinci dil, gündelik hayatta anadili düzeyine ulaşamaz. Doğal iki dillilik süreci doğumla birlikte başlar ve ebeveynlerden biri bir dili, diğeri ikinci dili anadili olarak konuşur. Genellikle karma evliliklerden dünyaya gelen çocuklar doğal iki dilli olur. Araştırmacılardan bir kısmı ebeveynlerin bu uygulamasına şüphe ile bakmakta ve yaratılan bu sun’i ortamın bir süre sonra ebeveynlerden birinin sıkılıp uygulamadan vaz geçmesiyle birlikte iki dilliliğin de sona ereceğini belirtmektedir. Štefánik (2005) ile Pallay (2005) ise bu görüşe karşı çıkarak karma evliliklerden “uluslararası çift dilliğin” ortaya çıktığını savunmaktadır.

İki dillilikle ilgili bir başka ayırımı da Boeckmann (1977: 29), elit ve yerel dilde iki dillilik şeklinde yapmaktadır. Burada yerel dili konuşan çocuk okula başladığı andan itibaren ikinci dili öğrenmeye zorlanır. Söz gelimi, çocuk evde Türkçe konuşurken, okulda Almanca konuşmak zorunda kalır. Bu durum da iki dillik için bir nedendir. Bununla birlikte çocukların evde kullandıkları sınırlı kelimelerle kendini anlatamaması, öğrendiği ikinci dilin gelişimini istendik düzeyde tamamlayamaması gibi durumlarda iki taraflı yarı dillilik (Semilinguismus) tehlikesi baş gösterir (Bkz. Fishman 1989). Bu durum da toplumsal ve sosyal uyum sorunlarına neden olur.

Erken veya geç yaşta kazanılan iki dillik ise dili öğrenme ve edinme ayırımlarıyla ilişkilidir.  Erken yaşta iki dillik, çocuğun dil edinimi yaşını geçmeden, yani dilbilgisi kuralı bilinci oluşmadan önce ikinci bir dil ile tanışması ile olur ki bu da yaklaşık 10 yaşına kadar sürer. Bu yaştan sonra dilbilgisi kuralları ile yabancı dil veya ikinci dil olarak öğrenilen dil zaman içinde çevresel faktörlerin de olumlu etkisiyle iki dilliğe ulaşır (Boeckmann 1977: 28). Okul ve aile gibi çevresel faktörlerin yetersiz olması halinde ise iki taraflı yarı dillilik tehlikesi ortaya çıkar ki bu konu üzerinde hassasiyetle durulmalıdır.

Birincil ve ikincil iki dilli kavramları bilim insanları tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş. Çocuk birinci ve ikinci dili aynı zaman dilimi içinde birlikte ediniyorsa, birincil iki dilli; yok eğer ikinci dili birinci dilden sonra öğreniyorsa ikincil iki dilli oluyor (Apeltauer 1977: 45). Baker (2005: 97) ise bu görüşü destekler nitelikte görüş öne sürüyor ve karma evliliklerden dünyaya gelen çocukların çevresel şartların yerine getirilmesi halinde doğuştan itibaren iki dilli olacaklarını belirtiyor.

Özetle, yurtdışında yaşayan kuşakların toplum içinde kendini özgürce ifade edebilmesi için ileri düzeyde Almanca öğrenmesi; Türk kültür ve medeniyetinden kopmaması, dünya ile bütünleşmiş bir hayat sürebilmesi için de Türkçe öğrenmesi, Türkiye ve yaşadığı çevredeki Türk toplumu ile iletişimini koparmaması gerekir. Çocukların Türkçe ve Almanca dışında ikinci, üçüncü dilleri öğrenmeleri için gerekli ortamların hazırlanması; teşvik edilmesi,  yatırımlar arasında eğitim yatırımının öncelikler arasına alınması gerekir.

Türkiye’deki ebeveynlerin çocuklarının bir yabancı dil öğrenmesi için adeta servet harcadığı düşünülürse, şair Hayali’nin “Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler, Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” diye tanımladığı duruma düşülmeden, sahip olunan eğitim fırsatlarının iyi değerlendirilmesinde yarar görülmektedir.

* Bu yazı, Avusturya’da yayımlanan Avrupa Haber (Europa Journal) Ekim sayısında “Bireysel İki Dillilik ve Çocuklarımız” başlıklı yayının kısaltılmamış versiyonudur. Gazeteye http://www.europa-journal.net/mustafa102014.html/ adresinden ulaşılabir.

Kaynaklar
Apeltauer, Ernst. (1997). Grundlagen des Erst- und Fremdsprachenerwerbs. Eine Einführung. Berlin, München u.a.: Langenscheidt.
Baker, Colin. (4. baskı). 2006. Foundations of Bilingual Education and Bilingualism. Clevedon, England: Multilingual Matters.
Boeckmann, Klaus-Börge. (1997). Zweisprachigkeit und Schulerfolg: das Beispiel Burgenland. Frankfurt am Main, Berlin u.a.: Lang.
Fishman, Joshua A. (1989). Language and Ethnicity in Minority Sociolinguistic Perspectives.  Clevedon, England: Multilingual Matters.
Köppe, Regina. (1997). Sprachentrennung im frühen bilingualen Erstspracherwerb Französisch, Deutsch. Tübingen: Narr.
Lessow-Hurley, Judith (1999). Foundations of Dual language Instruction, 3rd edition. Reading, MA: Longman.
Lindfors, Judith Wells. (2. baskı). (1999). Children’s language and learning. Boston: MA. Allyn and Bacon.
McLaughlin, Barry. (1984). Second language acquisition in childhood: Vol. 1. Preschool children (2nd ed.). Hillsdale, NJ: Erlbaum. (ERIC Document No. ED154604).
Pallay, Jozef. (2005). Ist intentionale Zweisprachigkeit künstlich? In: Peter Cichon (Hg.): Gelebte Mehrsprachigkeit. Akten des Wiener Kolloquiums zur individuellen und sozialen Mehrsprachigkeit, 5./6.XI.2005. Wien: Praesens, S.47-60.
Štefánik, Jozef. (2005). Intentional Bilingualism Revisited. In: Peter Cichon (Hg.): Gelebte Mehrsprachigkeit. Akten des Wiener Kolloquiums zur individuellen und sozialen Mehrsprachigkeit, 5./6.XI.2005. Wien: Praesens, S. 28-46.
Weinreich, Uriel. (1977). Sprache in Kontakt. Ergebnisse und Probleme der Zweisprachigkeits-forschung. München: Beck.


21 Eylül 2014 Pazar

Anadilde eğitim talepleri üzerine

Türkiye'nin gündemi çok hızlı değişiyor. Geride bıraktığımız hafta başında ilk ve orta dereceli okullarda eğitim öğretim başladı; haftanın sonuna doğru sınırlarımıza akın eden yüz bine yakın Suriyeli göçmen ile güney doğu komşularımızdaki siyasal olaylar, NATO ülkesi olarak Türkiye’ye verilmek istenen rol veya roller gündemi yoğun bir şekilde işgal etti. Bugün de üç ayı aşkın bir süreden bu yana Suriye’de malum gruplarca alıkonan dışişleri personeli ve bunların yakınlarının Türkiye’ye intikali konuşuluyor.

Güneydoğu ve doğu illerimizde ise anadilde eğitim konusu yoğun bir şekilde tartışılıyor. Şu veya bu şekilde ortaya atılan söz ve eylemlerle galeyana gelen (ve/veya getirilen) halk, kamunun kaynakları ile inşa edilen okullara ve bu okullarda görev yapan öğretmenlere fiili müdahalede bulunuyor.

Bu yazıyı yazdığım sırada geride bıraktığımız hafta içinde yirmi üç (23) okulun yakılarak kullanılamaz hale getirildiğini; kimi şehirlerde devletin resmi okullarına alternatif eğitim kurumları oluşturulmaya ve buralarda eğitim verilmeye çalışıldığını öğreniyorum. Yaşanan bu fiili duruma kamu görevlileri müdahale edip; “izinsiz açılan” bu kurumların faaliyetini önlemeye çalışırken, seçilmiş yerel yöneticiler de halkın anadilde eğitim hakkı olduğunu öne sürerek, devleti gerekli hizmeti vermemekle, bir hakkın gaspına göz yummakla suçluyor. Öne sürülen görüş özetle şöyle:[1],

Ülkemizde ilköğretime başlayana kadar tek bir Türkçe kelime bilmeyen birçok çocuk var. Yalnızca anadilinde konuşabilen ve en önemlisi anadilinde düşünebilen bu bireylerin vatandaşı oldukları ülkenin en temel görevi olan eğitim haklarını, henüz bilmedikleri ülkenin egemen diliyle almaları, egemen dille düşünmeye zorlanmalar bu çocukların başarılı olma ihtimallerini çok büyük bir oranda düşürüyor. Zaten eğitim sisteminden kaynaklı düşünememe yetisi bu bireylere bir de anadil yönünden darbe etmekte.

Bu görüşler, “eğitim hakkı engellenemez” tavrının “anadilde (Kürtçe) eğitim hakkı” yaklaşımına dönüştüğünü ve her öğretim yılı başında gündeme getirilen taleplerin bu öğretim yılı başında gerek okul yakmalar, gerekse özel eğitim kurumları oluşturmak suretiyle daha ses getirecek yöntemlerle (?) tekrar edildiğini gösteriyor.

Bölgede kanaat önderliği yapan güçler, çocukların devletin okullarının yerine, yerel girişimlerce açılan öğretim kurumlarına gönderilmesini istiyor. Merkezi idare, “bize özel okul açmak için yapılmış bir başvuru yok” diye kendini savunuyor ve ekliyor “Başvuru olsaydı, değerlendirirdik”.

De facto ortaya çıkan bu durum karşısında görüş belirten kimi entelektüeller de konuyu “sivil itaatsizlik” olarak değerlendiriyor. Alanyazında bu konuya ilişkin şu tanım yer almaktadır (Altunel 2011: 444):

Haksızlığa uğrayan birey, haksızlığın giderilmesi için yasal yolları denedikten sonra sorun çözümlenmemişse, pasif direnme olarak tanımlanan sivil itaatsizlik türü eylemlere başvurmakta; böylelikle yönetim ve kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaktadır. Bu sayede haksızlığın giderilmesi noktasında devlete/yönetime baskı oluşturma gayesi güdülür.

Özgürlüklerin korunması ve adaletin temini bakımından etkili bir yöntem olarak değerlendirilen sivil itaatsizlik, bir eylemin suç olduğunun bilinmesine rağmen,  verilecek cezayı da göze alarak yapılan bir eylemdir. Eylem, haksız alınan bir vergiye karşı gelme ile başlamış, değişik alanlara yayılmış ve günümüzde içi değişik şekillerde doldurulan oldukça esnek bir tanım haline gelmiştir. Kimine göre kesin suç olan eylemler, kimine göre suç unsuru taşımamaktadır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu bile son eylemlerde polise taş atanların yargılanmasıyla ilgili bir başvuruyu “düşünce ve kanaat açıklama yöntemi” olarak değerlendirmiştir[2].

Halbuki ortada MEB’nın özel öğretim kurumlarının açılmasına ilişkin olarak düzenlediği bir yönetmelik var. Özel öğretim kurumu açmak isteyen herkes, burada öngörülen şartları yerine getirdikten sonra bakanlığa başvuruda buluyor; yapılan incelemelerden sonra da gerekli izinler verilip eğitim öğretime başlanması sağlanıyor. Kavga etmeye, okul yakmaya ne hacet.

Kürtlerin, biz okul açmak istiyoruz diye bir talepleri oldu da geri mi çevrildi? Kaldı ki Kürtçenin öğrenilmesi konusundaki talepler için önce “özel dil kursları” üzerinden izin verildi. İngilizce, Almanca gibi Kürtçe de kurs programlarına alındı. Yoğun ilgi görmesi beklenen bu uygulamaya vatandaş ilgi göstermedi; buna karşılık “anadilinin para verilerek öğrenilmesi” uygulamasının doğru olmadığı, devletin bu talebi okullarda karşılaması gerektiği görüşü öne sürüldü[3]. Bunun üzerine anayasa ve yasalardaki düzenlemeler yapılarak Kürtçenin devlet okullarında öğretilmesi yönündeki taleplere olumlu karşılık verildi.

Mardin Artuklu Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Türkiye'de Yaşayan Diller Enstitüsü’nün “Kürt Dili ve Kültürü Ana Bilim Dalı” bünyesinde “Kürtçe Tezli Yüksek Lisans” programı açılarak Zazaca ve Kurmancca öğretimi başladı. Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kürt Dili ve Kültürü Ana bilim Dalı’nda tezli ve tezsiz yüksek lisans programları açılarak gereksinim duyulan öğretmenlerin yetiştirilmesi için gerekli altyapılar oluşturuldu.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren geçerli olacak haftalık ders çizelgesinde yerel dil ve lehçelerin devlet okullarında seçmeli ders olarak okutulmasına imkan sağlayacak gerekli düzenlemeyi yaptı ve ”Yaşayan Diller ve Lehçeler” dersine yer verdi. Böylece sadece Kürtçe değil, diğer yerel dillerde de eğitim verilmesinin önü açıldı. İlk yıl gösterilen yoğun ilgi yerini başka alanlara bıraktı. Bu defa da eğitimin tamamının yerel dilde yapılması gerektiği konusu gündeme taşındı.

Bu tartışmalar yeni değil; hatta cumhuriyet öncesine kadar geri gidiyor. Ulusal kurtuluş savaşını birlikte yaptık, cumhuriyeti birlikte kurduk diyen bir gruba karşı, biz de kendi devletimizi kurmalıydık diyen bir başka grup karşı çıkıyor ve bu tutumunu geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmek istiyor.

Bir yakınım 1977 yılında doğu illerimizden birinin bir mezrasına sınıf öğretmeni olarak atanmıştı; görev yapmak üzere gittiğinde, köylülerin direnişleriyle karşılaştığını, çocuklara Türkçe öğretilmesinin, bayrağın göndere çekilmesinin istenmediğini, ulusal marşımızın söylenilemediğini anlatıyordu. Anlatılanlara göre, geçen yıl kaldırılması büyük tartışmalara neden olan andımızın o yıllarda bile okunmasına imkan ve ihtimal yoktu.
Fotoğraf Mustafa Yalın Engin

Devlet vatandaş ilişkisinin askeri darbe ve olağanüstü hal uygulaması dönemlerinde daha can yakıcı bir hal aldığı biliniyor; burada tekrar etmeye, olumsuz anıları hatırlatmaya lüzum yok. Yaşanan olumsuzluklardan dolayı, doğu ve güneydoğu insanının bölgede görev yapan kamu görevlilerine mesafeli yaklaştığı ve özellikle öğretmenlere karşı giderek artan bir baskının uygulandığı herkesin malumu. Yaşanmış pek çok örnek olmasına karşın, sadece birini hatırlatmak isterim. 1993 yılında Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde “Bayrağımızın dalgalandığı her yere giderim” diyerek yola çıkan ve tek amacı karanlığa ışık tutmak, çocuklara okuma-yazma öğretmek olan Neşe Alten (1972-26.10.1993) öğretmen, idealizminin bedelini canı ile ödedi.

Geçmişte devletten talebi olanlar ve bu talepleri karşılık bulmayanlar masum insanların canını alarak, okulları yakarak sivil itaatsizlik yapıyor.

Anadili öğrenme talebini okul yakarak, “yerel kaynaklarımızdan ürettiğiniz enerjiden kazandığınız paraları bize aktarmıyorsunuz” diye ortaya çıkıp, vatandaşa elektrik parasını ödetmeyip, türlü gerekçelerle adeta “sivil itaatsizlik” yapmaya teşvik etmek, barışa giden yol olarak adlandırılan “çözüm süreci” ile ne kadar bağdaşıyor? Yaşananların doğru tanımlanması, adının iyi koyulması gerekir. Bu eylemler, “Siyasi ve ekonomik özerklik istiyoruz[4]” diyen, karnından konuşan, paydaşlarını niyet okumaya zorlayan görüşün dışa yansıması olup, sıradan yurttaşların öne sürdüğü bahaneler değil; daha örgütlü davranan iç ve dış paydaşların birlikte planladığı bir politikadır ve sorumlu davranmayı gerektirmektedir.

Bu satırları yazdığım gün, ülkemizde Gaziler Günü münasebetiyle törenler düzenleniyor, terörden muzdarip insanlar duygularını anlatıyordu. Bir vali "Bu milletin vatanı, milleti için bütün değerleri için verdiği mücadelenin bitmemesini diliyoruz. Mücadele biterse vatan bitmiş demektir" diye nutuk çekerken, bir muharip gazi de şu sözlerle sitem ediyordu[5]:

Ne yazık ki bu toprak için canımızı verme şerefine eremedik. Fakat bu toprak için canını verme şerefine eren şehitlerimiz ile yan yana savaşma onurunu yaşadık. Bir elimize şehadet kapısının tokmağı dokunurken diğer elimizle geçip giden zamanın kapısının kolunu tutmaktayız. Belki de bu şehadet kapısının tokmağına dokunduğumuz için, ölümün nefesini soluduğumuz için, düşmanın hain suratını defalarca gördüğümüz için bu mücadeleyi, bu kana kan, göze göz, dişe diş mücadeleyi duymayanları, duyamayanlara, hissetmeyenlere, hissedemeyenlere duyurmak, anlatmak bize düşer. Biz Diyadin'de kurşun yiyen kardeşimizi de Saray'da şehit olan teğmenimizi de Abalı'da havalanan karakolumuzu da iliklerimize kadar hissettik. Günlerce açılmayan yollara, yakılan okullara ses çıkarmayan yöneticileri de gördük, duyduk ve ıstırabını çektik. Fakat biliyoruz ki görmeden ümit ettiğimiz bu vatan için ölürsek yazılsın kabrimize vatan mahsun, biz mahsun.

Geride bıraktığımız ve onlarca yıl süren, binlerce insanın hayatını kaybettiği acılı günlerden sonra yaşananlardan çok dersler çıkarıldı; “kavga etmek yerine barışalım” dendi. Gerçekten, gelin artık, bu sürece destek olalım; barışalım, hayatı kolay ve anlamlı kılalım. Onca sorunun çözümünü biraz da zamana yayalım.

Unutulmamalı ki Türkiye, dünyanın pek çok yerinde yaşayan mazlum milletler için hala bir umut ülkesi. Bugünlerde saat başı dinlediğim haberlerde bazen Suriyelilerin bazen Iraklıların sınırları zorladığı, milyonlarca canın Türkiye’ye sığındığı, bu sayının geriden gelmesi beklenenlerle birlikte daha da artacağı belirtiliyordu. Televizyonlarda bir ananın iki aylık bebeğini terk ederek Türkiye’ye kaçtığı; parçalanan ailelerin yürekleri sızlatan türlü çeşit öyküleri, insanlık dramları anlatılıyordu.

Bunlardan ders veya dersler çıkaralım. Hangi kesimden olursa olsun, halen Türkiye’de yaşayan ve bu topraklardan beslenen, bu ülkenin kaynaklarıyla yetişen aydınlar, münevverler bugünlerde ateşle imtihan oluyorlar. Başta siyasetçilerimiz olmak üzere herkesin azami sorumluluk bilinciyle hareket etmesi, kişisel menfaat ve hırslarına yenik düşmemesi, ülkenin topyekûn menfaatleri etrafında birleşmesi gerekiyor. Zira, verilecek olumsuz bir mesajın telafisi güç bedelleri olabilir.

Türkiye gelişiyor, dönüşüyor; buna karşın istikrarsızlığa sürüklenmeye çalışılıyor. Hantal bürokrasinin yeniden yapılandırılması; kanayan sorunlara yaşanan günün ötesinde ufuk açısı çözümler üretilmesi zaman alıyor. Sorunlara çözüm üretmesi gereken entelektüellerin siyasal bağnazlıktan sıyrılması ve konuyu ideolojik değil, ülke yararına kaygılarla değerlendirmesi, sahada çalışanlara yol ve yön göstermesi, yardımcı olması gerekiyor.

Bu bağlamda, pek çok insanın farkında olmadığı, sessiz ve derinden yürütülen önemli projeler var. Onlardan biri doğu illerimizdeki çocuklarımızın okula devam oranlarının artırılması ve okul başarılarının sürdürülebilir hale getirilmesine ilişkin. Adına İlköğretim Kurumlarına Devam Oranlarının Artırılması Teknik Destek Projesi (TR2010/0136.05-01/001) demişler. AB ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse ediliyor; MEB tarafından yürütülüyor[6]. Çok dilli eğitim, yabancı dil öğretimi, anadili öğretimi gibi çeşitli ayakları var ve bunlardan biri ve belki de en önemlisi anadilde eğitim sorununa çözüm arayan ayağı.

Şu veya bu kesimden, ister dağdan ister ovadan, türlü çeşit hesaplar yapanlar ile bunların paydaş grupları, sahip oldukları ekonomik kaynakların kurutulması, bölge insanlarının üzerindeki etkinliklerinin giderek azalması ile tedirgin oluyorlar. Çözüm arama derken; siyasi otoritenin, bürokrasinin Türkiye eğitim sistemindeki sorunların çözümü üzerine gerçekten kafa yorduğunu, projeler ürettiğini görmek, iyi örnek uygulamaları yapanları yüreklendirmek ve daha iyileri için de çözüm önerileri sunmak lazım. Çözüm aramaya, sorun çözmeye, kültürler arasında bağ kurmaya, mevcut bağları pekiştirmeye yönelik çalışmalar, ne kadar iyi ne kadar başarılı olursa olsun, gerilimden nemalanmaya alışmış, varlık nedenleri tam da ülkede yaşanan sorunlardan beslenen bir kesimin işine gelmiyor; dolayısıyla yapılan başarılı çalışmalar da ya tamamen yok sayılıyor ya da çeşitli engeller ve engellemelerle değersizleştirilmeye çalışılıyor.

Dolayısıyla “Analar ağlamasın!” diye nutuk çekenlerin, “ana” dertlerinin annelerin ağlaması olduğundan; anadili derken de ana sütü gibi helal bir dilin peşinde olup olmadıklarından endişelerim var.

İster doğu, ister batı olsun, bu ülkede yaşayan herkesin ana sorunu iştir, aştır. Karnı tok, sırtı pek yurttaşların sonraki ihtiyaçları da eğitim, sağlık ve adalettir. Varlığımız elbette bu millete armağan olsun; lakin bizler hediyelik eşya muamelesi görmek yerine, eşit yurttaşlar olmak istiyoruz! Zira, gelişmiş ülkelerde devlet, millet ortak gelecek için farklılıkları zenginlik olarak görüp ona göre organize olur. Ülkede bu bilinç gelişmeye, yerleşmeye başladı. Cumhuriyeti kurduğunu savunan elitlerin dönüşememesi, politikalarını geliştirememesi, ülkeyi sosyolojik olarak karmaşık bir sürece soktu. Olay kimilerinin öne sürdüğü gibi ne din, ne başka bir şey. Eşit yurttaşlık, değer yaratma ve yaratılan değerlere sahip çıkma ve eşit pay alma konusu. Eğitim de sağlık da bu dönüşümleri görmek lazım. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yegâne sınıf atlama aracı olan eğitimin elit bir kesimin tekelinden çıkması, sıradan insanların da eğitim alarak ekonomik ve sosyal refahını artırması ve yöneten kesime paydaş olması söz konusu.

Bugün, bütün farklarımızı bir kenara bırakıp inatlaşmak yerine konuşmak, halleşmek gerekiyor. Geçmişin hatalarını, bugünün sorunu gibi tekrar gündeme getirmenin, öznel menfaatlerin peşinde koşmanın anlamı ve gereği yok. Mahpus damlarında yaşanan dramların hatırlatılmasının ve zihinlerin bulandırılmasının lüzumu yok. Camide, kilisede, havrada veya cem olunan her yerde dileyen dilediği gibi sosyal, kültürel hayatına devam etsin.

İnsanları anadili öğretimi diye ayrıştırmanın gereği de lüzumu da yok. Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle, iyileştirmelerle isteyenin istediği dili öğrenmesinin önünde her hangi bir engel kalmadı. Anadolu insanının deyimiyle, “sabırla koruk helva olurmuş” ya o misal. İşin sırrı biraz daha sabır, biraz daha hoşgörüde.

Bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre, bir sınıfta aynı anda hem Türkçe, hem yerel dilde eğitim veremezsiniz. Verseniz bile bu uygulamayı ileri eğitim basamaklarına taşıyamazsınız. Bunlar örneğin Kanada gibi çok uluslu, çok dilli gelişmiş ülkelerde 1969 yılından itibaren denenmiş ve başarılı sonuçlar alınamayınca Quebec eyaleti dışında terk edilmiş uygulamalardır. Atalarımız “su-i misal emsal olmaz” demişler, ya o misal. Ayrıca İsviçre de çok dilli bir politika izliyor. Bununla birlikte her ülkenin demografik yapısı birbirinden farklı.

Kanada’nın uzun bir tarihsel süreç içerisinde belirlenen ilkeler üzerine kurulu dil politikasından çoğul olarak bahsetmek gerekiyor[7]. Zira eyaletlerin demografik yapısı uyarınca, bölgesel makamlarda veya eğitim alanında uygulamaları farklılık gösteriyor. 2006 verilerine göre Kanadalıların yüzde 58’inin anadili İngilizce iken, anadilleri Fransızca olanlar ise nüfusun yüzde 22’sini oluşturuyor. Ancak Kanada’da kayda değer bir iç göç olmadığı için, resmi olarak çok dilli eyaletlerin sayısı yalnızca dört. Eğitim programlarının fiilen eyalet hükümetlerinin yetki alanına girmesi nedeniyle de eyalet kademesinde sürdürülen politikalar önem teşkil ediyor. Bu dört eyalet, Fransızca ve İngilizcenin resmi olduğu New Brunswick ile Yukon, bu iki dille beraber İnuvitçenin de resmi statüye sahip olduğu Nunavut ve yerli halkların dillerinin de tanındığı Northwest Territories. Quebec’te ise 1969’dan beri tek resmi dil Fransızcayken, diğer altı eyalette ise İngilizce.

Geçmişe değil geleceğe odaklanmalı, sevinç ve kederlerimizi paylaştığımız gibi geleceğe yönelik projelerimizde işbirliği yapmalı, “ateşle imtihan edildiğimiz” bu zor günleri aydınlık yarınlara çevirmenin planlarını birlikte yapmalıyız. Dünyanın “Türkiye, kontrol edilebilir krizlerin ülkesi” algısını boşa çıkarmalı; ayrışmanın, yumrukları sıkmanın değil; kucaklaşmanın, kırgınlıkları kardeşliğe dönüştürmenin yollarını aramalıyız. İçinde bulunduğumuz coğrafya başta olmak üzere, bütün Avrasya ateş topuna dönmek üzere. Kuzeyimizdeki ülkelerin hesapları başka; güneyimizdeki halkların dertleri başka. Neredeyse üçüncü cihan harbinin ayak sesleri hissediliyor. Önümüzdeki fırsatları iyi değerlendirmeli, gelecekte yaşanması olası kimi pişmanlıkların esiri olmamalıyız.

Bu ülkede eşit paydaşlar olarak yaşayan hiçbir yurttaşın dilini konuşması, öğrenmesi, öğretmesine kimsenin bir sözü yok. Olamaz, olmamalı. Çok dilliliğin zenginlik olduğu, yeni ufuklar açıcı olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmış. Çok dilli yetişen, geniş ufuklu, uzak görüşlü aydın gençleri tek bir dilin tutsağı olarak yaşamaya sevk edecek tek dilli uygulamalardan; kulağa hoş gelmesine karşın olumsuz sonuçlara gebe olan kimi dayatmalardan, manipülasyonlardan uzak durmalıyız.

Türkiye’nin demografik yapısı tarihin derinliklerinden kaynaklanan köklü geçmişi ve gelecek kuşaklardan ödünç alınan mirası ile adeta mahir bir ebru ustasının elinden çıkmış harika bir sanat eserine benzemektedir. Seyrine doyum olmayan bu esere, paha biçilemeyen kültürel mirasımıza sahip çıkmalı, bu mirası yok etmek yerine, her bir yerel değeri evrensel değerlerimiz olarak anlatmaya, tanıtmaya devam etmeliyiz.

Yetişen gençleri her hangi bir yerel dilin sınırlarında yaşamaya mecbur etmek yerine, onları birbirlerinin yerel dillerini de anlayacak şekilde yetiştirmeli; birbirine ölüm tuzakları kuracakları anlamsız ve kirli savaş iklimlerinin yerine sevgiyle kucaklaşacakları ortamlarını iş işten geçmeden inşa etmeye bakmalıyız[8].

İster doğuda, ister batıda maddi durumu yerinde olan herkes ne Türkçe ne de bir başka yerel dilde eğitimi düşünüyor. Bu ülkede tuzu kuru olan mutlu azınlıklar iyi eğitim almanın gereğine inanıyor; en az bir dünya dilini ileri düzeyde öğrenmeye, çocuklarına da öğretmeye çalışıyor. Biliyor ki eğitim kurtuluşa, refaha ermek; yokluk ve yoksunluğun zincirini kırmak, sınıf atlamak için birincil ve en etkili araçtır.

Türkiye coğrafyasında yaşayan, kıt kanaat imkanları ile geçinmeye çalışan saf ve temiz Anadolu çocukları, birbirinizle anlamsız yere tartışmak, kin ve nefret tohumlarını yeşertmeye çalışmak, anlamsız bir savaşı sürdürmek yerine, uyanıp kafanızı kaldırıp etrafınıza bakarsanız, ne büyük bir hazineye sahip olduğunuzun farkına varacak, ne şekilde aldatıldığınızı göreceksiniz. Böylece bu sayede bu topraklarda yeşermiş, eşitler arasından seçilmiş, yıldız gibi parlayan pek çok iyi, özgün ve güzel örnekler yardımıyla, size gerçek diye sunulan öykülerin nasıl bir yanılsamaya dayandırıldığını da anlayacaksınız.

Kaynak:
Altunel, Mesude (2011). Sivil İtaatsizlik ve Mohandas K. Gandhi. TBB Dergisi 2011/93, 443-458. URL: http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2011-93-700 (son erişim: 20.09.2014).

Not: Bu yazıyı oluşturan düşünce kırıntılarını ara başlıklarla daha kolay okunur hale getirmek, toparlamak istediysem de bütünlüğün kaybolduğunu, daha da dağıldığını gördüm. Umarım bu haliyle de kolay okunur.



[1] Ozan İke (2014). neden anadilde eğitim? diskordans. s. 23. http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/c8dcf919f8a604f_ek.pdf?dergi=D%DDSKORDANS%20DERG%DDS%DD (19.09.2014).
[2] Bkz.: Kemal Göktaş. Polise taş atma ifade yöntemi. Milliyet İnternet 19.09.2014. http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/c8dcf919f8a604f_ek.pdf?dergi=D%DDSKORDANS%20DERG%DDS%DD (19.09.2014).
[3] Dündar Sansur. Ana dilde (Kürtçe) eğitim haktır. Dündar Sansur Web Sitesi. http://www.dundarsansur.com/yazilarimdetay.asp?id=670&kategori=YAZILARIM  (Son erişim: 19.09.2014)
[4] Bkz.: İhlas Haber Ajansı: Hem siyasi hem mali özerklik istedi. http://www.iha.com.tr/haber-hem-siyasi-hem-mali-ozerklik-istedi-390711/ (son erişim: 20.09.2014).
[5] Malul Gazi Jandarma Binbaşı Mehmet Bedri Aluçlu. Hürriyet Internet. 19.09.2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27237005.asp (Son erişim: 19.09.2014)
[6] .  İlköğretim Kurumlarına Devam Oranlarının Artırılması Teknik Destek Projesi için bkz.: http://mebidap.meb.gov.tr/ (19.09.2014).
[7] Demografik açıdan Frankofonların çoğunlukta olduğu tek eyalet olan Quebec’te bile İngiliz dili ve kültürüne özellikle üst sınıfların, yani ekonomik ve siyasi yaşama egemen olan kadroların hakim olması, dil odaklı bir “var olma” (la survivance) fikri ile hareket eden halk tabanlı “Quebec” milliyetçiliğini de berberinde getirerek çift dillilik tartışmalarını başlatmış. 1969 yılında yürürlüğe giren ve federal makamlarda Fransızca ve İngilizceye eşit statü tanıyan Resmi Diller Kanununa göre, Federal Parlamento’da her iki dil de geçerli. Yasalar ve yönetmelikler her iki dile de çevrilmek zorunda. Bununla beraber, Kanadalılar federal kurumlarda bu iki dilden birinde hizmet alıyor; aynı şekilde mahkemelerde de duruşmanın gerçekleşeceği dili seçebiliyor. Ayrıca kanundaki yükümlülüklerin nasıl uygulandığı ve verdiği sonuçlar düzenli olarak denetleniyor. Benzer uygulama İsviçre’de de yürürlükte. Bkz.: Çok dilliliğin beşiği Kanada. Taraf Gazetesi. 23.12.2010. URL: http://www.taraf.com.tr/haber-cok-dilliligin-besigi-kanada-62721/ (son erişim: 20.09.2014).
[8] Türkiye’nin demografik yapısına güzel bir örnek teşkil eden Düzceli çocuklar birbirleriyle Türkçe, Tatarca, Lazca, Abazaca, Çerkezce, Gürcüce, Rumca ve kimi zaman Romanca konuşur, oynar; biraz büyüdükten sonra düğün derneklerine bile katılırdı. Marmara depreminde yaşanan felaketten sonra, şehrin demografik yapısı göç alıp vermeler nedeniyle değişince, sözü edilen diller arasına Zazaca ve Kurmancca da eklendi. Çocukların en şanssız olanları da tekdilli Türkmen çocukları idi ki onların ikinci dili öğrenme süreçleri iki dilli yaşıtlarına göre bir adım geriden geliyordu. Halkı sıkı bir hemşehrilik dayanışmasını birleştiriyor; Düzceli olmanın ötesinde kimin hangi bir etnik kökenden geldiğinin sorulması, sorgulanması bile yadırganıyordu. Büyükler arasında “Kürt Ahmet”, “Laz Hüseyin” gibi karşılıklı takılmalar, kişileri aşağılamaktan ziyade onurlandırmak için kullanılıyordu.

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...