10 Aralık 2015 Perşembe

Gar önünde yaşanan trafik kargaşası üzerine

Türkiye’nin birincil sorunu bence toplumsal suskunluğumuz. Bazıları buna sabır diyor, bazıları tevekkül. Temel değerlerimizin giderek aşınması, sorunların dayanılmaz olması ve hayatımıza doğrudan etki eden daha pek çok durum karşısında vurdumduymaz tutumumuzu sürdürüyoruz. Hâlbuki yazmamız; söylememiz lazım.

Ben sıradan bir yurttaş olarak oluşturduğum bu sanal ortamda “dünden sonra, yaşadığımız güne dair tespitlerimi, yarından önce” yazıya dökerken, bulunduğumuz çevreyi daha yaşanılır hale getirmeye çalışanları da bir ölçüde uyarmaya çalışıyorum. Hem böylece yaşadığımız yakın çevreden başlayıp halka halka genişleyerek, topluma ve sorunlarına ilgi gösterip, bizi yetiştirenlere karşı olan görev ve yükümlülüklerimizi bir parça yerine getirmeye çalışıyorum.

Geriye doğru baktığımda, burada Eskişehir’de Eskişehirlilerin yaşadığı trafik sorununa ilişkin epey yazı yayımlamış olduğumu görüyorum[1]. Kimi okuyucular geçmişte trafik konusunda sivil toplum gönüllüsü olarak yaptığım akademik ve toplumsal çalışmalardan haberdar olmadığından bu konuda yazı yazıyor olmamı sorguluyor olabilirler. Olsun. Yaşadıklarımdan edindiklerim bana yol gösteriyor. Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası” adlı eserinde ortaya koyduğu ve benim de hayatta benimsediğim yaklaşıma göre “aydın insan çağının tanığıdır”; aynı zamanda onu değiştiren, yönlendiren ve toplumu güdüleyen bir görev ve gösterime sahiptir. Dolayısı ile ben de gördüklerimi yazıyor; bildiklerimi paylaşıyorum. Zaten bilimsel etik anlayışı da bilmediğini öğrenmeyi, bildiklerini de öğretmeyi öngörüyor.

Bu yazımda Eskişehirlilerin yaşadığı trafik sorunlarından en belirgin olanlarından biri üzerine görüş ve önerilerimi sunacağım. Biliyorum ki görmesini bilen gözler için bu şehrin sorunları saymayla bitmez. Konu gar binası önündeki trafik yoğunluğunun giderilmesi hakkında olacak.

Bilindiği üzere bir şehirde zaman zaman yapılan kimi trafik düzenlemeleri bir kısım vatandaşın hayatını kolaylaştırırken, bir kısmın hayatını daha karmaşık hale getirebiliyor. Eskişehir’deki trafik akışı da uzunca bir süre tartışılıyor. Altyapı yetersizliği, trafik lambalarının yeşil dalgaya ayarlanamaması, tramvayların güzergâhı ve lastik tekerlekli araçlarla eşgüdümün sağlanamaması, sürücülerin ve yayaların trafik kurallarına yeterince riayet etmemeleri ve daha diğerleri.

Konuyu uzatmadan herkesin gördüğü, yaşadığı soruna gelelim.

Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi, Mustafa Kemal Atatürk Caddesi istikametinden İsmet İnönü 1 Caddesine doğru tek yönlü olarak işliyor. Araçlar da caddeye sağlı sollu park edebiliyorlar.

İstasyon Caddesi de Kızılcıklı’ya alternatif olarak İsmet İnönü Caddesi girişinden itibaren M. Kemal Atatürk Caddesi istikametine tek yönlü iken bu uygulamaya son verildi ve cadde iki yönlü olarak trafiğe açıldı. Bundan sonra zaten sıkışık olan trafik Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi kavşağındaki trafik lambasından itibaren M. Kemal Atatürk Caddesi - İstasyon Caddesi bağlamında gar geçişinde adeta kördüğüm haline geldi.

İsmet İnönü 1 Caddesi istikametinden istasyon caddesine gelen araçlar, Dumlupınar İlkokulu önünden İstasyon Caddesi’ni geçip M. Kemal Atatürk Caddesi istikametine devam ederken, Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi kavşağındaki lambalara kadar büyük bir yoğunluk yaşanıyor. Aynı şekilde Porsuk Bulvarı ile M. Kemal Atatürk Caddesi üzerinden gelen araçlar, İstasyon Caddesi üzerinden İsmet İnönü 1 Caddesine geçmek üzere gar istikametine doğru yöneldiklerinde, karşı İsmet İnönü 1 Caddesi yönden gelen araç trafiği özellikle gar binası önünde kilitleniyor.  Bu trafik yoğunluğu yüksek hızlı trenlerin geliş saatlerinde gar önünde park eden özel araçlar ile ticari taksilerin üç, dört sıra park etmesi, yolun geliş-gidişlerinin de tıkanmasına neden oluyor.

İnanıyorum ki İsmet İnönü 1 Caddesi üzerinden şehre gelen sürücüler Espark AVM önündeki dönel kavşaktan İstasyon Caddesi istikametine zorunlu olarak yönlendirilmek yerine, dileyen sürücülerin bu kavşaktan Kanatlı AVM önüne kadar devam edebilmesi ve Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi üzerindeki iki yönlü araç parkının kaldırılarak, caddenin iki yönlü trafiğe açılması halinde, İstasyon Caddesi üzerindeki trafik yoğunluğu ortadan kalkabilecektir.

Öte yandan, Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi iki yönlü trafiğe açıldığında, M. Kemal Atatürk Caddesi üzerinden gelen sürücüler zorunlu olarak İstasyon Caddesi üzerinden değil, diledikleri takdirde Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi üzerinden Nayman Sokağı geçerek Cengiz Topel Caddesi’ne ve oradan Üniversite Caddesi/Bulvarına devam edecek veya Kanatlı AVM önünden İsmet İnönü 1 Caddesi üzerinden Tepebaşı istikametine devam edebilecektir.  Hal böyle olunca da Gar önündeki yoğunluk ortadan kalkacaktır.

Aynı şekilde Üniversite Bulvarı ile İsmet İnönü Bulvarı da Siloönü Sokak veya bir başka alternatif ile İbis Hotel önünden birleştirilebilir. Böylece Hem İsmet İnönü Caddesi, Cengiz Topel-Üniversite Bulvarı bağlantısı ve hem de İstasyon Caddesi M. Kemal Atatürk Bulvarı bağlantısı rahatlayabilir.

Burada üzerinde durmak istediğim bir diğer konu da DDY’nın özel otobüs şirketleri ile yaptığı anlaşmalara bağlı olarak, Ankara veya İstanbul istikametinden gelip otobüs ile komşu illere devam etmek isteyen yolcuların durumudur. Yolcu almak üzere gelen otobüslerin gardan ayrılırken M. Kemal Atatürk Caddesi üzerine çıkmadan, doğrudan Demirsoy Sokak üzerinden geçip Porsuk Bulvarı güzergâhına devam etmesi ve böylece Porsuk Bulvarında oluşan trafik yoğunluğuna karışmadan Basın Şehitleri Caddesi veya Ali Fuat Güven Bulvarı üzerinden devam etmelerine imkân sağlanacaktır.

Bir diğer konu da Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi-M.Kemal Atatürk Caddesi-Porsuk Bulvarı dörtyol kavşağındaki trafik lambalarının düzenlenmesi ve gar istikametinden gelen dolmuş, otobüs gibi toplu taşıma araçlarının Porsuk Bulvarına döndükten sonraki gelişigüzel durmaları ve yolcu-indirip bindirmeleri hususudur. Porsuk Bulvarı üzerinden gelen araçlar için yanan yeşil ışıkta üç-dört araç geçebilmektedir. Kavşak içindeki durak, trafiği aksatmaktadır. Burada yolcu indirip bindirmek için duran araçlar, akan trafiğin kilitlenmesine neden olmaktadır. Yoğunluğun ve tıkanıklığın azaltılabilmesi için durağın Devlet Hastanesi Zübeyde Hanım Yerleşkesi yanına cep yapılmak suretiyle daha ileri alınması sağlanabilir.

Gar önündeki trafik yoğunluğunda yolcu karşılamaya gelen vatandaşların özel araçlarını park edecek mahal bulmakta zorluk çekmeleri de bir diğer faktör olarak göz önüne alınabilir. Ara sokaklardaki “özel otoparklar” çalışma ruhsatları ile ilişkili olarak kapatılınca, ana cadde üzerinde bir yoğunlaşma görülmektedir. Ticari taksiler için ayrılan park alanının öngörülenin 1,5 katı kadar uzatılmış olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra gerek ticari taksiler gerekse özel araçlar gar binası önünde dört sıraya kadar bekleme yapmakta ve trafiğin kilitlenmesine neden olmaktadır.
Ticari taksiler ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, yeri gelmişken belirteyim: Taksilerin tepe lambalarında yer alan “Taksi” yazısının, son dönemde “Taxi” şekline dönüşmeye başladığı; kimi araçların “sarı” renklerinin de değişik tonları almaya başladığı dikkati çekmektedir. Bunların trafik kontrollerinden nasıl geçtiğini merak etmiyorum.

“Avrupa kenti olma” sloganı ile çağdaş hayattan kesitler sunan şehir yönetiminin, ilgili birimlerinde burada gündeme getirilen görüş ve önerilerin kayda değer görüleceği umuduyla…



[1] Eskişehirli sürücülere yasak yok... (7 Ekim 2009). http://m-cakir.blogspot.com.tr/2009/10/eskisehirlilere-yasak-yok.html
Eskişehirlilerin şehiriçin ulaşımı (4 Şubat 2009). http://m-cakir.blogspot.com.tr/2009/02/eskisehirlilerin-sehirici-ulasm.html
Eskişehirlilerin trafik sorunlarına ilişkin (4 Nisan 2010). http://m-cakir.blogspot.com.tr/2010/04/eskisehirlilerin-trafik-sorunlarna.html
Eskişehirlilerin trafik sorunu (25 Kasım 2013). http://m-cakir.blogspot.com.tr/2013/11/eskisehirlilerin-trafik-sorunu.html

2 Aralık 2015 Çarşamba

Okullarda akran zorbalığı

Çocuklar ve gençler, birbirleri ile en güzel ve en özel anlarını eğitim hayatında paylaşır; yaşanan kimi ortak anların hatırasını da ömür boyu taşırlar. Bu yaşanmışlıklar, gelecekte yaşanacak zaman dilimi ile geçmişte kalan anılar arasında bazen kalıcı dostluklar, bazen de unutulmaz gönül kırıklıkları şeklinde iz bırakır. Hiç kimse, bir ilişkiye başlarken geride gönül kırıklıkları bırakmak niyeti taşımaz; bununla birlikte ilişkilere karşılıklı özen gösterilmez, arkadaşlık ve dostluğa değer verilmezse insanın doğasında var olan saldırgan davranışlar, kızgınlık ve öfke durumları kontrol altına alınamaz. Bunların dışa yansıması ile yaşanan olumsuzluklar ve kişiler arasında yaşanan şiddet ilişkilere zarar verdiği gibi, hiç de arzu edilmeyen, telafisi imkânsız sonuçlara da neden olabilir.

Bilimsel olarak "okullarda akran zorbalığı" diye tanımlanan durumlar okul çağındaki çocuk ve gençlerin ilişkilerine ve hayatına zarar verebilmektedir. Çünkü okul çağındaki çocukların özellikle ergenlik veya gelişim dönemlerinde birbirlerine karşı takındığı olumsuz tutumlar, gerekli koruyucu ve önleyici tedbirler ihmal edilirse, kalıcı sorunların ortaya çıkmasına ve gençlerin bu sorunlardan ciddi şekilde etkilenerek ömür boyu sorunlu bireyler olarak yaşamasına neden olabilir.

Okullarda akran zorbalığı denildiğinde, öğrencilerin birbirlerine karşı tekme ya da tokat atması; itmesi, çekmesi, dürtmesi; birbirlerini dövme tehdidinde bulunması; korkutması, sözle sataşması, alay etmesi, dalga geçmesi, küçük düşürmeye çalışması, öğrencinin ailesine hakaret edilmesi, hoşa gitmeyen isim takılması, hakkında söylenti çıkarıp türlü iletişim kanalları üzerinden yayılması, arkadaş gruplarından dışlayarak yalnız bırakılması, oyun, kulüp çalışmaları ve diğer etkinliklere alınmaması veya engel olunması, karşıdakinin kendini kötü hissetmesine neden olacak sözler söylenmesi gibi davranışlardan birini veya birden fazlasının hedef olarak seçilen öğrenciye karşı uygulamasıdır.

Öğrencilerin sınıfta, koridorda, okul çevresinde, öğrenci servislerinde, iletişim araçları ile (telefon, internet gibi) mahallerde hedef seçtikleri öğrenciyi aşağılama ve küçük düşürme gibi eylemleri sürdürülmesi az rastlanan bir durum olmaktan çıkmıştır.

Anadolu’da ebeveynlere, çocukların tartışmasına müdahil olunmaması önerilir. Çünkü gençler ve çocuklar arasında yaşananlara müdahil olmak olayların daha da büyümesine neden olacaktır. Bunun yerine, çocukların kendi sorunlarını kendilerinin çözmesini beklemek önerilmektedir. Böylece, çocukların yaşananlar sonucunda kendi sınırlarını, haklarını ve taleplerini fark edeceği; anlaşma yapmayı öğrenecekleri varsayılmaktadır.

Okullarda yaşanan akran zorbalığı bu durumdan farklı özellikler taşımaktadır ve zamanında müdahale edilmesi gerekir. Çünkü bazı hassas yapılı, içe dönük, kaygılı, çekingen çocuklar zorbaca davranışlara maruz kaldıklarında bu durumdan olumsuz etkilenmektedir. Çünkü bu çocuklar bu durumlara nadiren karşı koyabilmekte, anne-babalarına bağımlı olmaları nedeniyle, yaşadıkları olumsuzluklarla karşı koyamamaktadır. Bu durum onlarda korku ve endişe, okulu sevmeme ve okula devam etmeme, okuldan kaçma, kaygı, kızgınlık ve çaresizlik duygusu, bazı kronik hastalıkların oluşması, özgüvenin azalması gibi sonuçlar doğurabilir. Hatta bazı durumlarda öğrencinin eğitim hayatına son vermesi gibi arzu edilmeyen durumlara kadar varan sorunlar da yaşanabilir.

Çocuklarının kırılgan yapısının, yaşadığı sorunların farkına varmayan veya varamayan kimi aileler, çocuğunun yarım kalan eğitim hayatı ile ilgili olarak yaptıkları değerlendirmelerde “çocuk okula gitmedi, okuldan kaçtı, sonunda da okuldan soğudu, okulu bıraktı” gibi gerekçeler üretir. Hâlbuki akranlarının baskısından bunalan çocuk, kaynağı okul ve arkadaşları ile ilişkilendirilebilen ciddi sıkıntılar yaşamış ve bu sıkıntılar nedeniyle, okul fobisi diye tanımlanan bir psikolojik rahatsızlık yaşamıştır. Bu nedenle okula devam edemeyen, devamsızlık yapan öğrencilerin özenle takip edilmesi, devamsızlık nedenlerinin de okulda görevli uzman rehberlik öğretmenleri vasıtasıyla kayıt altına alınması, okul-öğrenci-veli görüşmeleri ile devamsızlığın altında yatan gerçek nedenin ortaya çıkarılması gerekir. Ailelerin akut durumlarda aile danışma merkezlerinden, psikologlardan veya duruma göre psikiyatri kliniğine başvurarak uzman hekimlerden profesyonel destek alması önerilmelidir.

Ailelerin bu süreçte psikolojik bakımdan oldukça zor bir dönemden geçeceğini, kendilerini veya çocuklarını suçlamak yerine sabırlı davranmalarını hatırlatmakta yarar var. Ayrıca kendini güçsüz, sorunları ile başa çıkamayacak kadar çaresiz, arkadaş ve aile çevresinde değersiz, okula devam edemediği için akademik açıdan başarısız, işe yaramayan bir birey olarak gören çocukların da yaşadığı sorunla yüzleşmelerine, onların güçlendirilerek gerçek hayata döndürülmelerine yardımcı olmak gerekir.

Bu süreçte yoğun bir duygusal incinme yaşayan çocuğun sıkıntılarını ortadan kaldırmak için verilen destek hizmetleri ona değerli olduğunu hissettirmek, arkadaş çevresiyle ilişkilerini gözden geçirmesine yardımcı olmak gerekir. Bu süreçte okul, veli ve öğrenci üçgeninin iyi kurulması; öğrenci mahremiyetine özen gösterilmesi gerekir. Öte yandan çocukların ilgi alanlarına göre katılmaktan keyif alacağı sosyal, kültürel etkinliklere katılmasını sağlamak onun toplumdan izole bir yaşam sürmesi yerine, sosyalleşmesine de katkı sağlayacağı için teşvik edilmelidir. Her bir etkinliğin özellikle okul ile ilişkilendirilmesi, çocuğun okul ile ilişkisini koparmak bir yana daha da pekişmesine katkısı olacaktır. Bu süreçte okuldan ayrı kalınan süre ile okula dönüş süresinin yakından ilişkili olduğu unutulmamalı; öğrencinin mümkün olan en kısa sürede normal eğitim öğretim hayatına dönmesi sağlanmaya çalışılmalıdır.

Uzman görüşüne göre, özellikle gelişim veya ergenlik diye adlandırılan dönemde arkadaşlarına karşı olumsuz, yıkıcı tutum sergileyen ve “akran zorbası” olarak tanımlanan çocukların da gözlem altına alınması; bu çocukların sergilediği olumsuz davranışların altında yatan psikolojik nedenlerin öğrenilebilmesi ve bunların kalıcı davranış modellerine dönüşmeden profesyonel destek verilerek düzeltilmesi gerekir.  Bu öğrencilerin akranları içinde her ne şekilde olursa olsun, popüler olma veya saygı kazanma ihtiyacını bu yolla karşılamaya çalıştığı, öğrenme yaşantısı ile ilgili olumsuz deneyimler edindiği, toplumsal, sosyal ve aileden kaynaklanan bir dizi nedenin öğrencinin şiddete başvurmasına yol açtığı unutulmamalıdır. Bu öğrenciler görülen yalnızlık, içe dönme, şiddet uygulama, disiplin problemi yaşama, okul araç gerecine zarar verme isteği, küçük olaylara şiddetli tepki verme şiddet ve zorbalığın belirtileridir. Bunların benlik saygıları düşük, özgüvenleri eksik, başkalarını ve olayları kontrol etme isteği baskındır. Bunların diğer özellikleri arasında arkadaşlarını kıskanma ve yenilgiyi kabul edememe, ebeveynleri tarafından fiziksel ve psikolojik şiddete uğraması, ihmal edilmesi, arkadaş edinememesi, dışlanması, aile desteği ve yakınlığının olmaması gibi durumlar da sayılabilir. Okulda şiddetin önüne geçilebilmesi bakımından, diğer arkadaşlarına zarar veren tutumları geliştiren öğrencilerin her birine diğer öğrencilere göre ayrıcalık tanınmaması, sınırlarının belirlenmesi ve istikrarlı bir tutum geliştirilmesi de gerekir. Ayrıca ergenlik dönemindeki gençler arasında yapılacak kıyaslamanın, gençler arasında ayrışmaya, rekabete ve belki düşmanlığa yol açabileceği unutulmamalıdır. Gençlerin olumsuz davranışlarının düzeltilmemesi ve yaşam biçimine dönüşmesi halinde, bunların yetişkinlik dönemlerinde de uyumsuz ve sorun oluşturan durumlarla karşılaması ve adli vakalara karışmaları kaçınılmaz olacaktır.

Okula devam etmeyen öğrencilerde görülen diğer özellik de öğrencilerin arkadaş çevresinde edindiği olumsuz alışkanlıklarla ilgilidir. Hangi sosyal çevreden olursa olsun, öğrencilerin hayatın belli dönemlerinde dış etkilere açık olduğunu unutmadan, onlarla kurulan bağı otorite üzerine değil, sevgi çatısı altında sürdürmeye özen gösterilmelidir. Arkadaş çevresi en sıradan görünen ve aslında ciddi bir madde bağımlılığının başlangıcı sayılan sigara içme alışkanlığından tutun, alkol ve uyuşturucu bağımlılığına kadar götürebilecek tehlike ve tehditlerle doludur. Önemli olan, çocuk ve gençlerin bu duruma karşı bilinçlenmelerini sağlamak ve olumsuz durumlarda kendilerini savunma mekanizmalarını güçlendirmeye çalışmak gerekmektedir.

Sonuç olarak, gençler arasında yaşanan ilişkiler, artık basit ergen muhabbetleri olmanın ötesine geçmektedir. Bu nedenle onların hayatını baskı altına almadan, onları hayatın günlük rutini içinde izlemek; birbirlerine karşı geliştirdikleri davranış, tutum ve hitaplarının kabul edilebilirlik sınırlarına göre düzenlemelerine yardımcı olmak ve gençleri zararlı alışkanlıklardan korumak gerekir.

Okuldaki akran şiddetinin önüne geçilebilmesi, öğrencilerin zararlı alışkanlıklardan korunabilmesi için okul, aile ve öğrenci arasındaki iletişim kanallarının sürekli açık tutulmasında, okuldaki ders dışı faaliyetlere katılmakta yarar vardır. Öğretmenlerin ve diğer okul personelinin, öğrencilerin, sosyal çevrenin ve özellikle ailelerin, her ne pahasına olursa olsun, çocuklarına ilgi göstermekten kaçınmaması; aile bireylerinin birbirini sevgiyle kucaklaması ve duygularını paylaşırken de cimri davranması gerekir.

Not:
Bu çalışma Europa-Journal Aralık 2015 ve Ocak 2016 sayıları için dizi yazı olarak hazırlanmıştır. Gazeteye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.europa-journal.net/

25 Kasım 2015 Çarşamba

Öğrencilerin okula devamsızlıkları

Okullar açıldıktan sonra öğrenciler başta olmak üzere veliler ve okul yönetimlerinin en fazla üzerinde durduğu konulardan biri de öğrencilerin okula devamsızlık yapmasıdır. Araştırmalar erkek öğrencilerin kız öğrencilere göre daha fazla devamsızlık yaptığını göstermektedir. Bu durum gerekli tedbirlerin zamanında alınmaması veya alınamaması halinde kronik bir duruma dönüşür ve öğrencilerin öğrenim hayatının sonlanması ile neticelenebilir.

Eğitimciler, öğrencilerin devamsızlıklarını aralıklı ve sürekli devamsızlık olmak üzere ikiye ayırırlar. Bunlardan ilki, öğrencinin okullarına bazen gelip bazen gelmeme durumudur. İkincisi ise öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyi yeterli düzeyde olmasına rağmen, yani okula gidecek her türlü imkân sağlanmış olmasına rağmen onun fiziksel, psikolojik ve toplumsal nedenlerden kaynaklanan ve onların akademik başarısını olumsuz yönde etkileyeceği düşünülen arzu edilmeyen bir öğrenci davranışı olarak tanımlanmaktadır (Altınkurt 2008; Yılmaz 2011).

Yapılan araştırmalarda, öğrencilerin devamsızlığının tek bir nedeni olmadığı ortaya koyulmuştur. Muhtemel nedenler arasında toplum desteğinden yoksun olma, destekleyici olmayan okul ortamı, aile yaşantısının düzgün olmaması, ulaşım ve sağlık sorunları ile kişisel yetersizlikler öne çıkmaktadır.

Devamsızlık yapan öğrencilerin aile durumları incelendiğinde, genellikle babaların çalışması ve çocukların eğitimiyle annelerin daha yakından ilgilenmek durumunda kalması, babaların annelerden daha eğitimli olması, kardeşler arasında yoğun bir akademik rekabet bulunması dikkati çekmekte ve gerekli bilinçlendirmenin olmaması halinde, bu durumun devamsızlık sorununun çözümüne katkı sağlamadığı görülmektedir.

Öte yandan, öğrencilerin kendilerini başarısız görmeleri, sınavlardan aldıkları notların düşük olması, okulu sevmemeleri, dersleri yapamayacaklarına ilişkin inançları gibi nedenler onların kendilerini başarısız hissetmelerine neden olmaktadır. Öğrencilerin derslerde başarısız olacakları yönündeki yargıları, onların devamsızlık yapma ihtimalini artıran bir etkendir (Kadı 2000). Devamsızlık yapan öğrenci, derste anlatılan konuları da kaçıracağından, kaçırdığı konuları telafi etmek için ilave destek hizmetlerine gereksinim duyacaktır. Bu ilave destek hizmetlerini alamayan öğrencilerin akademik başarıları da düşecek, akademik başarıları düştükçe de okul ile olan bağları zayıflayacak ve devamsızlık konusu zamanla bir kısır döngüye dönüşecektir. Bu süreçte gerekli destek hizmetleri ve okul-aile-öğrenci işbirliği eksik kalırsa, öğrencinin okuldan diploma alamadan ayrılması söz konusu olabilecektir. Diploması olmayan bir kişinin meslek eğitimi yapması da mümkün olamayacağından, bireylerin hayatın ilerleyen aşamalarında çalışma ve sosyal güvenlik konularında da bir dizi sorunlarla karşılaşması kaçınılmaz olacaktır.

Öğrencilerin devamsızlık yapma nedenlerine gelince, yapılan araştırmalarda öğrencilerin kişisel nedenler, ailevi nedenler ve arkadaş çevresinden kaynaklanan nedenler olmak üzere üç ana konu üzerinde durduğu tespit edilmiştir (Hoşgörür ve Polat 2015: 32).

Aile kaynaklı nedenler arasında ağırlıklı olarak, öğrencinin büro temizliği vb. görece olarak daha hafif olduğu bir işe gönderilerek aile bütçesine katkı sağlamasının beklenmesi veya ailenin küçük çocuğuna bakma, sığırtmaçlık yapma gibi aile içi dayanışma ile ailelerin mevsimlik işçi olarak farklı coğrafi bölgelere göç etmesi gibi nedenler sayılabilir.

Öğrenci kaynaklı nedenler arasında öğrencilerin okulu ve dersleri sevmemesi, okulda çok zorlanması ve okulda canlarının çok sıkılması ve okulun hiç de eğlenceli bir yer olmaması gibi gerekçeler öne sürülmektedir. Bu durumda olan çocukların aileleri onların devamsızlıklarına karşı çıksa bile, onların devamsızlık yapmaya devam ettikleri, okula gitmemek için büyük bir direnç gösterdikleri görülmektedir. Öğrenci kaynaklı sürekli devamsızlık nedenleri arasında, öğrencinin sağlık sorunları yaşaması da görülmüştür ki bu durum çok yaygın değildir.

Araştırmalar, öğrencilerin eğitim sistemi ve okul koşullarının olumsuzluğunun okulu terk etme nedenleri arasında önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca okula aidiyet hissi, ders dışı faaliyetler, okulun fiziksel koşulları, öğretmen ve öğrenci ilişkileri çocukların okula devamlarının sağlanması konusunda etkili olmaktadır.

Arkadaş çevresinden kaynaklanan nedenlere gelince,  öğrencilerin devamsız yapmayı alışkanlık haline getiren arkadaşlarına uymaları ve okul dışındaki etkinliklerin daha eğlenceli olduğunu düşünmeleri dikkat çekmektedir. Ayrıca yapılan araştırmalar, öğrencilerin grup dinamiğinin etkisiyle bir grup içine girebilmek, gruba ayak uydurmak ya da grupta söz sahibi olmak için devamsızlık yapabildiklerini de göstermektedir (Arkonaç 2001; Güney 2000; Kağıtçıbaşı 1998).

Okula devam etmeyen öğrencilere gösterilen tepkiler ve tepkinin türü de önemlidir. Öğrencilerin sürekli devamsızlıkları karşısında ailelerin gösterdiği tepki, ya tepkisizlik ya da psikolojik tepkidir (kızma davranışı). Bazı aileler çocuklarının okula devamsızlığını azaltmak için herhangi bir çaba göstermemektedir. Bazı aileler çocuklarını sözlü olarak uyarırken, fiziksel şiddet uygulamamaktadır.

Çocuğun devamsızlık yapmasına tepki gösterilmemesi, yönlendirme yapılmaması, öğrencinin istenmeyen bu davranışı pekiştirmesine neden olabileceği gibi, çocuğa psikolojik tepki (kızma vd.) vermenin de davranışta geçici bir düzelme sağlamakla birlikte kalıcı bir düzelme sağlamayacağı söylenebilir.

Okul yöneticilerinin gösterdiği tepki ise öğrenci ile karşılıklı konuşma (iletişim), tepkisizlik veya psikolojik tepki davranışı şeklinde olmaktadır. Öğretmenlerin tepkileri ise farklı olmaktadır. Kimi branş öğretmenlerinin devamsızlık yapan öğrenciler ile özel görüşmeler yapmasının dışında, öğretmenlerin ağırlıklı olarak devamsızlık yapan öğrenciye tepki göstermediği, kendileriyle ilgilenmediği, herhangi bir iletişime geçmediği ve devamsızlıklarının üzerinde durmadığı görülmektedir.

Sürekli devamsızlıkların önüne geçilebilmesi için alan uzmanları tarafından bazı tedbirler önerilmektedir.

Öğrencilerle yapılan görüşmelerde psikolojik nedenlerle okula gitmeyen öğrencilerin aile, okul ve alan uzmanı işbirliğiyle çocuğa destek olması ve sorunların ortadan kaldırılmasına çalışması, gerektiği hallerde profesyonel destek alınması gerekir. Profesyonel destek ile aile danışmanlığı kurumu, psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetleri uzmanı ve çocuk ve ergen psikiyatra başvurulması gibi durumlar söz konusu olabilir. Ayrıca çalışan öğrencilerin okula gitmelerine izin verilmesi, sürekli devamsızlığın arkadaş ve okul çevrelerine bağlı olarak görülmesi halinde bu çevrelerin değiştirilmesi, varsa sağlık sorunlarının çözülmesi gibi öneriler sayılabilir. Öte yandan alan uzmanları aileyle ilgili olarak gözlenen sorunlar birinci derecede önemli olduğundan, öncelikle aile içindeki sorunların çözülmesi gerektiğine dikkat çekmektedir.

Yukarıdaki nedenlerin ortadan kaldırılması ile okul devamsızlığının da ortadan kalkacağı düşünülmektedir.

KAYNAKÇA
Altınkurt, Y. (2008). “Öğrenci Devamsızlıklarının Nedenleri ve Devamsızlığın Akademik Başarıya Olan Etkisi”. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Sayı: Sayı 20. 129-142.
Arkonaç, S. (2001). Sosyal Psikoloji. İstanbul: Alfa Yayıncılık.
Güney, S. (2000). Davranış Bilimleri. Ankara: Nobel Yayıncılık.
Hoşgörür, Vural; Polat, Mustafa (2015). Ortaokul Öğrencilerinin Okula Devamsızlık Nedenleri (Söke İlçesi Örneği). MSKU Eğitim Fakültesi Dergisi. Cilt 2, Sayı 1, 25-42.
Kadı, Z. (2000). Adana ili merkezindeki ilköğretim okulu öğrencilerinin sürekli devamsızlık nedenleri. Yayımlanmamış YL-Tezi, İnönü Üniversitesi, Malatya.
Kağıtçıbaşı, Ç. (1998). Yeni İnsan ve İnsanlar: Sosyal Psikolojiye Giriş. İstanbul: Evrim.
Yılmaz, Ç. (2011). Öğrenci Devamsızlıklarının Nedenleri ve Bunu Giderme Yolları. Eğitişim Dergisi. Sayı: 29. Ocak 2011. URL: http://www.egitisim.gen.tr/site/arsiv/65-29/563-ogrenci-devamsizliginin-nedenleri.html (son erişim: 22.10.2015).
Yıldız, M. (2011). İlköğretim okulu öğrencilerinin devamsızlık nedenlerinin araştırılması. Yayımlanmamış YL Tezi. Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir.

Notlar:
1. Bu çalışma Europa-Journal Kasım 2015 sayısı için hazırlanmıştır URL: http://www.europa-journal.net/images/kolumnen/november2015/cakir112015.jpg (son erişim: 25.11.2015).
2. Yukarıda belirtilen tezler ve daha fazlası için Ulusal Tez Merkezi'ne başvurulabilir (https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi).

11 Kasım 2015 Çarşamba

Bir babanın evladına yazdığı mektup

Bugün sanal dünyadan pulsuz bir mektup gönderiyorum; bir gün okunmayı bekleyen. İleride bu satırları okurken Özdemir Asaf gibi "Bana bir mektup geldi, içinden ben çıktım" diyecek, gülecek, tebessüm edecek yahut "Ah bu babam; bir türlü uslanmıyor!" diye esip gürleyeceksin. Kim bilir?

Son günlerde bir haller oldu sana… Sorumluluklarının farkındasın. Yerine getirmek için bir dizi çaba gösteriyorsun, ama seni engelleyen iç seslerine söz geçiremiyor; tam pes etmek üzereyken, "Hadi, yeniden başlayalım." diyorsun. Bu arada bana dönüp “Beni seviyor musunuz?” diye soruyorsun. Bir başka gün, soruyu değiştirip, “Bana çok kızıyor musunuz?” diyorsun. Belli ki zihnindeki sorular ve çözüm üretmekte zorlandığın her ne ise seni çok yoruyor, meşgul ediyor. Her bir soruya ve her bir muhatabına tek tek cevap vermemek için o ortamlardan uzaklaşmayı tercih ediyorsun.

Sevgili yavrum;

insan ne kadar çabalasa da kendi gölgesinden kurtulamaz; gölgen seni hep kovalar. Sorunlar ve dertler de onlarla yüzleşilmedikçe çözüme kavuşmaz. Bunun için de güçlü olmak, sahip olunan gücün farkına varmak, sorunlarla yüzleşmek ve insan ilişkilerinde açık iletişimi tercih etmek gerekir.

Şimdi, senin için yazdıklarımı sakin kafa ile okuyup anlamaya çalış. Unutma, anneler, babalar çocuklarının mutlu olmasını, onların iyi insanlarla karşılaşmasını ve yüzlerinin her daim gülmesini ister. Bunun gerçekleşmesi için de çaba gösterir, dualar ederler.

Yaptığımız sohbetlerde, mutluluğu bir anlık duygu olarak tanımlarken, mutsuzluğu içinden söküp atamadığın ağır bir yük olarak tanımlıyorsun. Mutsuz olduğunu, bizimle paylaşımlarında son derece cimri davrandığını görüyorum. Oysa mutluluklar da paylaşıldıkça artar, mutsuzluklar ve kederler de paylaşıldıkça azalırmış.

Elbette, her yeni gün, bir önceki güne göre daha fazla kazanımlara sahip olmak isteyebilirsin ve hayal ettiklerine ulaşamayınca, istediğin kimi hedeflere ulaşamayınca mutsuz olabilirsin. Hayatın olumsuzluklarına değil, olumlu yönlerine yoğunlaşırsan, mutlu olmak için pek çok nedenlerinin olduğunu bizzat görecek; rahatlayacaksın.

Biliyor musun? İnsanlar hayatta her zaman kazanmayı, başarılı olmayı ve bunlara karşılık olarak da taltif edilmeyi, ödüllendirilmeyi arzu ederler. Ama hayatta kazanmak kadar, kaybetmek de var. Sen hayatta elde ettiğin ve bundan sonra da elde edeceğini umduğun nice başarılarla sevineceğin gibi, karşılaşabileceğin kimi olumsuzluklarla yüzleşmeyi ve sonuçlarına göğüs germeyi de öğreneceksin. Kaybettiklerine karşı, kendini güçsüz, çaresiz hissetmek yerine, bunlardan dersler çıkarmayı öncelemelisin. Kaybettiklerinden elde edeceğin kazanımlar ve tecrübeler senin bir sonraki aşamada daha güçlü olmana yardım edecek. Senin asıl gücün elinde, avucunda olan maddi varlıklar değil, yüreğinde biriktirdiğin insan sevgisinde gizli. Bu sevgi ile her türlü zorluğun üstesinden gelecek güce sahip olduğunu unutma. Asıl zenginlik, mal, mülk ve parada değil; insanın yüreğinde taşıdığı sevgi, çevresinde biriktirdiği dostlarında ve dostluklarındadır. Bunlardan uzak olanların hayatlarında huzur ve gerçek mutluluktan söz etmek zordur. 

Sen yüreğinde taşıdığın sınırsız sevgi ve hoşgörü nedeniyle, kimi insanlara hak ettikleri şekilde karşılık verememenin yükünü, acısını çekiyor olabilirsin. Bugünlerde yaşadığın sıkıntıların geçici olduğunu unutma. Kazanılan kimi başarılar da sabun köpüğü gibi gelip geçicidir. İnsanın hayatta elde edeceği gerçek kazanımı, “adam gibi adam” olabilmektir. Sen yüreğindeki masumiyeti kaybetmemeye bak; pes etme. Yaşadığın deneyimler, maruz kaldığın kıskançlıklar, hoyratlıklar, küstahlıklar yüreğindeki masumiyeti, insanlara duyduğun sevgiyi eksiltmesin.

Evladım;

bugün yaşadığın deneyimler sayesinde, gelecekte daha iyi olabilmek için kimi zaman kaybetmek gerektiğini de öğreniyorsun. Sen sen ol, küçük menfaatler peşinde koşup dostlarını kırma; kimsenin canını yakma. Kimsenin ahını alma. Bu dünyadaki en ağır yük, bir başkasının ahı ile yaşamaktır. Başarının ölçüsü, sadece okul sıralarında alınan yüksek notlar değildir. Gerçek başarı, insanın hayatı boyunca yaşadıklarından dersler çıkarabilmesi, ihanete uğradığında hainleri tanıması, bütün zor şartlarda kendine olan güvenini, saygısını yitirmeden yoluna devam edebilmesi ve nihayet kendine ve doğru bildiği değerlerine ihanet etmemesi ve insanca, insan onuruna uygun bir hayat sürmeyi başarabilmesidir.

Dedim ya başarı diye adlandırılan kimi günübirlik kazanımlar, bazen bir sam yeli gibi sıcak bir esinti, sabun köpüğü gibi bir yürek kabarması, gönül işidir ki çabucak gelir geçer. Önemli olan, vicdanında hissettiğin gerçeklerdir. İhanetler, en çok ihanet eden hainlerin yüreğinde kir, pas ve ömür boyu silinmeyecek izler bırakır. Sen, yüreğinde eziklik, vicdanında ağır bir yükle yaşamak yerine bazen kaybetmeyi de öğreniyorsun; kaybetmek, yeniden başlayabilmek, başarının ikiz kardeşidir; deneyimler insanı güçlendirir. 

Bir şeylere sahip olmaktan ziyade, kendin olmak için yaşamak, karanlıkta yanan mum gibi etrafı ışıtırken, kendisinin bittiğinin farkına var(a)mamak da kimi zaman başarıdır, kızım.

Biliyorsun? Gecelerin en parlak yıldızı, gün ağardığında yerini güneşe bırakır; karanlık gecede parlayan yıldızın gün aydınlandığında esamisi okunmaz. Her gecenin bir sabahı, her aydınlık günün bir akşamı vardır. Başarısızlığı tatmadan, başarının; hüznü tatmadan mutluluğun anlamını kavrayamaz, kıymetini bilemeyiz.  Tıpkı küçükken tahteravelli oynadığımız günlerdeki gibi, hayatta bazen iner, bazen yukarı çıkarsın. Aşağı inerken yukarı çıkacağını, yukarıda iken de aşağıya inebileceğinin hesabını yapmalı insan...

Yani, güzel kızım, bazen başarıyı, bazen de başarısızlığı yaşayacak; hüznü, ihaneti tadarak güçleneceksin. Hayat böyle bir yolculuk. Bu yolculukta yorulmamayı, pes etmemeyi, her çıkmaz sokağa döndüğünü düşündüğün anda yeni bir yol bulup, yolculuğa çıkabilmenin bir kazanım olduğunu öğrenerek göreceksin. Kimi zaman hiç ummadığın bir anda, hiç beklemediğin kişilerin seni tökezletmeye çalıştığını görmek, hiç ummadığın bir kişiden de insanca yardımlar görmek seni şaşırtmasın; şüphesiz, bütün yaşadıkların deneyim hanene olumlu yansıyacak. Kazanan yine sen olacaksın.

Ben, baban olarak, sana hayatta başarılı olman için ihtiyaç duyduğun her türlü desteği her an sağlayabilir miyim? Bilemiyorum. Buna söz veremem; ama elimden geldiğince sana yardımcı olmaya çalışıyorum, çalışacağım da. Benim senin hayatındaki en değerli katkım, senin kendi ayaklarının üzerinde durabilmeni sağlamak için yardımcı olmak; kendi kararlarını almana yardımcı olmak olacak. Sen aldığın veya alacağın kararları bizlerin yönlendirmelerinden bağımsız bir şekilde uyguladığın sürece, sonuçlarına da bizzat katlanarak doğru yolu bulacaksın.

Sana doğru yolu bulabilmen için gerekli eğitimi verdiğimize; aile olarak da bir şeyi şöyle yap demek yerine davranışlarımızla yol göstermeye çalıştığımıza inanıyorum. Buna bütün yüreğimle inanıyorum ki sen de karşılaştığın her durumla ilgili olarak en doğru kararı verecek birikime sahipsin. Geçmişte bunun güzel örneklerini de gösterdin. Hak etmediğin durumlarda, hak etmediğin saldırılardan başarıyla, başın dik, alnın ak bir şekilde çıkmayı başardın. Gözünü kaybetme riski taşıdığın bir gün, bencillik etmeyip önce arkadaşını korudun; bir başka seferde ise haklı olduğun halde, bir diğer arkadaşının okuldan uzaklaştırılmaması için onu korudun, yardımcı oldun. Bizler, öğretmenlerin ve arkadaşların, bu kararlarında ne kadar doğru kararlar verdiğini gördük. Seninle gurur duyduk. Gelecekte de vereceğin kararların doğruluğu veya yanlışlığını tartışmak yerine, yanında olacağız; çünkü, kendi yolunu bulman, bu ülkeye hayırlı bir yurttaş olabilmen bizim için önemli. Sen, sıkça tekrar ettiğim gibi, kendi kararlarını alıp uygulayıp, sonuçlarından ders veya dersler çıkarabildiğin ölçüde güçleneceksin ve ben yine inanıyorum ki sen o olgunluğa daha bugünlerde çoktan ulaştın.

Senin bugüne kadar muhatap olduğun kişilerin bu olgunlaşmana katkısı oldu. Hem hayatının bundan sonraki kısmında karşına çıkacak kimi insanlar da gerek hitapları ile gerekse davranışları, hal ve hareketleri ile seni rencide edebilirler. Bunlardan kaçmamız zor. Hayatta ne olacağını, neler yaşanacağını önceden kestirmek mümkün değil. Hayatı çok da ciddiye alma; kimi zaman olumsuz bir söz duyduğunda, zihnini kurcalayan onca soruya cevap aramak yerine, "Kötü söz sahibine aittir" deyip geç. Seni kalabalığın içinde farklı kılan, bir adım öne çıkaran özelliğin, yüreğinin temizliği, her türlü hoyratlığa karşı, yaşadıklarına insanca karşılık vermek, aldığın aile terbiyesi ve bütün bunları yüzüne yansıtan duru güzelliğin. Unutma eğitiminin yanı sıra, asaletinin gücü ve yüreğindeki sevginin sıcaklığı karşılaşacağın her türlü olumsuzlukla başa çıkabilmeni sağlayacak yegane silahın olacak.

Biz sana dürüstlüğü, insan olabilmenin erdemini öğretmeye çalışırken, bazıları evlatlarına karşı biyolojik ana baba olmanın ötesinde bir sorumluluk üstlenmemişse, onları hayata hazırlama konusunda yetersizse ne gam. Bırak o hesapları da onlar yapsın. Hayatın kendisi bir okul ve yaşananlar istenmeyen sivrilikleri öyle bir yontuyor ki...

Yaşadığın fırtınaların içinde hissettiğin çaresizlik, öfke, tiksinme, iğrenme, hırs, kıskançlık, tükenmişlik, kandırılmışlık, aşağılanmışlık gibi duygular karşısında bile sırf karşındakiler üzülmesin diye nezaketinden ödün vermedin. Acını da öfkeni de içine attın, biriktirdin. Ama artık her şeyin bir taşıma kapasitesi var ki sen de yılların yükünü taşıyamadığını düşünüp pes etmeye karar verdin. Pes etmek, çaresizlerin ilk seçeneğidir. Halbuki sen bu süreçte gücünün farkına varacak, yeniden başlama cesareti gösterecek güce ve kapasiteye sahipsin.

Unutma, bazen büyükler küçüklere, öğretmen öğrencilere bazı sözleri yasaklasa da dağarcığımızda kalan kimi “yasaklı kelimeler” insanda bir rahatlama, bir savunma aracı olabiliyor. Herkes kendi dünyasına uygun insanlarla bir arada olmayı tercih etmelidir. Ama olmadı, şartlar bir arada yaşamayı gerektiyor ve sen çaresiz kaldın; bazen “yasak elmayı dişlemenin” kimseye bir zararı olmaz; aksine bir rahatlama vesilesi bile olur. Ayıplanan, yasaklanan, hor görülen kimi sözler, tam da “sigortalar atmak üzereyken” hayat kurtarıcı olabilir.  Bu kelimelerin, senin de tahmin ettiğin gibi, “küfürler” olduğunu unutma. Bu kelimelerin bazen kızarken, bazen neşelenirken, lanetler okurken veya eğitim düzeyine bakmaksızın her kesimden insanın ağzından döküldüğünü biliyor muydun? Bazı durumlarda cimri olmamanın faydasını görecek, en azından rahatladığını hissedeceksin.

Bitirirken, mektubumda söylediklerimi özetlemek isterim. Bizler, bütün aile bireyleri olarak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de her daim yanında olmaya devam edeceğiz. Senin adına kararlar almayacak, ama geleceğinle ilgili kararlar vermene yardımcı olacağız. Bilgimiz ve deneyimlerimizle sana yol göstermeye çalışacağız. Sen de büyüklerinin deneyimlerinden elde ettiği bilgileri yabana atma, küçümseme... Onlar her daim karanlıkta yol gösterici bir fener gibi yolumuzu ve zihnimizi aydınlatır. Gerek duyduğunda onlara kulak ver ve dinle.

Sıkıntı çektiğin günler, acıları ile gelir geçer; zamanla iyiye döner; tatlıya çalar. Kötü huy ise bakidir; soya çeker. Terbiye edilmemiş nefis, kor olur, insanın içini yakar, kavurur.

Gelelim, yazının başında sözünü ettiğim soruya. Sen de çok iyi biliyorsun ki seni, hiçbir karşılık beklemeden, çok ama çok seviyorum. 

Baban


12 Ekim 2015 Pazartesi

Halepçe’den Halep’e insanlık dramı ve Türkiye

Bundan yaklaşık 27 yıl öncesini hatırlıyorum. Öğrenci olarak bulunduğum Viyana Üniversitesi’nin Yeni Enstitü Binasının giriş holünde bir fotoğraf sergisi açılmıştı. Sergide Avrupalı dostlarımızın sattığı kimyasallarla katledilen binlerce insanın dramı yansıtılıyordu. O zamanlar Kuzey Irak’ta yaşayan binlerce insan can güvenliği nedeniyle akın akın Türkiye’ye geliyordu. Türkiye ise bunlara adeta kucak açmış, onların dertleri ile dertleniyordu. Katledilen masum insanlar Batılıların neredeyse umurunda bile değildi.

Günümüze gelince… Bu defa Suriye’de yeni bir oyun oynanıyor. Başrol oyuncularından Saddam gitmiş, yerine Esat gelmiş. Senaryo aynı, figüranlar değişmiş. Sıradan vatandaşlar bir lokma ekmek, bir kap sıcak yemek derdinde. Deyim yerindeyse yeni bir kavimler göçü yaşanıyor. Suriyelilerin bir kısmı denizlerden, bir kısmı da karadan olmak üzere kendilerine daha güvenli topraklar arıyor.

Suriye’de Batılı ülkelerden temin edilen silahlar ve bu ülkelerin varoşlarından devşirilen eğitimsiz cahil bir sürü insanın beş yıla yakın bir süreden beri estirdiği bir terör var. Halk iç savaş ve devlet terörü nedeniyle canından bezmiş durumda. Suriyeliler yüz binleri katleden Esat rejimi ve İran’ın ateşe benzin döken politikasının gölgesindeki DAEŞ/IŞID terör örgütünün zulmü nedeniyle perişan olmuş, yurdundan yuvasından olmuş; denizler cesetlerle dolmuş durumda.

Batı cephesinde kayda değer bir tepki görünmüyor. Ta ki bir gün Bodrum sahillerine vuran on iki kişinin cansız bedeni toplanana kadar. Bunların arasında kadınlar, erkekler ve çocuklar da vardı ki en yürek yakanı da minik Aylan Kurdi’nin dünya basınında manşet haber olan cansız bedeniydi. Aylan’ın fotoğrafı taşlaşan yürekleri biraz olsun yumuşatmayı başardı. Avrupalı da bu vesile ile mültecilere kapılarını açmaya başladı.

Almanya’da Şansölye Merkel, önemli muhalefete rağmen Suriyelileri kabul ediyor. Avusturyalıların Macaristan sınırından itibaren Almanya geçişine kadar gösterdiği ev sahipliği de dikkatlerden kaçmıyor. Buna rağmen Avrupalılar bu durumdan çok fazla etkilenmiş görünmüyor. Daha çok kendi iç dünyası ile meşgul. Yaşanan süreçlerde kendi geleceğine ilişkin kaygıları ön plana çıkarıyor. Kültürünün kimliğinin bu göç dalgası ile zarar göreceğini düşünüyor; düşünmekle kalmıyor kimi politikacılar aracılığı ile dillendiriyor. Sınır kapılarına dayanan göçmenlerin varlığını kendilerine yönelik bir tehdit olarak görüyor ve sırf bu nedenle yerel milliyetçi akımlar giderek güç kazanıyor. Siyasetçi ile devlet adamı sorumluluğunun ayırdında olanların dışında günübirlik yaşayanlar, insanları bizden ve öteki dünyadan olanlar diye ayırmakta bir sakınca görmüyorlar. Kendi değerlerini öne çıkaran zihniyet, göçmenlerin barındırıldığı yerlere saldırmakta bir sakınca görmüyor. Kendi değerleri söz konusu olduğunda, İslam dinini ve dolayısı ile Müslümanları Avrupa kültür değerlerine yönelik bir tehdit olarak tanımlamakta da bir sakınca görmüyor.

Avrupalılar tam anlamıyla ne yapacağını şaşırmış durumda. Avusturya savaş döneminden sonra en büyük yedinci göç dalgasını yaşıyor. Pek çok Suriyeli, Afgan, Iraklı, Somalili ve Eritreli insan Avusturya’yı bir geçiş güzergâhı haline getirmiş durumda. Göçmenlerin kısmı Almanya’ya gitmek isterken, bir kısmı da daha kuzeydeki, daha uzaktaki ülkeleri tercih ediyor. Bununla birlikte bu insanların yakın bir zamanda Avrupa ülkelerine dağıtılarak eritilmesi mümkün görünmüyor.

Yaşanan insanlık dramı bir yanda, kimi “süper güç” olduğunu düşünen kimi ülkeler de yeni bir harita oluşturma çabası içinde. Hem Rusya, hem ABD ve hem de AB ülkeleri kimi çeteleri her kapıyı açan maymuncuk gibi kullanmaya gayret ediyor ve deşifre olan her bir oyunun yerine hemen her gün yeni bir senaryo yazıp uygulamaya çalışıyor. BM toplantılarında birbirlerine selam vermeyenler, ortak çıkarlar söz konusu olduğunda şerefe kadeh kaldırmaktan çekinmiyorlar.

Bu arada olan Türkiye’ye oluyor. Resmi rakamlar üç milyona yakın Suriyelinin ülkemizde “muhacir” olarak kayıtlı olduğunu gösteriyor. Uluslararası örgütler, insanlık adına katkı sağlamak yerine adeta “ensar” ülkedeki “muhacire” ne yapıyor, edası ile müfettiş yolluyor. Bunlar da gördükleri karşısında susup, bir iki gönül alıcı sözün ardından çekilip, kendi parıltılı dünyalarına geri dönüyorlar. Türkiye ise kendi sınırlı imkânları ile tarihe not düşmeye, gelecek kuşaklar için insanlık dersleri vermeye devam ediyor.

Türkiye’de bir insanlık dramı yaşanırken, birileri durumdan kendine pay çıkarmaya çalışıyor. Söz gelimi Türkiye sınırındaki Ayn el Arap (yeni deyimle Kobani) ve çevresinde yaşananlar, gelecek kuşaklara anlatılacak bir ders niteliğinde. Esat yönetimine karşı yapılan işbirliği ve ABD ve Almanya gibi ülkelerin YPG’ye gönderdiği silahların bir kısmı DAEŞ’e bir kısmı PKK’ya gitti. Hatta benzetme yerindeyse, Halepçe’den Halep’e giden silahlar, Türkiye topraklarından geçirildi. O silahlara sahip olanlar ise dilinden barış sözünü eksik etmeyenlerin gözleri önünde uykusunda vurularak sonsuzluğa gönderilen polislerin vebalini aldı, çarşı iznine çıkan silahsız ve sivil askerlerin katledilmesinde kullanıldı. Duruma sesini çıkarmayanlar; artık tamamen seçim atmosferine girmeye başlayan Türkiye’nin meydanlarında barış diye diye dolaşmaya devam ediyorlar.

Bütün bu yaşananlar sırasında, Ortadoğu’daki önemli bir müttefikini kaybetmek istemeyen Rusya’nın da duruma müdahil olması kaçınılmazdı ve beklenen de oldu. Politika yeni bir boyut kazandı. Türkiye ve Rusya iyi komşuluk ilişkilerini muhafaza etmeye yönelik açıklamalar yaparken, NATO bir yandan Türkiye’ye destek mesajları verse de, üye ülkelerden bir kısmı Türkiye’nin de adeta savaşa katılmasını teşvik edecek gibi bir politika izliyor. Ülkemiz yakın tarihte hiç olmadığı kadar gündemde. Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak isteyenler; Türkiye’ye rağmen Türkiye’yi de yakından ilgilendiren kararları alıp uygulama peşinde. Hemen her gün yeni bir gündem oluşuyor; oluşturuluyor.

Anlayacağınız, Türkiye’de gündem çok yoğun, bazı kesimlerde zihinler çok karışık. Halepçe’den Halep’e yaşanan kargaşalar bir yana, sıradan halk iş ve aş derdinde. Bir yandan yaklaşan milletvekili seçimleri öte yandan etrafımızı yakan ateş çemberi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi iç güvenlik sorunları. Dünyanın ilgi odağındaki Türkiye’de bütünün içindeki ayrışmalar yaşanmaya, yaşatılmaya devam ediyor ise de ülke ayakta kalmaya, yeni bir seçim atmosferinden başarı ile çıkıp, gelecek aydınlık günlere ulaşmaya çalışıyor.

Bu yıl da anayurtta yaşayan Türk’ün ateşle imtihanı devam ederken yurt dışında yaşayan 2 milyon 880 bin 599 seçmenin 25 Ekim 2015 Pazar gününe kadar oylarını kullanması bekleniyor.


KAYNAK
Bünyamin Aygün (2015). IŞID'in Elinde 40 Gün. İstanbul: Doğan Kitap. 

Not:
Bu çalışma Europa-Journal Ekim 2015 sayısı için 10.10.2015 AnKARA acısı yaşanmadan önce yazılmıştır.

15 Eylül 2015 Salı

Kongre organizasyonları üzerine

Bilgi; yaşam kalitesini yükselttiği, işleri ve ilişkileri geliştirdiği, sorunları çözdüğü, verimi, huzuru, güveni ve morali artırdığı ölçüde değeri yükselen bir sermaye olarak kabul görmekte; sahibi için karmaşık bir süreci anlaşılabilir ve üstesinden gelinir bir hale sokmaktadır. Bu nedenle bilimsel bilgi üretimi üniversiteler için öncelikli alanlardan biridir.

Üniversitelerin sayıları hızla artınca, öğretim üyesi ihtiyacı da arttı. Mevcut üniversiteler bir yandan yeni öğretim üyesi yetiştirmek, öte yandan öğrenci yetiştirmek ve bilimsel çalışmalar yaparak uluslararası platformlarda ülkenin sesini duyurmaya çalışmak gibi bir dizi görevle karşı karşıya kaldılar. Zaten eğitim öğretim ve yayın faaliyetleri akademik personelin asli faaliyeti. Bununla birlikte yolunda gitmeyen, adını koymakta zorlandığım kimi hususlar var. Ağırlıklı olarak yeni kurulan kimi üniversitelerde görevli öğretim elemanları yurt dışı yayını yapmak; uluslararası etkinlik düzenlemek gibi bir dizi girişimlere başladılar; bu etkinlikleri düzenleyenlerin bilimsel yetkinliklerinden ziyade tanınırlıklarını artırmak, yapılan organizasyonlardan ekonomik birikim elde etmek ve burada değinmek istemediğim başka amaçlara yönelmeye başladılar. Kimi öğretim üyeleri, katıldığı bir yurt dışı etkinliğinde tanıştığı öğretim elemanlarıyla anlaşıp, bu kişilerin adını kullanarak uluslararası bilimsel etkinlik düzenliyor veya akademik yayın faaliyetleri yapmaya başlıyor. Gün geçmiyor ki e-posta kutusuna bir iki etkinlik duyurusu, yayın hayatına yeni başlayan bir dergi için hakemlik, yazarlık vd gibi çağrılar geliyor.


Ulusal olması gereken etkinlikler artık "uluslararası katılımlı" değil; "uluslararası" diye adlandırılıyor. Toplantılarda hemen herkes Türkçe konuşuyor; bildiriler Türkçe sunuluyor; katılımcılar kahır ekseriyetle Türkiye’deki üniversitelerden geliyor. Arada bir iki kişi yurt dışından gelirse geliyor; o kadar.

İnternet üzerinden veya eşzamanlı olarak basılı nüshaları ile yayın yapan ciddi dergileri tenzih ederek söylemek isterim ki yeni kurulan ve internet üzerinden yayın yapan dergilere bakınca, yayın yerlerinin yurt dışında bir yer olduğu bilgisinin dışında akademik ağırlığı olmadığını görüyorum. Kim nereden yayın yapıyor; arkasındaki akademisyenler kim belli değil. Hatta kimi dergiler var, bir iki sayı sonra yayın hayatına son veriyor. Sürdürülebilirlikleri yok. 

Bu mecrada da bilimsel faaliyetlerin ticarileştiğini görmek, gerçek anlamda bilimsel çalışma yapanları, bilimsel bilgi üretenleri rahatsız edici boyutlara ulaştı.

Yukarıda da değindiğim gibi, artık ulusal boyutlarda bir etkinlik düzenlenmiyor. Düzenlense de bu etkinliklere itibar eden yok. Bu etkinlikler de konuşmacıya verilen bir çeyrek saatle sınırlı. Bu sürede konuşmacı hangi bilimsel sorunu gündeme getirsin; ele aldığı konunun hangi boyutunu kiminle nasıl tartışsın; belli değil. Çeviri için yapılan bir benzetme aklıma geldi.  Özgün eserin önemine vurgu yapmak üzere, “Çeviri, sevgiliyi peçe üzerinden öpmeye benzer” demiş bir düşün adamı. Bizim kongreler de o hesap, bilimsel bilgiyi bilgi şölenlerinde tadıyor, ama masadan doyamadan kalkıyoruz.

Biraz ilgi uyandıran tebliğleri “kongre bildiri kitabında” ara ki bulasın. Bildiriler yayımlandığında daha düşük puan getirmesin diye, kenarından köşesinden düzeltip, “hakemli” bir dergiye makale olarak postalanıyor. Böylece “makale” adı altında yayımlanan “bildiriler” sahibine akademik yükseltilme süreçlerinde hem daha yüksek puan getiriyor, hem de “indexler tarafından taranan” bir dergide yayın yapmış olmanın hazzını tattırıyor.

Sanal bir örnek üzerinden gidelim: Bir üniversitede görev yapan bir grup çalışan, bilimsel bir etkinlik düzenlemeye karar veriyor. Önce Türkiye’de alanda kariyer yapmış öğretim elemanları “Google” üzerinden taranıyor ve bilim kurulu, hakem kurulu için isimler derleniyor; bunlardan görece olarak daha deneyimli ve kıdemli olanlar danışma kuruluna, yıldızı yeni parlayanlar bilim kuruluna, diğerleri de hakem kuruluna yazılıyor. Rektör ve bilumum üst yöneticiler de onur kuruluna yazılıyorlar. Organizasyonla ilgili web sayfası hazırlanıp yayına veriliyor. İşin ticari boyutuna gelince... Gelecek konukların konaklama ve iaşelerinin karşılanması, organizasyon giderleri yaklaşık olarak hesaplanıyor. Acenteler ile görüşmek yerine ya kişiler ya da döner sermaye işletmeleri devreye giriyor. Oteller ile acente fiyatı üzerinden anlaşılıyor. Üniversitelerdeki yemekhanelerden günlük tabldot yıldızlı otel fiyatı üzerinden ücretlendiriliyor. Sponsorlar bulunup kongre kiti bedavaya getiriliyor veya maliyetler düşürülüyor. Bundan sonra hazırlanan bir iki sayfalık kongre duyurusu gerek hazırlanan kongre sayfası üzerinden, gerekse e-posta ile üniversitelere duyuruluyor. Başvurular alınıyor. Döner sermaye veya dış alım yoluyla dört beş yıldızlı oteller ile kamu misafirhanesi fiyatı üzerinden anlaşılıp; kayıt ücreti dışında tam pansiyon konaklama kaydı ile günün rayiç bedelleri üzerinden pazarlama yapılıyor. Katılımcılara otel ücretinin de üniversitenin döner sermaye işletmesi veya dışarıdan anlaşılan şirketin hesabına yatırılması isteniyor. Kongreye önerilen bildirilerin hemen hiç biri bir ön elemeden, değerlendirmeden geçirilmiyor. Başvurular, neredeyse hakem görüşü alınmadan, içeriklerin bilimsel yetkinlikleri denetlenmeden, sorgulanmadan kabul ediliyor. Yeterli başvuru alamayan organizasyonlar başvuru süresini "gösterilen yoğun ilgi" nedeniyle defalarca uzatmakta bir sakınca görmüyor. Katılımcılara üniversitenin yemekhanesinde çıkan tabldottan öğle yemeği veriliyor. Sabah ve öğleden sonraki oturumlar için verilen birer arada kâğıt/plastik bardaklarda çay, kahve ve -çoğu zaman- bayatlamış kuru pasta ikramı yapılıyor. Sabah kahvaltısı ve akşam yemekleri zaten otellerde, misafirhanelerde veriliyor. Gala yemeği de organizatörün keyfine kalmış. Kimi yerlerde onlar da verilmiyor. Çünkü organizasyona gelen katılımcılar ya bildirisinin olduğu gün geliyor yahut bir arkadaşına ricacı olup, bildirisinin okumasını sağlıyor. Bir destekleyici firmadan alınan çanta içine sempozyum programı, bildiri özet kitabı biri ki bloknot ile katılımcılara kayıt sırasında takdim ediliyor.

Kongre otellerine gelince, onlar da bir başka konu. Oteller, kongre için gelen katılımcılara fatura vermiyor; muhatap olarak üniversite döner sermaye işletmesini, organizasyon sekretaryasını veya hizmet alımı yapılan şirketi muhatap olarak gösteriyor. Fatura için ısrar edenlere de kendilerinin döner sermaye işletmesi (DSİ) ile acente fiyatı üzerinden toptan anlaştıklarını belirtilip, konaklama sırasındaki ekstra harcamalar için belge veriyorlar. Bu otellerde sabah kahvaltısı, akşam yemeği verilmekle birlikte, su dâhil her türlü içecek ekstra olarak kabul edilip konuklardan yabancı para cinsi üzerinden talep ve tahsil ediliyor.

Bir konuda karar verdim. Türkiye’de duygusal nedenlerle, uluslararası bir kongre organizasyonuna katılmayacağım. Hele yeni kurulan bir üniversiteyi desteklemek; gelişimine katkıda bulunmak gibi idealist ayaklara yatmayacağım; organizasyonu sorup soruşturup öyle katılacağım. Ama merakımı mazur görün, bu üniversitelerde çalışanlar, bir yandan akademik etkinlik düzenleyip performans puanı biriktirirken, öte yandan para kazanmayı kimden ve nereden öğrenmişler? Onları bu tür davranışa yönelten nedenler neler? Olası cevaplar üzerinde günlerce tartışılabilir.

Peki, ne yapmak lazım?

Aslında ne yapmak gerektiğini ben de tam olarak bilemiyorum. Ama kongre organizatörleri ile akademisyenleri birbirinden ayırmak lazım. Kongre organizasyonlarının kongre otellerinde/kongre merkezlerinde bu işin profesyonellerince kurulan, deneyimli, saygınlık kazanmış şirketler üzerinden yapılması gerektiğini düşünüyorum. Alan uzmanlarının da ego tatmini, kıskançlık, menfaat ve çıkar ilişkilerinden arındırılmış bilimsel programların oluşturulması konusunda ciddi mesai harcaması gerektiğini...

Bir uzakdoğu sözüyle bitireyim: Unutmamalı ki pirincin içindeki siyah taşları ayıklamak kolaydır; asıl incelik dişleri kıran beyaz taşların ayıklanmasında yatmaktadır. Yoksa hepimiz kırılan dişlerin sorumlusu olacağız.

Gurbette geçmiş yoksa gelecek de yoktur

Geride bıraktığımız yaz aylarında yurdundan uzaklarda, yeni yurt bellediği diyarlarda kendilerine istikbal hazırlamaya çalışan pek çok gurbetçiyi Türkiye’de izin yaparken gördük. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk… Kim olduklarının farkı yoktu. Her biri gönüllerince eğleniyor; Türkiye’de sevdikleri ile birlikte olmanın dayanılmaz hazzını yaşıyordu.

Türkiye’de bazen imrenilerek, bazen de kıskanılarak takip edilen bu göçmen kuşları, kimine göre “Almancı” kimine göre de “gurbetçi” idi. Onlara sorsanız, onlar “Avrupalı Türk” olarak görülmeyi tercih ediyordu. Gurbet, tanımlanması zor bir kavram onlara göre. Bazen Türkiye, bazen de yurt edinmeye çalışılan topraklar gurbet olarak görülüyor. Türkiye’de yaşayanlar alışageldikleri toprakları, yeni vatanlarını; yeni vatanda yaşayanlar da Türkiye’yi özlüyor; anılarıyla birlikte büyüdükleri topraklara dayanılmaz bir özlem duyuyorlar. Benim kanaatime göre her iki duygunun, arada kalmış olmanın, nasıl bir ruh hali yarattığına ayrı ayrı bakmak uygun olacaktır.

Yurt sevgisi her bir kişinin kökünü arama çabasıyla da ilişkili bir dışa vurumdur. Gerek yurdundan uzakta yaşayanlar gerekse yeni vatanlarında doğup büyüyen yeni kuşak gençler, zaman zaman zihinlerini “Buraya nereden geldim?” veya “Aslım ne?” gibi sorularla meşgul ederler. Bu sorular, yaşadıkları çevrede ötekileştirildikleri veya yabancı olarak dışlanmaya maruz bırakıldıkları anlarda daha da kuvvetlenir ve kar topu gibi büyüyen, kimi zaman içinden çıkılmaz bir hal alan soru ve sorunlara cevap aramaya başlarlar.

Adeta “Bir geçmişimiz var. Olmaması da mümkün değil. Oraya dönmek, nefes almak istiyorum.” diyerek yeni vatanlarındaki duygusal örselenmişliğin verdiği yürek ezikliğine teselli aramaya çalışırlar. Yani asıl olanın peşine düşerler. Haksız da sayılmazlar.

Geçmişini merak etmeyenler, modern çağda yaşandıklarını ve modernitenin, yaşanılan çevreye uyum sağlayarak geçmişten bağı koparmayı gerektirdiği gibi bahaneler üretip, geçmişle ilişkisini kesmeye çalışsalar da buna güçleri yetmez. Er geç, asıllarına dönmeye ve kaybettikleri zamanı bir şekilde telafi etmeye çalışırlar.

İster gurbet elde, ister sılada yaşayan gençler bir dizi olumlu-olumsuz deneyimden sonra hem tarihsel asıllarına dönerek, hem de manevi bağlarına daha bir sıkı sarılarak rahatlamaya çalışırlar. Edindikleri hayat tecrübeleri kendilerini bir yerlere getirdiğinde, geleceklerini geçmiş yaşantılarının üzerine kurmaya çalışırlar. Bazen iş işten geçse de “zararın neresinden dönülse kardır” diyerek yeni başlangıçlar yapmaya gayret ederler.

Geçmişi olmayan ve geçmişten söz edemeyenler, yenilik iddiasında bulunamazlar. Yeni ile eski arasındaki ayırımı nasıl yapsınlar? Öyle ya, geçmiş yoksa gelecek, yani yeni de olamaz.

Yenilik ve buna bağlı bir dizi söylemlerin oluşturulabilmesi için geçmiş ve tarihle ilişkilerin koparılmaması gerekir. Geçmişle bağlar koparıldığında kimliksiz bir nesil yetişmeye başlar. Böyle olunca da yenilik iddiası ortadan kalkar.

Geçmişle kurulabilecek en güçlü bağ, köken dilinin kaybedilmemesi ile mümkündür. Bireyler hangi ortamda, hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, dilini ve kültürünü ötekileştirmemelidir. Dil ve kültürü ile bağını koparan bireyler, içinde bulunduğu modern düşünce tarzının kendilerine sunduğu yeni hayat biçimi içinde boşluğa düşer; tutunacak dal ararlar. Kuşkusuz, gelenekçi düşünenlerin modernistlere göre farklı bir davranışı, dünya görüşü ve dış görünüşü vardır. Modern çağ, yeni hayat şekillerini de beraberinde getirir ve geçmiş ile yaşanan zamanın değerlerinin birleşmesiyle yeni bir sentez ortaya çıkarır.

Bireyler kendi kimliklerini başarı ile taşıdığı sürece toplum içinde belli bir konuma ulaşıp, o konumunu muhafaza edebilir; anlamlandırabilir; hayata anlam katabilir. Böylece geçmiş ile gelecek arasında da bir köprü kurulabilir. Çünkü geleceğin gövdesi geçmişin üzerinde yeşerir, bedeni geleceğe doğru yol alırken, kökleri geçmişten beslenir; kuvvet alır. Geçmişi olmayan, yok edilen bir kuşak; çimlenmek üzere suya koyulan bir çiçek dalı gibidir. Çimlenen dal toprağına kavuşmadığında çürümeye mahkûmsa, geçmişle bağını koparanların da geleceğini sağlam temellere oturtabilmesi düşünülemez.

İnsanlar yaşanılan her anın keyfini çıkarırken, geçmişin zengin kültürel mirasının verdiği güven duygusunu da hisseder, geleceğe dair bir dizi umutlar besler. Yeni sözler söyler, söylediği sözler ve davranışlar da buna göre anlam kazanır.


Not:
Bu çalışma Europa-Journal Eylül 2015 sayısı için hazırlanmıştır. Dergiye şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.yumpu.com/de/document/view/53877706/europa-journal-haber-avrupa-september-2015 (17.09.2015)

3 Eylül 2015 Perşembe

homo homini lupus

Her yeni güne alışılmadık duygularla başlıyoruz. Her bir yeni gün, bir zamanlar İstanbul’da çıkan “halka ve olaylara” Tercüman adlı günlük gazetenin alt başlığındaki sloganı çağrıştırıyor: “Her sabah dünya yeniden kurulur; her sabah taze bir başlangıçtır.”

Son yıllarda bu taze başlangıçlar hiç de hayra alamet başlangıçlar gibi görünmüyor. Türkiye’de ilginç olaylara tanık oluyoruz. Nedenini bilemediğimiz, aklımızın almadığı olaylar birbirini izliyor. Bir kesimin, “yıllarca dışlanan, tepeden bakılan, adam yerine koyulmayan, adeta sömürülen, köylü, çoban, baldırı çıplak, makarnacı, kömürcü, cahil gözüyle bakılan en alttaki insanların toplum içinde ayağa kalkmasından son derece rahatsız olmaya başladığı” görülüyor. Bir başka kesimin de dün canım, ciğerim dediği; birinin ötekinin derdiyle dertlendiği günleri geride bıraktığı; karşıt kutuplara geçtiği görülüyor.

Adeta, dünün doğruları, bugünün yanlışları olarak anlatılıyor. Vatandaşın kafası karışmış; geçim derdinde.  

Millete hizmet edenler ile milletin oluşturduğu katma değerlerden nemalanmaya çalışanlar ayrı sevdaların peşinde; menfaat sahipleri kol kola görülüyor. Kim haklı, kim mağdur anlamak adeta mümkün değil.

Dün siyaset sahnesinde birbirine demedik laf bırakmayanlar; düşmanların kavgada söylemediği sözleri bırakmayanlar, bugün birbirinin destekçisi gibi görünüyor[1] veya bunun tam tersi. Siyasi literatür tahammül sınırlarını zorlayan söz ve söylemlerle doluyor. Birisi veya birileri ortaya çıkıyor, sosyal medya üzerinden ‘yakında operasyonlar başlayacak’ gibi gündem oluşturacak haberleri paylaşıyor; kimi doğru da çıkıyor; lakin bu şahsın kim olduğu tespit edilemiyor.

Bir bayram sabahı uyanıyorsunuz. Bütün medya trafik teröründe hayatını kaybeden veya yaralan vatandaşların haberini öne çıkarmış; lokmalar boğazınızdan geçmiyor. Her geçen gün yeni yollar yapılmış; araçların standartları gelişmiş ülkelerdekilerden hiç de geri değil. Lakin aracın üstüne çıkan, birbirine saygıyı unutuyor; kural tanımaz birer canavara dönüşüyor.  Alınan hiçbir tedbir, tam olarak amacına ulaşamıyor.

Başka bir günün aydınlık sabahına merhaba demek istiyorsunuz; ne mümkün. O gün güvenlik güçlerine kurulan kalleş pusularda hayatını kaybeden askeri, polisi, kamu görevlilerinin olduğunu öğreniyor veya dinliyorsunuz; terörün her türlüsüne lanet olsun demekten başka bir çıkar bulamıyorsunuz. Kimin neyi paylaşmak istediğini soruyor, sorguluyor, cevabını bulamıyorsunuz. Okuduklarınız, kendinizce yaptığınız analizleriniz iç ve dış bağlantıların safları sıklaştırdığını haber veriyor sanki…

Foto: Hürriyet-DHA, Nilüfer Demir
Yaşadıklarımıza tanıklık etmenin yanında, defolarımıza da dikkat çekmek üzere yazdığım bu satırları okuduktan sonra söylenecek başka sözün kalmadığını, insanların her gün insanlıklarından utandıkları yeni bir güne merhaba dediğini anlayacaksınız. Bir zamanlar vizesiz, pasaportsuz gittiğimiz dost ve kardeş ülke Suriye’nin bugün türlü hesaplar uğruna perişan edilmiş vatandaşlarının sahile vurmuş cesetleri, yaşanan insanlık dramını ortaya koyarken yüreklerimizi de dağlıyor.

Bu konuya ilişkin olarak sosyal medyada pek çok tepki yer aldı. Sanırım en anlamlısı da Ahmet Ümit’in ve ona benzer mesajların içeriğinde gizliydi. “İnsanlığın bittiği yer filan yok, o bir ütopyaydı, insanlık hiç başlamadı ki bitsin.”

Gerçekten Türkiye’yi mesken tutan Suriyelileri “muhacir” olarak görüp, onlara “ensar” olmaya çalıştık; bir yere kadar lokmalarımızı da paylaştık; ama bir yere kadar; olmadı, Türkiye’nin imdat çığlıklarını duyan “medeni” Avrupalının yardım sesi duyulmadı. Akdeniz, çaresiz insanların can pazarına döndü. Birileri bunların üzerinden para kazandı; birileri de insanlık dersleri vermeye kalktı; lakin, pek azı sahile vuran balinaya gösterilen ilgiyi gösterdi. Aksine, Avrupalının yabancı düşmanlığı damarı tuttu; kimi şehirlerdeki gösterilerde ayranı kabardıkça kabardı.

Bir başka gün, gazetelerden Ege Denizi’ne açılan, Yunanistan adalarına çıkmak, oradan da Avrupa ülkelerine gitmeyi hayal eden Suriyeli mültecilerin botlarının Yunan sahil güvenlik teknelerindekilerce patlatıldığını ve geri dönmeye zorlandıklarını okuduk. Haberlerde insanların bu yolla Avrupa sevdalarından vaz geçmelerinin sağlanılmaya çalışıldığını okuduk. Balıkçılar can pazarına dönen denizden insan bedenlerini sayarak toplarken, çağdaş, medeni Avrupalı dostlarımızın, kendi aralarında yaptıkları istişarelerde, bu insanların Türkiye’de tutulmasının yollarını tartıştığını öğrendik.

İnsanların çaresizliği, yeni bir hayat için beslediği umutlar kimi hemcinsleri için çoktan yeni bir geçim kaynağı olmuş durumda. Çarşıda, pazarda bir umut peşinde kumsallarda bekleşen insanlara bot, can yeleği vs satılırken, kimsenin “N’oluyor?” diye sormaması akıllara zarar. Muşambadan, kıymık süngerlerden üretilmiş, hayat kurtarmaktan ziyade kendine hayrı olmayacak mamullerden para kazananların yanı sıra bir de “beach” müdavimleri var. Gazeteciler sabahları sahile vurmuş çocuk cesetlerini fotoğraflarken, akşamları kumdan kaleler yapan çocukların ablalarının veya abilerinin sıra dışı eğlencelerini haber yapıyor.

Ülkeyi yönetmeye talip olanlara “inat etmeyi bırakın; millet kavga değil, çözüm üretmenizi bekliyor” demek hayır etmiyor. Akıl yerini hırslara terk etmiş. Ülkemiz, insanlarımız, örfümüz, insanlığımız giderek kirleniyor. Ülke, gereksiz tartışmalarla vakit kaybediyor. Ülkeye, idareye başkaldırının adı "sivil itaatsizlik" diye allanıp pullanıyor. Dün kardeş, barış sözlerini ağızlarından düşürmeyenler, bugün kamu görevi yapmaktan başka bir dahli olmayanlara tuzak kuruyor; ülkede terör ve teröristlere övgüler düzenler çıkıyor; aynı gök kubbenin altında barış ve huzurla yaşayanlar şucu, bucu diye ayrıştırıldıkça ayrıştırılmaya çalışılıyor. Heinrich Böll’ün II. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı gibi artık evlerin bacası tütmüyor, çocuklar yetim, öksüz büyüyor. Ortalık yangın yerine dönmüş; halkın sabrı zorlanıyor. 

Avrupalı Türkiye’nin her yeni gün bir krizden ötekine savrulmasını adeta elini ovuşturarak seyrediyor. Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarlar, çaresiz insanlara yardım etmek bir yana, bir yandan Türkiye’nin verdiği mücadeleye “aferin” çekiyor; güzel sözlerle gönlümüzü almaya çalışıyor, öte yandan kirli savaşın etkisiyle ekonomisini düzeltmeye çalışıyor. İnsanlık, bazen iki ülkeyi ayıran sınırdaki tel örgülerin altında aç, susuz dipçik yerken, bazen bir aracın kapalı tentesinde can verirken, bazen de Akdeniz’in soğuk sularında yeni bir hayat peşindeyken batan, batırılan botlarda, sandallarda, insan tacirlerinin elinde çoktan boğulmuş. Dünyanın gözü önünde bir tiyatro oynanıyor.

Özetle, ülkede adeta Romalı komedi yazarı Titus Maccius Plautus (MÖ 254–184) tarafından yazılan Asinaria (Eşeklik) adlı güldürüde geçen homo homini lupus durumları[2] yaşanıyor. İnsanların bir kısmı uzayın derinliklerini keşfetmeye çalışırken, bizim coğrafyamıza yakın bir kısmı cehaletin pençesinde ortaçağ karanlığına geri dönüyor; tarifi imkansız acılarla boğuşuyor. Bodrum sahillerinde yaşanan dram, İngiliz devlet adamı ve filozof Thomas Hobbes’in insanları ve devletleri kendi arasında sınıflandırırken Plautus'tan uyarladığı “insan, insanın kurdudur” ifadesinin ete bürünmüş hali olarak zuhur ediyor.









[1] Bkz.: Yılmaz Özdil (02.09.2015). Müsvedde. Sözcü Gazetesi. http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/yilmaz-ozdil/musvedde-925646/ (2 Eylül 2015/Çarşamba).
[2] Plautus, özgün metinde Merc, Leonida’ya şöyle der: lupus est homo homini, non homo, quom qualis sit non novit. (İnsan, tanımadığı insana insan değil, bir kurttur.) Bkz.: Titus Maccius Plautus: Asinaria, 495. In: http://www.thelatinlibrary.com/plautus/asinaria.shtml (03.09.2015). Artur Brückmann ise Almanca çeviri eserde Kaufmann’ın ağzından bu ifadeyi “Çünkü İnsan, tanımadığı insana insan değil, bir kurttur; bu durum insanların birbirini tanımasına kadar geçerlidir” şeklinde tercüme eder (Bkz.: http://gutenberg.spiegel.de/buch/asinaria-1786/4 (03.09.2015)). Bu söz bilahare İngiliz devlet adamı ve filozof Thomas Hobbes tarafından yazılan Devonshire Dükü William Cavendish’e ithaf edilen De Cive adlı eserde kullanması üzerine yeniden gündeme gelmiş ve bilinir hale gelmiştir. Burada yurttaşları ve devletleri kendi arasında karşılaştırırken “İnsan insan için bir tanrıdır” ve “insan insan için bir kurttur” ifadeleri geçmektedir. Bkz.: Thomas Hobbes Lehre vom Bürger. Latince aslı: "Profecto utrumque vere dictum est, Homo homini Deus, & Homo homini Lupus". Elementa philosophica de cive. Amsterdam 1657, S. 10. (https://books.google.de/books?id=PeoTAAAAQAAJ&pg=PP10&hl=tr#v=onepage&q&f=false).

21 Haziran 2015 Pazar

Çocukların eğitimi üzerine

Her bir çocuğu temsilen bir gül...
Okulların tatile hazırlandığı, bazı velilerin yeni yıl için çocuklarını hangi okula göndermesi gerektiği konularında arayışlara başladığı bir dönemdeyiz. Öğrenmeyi, öğrenmeye hazır olma ve düşünce kapasitesi etkiler. Bu nedenle çocukların okula hazırlandığı dönemler, onların zihinlerinde önemli anlar olarak kalır. Seçilen okul ve bu okulda kazanılan deneyimler, çocuğun gelişimine katkı sağlayabildiği gibi, kalıcı duygusal travmaların yaşanmasına da neden olabilir.

Okul, öğrenciye toplumsal kültürü ve bilimsel bilgileri aktaracak bir aracı (mediation) olarak görülebilir. Burada çocuğa hayatı boyunca gereksinim duyacağı bilgilerin, kavram ve anlamların aktarılması sağlanır. Aktarılan bilgilerin de öğrenciler tarafından benimsenmesi, içselleştirilmesi (internalization) gerekir. Bu süreçte toplumun kendi kültürünü, düşünce sistemini öğrenciye aktarması ve çocuğu mevcut sistemle bütünleştirmeye (entegrasyon) çalışması dikkati çeker. Dışarıdan alınan bu bilgiler, çocuğu kendi toplumsal bilgi tabanına uyumlu hale getirir. Bu bilgiler bazen toplumu ileri götürürken, bazen de hastalıklı bir toplum haline getirebilir.

Okula giden çocuğa önce yakın çevre daha sonra da formel eğitim kurumlarındaki görevliler tarafından tam ihtiyaç duyulan kadar destek verilir. Sosyokültürel ve sosyotarihsel açıdan eğitilir; aktarılan bilgilerin kullanılması sağlanır; çocuk bunları zamanla içselleştirir. Onun için çocukların eğitiminde esas olan içselleştirme, bağımsız düşünme, karar verme ve problem çözme süreçlerinin aşamalı olarak geliştirilmesidir.

Bilgi insana bağlıdır. İnsanın dışında bilgi üretimi mümkün olmadığı gibi, üretilen bilginin öğrenilmesi ve edinilmesi; kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılması ve geliştirilmesi de veli, öğretmen ve okul yönetiminin işbirlikçi yaklaşımla çocuğu kucaklayan bir eğitim yaklaşımını gerektirmektedir.

Okul seçiminde dikkat edilmesi gereken pek çok ölçüt sayılabilir. Okul, aile ve veli ile bunların sosyal çevresinden oluşan üçgen çocuğun akademik gelişimi için önem taşımaktadır. Bu arada unutulmaması gereken husus çocukların aklının, içinde yetiştiği sosyal kültürel süreçler içinde şekillendiği gerçeğidir. Çocukların yetişkinlerle kurduğu bire bir ilişki, onların bilişsel gelişimine önemli katkılar sağlar. Yurt dışında yaşayan çocuğun sosyalleşebilmesi, gittiği okula uyum sağlayabilmesi için anadili ve kültürünün yanı sıra ikinci dil ile de erken yaşlarda tanıştırılması, okul başarılarının istendik düzeyin gerisinde kalmasını önler.

Bilindiği gibi çocukların akli melekelerinin gelişimi ilk iki yılda doğal bir seyir izlerken, ikinci yılın sonuna doğru içinde bulunduğu sosyal çevrenin ve kültürel dokunun da izlerini almaya başlar. Dolayısı ile gelecekteki yaratıcı gücün bu kültürel çevre ile şekilleneceği hatırdan çıkarılmamalıdır. Erken iki dillilik bu aşamada gerçekleşebilir. Ünlü eğitim bilimci Vygotsky (1896-1934), aklın sadece kafanın içinde olmadığını; çocuğun psikolojik ve biyolojik gelişiminin içinde yetiştiği kültürel, sosyal ve fiziki çevrenin karşılıklı etkileşimleri ile oluştuğuna dikkat çekmektedir.

Çocuğun gelişiminde dil ve düşünce arasında paralel bir ilişki vardır. Bu ilişki iki yaşına kadar birbirinden ayrı ve bağımsız gelişir. İki yaşından sonra birleşmeye ve gelişmeye başlar. Öğrenme gelişmeye dayanır, ama gelişme öğrenmeye dayanmaz (Vygotsky 1985).

Öğrenmenin amacı karşılaşılan problemleri çözmek, çelişkileri gidermek, yaşanılan bir durumu veya olguyu anlamak içindir. Etkili öğrenme çocukların gelişimini hızlandırır. Bu nedenle, öğrenme tek başına yapılan nedensiz bir etkinlik değil, çocuğun diğer insanlarla karşılıklı ilişkileri içinde ona aktarılan ham bilginin gerektiğinde kullanabilecek seviyeye ulaşması veya ulaştırılmasıdır.

Eğitim bilimciler çocuğun öğrenme becerisini bağımsız olarak kazanmadığını söylerler. Genel kabul gören yaklaşıma göre, çocukların kendi başına gerçekleştirebileceği ve gerçekleştiremeyeceği davranışlar vardır. İnsan sosyal ve kültürel çevresi ile yaşayan bir fenomen olduğuna göre, çocuğun belli gelişim evrelerinde kendi başına gerçekleştiremeyeceği davranışlar için de dışarıdan yardım alması kaçınılmazdır; kimi güçlüklerin üstesinden gelebilmek için ya kendine göre daha ileri gelişim düzeydeki akranının veya bir yetişkinin desteğini alması gerekecektir (Bkz: Bacanlı 2009). Yetişkin desteğinin alındığı oranda (scaffolding)  çocuğun gelişimi de hızlanacaktır.

Çocuğun ‘bağımsız problem çözme’ olarak belirlenen gerçek gelişim düzeyi ile ‘bir akran veya yetişkin rehberliğinde onlarla işbirliği yaparak problem çözme’ becerisini kazandığı gelişim düzeyi arasındaki fark, onun ‘yakınsal gelişim alanı’ (zone of proximal development) olarak tanımlanmaktadır (Bağlı, 2004). Çocuğun kullandığı dilin, kavramların, olguların, araç-gereçlerin kendine özgü yapısı ile tarihî ve kültürel karakteristik özellikleri vardır. Buradaki asıl konu, çocuğa aktarılan bilgilerin ne kadarının toplumsal ve içinde yaşanılan gerçek duruma bağlı, ne kadarının aile ve sosyal çevreye ait olduğudur (Bkz.: Ergün ve Özsüer 2006: 270). Okulda işbirliğine dayalı eğitim süreçlerinde bu durum da göz önüne alınmalıdır. Çünkü kuşaklar arası kültürel aktarım tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çocuk büyüyüp, okula başlayıp sosyalleştikçe kendi içine dönük olmaktan çıkıp, dışa dönük olmaya başlamaktadır. Bu durumda çocuğun ikinci dilin konuşulduğu ortama önceden hazırlanarak girmesi sağlanmalıdır.

Çocuğun erken yaşlarda kendi içine dönük “benmerkezci” konuşması, dış dünya tarafından anlaşılamaz. İçsel konuşma büyük ölçüde ağırlıklı olarak anlamlarla ilişkilendirilmelidir (Vygotsky 1985: 202). Çocuğun veya yetişkinin konuşması, zihindeki düşüncenin belli bir bölümünün belli sınırlılıklarla ifade edilmesidir. Bu aşamada düşünce önce anlamlardan daha sonra da sözcüklerden geçerek dışsal ifadeye yani iletişim aracına dönüşür. Bir çocuğun konuşmasını anlamak için onun kullandığı sözcükleri anlamak yetmez; aynı zamanda onun düşüncelerini, konuşmanın oluşturulduğu sosyal ve kültürel çevre ile konuşmacının psikolojik olarak neyi amaçladığını da bilmek zorundayız. Bunun için okul öncesi eğitim de genel eğitimin başarısı için kaçınılmazdır.

Okula başlayan çocuk, yazılı iletişim kurmayı da öğrenir. Yazılı iletişim, hem daha etkili hem de sese dayalı olarak ifade edilen veya işitsel yolla algılanan sözcüklerin birer resme dönüşmesine ve bu yolla kalıcı olmasına, dolayısı ile düşüncenin gelişimine yardımcı olur. Her bir düşünce ortaya atılan bir genelleme olmakla birlikte, kavramların ve sözcüklerin veya kelimelerin ortaya çıkarılmasını sağlar. Kelimeler de nesneler ile onlara verilen adların sembolik olarak birleştiği kavramlar olarak sembol değeri taşır; yazı dilinde kelime ve kavramlardan oluşan dil, düşüncenin biçimsel görünüşüdür. Kavram oluşturma çocukluk döneminde başlamakla birlikte, entelektüel oluşumlar ileri yaşlarda kazanılır ve akademik gelişim formel eğitim ortamlarında sağlanır.

Kullanılan kelimelerin anlamları zamanla değişebilir, gelişebilir. Bununla birlikte, kelimelerin kullanıldığı kültürel alt yapı ile ilişkisi bağlantılı kalır. Çocuğun zihni ve içinde bulunduğu sosyal ve kültürel çevre bu değişimi belirler. Düşünceler ile konuşma sırasında seçilen kelimeler arasında sürekli bir ilişki vardır. Düşünceler kullanılan kelimeler üzerinden anlam veya meşruiyet kazanır.

Konuşmanın işitilen boyutu ile anlamsal boyutu yaşanılan ortamda edinilen deneyime göre farklı boyutlarda ve yönde sürekli bir gelişim gösterir. Biri özelden bütüne, sözcükten kavrama gelişirken öteki bütünden özele, cümleden kelimeye doğru gelişim gösterir. Konuşma bireysel özellikleri yansıtırken, anlam toplumsal uzlaşıyı gerektirir. Düşünce ile onları ifade etmeye yarayan sözler arasında her zaman birebir örtüşme söz konusu olmayabilir. Bazen kastı aşan ifadeler de kullanılabilir. Bununla birlikte düşünceler, her daim konuşma ile vücut bulur. Düşünce sözcükler aracılığıyla dünyaya gelir. “Düşünceden yoksun bir sözcük ölüdür; sözcüklerle kavramsallaşmayan, somutlaşmayan bir düşünce, gölgeden ibaret kalır.” (Vygotsky 1985: 207)

Kavramlara gelince; kavramlar, birçoklarının öne sürdüğü gibi önceden dışarda oluşturulmuş, daha sonra çocukların zihnine yerleştirilmiş ve orada sabit kalan oluşumlar değildir. Kavramlar beyinde aktif bir süreçle oluşturulur; daha sonraki iletişim ve zihinsel işlemlerde de sürekli aktiftir ve kuşaktan kuşağa aktarılırken değişebilir. Kavram oluştururken genelden özele ve özelden genele sürekli yön değiştiren bir düşünce hareketi görülmektedir (Ergün ve Özsüer 2006: 270). Ancak Vygotsky, kavram oluşturmanın ergenlik-öncesi çağdaki çocukların kapasitesini aştığını ve kavram oluşturmanın ancak ergenlik döneminin başlamasıyla mümkün olduğunu savunur (Vygotsky 1985: 83). Çocuğun zihinsel gelişmesinin bir doğrultusu vardır. Gelişme hangi düzeyde ise o düzeye özgü bir düşünce vardır. Yetişkin, çocuğa kendi düşünce tarzını aktaramaz. Ona gelişim öncesi verdiği hazır kavram ve anlamlar ancak “yalancı kavram” olurlar.

Piaget (1939’dan aktaran Ergün ve Özsüer 2006) “Öğrenilen kavramlar” okulda öğretilir ve bu da özelden genele (tümevarım) giderek olur. İnsanların bütün psikolojik fonksiyonları kültürel, tarihi ve kurumsal durumlar içinde oluşurlar. “Âletlerin âleti” dil de bu kuralın dışında değildir. Bir hareket yapıldığı ortam içinde anlam kazanır. Aklın çalışması da diğer ilişkileri göz önüne alarak olur.

Not:
Bu çalışma Europa-Journal Haziran 2015 sayısı için hazırlanmıştır URL: http://www.europa-journal.net/mustafa062015.html (10.06.2015).

Kaynaklar
Bacanlı, H. (2009). Eğitim Psikoloji. Ankara: Pegem Akademi Yayıncılık.
Bağlı, M. T. (2004). Oyun, Bilişsel Gelişim ve Toplumsal Dünya: Piaget, Vygotsky ve Sonrası. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 37/2, ss. 137-169.
Ergün, M. ve Özsüer, S. (2006). Vygotsky’nin Yeniden Değerlendirilmesi. Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 8 /2, ss. 269-292. URL: http://www.egitim.aku.edu.tr/vygotsky.pdf (son erişim 31.05.2015).

Vygotsky, L. S. (1985). Düşünce ve Dil (Çev. S. Koray). İstanbul: Sistem Yay. 

Argo Kullanımı

  Türkçede küfürle karışık sevgi, övgü ifadeleri vardır. Görünüşte çok masum gelen, üzerinde düşününce de derin anlamlar içeren kelimeleri b...